25 Ocak 2016 Pazartesi

PEMBE KIZIL

NotaBene Yayınları genç, yeni öykücüleri çatısı altında bir araya getirmeye devam ediyor. M. Belkıs Aydın ile ilk öykü kitabı Pembe Kızıl ve edebiyat yolculuğu hakkında konuştuk.

İlk kitabın Pembe Kızıl geçtiğimiz aylarda yayımlandı, Belkıs. Tebrik ederim. Seni tanımayan okurlar için 50 kelimeyle otobiyografini öğrenebilir miyim?

Eskişehir ile İstanbul arasında iki kentli bir yaşamım var. Bol akrabalı geniş bir ailede büyüdüm. Yalnız olmayı istemenin, bireyselliğin onaylanmadığı kalabalık sofralarda geçti çocukluğum, hâlâ da öyledir. Kalabalık ailelerde büyüyünce insan kendisine ait, gizemli bir alanın varlığına galiba daha çok gereksinim duyuyor. O yüzden metin benim kendime ait odamdır aslında.

Yazmaya başladığın andan bugüne uzanan yazı yolculuğunda yazı öğretmenlerin (sana ilham veren metinler, yazarlar, yazı konusunda iyi tavsiyelerde bulunan dostlar) kimler oldu?

İnsan illa ki sözüne güvendiği ya da ne yazsa doğru yazmıştır diyerek okuduğu birtakım rehberler ediniyor. Kerteriz olarak aldığı belli isimler olmalı ki kafasında onlarla tartışmalı, onları izlemeli, kendince kavga etmeli, kimi zaman onları aşmak istemeli, kimi zaman da onaylamalı. Ben bir tane isim vereceğim, o da feminist eleştirmen Hande Öğüt. Edebiyat dergilerini ilk okumaya başladığım zamanlardan beri, neleri nasıl okumak gerektiği konusunda onun metinleri iyi bir yol göstericidir. Üstelik hiç tahmin etmeyeceğiniz ve değerli görmediğiniz bir bestseller üzerine zihin açıcı bir analizini okuyabilirsiniz. Bunun dışında günümüz Türk edebiyatını tüm gücümle izlemeye çalışıyorum. Tek tek isimleri saymak uzun sürer.

Ürünlerinin 14 Şubat Dünyanın Öyküsü, İstanbulplus, Varlık, Virgül, Cumhuriyet Kitap gibi pek çok dergide yayımlanması ve Pembe Kızıl adlı dosyanın 2014 Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri’nde “Dikkate Değer” görülmesi kitaplaşma sürecini kolaylaştırdı mı?

Bunlar yayınlatma sürecinde bir kolaylık sağlama olarak değil de yolun başındaki bir yazarın kendisini rahatlatması ve onaylatması olarak işe yaramıştır. Sözgelimi Dünyanın Öyküsü dergisinde öyküm ilk yayınlandığında havalara uçmuş, hemen arkadaşımı aramıştım. Sanki piyango bileti vurmuş gibi mutlu olmuştum. Pembe Kızıl’ın, Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nde “Dikkate Değer” bulunması da bu anlamda rahatlattı beni. Hayranı olduğum yazarların oluşturduğu bir jüri tarafından onaylandığımı düşünmek, yoluma doğru yerden devam ettiğime inandırdı. Aldığım kabul kadar reddedilişim de oldu elbette. Bu yüzden kitaplaştırma aşamasında dosyanızı değerlendiren editör çok önemli. Ben bu anlamda NotaBene’de bizim şanslı olduğumuzu düşünüyorum. Sibel Öz hem iyi bir yazar hem de iyi bir editör. Hem dilimizden anlıyor, hem de aşırı kontrolcü ve müdahaleci değil. Yani içerisi hem güvenli hem püfür püfür esiyor. Yolun başındaki bir yazar için yerleşilen yer çok önemli.

Kitapta ilk dikkatimi çeken dili kullanımın oldu. Dil işçiliğine önem veriyorsun. Her bir kahramanını mesleğine, sosyo-ekonomik konumuna uygun apayrı dille, benzetmelerle konuşturuyorsun. Bu konuda neler söylemek istersin?

Bu saptaman beni çok mutlu etti. Benim dille bir derdim var. Bir metnin en önemli yanı benim için dilidir. Dilinden keyif alamadığım bir metin sanki tuzu fazla kaçmış bir yemek gibi, işkence gibi geliyor bana. Yiyemem, yüzüm buruşur. Dilin olanaklarına kapıyı baştan kapatmak, dilden korkmaktır biraz. Aslında dile özen gösterirmiş gibi durursunuz, oysa hakikatte bu dilden korktuğunuzun apaçık kanıtıdır. Ondan uzak durmak istediğinizi gösterir.

Değişen mesleklere göre dilin değişmesi de bir zorunluluk. Durduğumuz yere göre dünyamız ve bu dünyayı anlamlandırma biçimimiz de değişir. Çamaşırhanede çalışan biriyle kütüphanede çalışan birinin dili aynı olmayacaktır. Ben dile duyarlığın dilden korkmamak, onu sevmek anlamına geldiğini düşünüyorum. Dilin tekinsizliğinden ürküp onu budamaya çalışmaktansa onun sonsuzluğuna hayran olmak gerek. Bu yüzden sözgelimi dilde tasarruf denince kaşıntı tutuyor beni. Doğaya, dünyaya haddini bildiren o eril zihnin, dili de terbiye etmek için parmak salladığını görür gibi oluyorum ve irkiliyorum. Dil ile barış halinde olmalıyız, savaşmaktan, onu kırpıp kısıtlamaktan, onu budamaya çalışma sevdasından vazgeçmeliyiz. Dil bitmez, sonsuz olanaklarıyla bir mucizedir. Bunun yerine onu tükenecek bir maden gibi görürsek, onu coşkuyla sevip onda esrimek yerine onun tükenmesinden korkarsak banka hesabında biriktirme peşinde koşarız. Dil pintisi olmamak gerek. Bizim evimiz o.

Öykülerinde yalnızlık, sıkışmışlık, yanlış ilişkiler, intihar temalarını ele alıyorsun. Bir kahramanın “İntihar en büyük yolculuk fikridir, hep hazırda can simitleri gibi bekletmek gerekir,” diyor. Sen ne düşünüyorsun, yaşamı, ölmeye kalkışacak denli ciddiye mi almalı insan?

Yok yaşamın kendisi bir travma zaten, sanki o hiç yokmuş gibi davranmak gerek. Sanki hiç farkında değilmişiz gibi yaşamalıyız. Yaşama zaten kendimize karşın maruz kaldığımız için bunu kendimize sürekli anımsatmanın alemi pek yok, iyi madem deyip çaktırmadan sürdürmek gerek. Bunun en güzel yöntemi de kendimizle bolca dalga geçebilmek. Ben biraz sessiz ve izlemeyi seven bir tipim. Dışa dönük olamadığım için ve belki kendimi yaşamın içinde eritemediğim için kendimle dalga geçmeden kendime tahammül edemem. Yani bizi ironi kurtaracak J

Peki bundan sonra? Temalarına, karakterlerine, öyküye sadık kalacak mısın? Teşekkür ederim J

Bu sorunun yanıtı biraz da ödediğiniz bedellerle ilgili. Yaşam kaybettikçe sanat kazanır denir, uğruna bir şeyler yitirdiğiniz her neyse ona sadık kalmak zorundasınız. Ben gündeliğin olağanlığını ya da sıradanın basitliğini değil tam da gündeliğin büyüsünü seviyorum. Bir çay demlemek, akşam yemeği için sofra kurmaya kalkmak, reçel kaynatmak, börek pişirmek bunlar minicik ve gereksiz ayrıntılar gibi görünür ama kendine büyülü ayrıntılardır. Ayrıntıdaki o büyüyü seviyorum ben. Köşeye bucağa girmiş kimsenin göremediği küçücük şeylerdeki coşkuyu ve tutkuyu görmek önemli. Anlayamadığım biçimde ayrıntıların naifliğinden, küçük hayatların sadeliğinden filan dem vuruluyor sözgelimi. Ben tam aksini düşünüyorum. Küçükteki, ayrıntıdaki coşku ve tutkudan hoşlanıyorum. Bunu anlatmayı da sürdüreceğim sanırım. Ben teşekkür ederim sevgili Tuğba J

20 Ocak 2016 Çarşamba

İyi bir zeytinyağlı gibi

 
İyi bir zeytinyağlı yemek kıvamını ertesi gün bulur. Tadına zamanı kattığını düşünürüm. Bence iyi yazılar da öyledir. Yazıyla uğraşmak isteyen genç arkadaşlara hep şunu öneririm: En kısa yazınızı bile en az bir gün bekletin. Bırakın üzerinden rüya geçsin. Ertesi günün gözleri bir yazıda çok şeyi değiştirir. Elbette kurmaca metinlerin gereksinimi çok daha geniş zamanlara yayılmaktır. İyi bir metin sahibine kendini unuttura unuttura ilerler. Yazının dem payıdır bu. Metinle aranıza zamanlar koymak, çeşitli kereler okumak, yazdıklarınızın üzerinden bir kez daha geçmek, metinde köklü bir değişiklik yapmasanız bile küçük dokunuşların, ufak yer değiştirmelerin, ekleme ve çıkartmaların onu ne denli olgunlaştırdığını, kıvam kazandırdığını görmek yazının ancak deneyimleyerek öğrenebileceğiniz gizlerini açar size.
Elbette dil aracılığıyla düşünür, kendimizi onunla ifade ederiz, ama asıl unutulmaması gereken dilin kendisi üzerine düşünmektir. Yalnızca metin değil, dilin kendisi de düşüncemizin nesnesi olmalıdır. Hiçbir dil bir kerede öğrenilmez; hele bir yaratıcı yazar için bu hiç bitmeyen bir süreçtir. Yazı yazıyorsak, ana-babalarımızdan öğrendiğimiz dili, aynı zamanda "sonradan öğrendiğimiz" bir dil haline de getirmeliyiz. Sonradan öğrenmedeki düşünce payı, yalnızca "ana"mızın dili olmaktan çıkarıp bizi daha çok sahibi kılar o dilin.
Kendi payıma bunca yıl ve bunca kitaptan sonra bile dil karşısındaki öğrenci duruşumu bozmamaya özen gösterir, aforizma ya da değini niteliğindeki kısa notlarımı, basın yayın organları için görüş belirttiğim bir-iki paragraflık yazıları bile en az bir-iki gün bekletmeye, dinlendirmeye çalışırım. Yazdıklarımın bunca geniş zamana yayılmasının bir nedeni de budur. İçimin susmayan dili.
Yazar dilini dilsizlerin hasretiyle sevmelidir. Hasret çeke çeke yazar olunur.
227 Sayfa
Murathan Mungan
Metis Yayıncılık
Deneme

15 Ocak 2016 Cuma

YOLUN BÜYÜSÜ ÜZERİNE

Işıl ile geçen sene Çanakkale'de düzenlenen masal şenliğinin atölye çalışmalarından birinde, Şahmeran cam altı atölyesinde tanıştık. Şahmeranlarımızı bitirdik. O kaldığı yerden yolculuğuna devam etti. Hikâyesi belki birilerine ilham ve cesaret verir diye paylaşmak istedim. Sürekli seferi olduğu için internete bağlanabildiği her ânı  değerlendirdik ve gönüllü sadelik, az tüketmek, ekolojik çiftlikler ve masallar üzerine konuştuğumuz bu söyleşi ortaya çıktı. Buyurun.
 
 
 
50 kelimeyle bize kim olduğunu anlatır mısın?
İstanbul Üniversitesi Sosyoloji mezunuyum. Uzun yıllar özel sektörde felsefe öğretmenliği yaptım. Tatiller dışında tüm hayatım İstanbul'da geçti. Derken bir gün Buğday Derneği'nin Çamtepe ofisi için gönüllü aradığı ilanı gördüm. Her şey böyle başladı. Oradayken gezginlerle tanıştım ve tek başıma ekolojik çiftliklere gidebilmeye dair bir cesaret geldi. O zamandan beri yoldayım.
 
Başka bir hayat mümkün mü Işıl?
Başka bir hayat mümkün. Önceki hayatımda, kurumsal hayatta çalışırken yani, çok fazla tüketirdim. Kıyafet, makyaj malzemesi, kuaför gibi şeyler. Toprakla bağım yoktu ve hayat çok hızlıydı. Sürekli bir yerlere yetişme telaşı. Yola çıkma cesaretinden sonra zeytin hasadından, gül ekimine, saman ev yapmaktan arıların bakımına kadar pek çok deneyim elde ettim. Yediğim gıdanın nereden geldiğini görünce eski alışkanlıklarıma karşı bakış açım değişti. Artık mümkün olduğunca az tüketiyorum, ekmek, peynir, sabun gibi temel ihtiyaçlarımızın yapımını öğrendim ve bu bana güven verdi. Hayata ve kendime karşı daha "duyarlı" hissediyorum.
 
Haklısın. En iyi okullarda okuduğumuzu, en iyi eğitimi aldığımızı düşünüyoruz. Oysa alım gücümüz elimizden alındığında hayatımızı idame ettirmemiz mümkün değil. Ekolojik çiftliklerde gönüllü olarak çalışmak işin üretim safhasını gözlemleme ve öğrenme, şehirle bağını koparmadan önce insanlara doğal hayatı deneyimleme fırsatı sunduğu için çok önemli. Peki bu çiftliklerle nasıl bağlantıya geçiyorsun? Bize biraz bilgi verir misin?
Gideceğim çiftlikleri üç yolla seçiyorum. İlki Buğday Derneği'nin Tatuta ağları. Hiçbir fikrim yokken bana gideceğim yerleri gösterdi. Bir yol haritası çıkarmama yardım etti. İkincisi yolda tanıştığım insanlar. Kapı kapıyı açtı. Bazı topluluklarda bulundum. Türkiye'de çok olmamakla beraber komün denemeleri var. Üçüncüsü ise Doğa Okulu. Seferihisar'da bulunan Doğa Okulu'nda ağaç okulu, tohum okulu gibi çeşitli eğitimler var. Bunlardan bazılarına katıldım. Geçen gün onlarla bir yolculuğa çıktık ve çok güzeldi. Genelde yalnız seyahat ediyorum ama toplulukla seyahatin de başka bir tadı var.
 
Tüm bu seyahatleri para kazanmadan ve harcamadan mı gerçekleştiriyorsun? Bu çok da alışık olduğumuz bir durum değil.
Evet, para kazanmıyorum. Harcamalarım da minimumda. Gittiğim çiftliklerde çalıştığım için harcamam olmuyor. Çok gerekmedikçe kıyafet almıyorum. Aslında en çok zorlayan yol parası. Tek başıma otostop yapmayı tercih etmiyorum. Arkadaş olunca o da kolay. Birkaç kez yol paylaşım sitesini kullandım. Bir aydır 60 litrelik bir çanta ile yaşıyorum. Aslında bu da daha fazla tüketmemem için bana bir hatırlatma oluyor. "Bir kazağa daha ihtiyacın yok, alma," diyor çantam bana.
 
Masallar da yola mı dair?
Çoğunlukla. Yolculuğuma mola verdiğimde İstanbul’da bir masal gecesine katılmıştım. Orada kendimden parçalar buldum, yolculuğuma dair... Daha çok dinlemek ve anlatmak istedim. Şimdi elimden geldiğince masal biriktiriyorum. Arkadaşım Burcu ile İstanbul’da ‘Kalpten Masal Çemberi’ adında bir grup oluşturduk. Buluşmalar düzenliyoruz, buluşmalarda birbirimizle masallarımızı paylaşıyoruz. İstanbul’da iki tane oldu. Daha sonra yolculuk yaptığım yerlerde devam ettirdim çemberleri. İzmir, Datça, Ankara, Fethiye…
 
Masal etkinliklerine ilgi nasıl Işıl?
En son etkinlik Fethiye’de idi ve tahmin ettiğimizden daha çok kişi geldi, bir anda kırk kişi olduk. Bir çemberde kırk kişi ve bu harika bir şey! Genel anlamda ilgi var ve gelen kişiler ile birbirimize hikayeler/masallar anlatmak beni çok mutlu ediyor, desteklendiğimi hissediyorum.
 
Son olarak yollara düşerken ne ummuştun, ne ummuştun, ne buldun?
Yolculuk büyülü bir şey. Toprağı, hayvanları öğrenmek bir yana, az tüketmeyi, şehirde kalsam tanışamayacağım insanlarla tanışmayı deneyimledim. Önemli noktalardan biri, gıda ile bağ kurmak. İstanbul’da semt pazarında ‘hal’den gelenler yiyecekleri satın alıyordum, bu durumda yiyecekle bağım olmuyordu. Geçen hafta ise yediğim portakalı bahçeden topladım, hikayesini öğrendim. İkisi arasında gerçekten büyük fark var. Yiyeceklere şükrediyorum şimdi, üretene, getirene, pişirene… Toprağa ve üreticilere yakın olunca içimde derin bir şükran duygusu yükseliyor.
 

12 Ocak 2016 Salı

DİŞ KURTARAN DİŞÇİ

Dişçiye ilk kez ne zaman gittiğini anımsamıyordu. Sağ üst tarafta, dolgusu düşmüş bir dişi vardı. Eş dost tavsiye ettiler, iyi bir dişçi varmış, hiç bekletmiyormuş. İnanılacak gibi değildi. Saatlerce beklemekten, bütün mecmua, gazete ve eşyaları ezberlemekten nefret ederdi. Bu, gider gitmez hemen tedaviye alıyormuş. Gerçekten de kimse beklemiyordu. Bekleyecek kimse yoktu çünkü. Tedavinin sürdüğü onca zaman boyunca rastladığı müşterilerin sayısı dokuzu onu geçmiyordu.
İlk gittiği dün dişe bakıp,
-Bu zaten dolgulu, dedi.
-Ağrıyan yanındaki, dedi.
Baktı.
-Size kart açmış mıydık?
-Bir şeyler yazdınız ama kart açtınız mı bilmem.
-Filim çekmiş miydik?
-Çekmiştiniz.
Aramaya başladı. Bulamayınca yanında çalışan çocuğu çağırdı.
-Sen gördün mü... adınız neydi?
-Ali.
-Ali beyin filmini gördün mü?
Çocuk aramaya başladı. Önce açıktaki kâğıtlara baktı, sonra çekmeceleri aradı. O sırada, aynı dairenin başka bir odasında muayenehanesi olan doktor geldi.
-Ne o, napıyorsunuz? diye sordu.
-Beyin filimini arıyoruz.
Aramaya o da katıldı. Sonra birden anımsadı.
-Dün "bir film yandı" diyordunuz, bu olmasın?
-Hah tamam budur. Bir daha çekelim.
Dört gün sonra gitti.
-Filim çekmiş miydik? diye sordu.
-Çekmiştiniz.
-Nerde? Getirmediniz mi?
-Bana vermediniz ki.
-Bakıyım
Biraz aradı, bulunca ışığa tutup baktı,
-Çok kötü, dedi.
-Çekilecek mi?
Ters ters baktı,
-Diş çekmek çaresizliktir, dedi. Bir dişçi ancak yapacak tek şey kalmayınca çeker.

Diş Kurtaran Dişçi öyküsünden bir kısa bölüm
Sevgi Yücel
Boyalı Saçla Ölmek
Sivas Esnafı Matbaası

Not: Onur Çalı'nın kitabı bulma hikâyesi ve Sevgi Yücel'in iki diğer öyküsünü okumak için buraya ve buraya tıklayın.

11 Ocak 2016 Pazartesi

ÖYKÜCÜLERE SORDUM: 1

Öykü ne değildir?

Öykü romanın küçük kardeşi değildir.
Aysun Kara

Öykü asla tek dikiş değildir.
Esra Demirci

Öykü "Anılar şimdi gözümde canlandılar," değildir. 
Hakkı İnanç

Öykü her zaman silahın patlaması değildir.       
Mehmet Fırat Pürselim

(Salah Birsel'e saygıyla) Öykü maydanoz değildir.   
Onur Çalı

Öykü çiftlik balığı değildir.                                        
Özgür Çakır

Öykü anlatılan değildir.
Suzan Bilgen Özgün

Öykü çok şey değildir.                                               
Tunç Kurt

İçinden hikâyesini aldığınız kurmaca asla öykü değildir.
Türker Ayyıldız

Öykü aforizma değildir; onun doğrudan, çıkarıma dayanan buyurgan dili öyküde yoktur.
Zeynep Sönmez

Meraklıları için bir küçük not: Benim de bir cevabım var!

Öykü, maraton değildir.

10 Ocak 2016 Pazar

YARATICI BAKIŞ AÇILARI


 

Romanlarımdaki karakterler benim gerçekleşmemiş olasılıklarım… Her biri etrafımda gezindiğim bir sınırı geçti…. Bu sınırın ötesinde bir romanın sorduğu sır başlıyor.

Milan Kundera

Tanıdığım her genç yazara, yazdıklarının iyi olmadığını düşünseler bile işi sonuna kadar götürmelerini söylerim... Bütün yazarlar, çalışma sırasında yaptıklarını beğenmezler. Çünkü her zaman bir potansiyelin farkındadırlar ve ona ulaşamadıklarına inanırlar. Ama tam da okur bu potansiyelin farkında olmadığı için, yazar bu durumu es geçemez.

William Saroyan

İlk taslağı yazmak karanlık bir odada el yordamıyla gezinmek, belirsiz bir konuşmaya kulak misafiri olmak, sonunu unuttuğun bir fıkrayı anlatmak gibi bir şeydir. Kişi genellikle daha önce yazdıklarını yeniden yazmak üzere yazar, derler. Çünkü yeniden yazmak ve gözden geçirmek sayesinde zihin eldeki malzemeyi benimser.

Ted Solotaroff

Başarılar ve başarısızlıklar için kaygılanmayı sonsuza dek bırakmalısın. Kafana takılmasına izin verme. Görevin, günbegün düzenli biçimde buluşmak, kaçınılmaz hatalara ve başarısız olmaya hazırlıklı olmak.    

 Anton Çehov

Aynı öyküye birçok kısa açılış yaz… Bu açılışları bilinçli biçimde yargılama. Onun yerine çeşitlemeler üretmeye devam et… Bunu birkaç kez yaptıktan sonra, artık olasılıklar arasından yöntemli bir biçimde ustalaşacaksın. Ve kaçınılmaz olarak çeşitlemelerin biri kafanda "tık” diye yerinde oturacak ve “Evet, bu o” dedirten bir doğruluk ve isteklilik hissi duyacaksın. Kurmaca yazmanın ana zevklerinden biri işte budur.

 Nancy Kress

Genelde yaptığım, bir yazının orasını burasını kurcalamak yerine oturup bütünüyle yeniden yazmak. Taslakla ilgili notlar aldıktan sonra oturur ve başından itibaren yeniden yazarım. Bunun, yamamak ve budamaktan daha iyi olduğunu gördüm. İnsan yazıyı yeniden düşünmeli. D.H. Lawrence’ın ikinci taslaklar yazdığı ve birinciye hiç bakmadığı söylenir.

Christopher Isherwood

Kaynak: Yazar Olabilir miyim? Yaratıcı Yazarlık Dersleri Semih Gümüş Notos Kitap
       

             

9 Ocak 2016 Cumartesi

BELLEĞİN BAHAR TEMİZLİĞİ

Hevesli bloggerdan kitaplı öykücüye geçmenin en büyük avantajı yeni öykücülerle tanışmak olsa gerek. Kısa süre önce NotaBene çatısı altında buluşup tanıdığım Sevtap Ayyıldız'a yeni kitabı Belleğin Bahar Temizliği ve yazı yolculuğu hakkında merak ettiklerimi sordum.
 
 


Belleğin Bahar Temizliği ikinci öykü kitabın. İlk kitapla arasında altı yıl var. Dosyanla zor mu vedalaşıyorsun?

Aslında tam tersi. Bu konuda sabırsızım. Belleğin Bahar Temizliği üçüncü dosyam. İkinci dosyam 2012'den beri başka bir yayınevinde yayımlanmayı bekliyor. Beklerken bu dosya oluştu, NotaBene'ye yolladım ve yayımlandı.

Öykülerinde farklı konuları ele alıyorsun. Tematik bir bütünlük yok ancak okuma bitince şöyle bir duygu kaldı bende. Umudunu yitirmiş, çoğunluğun sessiz kalmasına öfke duyan, içten içe onlardan hesap soran ve pek de ışığı geçirmeyen öyküler bunlar. Bir çatlağı yok mudur yaşanılanların ve aktarılanların?

Bu dosyayı oluştururken içinden şarkı geçen öyküleri bir araya getirmek istedim. Benim ve öykü kahramanlarımın hayatında müzik oldukça önemli bir yere sahip. Şarkılar duyguları dışa vurmak için bir yol. Kelimelerle açamadığım çatlağı belki de notalar açacak.

Ürünlerin Notos, Özgür Edebiyat, Sarnıç, Lacivert, 14 Şubat Dünyanın Öyküsü, Galapera Öykü gibi pek çok dergi ve fanzinde yayımlandı. Sence dergi ve fanzinler yeni yazarların olgunlaşma sürecini nasıl etkiliyor? Hangi yayınları takip ediyorsun?

İlk öyküm bir dergide yayımlanalı 10 yıl olmuş. O ânı hatırlıyorum da dergiyi elime alıp öykümün adını okuduğumda öyle heyecanlanmıştım ki dergiyi kapatıp kalp çarpıntımın dinmesini beklemiştim. Sen de bilirsin bir edebiyat dergisinde farklı öykülerin arasında kendi öykünün de yer alması çok güzel bir duygu. Dergilere öykü gönderip yayımlanmasını beklemek bile olgunlaştırıyor insanı J

Özgür Edebiyat dergisinin önemli bir yeri vardır kalbimde. Öykü gönderdiğimde yayımlanmasa bile dergi editörü mutlaka yapıcı eleştirilerde bulunurdu. Bir öykü atölyesi gibiydi benim için. Sanırım 4 öyküm yayımlanmıştı, yayın hayatına son verdiğinde çok üzülmüştüm. Sarnıç'ı da çok sevmiştim. Şu sıralar Lacivert ve Dünyanın Öyküsü dergilerini takip ediyorum.

Başucu yazarların kim? Sana ilham veren metinler var mı?

Latin edebiyatı hep ilgimi çekmiştir. Carlos Fuentes, M. Vargas, Llosa, Marquez, Saramago, Juan Rulfo gibi. Bizden elbette Yaşar Kemal ve illaki Sevgi Soysal. Defalarca okuduğum, neredeyse ezberlediğim Tante Rosa benim kahramanımdır.

Şu sıralar yazı masanın üzerinde neler var? Teşekkür ederim J

Keşke bir yazı masam olsaydı J Öykülerimi yatak odamda yatağımda oturup yazıyorum. Okumalarımı da yine odamda yaptığımdan komodinin üzerinde sürekli değişen kitaplar oluyor. Bazen Ahmet Büke'nin öyküleri bazen Neslihan Önderoğlu'nun öyküleri... En son okuduğum roman ise Barbarın Kahkahası. Yine çok kıskandım Sema Kaygusuz'u J

Teşekkür ederim.

1 Ocak 2016 Cuma

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (19)






Yetkin Bir Dile Olan Çıldırtıcı İhtiyaç
Yazmaya bir neden aramayacak kadar küçük bir yaşımda, diğer çocukların bahçede oynamaya koşması kadar doğal bir güdüyle başladım. Okuma yazma bilmediğim zamanlarda bile hikâyeler kurardım. En çok da divanın altına girip karanlığı sinema perdesi gibi kullanmaktan hoşlanırdım. Seyrettiğim filmlerdeki artistleri, haberlerde izlediğim ya da çevremde gördüğüm kişileri birleştirirdim hayalimde. İlk ne yazdım bilmiyorum ama ilk şiirim ilkokul üçteyken Milliyet Çocuk’ta yayımlandı. Müthiş bir heyecandı ve o heyecan 21 kitabımın yayımlanmış olmasına rağmen benzersiz kaldı.
Yazmak o kadar küçük bir yaşta neden hayatımın merkezine oturdu bilmiyorum. Ama bir “dil” oluşturma arzusunun nasıl başladığını gayet iyi hatırlıyorum. 2.5 yaşımdayken üzerime sıcak su döküldü. Sonuç, 3. derece yanık, yani ölüm tehlikesinin en yüksek olduğu mertebe. Bacaktan omza deri nakli, sonrasında derinin kazındığı acı verici pansumanlar. Çok canım yanmış olmalı ama fiziksel acıyı hiç hatırlamıyorum. Özlemenin merkezde olduğu duygusal acı ve hastanedeki yetişkinlerin tavırlarına olan öfkem ise hafızama kazınmış. Beni en çok üzen ablamdan uzak kalmaktı ama o da küçük olduğu için hastanede ortamına girmesi sakıncalıydı. Bir gün ablamı bahçeye getirdiler ve ben camdan ona baktığım ânı hiç unutmadım. Ne ki bu özlemin ne kadar derin olduğunu anlatamıyordum. Annemi özlediğimde ise “Acıktım!” diye yaygarayı koparmışım. Önüme yemek getirmişler, daha beter ağlamışım: “Ben anneme acıktım!” Aslında orada kendimi ifade edebilmişim ya, geç anlaşılmışım. Hastanedekilerin tavırlarına karşı öfkemi ise 2.5 yaşın dil olanaklarıyla anlatmam mümkün değildi. Ablama bakarken hissettiklerimi de. O gün şöyle düşünmüştüm. “Bir gün, her derdimi, her fikrimi anlatabilecek kadar dili ele geçireceğim." Benim yazma başlangıcım budur: Yetkin bir dile olan çıldırtıcı ihtiyaç.
Melek Özlem Sezer