27 Mayıs 2015 Çarşamba

NEIL GAIMAN'DAN YAZAR ADAYLARINA TAVSİYELER


Eğer sadece ilham geldiğinde yazacaksanız, naif bir şair olabilirsiniz ama bir romancı olamazsınız. Kelimeler size ilham gelmesini beklemez.  İlham gelmediğinde de yazmalısınız. Garip olan altı ay ya da bir yıl sonra geri dönüp yazdıklarınıza baktığınızda hangi bölümleri ilham geldiğinde yazdığınızı hatırlamayacaksınız.
Yazma süreci büyülü olabilir- üst kat camından dışarı çıktığınız havada yürüdüğünüz her şeyin kusursuz, mükemmel olduğu zamanlar olabilir- ancak çoğu zaman yazma süreci bir kelimeyi diğerinin ardına koymaktır.
Eğer fantezi kitaplarından hoşlanıyor ve bir sonraki Tolkien olmak istiyorsanız, Tolkien kitaplarını okumayın. Tolkien, Tolkien kitapları okumadı, Fin felsefesi kitapları okudu. Alıştığınız kitapların dışına çıkın. Gidin ve doyana kadar okuyun.
Başkalarının anlatabileceği hikâyeler anlatmayı denemeyin. Yazmaya yeni başlayan bir yazar olarak başkalarının hikâyelerini anlatacaksınız çünkü yıllardır onları dinliyorsunuz ancak olabildiğince çabuk kendi hikâyenizi anlatın. Sizden daha iyi, daha usta yazarlar her zaman olacaktır ama sizden sadece bir tane var. Kendi hikâyenizi anlatın.
Kaynak: Brainspicking sitesi

26 Mayıs 2015 Salı

NE ALDI?


“Biraz mami, biraz yeşil, çikolata ve vanilya olsun.”

Dondurmasını eline aldı. İtinayla külahın etrafına bir peçete sardı. Elimi tuttu. Konuşa konuşa yürümeye başladık. Tırtıl heykeline yaklaşıyorduk. Az sonra duracaktık ve oyun başlayacaktı, biliyordum.

Heykelin tam karşısındaki apartmanın duvarında yan yana dizili pizzacı motosikletlerinden biri yola çıkmak üzereydi. Durdu. Bana baktı. “Pizzacılık oyunu” başlıyordu. Elimi kulağıma götürdüm. Telefon numarasını çevirdim. Peynirli ve sucuklu pizza siparişi verdim. Deniz'in çiçeklerin yanına koşmasını, oradan hayali kaskını, ceketini ve eldivenlerini almasını, giyinmesini, pizza kutusunu özenle motosikletin (tırtılın) bagajına yerleştirmesini izledim. Anahtarı kontağa soktu. “Tık” Yola çıktı. Pizzayı teslim edecek, parayı alacak, cebinden para üstünü çıkaracaktı. Yüzlerce kez oynamıştık. Kurallar basitti. Deniz daima motorkurye, anne de daima müşteri... Yanımızda başkaları varsa, onların oyuna girip gitmeyeceği tamamen Deniz'e bağlıydı. Örneğin babasının oynamasını istemiyorsa, “Sadece kızlar ve uzun saçlılar oynayabilir” deme hakkına sahipti. Oyunu bulan, kuralları koyan O'ydu! Elindeki hayali paketle sağa sola koşturan şirin cüceyi gülümseyerek izliyordum.

Uzaktan yaklaştığını gördüm. Derdi oynamak değil, sadece bozmak ve oyun alanını ele geçirmekti. Yavaş yavaş yaklaştı. Deniz'in minik elleriyle tuttuğu hayali pizza kutusunu çekmeye başladı. Deniz "Bırak, bırak" diye bağırıyor, kutusuna sahip çıkıyordu. Bir an olsun bırakmadı mücadeleyi, az evvel gözlerinden akan yaşlara yenileri katıldığında bile... “Bırak, o benim. Senin değil!” 
Sesler üzerine gelen annesi, çocuğunu uzaklaştırırken sordu: “Ne aldı?”

Onlar gittikten sonra pizza kutusunun kapağını açtık. Sucuklar dökülmüş, erimiş kaşar dağılmıştı. Bir dilim aldım. Soğusun diye üfledim. Yarısını Deniz'e verdim.




19 Mayıs 2015 Salı

ZEYTİNYAĞLI YEERİM AMAN


Bu yazı, 13-17 Mayıs tarihleri arasında Çanakkale'de gerçekleştirilen Çanakkale Masalcılar Buluşması'nın konuğu Bülent Genç'in "Bülent Genç ile Türküler ve Öyküler" başlıklı atölye çalışmasından alınmıştır.
 
Bursa yöresine ait Zeytinyağlı Yiyemem Aman türküsü, 2 Kasım 1954 tarihinde İhsan Kaplayan kaynak gösterilerek Muzaffer Sarısözen tarafından derlenmiştir. (THM repertuar numarası:1133)
Marshall Planı, 2. Dünya Savaşı sonrası 1947 yılında önerilen ve 1948-51 yılları arasında yürürlüğe konan ABD kaynaklı bir yardım paketidir. Aralarında Türkiye'nin de olduğu on altı ülke, bu plan uyarınca ABD'den ekonomik kalkınma yardımı almıştır.(1)
ABD geçmiş yıllardan beri dünyanın en büyük mısır üreticisi ülkesidir. ABD, birikmiş mısır dağlarını eritmenin bir yolu olarak mısırözü yağı ihracatını keşfetmiştir. Marshall yardımının koşullarından biri Türkiye'nin ABD'den mısırözü yağı almasıdır.(2)
Buna koşut olarak Türkiye'de ilk margarin fabrikası kurulur. Yine aynı dönemde yüz binlerce zeytin ağacı sökülerek bir katliam yapılır. Kalan zeytin ağaçlarından elde edilen zeytinyağının büyük bölümü ABD tarafından Dolar karşılığı alınır ve mısırözü yağı TL karşılığı satılır.
Türk insanı zeytinyağından soğutularak mısırözü yağına ve margarine alıştırılır. Bu amaçla zeytinyağı ısınırsa kanser yapar gibi yalanlar uydurmaktan geri kalınmaz. Hâlbuki zeytinyağı halk ağzındaki deyişle dumanlaşma derecesi en yüksek (en zor yanan) sıvı yağlardan biridir.
Bununla da kalınmaz kötülemek için "Zeytinyağlı giyemem aman/ Basma da fistan giyemem aman...") diye türkü sipariş edilir ve ülkenin en popüler türküsü yapılır.
Katı yağ/ margarine mahkûm edilen halk 20, 30 yılda bir kaşık yağa bile muhtaç hâle getirilir. Basma giyen kadınlar plastik giysilerle tanıştırılır.
kaynak:
(1)wikipepedia
(2)Yeni Sömürgecilik Açısından Gıda Emperyalizmi, Osman Nuri Koçtürk, Toplum Yayınları, 1966
                                                                                                                            Bülent Genç
 
 
Türkü sözleri
Zeytinyağlı yiyemem aman
Basma da fistan giyemem aman
Senin gibi cahile ben
Efendim diyemem aman
Kaldım duman içi dağlarda
Sevgili yârim nerelerde
 
Kara üzüm asması
Ah yeşil olur yazması
Ben yârimden ayrılmam
Ah mevlam kara yazı yazmasın
 
Kaldım duman içi dağlarda
Sevgili yârim nerelerde
 
Asmadan üzüm aldım
Sandıkla çeyiz sardım
Verin benim yârimi
Annemden izin aldım
 
Kaldım duman içi dağlarda
Sevgili yârim nerelerde
 
 

18 Mayıs 2015 Pazartesi

BEN CÜMLE KURMAYI SEVMEM

 
 
Bu yazı, 13-17 Mayıs tarihleri arasında Çanakkale'de gerçekleştirilen Çanakkale Masalcılar Buluşması'nın konuğu Sezai Sarıoğlu'nun "Benim el yazım bozuk kendimi yanlış anlatıyorum... Benim dil yazım bozuk kendimi yanlış anlatıyorum..." başlıklı sunumundan alınmıştır.


Ben cümle kurmayı seven biri değilim. Zaten bizim evin cümlelerini oğlum kurar. O günden beri hayatımızda cümleler de eskidi, giderek kayboldu. Her şeyi, derdimizi bir cümleye sığdırdık: Kayıp! Biz Adana'da oturuyoruz. Evvelinde Hakkari'deydik. Her şeyimizi bırakıp, dilimizi alıp göçtük. İçim çok dolu ama ben cümle kurmayı sevmem. Bizim evde cümleleri oğlum kurar, burada olsaydı anlatırdı hikâyemizi.
Avludaki ağacın gölgesinde akşama kadar elime baktığım bir gündü. Oğlum kaybolalı elime taşınmıştım. Bir elimi diğerine alır saatlerce çizgileri seyreder düşünürdüm. Sonra el değiştirir diğer elimi tutardım. Konu-komşu elimle vakit geçirmeyi huy edinmemin hayra alamet olmadığını söylese de elimden katiyen vazgeçmem. Benim derdim de dermanım da elimde yazılıdır. Cümlem oradadır ama komşular bunu bilmezler. Bilseler de söylemezler. Biz derdimizi cümle kurmadan da söyleriz. Bizim oralarda çocuklar, liseyi, üniversiteyi beklemez, daha çocukken, çiçekler gibi tozlaşarak siyasileşir. Yine de üniversiteyi kazanınca bir derin kaygı sarmıştı içimi. Siyaset cümle gerektirir, o cümlesini çok evvelinden bulanlardandı. Oğlum, “beni avucunda bil”, diye okula gidince dilim kırka bölündü. Avucumdaydı, biliyordum. Bilmediğimiz yeni cümlelerin peşinde kaybolmuştu. Dertlerimle canınızı sıkmak istemem; biz cümle kurmayı sevmeyen bir aileyiz; bizim evde cümleleri o kurar. Besbelli sihirli bir cümlenin peşinde giderken kaybedilmişti. Nerede gülüneceğini, nerede susulacağını ve konuşulacağını o bilirdi. Ama kaybolacağını bilemedi zannımca. Bizim oralarda hep öyle olur, bir cümle gelir çocuklarımızın diline konar, gidilir. Sonrasını devleti ezber eden çocuklarımız bilir. Benim oğlum nereye gitse gelir elime konardı.
Komşuların gazeteyle geldiklerini görünce elimi bıraktım. Şunu da ekleyeyim; köyümüzün, evimizin yakıldığı gündeki kadar korktum. Ne eksik ne fazla, bizim oralarda korku ile sevinç eşittir. Cümle kurulmayınca hele de cümlenin içi açılmayınca dert/anlam bilinmez. Komşunun oğlu, haberi okudu. Ben cümle kurmayı bilmem. Dinlerim. Oğlumun kaybolmadığını dağları mesken tuttuğunu yazıyordu gazete. Bir de oğlumun fotoğrafı. Cümlesizdim, iyice cümlesiz kaldım. Şunu da söyleyeyim ben okuma-yazma bilmem. Bizim yerimize de okur çocuklarımız. Haberde oğlumun ismi tutuyordu ama fotoğraf tutmuyordu. Hikâye hiç tutmuyordu. Ben cümle kurmayı bilmem. Sadece dinledim ve komşuları evlerine salavatladım. Gazeteyi ıslak taşlığa yaydım. Sol elimi sağ elimin içine aldım. Seyretmeye başladım. Oğlunun suretini nakşetmiş her anne gibi, bakar bakmaz gazetedeki suretin oğlum olmadığını anladım. Oğlum, cümlesiyle birlikte aylardır kayıptı. Gazete su emdikçe, fotoğraf da yavaş yavaş sulara karıştı. Evimin erkeği, pencereden merakla seyrediyordu. Onun meselesi de kaygıyla beni seyretmekti. Ama bu kez, çıplak ayaklarıyla taşlara basarak yanıma geldi. Ben cümle kurmayı sevmem. Gözüne bakmadan, "Gidiyorum!" dedim. Biz de gidiyorum diyene, karışılmaz... Bizim çocuklarımız hep giderler.
Adana’dan geldim. Her kayıp yakını ne kadar yaşlıysa o kadar yaşlıyım. Her kayıp yakını gibi kaybedilenin yaşındayım. Deli bir çiçektim de aklımı ruhumu aramaya çıkmıştım. Ve kayıp yakınlarına düşmüştü yolum. Ağulanmış içimi örtsün diye çiçekli bir entari giymiştim. Mahalli kıyafetim ve yüzümdeki dövmelerimle “ruhumu su aldı” der gibiydim. Ben cümle kurmayı sevmem, bizim evde cümleleri oğlum kurar. Usül gereği, ellerimizde fotoğraflar sessiz oturduk. Sanki yüz yıl geçti. İkide bir koynumdaki gazeteyi yokluyordum. Dünyanın neresinde, kelimelerin neresinde olduğuna aldırmadan ayağa kalktım. Devlet susturacak söz, bastıracak eylem arıyordu. Dilimin ucunda çiçek açmıştı bir kere. Söz hevese açılmıştı. Elimde gazeteyle konuştukça sanki dünya yeniden kuruluyordu. Tüm sözlerim taş’tı sanki. Kürtçe’nin yetmediği yerde Türkçe, onun yetmediği yerde Kürtçe konuşuyordum. Semah dönerek konuşuyordum. Bizim oraların insanı devleti çok eskiden beri yakından tanır. Ben, “Sana söylüyorum devlet!” dedikçe bizi kuşatanlar sanki devlet değillermiş gibi geri etraflarına bakıyorlardı. “Sana söylüyorum devlet! Ben oğlumu tanımaz mıyım, suretini bilmez miyim... Gazeteye bastığınız benim oğlum değildir devlet! Bu yanlış surettir devlet…” dedikçe onlar birbirlerine bakıyorlardı. Üstüne alan yoktu söylediklerimi. Sonunda avucuma baktım, “Devlet hayaldir… Devletin okuması-yazması yoktur… Devlet cahildir…” dedim ve sustum...
Ben cümle kurmayı sevmem...
Bizim evde bütün cümleleri oğlum kurar. Yıllardır iki gözüm iki avucumda, kayıp oğlumun cümlesiyle birlikte avucuma dönmesini bekliyorum... Ben cümle kurmayı sevmem, avucuma bakıp susmayı severim...
SEZAİ SARIOĞLU
 

15 Mayıs 2015 Cuma

GİTMEZDİ O ZAMAN(*)



"Derdin ne senin?"
Sustum. Deliye döndü. Aslı'yı alıp yazlığa gitti.
Söyleyebilseydim, "Derdim, bu şehirden gidememek karıcığım. Ardıma bile bakmadan, bıraktıklarımı umursamadan, önümde açılan herhangi bir yola, sonucunu düşünmeden, öngörmeden gitmek ve yürümek." derdim. Devam ederdim konuşmaya. "Öyle, tedirgin, temkinli adımlarla değil. Coşkuyla, umutla, adeta koşarcasına gitmek istiyorum. Ama gidemiyorum. Şehrin alışkanlıklarını, evimi, yatağımı, tenini, seni, kızımı bırakamıyorum. Hayata birlikte atıldığım dostlar bir bir gitti. Hem de, pek çok kez. Ben ne yaptım? Evlendim. Baba oldum ve kaldım. Bu durumu kendime yediremiyorum. Mutsuzum. Anladın mı?"
Bağırırdım.
"Bağırma! Aslı'yı korkutacaksın." derdi. En çok Aslı'nın korkmasından korkardı. Biraz daha tartışırdık. Ağlardı. Hiç dayanamazdım ağlamasına. Onu ağlattığım zaman kendimden nefret ederdim. Kollarıma alırdım. Başını göğsüme yaslardı. Kokusunu içime çekince, kalbinin çarpıntılarını duyunca kızgın kalamazdım daha fazla. Öperdim. Gözlerinin yaşlarını silerdim.
Sevişirdik. Gitmezdi o zaman.

*Gökkuşağı Kitabevi'nin düzenlediği Gurbet, Hasret, Fedakarlık, Aşk temalı öykü yarışması sonucunda yayımlanan öykü seçkisinde yer alan Gitmezdi O Zaman öykümden bir bölüm.


11 Mayıs 2015 Pazartesi

SAHANDA YUMURTA(*)


               "...dar boğaz Dardanel'e yarının Geliboluluları dünün Rusları geldi."
                                                                                            Mayakovski                           
                                                                   22 Kasım 1920                                                                    
Kapı gümbür gümbür yumruklanıyor.
Deli oğlan. Sesini ta sokağın başından işittim. Nenem uyukladığı yerde korkuyla zıpladı. 
"Eşhedü en la..." Ne zaman kapı pencere zangırdasa, zelzele oldu sanıyor.
"Korkma nene, Arif, topal Hasan'ın torunu..." dememe kalmıyor, bizimki nefes nefese içeride. 
Anam açmış kapıyı. Bir yandan da söyleniyor. 
"Oğlum, kaç kere diyeceğim sana, büyük nene korkuyor, bağıra çağıra gelme şu eve."
"Aa kulağı duyuyor mu onun? Ben sağır sandıydım. Tamam Fatma hanım teyzeciğim, söz bir daha bağırmam."
Yanakları al al şimdi. Kulaklarına kadar kızardı. Benden az küçük ama seviyorum bu kara oğlanı. 
Kolumu çekiştiriyor. 
"Oğlum, yürü Ruslar geliyor, sabah beri, Çar'ın askerleri..."
Anama bakıyorum. Kahvaltımı bitirmeden hayatta izin vermez. Kim bilir nasıl koca koca gemiler yanaştı limana. Merak ediyorum. 
"Ana gidebilir miyim?"
Tek kaşı havaya kalkıyor. Bu hayır, önce kahvaltını bitir, demek biliyorum. Biraz daha uzatırsam, elindeki çalı süpürgesiyle sıska bacaklarıma vurabilir. Güçlenmek istiyorum, kollarım, bacaklarım çok güçlü olsun ki, Kemal'in askerlerine katılayım ve Fransızları kovayım. 
Fırından yeni çıkmış mis gibi ekmeğin üstüne salça sürüyorum.
"İster misin?"
"Benim karnım tok."
Ağzının sulandığını fark ediyor anam. Her şeyi fark ediyor, o. 
Bir dilim de Arif'e uzatıyor. 
Ekmekler elimizde, meslerimizi geçiriyoruz ayağımıza. Kalın hırkamı giyerken...
"Fesüphanallah! Oğlum insanlar günlerdir aç, susuz, sefil yollarda. Elde ekmekle çıkılır mı acın karşısına. Durun, durduğunuz yerde."
Anam haklı. Eşiğe çöküyoruz. Çiğnemeden yutuyoruz lokmaları. Getirdiği bir bardak sütü de kafaya diktik mi kafaya, bizi tutabilene aşk olsun. Ok gibi fırlıyoruz.

*Galapera Fanzin'in Nisan sayısında yayımlanan Sahanda Yumurta isimli öykümden bir bölüm.

5 Mayıs 2015 Salı

HUMA KUŞLARI

Onur Çalı üretken bir öykücü. Aynı zamanda okurla arasına duvar örmeyen, kendisini saklamayan bir yazar. Hayata bakışı, itirazı, günlük hayatla ilgili gözlemleri sızıyor satır aralarından. Sanki yanı başınızda, doğrudan size anlatıyormuş gibi hissettirdiği öykülerini okurken "Dur bir bira açayım da öyle anlat topraam" demeniz an meselesi.
Geçen Sene Doğanlar okunmaya ve konuşulmaya devam ederken Nisan ayında üçüncü öykü kitabı Huma Kuşları çıktı. Yeni kitabı hakkında Onur'la biraz konuştuk.

50 kelimeyle Onur Çalı’yı tanıyabilir miyiz?

Deneyelim: Memur, Ankara’da yaşıyor. Ankara’yı çok seviyor ama Bergama’yı, Dikili’yi, Kınık’ı, doğduğu çocukluğunu geçirdiği yerleri çok özlüyor. İçmeyi, dostlarıyla muhabbeti seviyor. Okuyor, yazıyor. Parşömen Sanal Fanzin’e epey vakit harcıyor. 50 kelime bile etmiyor J

Yazmaya başladığın andan bugüne uzanan yazı yolculuğunda yazı öğretmenlerin (sana ilham veren metinler, yazarlar, yazı konusunda iyi tavsiyelerde bulunan dostlar) kimler oldu?

Cin Ali’lerden sonra okuduğum ilk kitapların yazarları beni çok etkiledi sanırım. Muzaffer İzgü, Aziz Nesin, Fakir Baykurt… Çok özenirdim onlara ki ikisini görme, dinleme şansım da oldu sonradan. İnsan ilk başta özenerek başlar ya, bu adamlara çok özenirdim işte. Sonra Bergama Anadolu Lisesinde (+7 zamanları) müfredattan biraz soluklandırıp bizi, okumaya teşvik eden öğretmenlerimin katkısı çok bence. Çünkü okuma sevgisini kazandırdılar bir şekilde.

Sonra severek okuduğum bütün yazarlardan muhakkak gizli ve sessiz tavsiyeler almışımdır. Hangi birini sayayım? Her iyi metin, yazan kişinin ustasıdır aslında.

Bunun yanında, Perşembe Grubu olmasa yine yazardım elbet ama herhalde edebiyat konuşabileceğim güzel dostlarım olmazdı.

Huma Kuşları'nda günümüz insanlarını, onların kaygılarını, umutlarını, günlük yaşantılarını anlatan bireysel öyküler yazıyorsun ancak bu öyküler aynı zamanda toplumsal gerçekliği yansıtıyor ve sistemi eleştiriyor. Üstelik bunu çok dozunda, öykünün estetiğini yitirmeden yapıyorsun. Bu dengeyi kurmacanın lehine nasıl koruyorsun?

Bilmiyorum ki, samimi söylüyorum bilmiyorum. Eğer dediğin gibiyse, ne mutlu bana. Sadece şu söylenebilir belki; genelde edebiyat, özelde öykü insanlara bir şeyler “öğretmenin” aracı haline getirilmemeli. Bir edebiyat ürününün, bir kurmacanın olmazsa olması estetik değerlerdir. Eğer bir derdiniz varsa, zaten o yazdığınız şeyde kendini gösterir. Siz istemeseniz bile sızar yazdıklarınıza. Ama oturup da “toplumun şu sorunu hakkında öykü yazayım” derseniz, işte orda gümlersiniz. Yani yüksek ihtimal gümlersiniz. Belirli günler ve haftalar şiirleri gibi olur. Bu konuda Carver’ın bir söyleşisinde söylediği lafı unutamam: “Fikirler öykülerden oluşur, öyküler fikirlerden değil.”

On Üçüncü Ay öyküsünde Haydar Ergülen’den bir epigraf var. Diğer iki kitabında da İlhan Berk, Halim Yazıcı gibi şairlerden epigraflar olduğunu görüyorum. Şiir nasıl besler öykücüyü?

Ben şiir yazarak başladım. İlkokulda saçma bir şiirim yayımlanmıştı bir çocuk dergisinde. Sonra yine okul dergisinde bazı kötü şiirler. Hâlâ da şiir yazarım ama tabi öncelikli olan öykü benim için. Öyküyle birlikte düşünmeyi, bazı meselelerimi öyküyle halletmeyi seviyorum. Şiir yalnızca öykücüleri değil herkesi besler. Biraz olsun nefes aldırır bize, göğümüzü genişletir iyi şiirler. Ben de sıklıkla bir şiirden çıkıp başka yerlere varan öyküler yazıyorum işte. Çok yaşasın şairler!

Limbo Bar son iki öykü kitabına giren bir mekân. Limbo barın sakinleri, sokakta öldürülen, otoriteye, devletlerin şiddetine karşı koyan bireyler. Huma Kuşları öyküsünde barın sakinlerinden Luis Lingg, elindeki para destesini tutuşturup yakıyor. Bu konuda sen ne düşünüyorsun Onur? Bütün kötülüklerin anası, para ve devlet mi?

E öyle gibi. Mülkiyet işte. Bütün kötülükler olmasa bile çoğunun babası sanırım. Tabi insan çok safdillikle şöyle düşünüyor: İnsanın kendi yarattığı şeyler insana nasıl bunca sahip olabiliyor, onu kendisinin kölesi haline getirebiliyor? Buradan da insanın özünde “kötü” olduğuna varıyorum ben genelde. Bunlar uzun ve derin mevzular Tuğba, Limbo Bar açılsa da gidip içsek!

Geçtiğimiz günlerde Pelin Buzluk sosyal medyada hikâye ve öykünün farklı türler olduğunu, birinin anlatmaya, diğerinin eksiltmeye dayandığını söyleyerek bu konuda bir tartışma başlattı. Sen ne düşünüyorsun? Modern öykü anlatmaktan uzaklaşıyor mu? Teşekkür ederim :)

Pelin o yazıyı yazalı 3-4 sene oldu, Parşömen’de yayımlamıştık. Tabi o ayrım ve o yazının bütünü bir akıl yürütme. Bir katiyet taşımıyor. (Pelin’in de zaten öyle bir iddiası yoktur sanırım.) Ama oradan yola çıkıp düşünülebilir, tartışılabilir.

Açıkçası, her konuda olduğu gibi bu konularda da kavramlar karışıyor çokça. Bugün bizim yazdığımız şey artık Modern Öykü kapsamında mı değerlendirilir yoksa Post-Modern mi? Bilmiyorum. Sadece soruyorum. Sonra kısa-kıpkısa-mikro öykü konusunda da karışıyor kavramlar.

Öykü yazmaya çalışan biri olarak elbette kafa yoruyorum ama o da kendimce. Bu konuda kuramsal bir tartışma yürütmek için bu yetmez. Ya da şöyle diyeyim: Ben kendimi o kadar yetkin bulmuyorum.

Ben teşekkür ederim.
Pelin Buzluk'un Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanan Öykü ve Hikâye yazısını okumak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın.
http://parsomen13.blogspot.com.tr/2011/11/oyku-ve-hikaye.html

1 Mayıs 2015 Cuma

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (11)



BİRTAKIM TESADÜFLER, YALNIZLIK, KISKANÇLIK VE PAKİZE
2007’den bugüne düzensiz olarak yazıyor olsam da kendime “yazar” demedim, diyemedim. Hatta son birkaç yılda bazen istemeden ağzımdan kaçıyor. Ben yazarım, demek çok iddialı bir söylem bana göre. Bu süreye 2 kitap ve edebiyat dergilerinde çeşitli türlerde yazı yayımlamak beni yazar yapar mı bilmiyorum. “Nasıl yazar oldum?” yerine “Nasıl yazan biri oldum?” şeklinde değiştirip bu sorunun cevabını birtakım tesadüfler, yalnızlık, kıskançlık ve Pakize ile açıklayabilirim.
Hani pek çok yazarın anılarında geçen “Babamın kitaplığı” temalı hikâyeler vardır. Bu yazarlar babalarının kitaplığında okudukları kitaplarla okurluğa başlamıştır. Her ne kadar imrensem de benim okurluk hikâyem böyle başlamıyor. Evimizde bırakın kitaplığı tek bir kitap bile yoktu. Kim bilir ilkokul kaçıncı sınıftaydım, hatırlamıyorum. O zamanlar Türkiye’de bir ansiklopedi furyası vardı. Beni yazmaya iten ilk tuhaf tesadüf de bu furya ile ilgili… Babam bir gün 12 ciltlik bir ansiklopedi setiyle eve gelmişti. Evimize giren ilk kitap ansiklopedidir. Her cildi farklı bir konudaydı. Sağlık, ülkeler, spor, hayvanlar… Benim ilgimi en çok masallar cildi çekmişti. Birbirinden güzel resimlerle süslü kocaman bir masal kitabıydı… Güzel bir derlemeydi. Irmağın CiniKav Kutusu, Herkül, Alaaddin’in Sihirli Lambası, Pinokyo… İçinde yok yoktu yani. İlk okumalarım bu masal cildi ile başladı. Sonrasında 12 cildin tamamını okumuştum. Okumaya masal ve ansiklopedi ile başlamam okurluğumun temelini oluşturuyor. Babam o gün o ansiklopedi setini getirmeseydi iyi bir okur olabilir miydim bilmiyorum ama bu güzel tesadüfün şu an yazıyor olmamla doğrudan ilgili olduğunu düşünüyorum.
Bir de o zamanlar çocuklar için keyifsiz ama benim için güzel bir gelenek vardı. Doğum günlerinde kitap hediye etmek… Genelde çocuklar bunu sevmezdi, hatta gelen hediyeyi paketleyip başka birine hediye ederlerdi. Hatta aynı kitabın bir yıl sonra sahibine döndüğü bile olurdu. Bana gelen kitapları hep okudum. Voltaire’in Saf Çocuk Candide’sini bile onlu yaşlarda okuduğumu düşününce şu an bile kendime şaşırıyorum. Devamında kitaplar yerini çizgi romanlara bıraktı. Zagor, Mister No, Conan, Phantom, Punisher en sevdiklerimdi.


2. tuhaf tesadüf üniversite sebebiyle Çanakkale’ye taşınmam ile gerçekleşti. Bu şehri sevmemiştim. Aidiyet sorununu kendimi bildim bileli yaşarım. Aynısı Çanakkale’de de olmuştu. Sınava yeniden girip şehir değiştirmeyi planlıyordum. Çok fazla dokunulmamış ÖSS kitaplarının başına oturup çalışmaya başladım fakat bu uzun sürmedi ve yapamayacağımı fark ettim. Üstelik parasız da kalmıştım. Bu kitapları bir sahafa satmaya karar verip koca bir koliyle sürünerek sahafa gittim. Sahaf, suratsız ve sinirli bir tipti. Bana bu saçmalıklara para vermeyeceğini söyleyip gitmemi istemişti. Ben de gitmemekte diretmiştim. Karşılığında 3 kitap alabileceğimi ve para vermeyeceğini söylemişti. Ben de yan yana duran 3 kitabı öfkeyle çekip almıştım. O an’a kadar kitaplara bakmamıştım bile. Aldığım kitaplar Cemal Süreya’nın Sevda Sözleri, İlhan Berk’in Avluya Düşen Gölge, Tolstoy’un Kröyçer Sonat adlı kitaplarıydı.

Beş parasız olduğuma göre evden çıkmak için de bir sebebim yoktu. Kitapları okumaya başladım. Bu kitaplar edebi okumalarımın temelini oluşturdu. Şiiri sevmiştim. Sonrasında tüm İkinci Yeni tayfasını okudum. Diğer şiir akımlarını da… Sonra Tanzimat dönemine geri dönüp sırasıyla Servet-i Fünun diyerekten birçok kitap okudum. O gün o suratsız sahaf kitapları satın almış olsaydı ya da ben öfkeyle bakmadan bu kitapları raftan çekip almasaydım edebi okumalara yönelir miydim, bilmiyorum. Bildiğim tek bir şey var: Eğer 3 kitabı seçerek alsaydım, eminim ki bu üç kitabı seçmezdim.

Üniversite bitip memlekete dönünce yine aidiyet sorunuyla baş başa kalmıştım. Muğla’nın Yatağan ilçesinde çatı katı evimde hayatımda kitaplar, alkol ve yalnızlıktan başka bir şeyim yoktu. Yaptığım tek şey okumaktı. Bu yalnızlıktan tuhaf bir şekilde zevk alıyordum. Çevremdeki insanların benden bir bir uzaklaştıkları görüyor ve buna seviniyordum, hatta uzaklaşmaları için elimden geleni yapıyordum. Fakat bu uzun sürmemişti, sağlığımın bozulduğunu hissediyordum. Kitap, alkol ve yalnızlığa bir de Prozac eklenmişti. Dibi görmüştüm sonunda. Beni dipten çıkaran ise bir kedi olmuştu. Kedilerle konuşmayanların beni anlamasını beklemiyorum.  Bu da ayrı bir tuhaflık hikâyesi… Sokakta amaçsızca gezinirken karşılaşmıştım. Hiç düşünmeden alıp eve getirdim. Bir insan kedisine neden Pakize ismini verir ki? Güzel bir isim bulamamıştım. Bulana kadar Pakize olsun diye düşündüm(neden böyle düşündüğümü de hatırlamıyorum. Pakize diye birini de tanımam oysaki) Sonuç olarak bir isim bulamadım ve kedi de adına alışmış bulundu. Hayat tam da çekilir hale gelmişken başıma askerlik belası çıktı.

Pakize’yi anneme bırakıp askere gittim. Askerde beni silahlık görevlisi yaptılar. 12 saat bir odada 300 küsur G-3 piyade tüfeği ile baş başa kalıyordum. Görevimi sevmiştim. Gözden uzak, sessiz bir oda… Odada benim dışımda bir asker daha vardı. İkimizin masası birbirine uzaktı. Şansıma asker de sessiz, kendi halinde biriydi. O da benim gibi deli gibi kitap okuyordu. Çarşı izinlerinde ilk önce kitapçıya uğruyor ve en kalınından romanlar alıyordum. Olur da çarşıya çıkamazsam ya da kitap erken biter korkusuyla en okkalı klasikleri o sessiz odada okudum. Fakat 12 saat bana bile fazla geliyordu, çaresizce sese ihtiyaç duyuyordum. Diğer askere arada bir şeyler soruyor, karşılığında kısa cevaplar alıyordum. Belli ki benimle konuşmak istemiyordu. Zamanla aramızda okuduklarımız hakkında konuşmalar başladı. Artık sohbet ediyorduk ama sadece kitaplar hakkında. Bir gün öyküden söz etti. Öykü hakkında çok fazla fikrim yoktu. Ben iyi bir şiir ve roman okuruydum. Öykünün iki tür arasında kalmış zavallı bir tür olduğunu düşünüyordum, hatta bir tür bile sayılmazdı benim için. Yeteneksiz romancının karaladığı bir taslak olabilirdi sadece. Diğer asker de bana öykünün ne kadar farklı olduğunu ispatlamaya çalışıyordu. O zamanki öykü kültürüm Ömer Seyfettin’den halliceydi. Bir gün önüme bir kitap koydu ve okumamı istedi. Verdiği kitap Ayfer Tunç’un Evvelotel adlı kitabıydı. Okudum ve çok beğendim. Benim okuduğum üç beş öyküden çok farklı bir yerdeydi. Arkadaşımdan bana bir öykü okuma listesi yapmasını istedim. Uzunca bir listeydi. Çarşı izinlerinde bunları temin edip okuyor ve üzerinde tartışıyorduk. Okuduklarımı kıskanmaya başlamıştım. Bu hayranlıkla karışık bir kıskançlıktı. Arkadaşım Selim Somuncu’nun genç bir akademisyen olduğunu, edebiyat dergilerinde eleştiri ve inceleme yazıları yazdığını öğrendiğimde ona öykü yazmak istediğimi söyledim. Beni yüreklendirdi.

Terhis olunca çatı katında yazmaya başladım. Çoğu kez yazamazdım. Yazamayan yazar pozuna girip kâğıtları buruşturup atardım. Pakize’nin beğenmediğim sayfalarla oynadığı oyunları, yazdığım sayfaların üzerinde uyumasını seyretmekten keyif alırdım. Bir şekilde ilk öykümü yazıp Selim’e gönderdim. Eleştirip geri gönderdi. Düzeltip geri gönderdim. Yeni bir eleştiri geldi. Bu belki 5-6 defa daha oldu. Böyle böyle derken 3 yıl içinde 20’nin üzerinde öykü yazdırdı bana. İlk kitabımı büyük bir coşku ile yazılmış vasat öykülerle doldurmuştum. Sonrasında daha az ve eleştirel yazmaya başladım. Özetle öykü yazmayı ilk kitabımı çıkardıktan sonra öğrendim. Bana kalırsa daha tuhaf olan şey en son tanıştığım türün şu anda en çok ilgi duyduğum tür olması... Taburda binlerce asker arasında Selim Somuncu ile karşılaşmam da beni yazmaya iten tuhaf tesadüflerden biridir.
Öykü yazmayı da okumayı da seviyorum fakat zamanla eleştirel okuma hastalığına yakalandım. Bu eleştirel okuma bir zaman sonra okumadan aldığım keyfi azalttı.
Bu rahatsız durumdan kurtulmaya çalışsam da istemsiz olarak okuduklarımda kusur aramaya başladım. Okur olarak amacım keyifli bir okuma tecrübesi… Önceliğim hep bu yönde oldu. Bunu yeniden kazanmak için geçmişe döndüm. Yani çocukken hayranlıkla okuduğum eğlenceli ve bol maceralı kitaplara yöneldim. Eski ve yeni pek çok çocuk edebiyatı eseri okudum. Şu an bile yaş grubu gözetmeksizin keyifle okuyorum. Bu okumalarım bana Annemin Kuşları adlı çocuk öykü kitabımı yazdırdı. Belki bu da diğer tesadüflerden biridir.
Pakize 11 yaşında öldü.
Aidiyet sorunum devam ediyor.
Yalnızlıktan rahatsızlık duymuyorum.
Alkolü neredeyse bıraktım.
Prozac kullanmıyorum.
Hâlâ iyi bir okurum.
Yazmak? Hayatımda yeni tesadüfler, kıskanarak okuduğum kitaplar ve yepyeni yalnızlıklar olduğu sürece yazmaya devam edeceğim gibi görünüyor.