Yazın en sıcak günleri...
İş yerinde mecburen klimayla çalışıyorum. Aksi düşünülemez bile. Eldiven, maske, bone altında, yakın mesafe... Yine de zaman zaman çok bunaldığım oluyor. Eldivenin içinde ellerim nemleniyor. Bir ay kaldı şunun şurasında diyerek sabrediyor, erken çıktığım günler kendimi denize atıyorum. Dün o günlerden biriydi işte. Saat 3'te çıktım. Kızımı evden aldım. Mayolarımızı giydik. Birkaç ufak işi hallettik. Plaja vardık. Pek keyifli bir deniz yoktu. Okuduğum kitap da evde kalmıştı. Olsundu. Yine de birkaç saat erken çıkmıştım ve kendimi pekala tatilde gibi hissedebilirdim.
Hamağa yatınca bir fotoğraf çektim ve İnstagram'da paylaşırken şu satırları yazdım altına.
Aynı ağacın altında sallanıyoruz, birer kırmızı hamakta... O kitap okuyor. Ben sesleri dinliyorum. İnsan sesleri mırıltıları aşamıyor. Cırcır böcekleri sahnede çünkü. Koro halinde yükseliyor, alçalıyor sesleri. Sonra bir avaz bağırıyorlar. Tüm sesleri bastırarak. Güneş servilerin arkasında. Sıcak hava üflüyor uzaktan. Deniz çırpıntılı. Serinliği iyi geliyor bir süre. Gir, çık. Kuru, bunal, ıslan. Bunalmakla ıslanmak arasında bir yerdeyiz şimdi. İş gününü birkaç saat erken bitirmenin hediyesi, bu aylaklık dakikaları. Tatildeymiş gibi, ama tatil değil.
Bu satırları yazdıktan sonra ıslanıyoruz bir kez daha. Deniz hâlâ vasat. Serinlemek yetiyor. Kuruyoruz şezlongta ve bir arkadaşıma uğruyoruz. Biraz laflıyoruz ailesiyle. Dondurma yiyoruz. Eve dönüp duş alıyoruz. Renklileri makineye atıyorum. Yarın günübirlik geziye gideceğiz çünkü. Lazım olacak temiz plaj havluları. Sabah katlıyorum onları. Bu kez beyazlar giriyor makinenin içine. Asıyorum tertemiz. Aralarında plaj elbiselerimiz salınıyor bu defa.
Yarın bu saatlerde Dedeağaç'ta olacağız bir aksilik olmazsa. Yapmayı sevdiğimiz her şey günübirlik turun içine sıkışmış olacak. Jumbo, Liedl, Makri'de yüzme molası, merkezde yemek... Kızıma bu kez farklı şeyler deneyelim, diyorum ama ne gerek var diyor. İstemiyor değişimi. Birkaç gün önce Facebook hatırlattı. Yine böyle bir tatil öncesiymiş. Bavul hazırlıyormuşuz. O soruyormuş bana, minnak haliyle. Neleri götüreceğimiz, neleri bırakacağımız konusuna sıkkınmış canı. Diyormuş ki, duvarları, perdeleri, her şeyi götürsek... Perdeleri, ona kendini evde hissettirirmiş. Mevzu derin.
Evde hissetmek için neler gerekir? Değişimi neden sevmeyiz de aynılığın içinde şikayet eder dururuz? Zor bir yıl geçirdim. Eğip bükmeye gerek yok. Zordu. Zorluklar sürüyor da üstelik. Ne kadar zorlandığımı, şimdi kendimi biraz daha ferah hissedince anlıyorum. Belki gelecek yıl da diyeceğim ki, ne çetin bir iki yıldı. Geçen yaz da iyiyim, diyordum. Reddettiğim için, inkar ettiğim için değil, kayıpların yanı sıra kendim olmak, kendi seçimlerimi yapmak iyi hissettirdiği için. Yorgunluk da varmış çokça, onu görüyorum şimdi. Kaçınılmaz cilveleri hayatın. Elden ne gelir.
Geçen yıl bahar aylarından beri hayatımın ana kelimesi "değişim". Beni rahatsız eden ne varsa, halının altına süpüremeyeceğim şekilde geldi karşıma. Kimi insanlar gitmek zorunda kaldı. Öyle bir ifşa oldu ki örneğin, kalmak artık bir seçenek olamazdı, eğdi başını gitti. İş yerimde sınandım durdum bununla. Hayat boşluk sevmiyor, biri gelecek, başlayacak, el mecbur. Bir, iki, üç... Yorgun düştüm sürekli yeniden başlamaktan. Yeniden dizayn etmekten. Navigasyondaki ses hiç susmadı: yeniden hesaplanıyor.
Bu yeniden hesaplama zamanlarında ben en çok bedenimi ve evimi koyverdim. 10 kilo aldım bir yıl içinde. Evde zaruri şeyler hariç elimi süremedim. O ara tesadüfen numerolojiyle ilgili yüzeysel bir bilgiye rastladım. Hesapladım. Dört yılındaymışım. Dört yılı, eğer ilk yıl yanlış çattıysanız temelleri, her şeyin zangırdadığı, zorlayıcı bir yılmış. Bu tuhaf şekilde rahatlattı beni. "Tabi ya, şimdi dört yılındayım, zorluklarla karşılaşmam çok normal, hepsi geçecek," düşüncesinde ferahlatıcı bir yan var. Mevsimsel bir döngü gibi karşılamayı kolaylaştıracak bir bilgelik gibi. Bu günler gelip geçici. "Neden ben? Neden?" sorularına tutunmadan, didişmeden çözüm için neleri değiştireceğimi fark etmeye çalışmak, daha sağlam temeller oluşturmak için tohumlar atmak, kendimi yiyip bitirmekten yeğdir. Belki o zaman hazmedemediklerime takılmak yerine değişime, yeni gelene daha ferah açarım kendimi. Ve duygusal olarak hazmedemediklerimi bırakırım ardımda. Bakarsın fiziksel olarak birikenler de gider kolayca. İşte buna amin denir.
Fotoğrafı gördüm ben de , çok sevdim o keyfli anı. Ağaç gölgesinde denizin kokusunu içine çekerek hafif hafif sallanmak..
YanıtlaSilNe tesadüf. Ben de sizin keyif anlarınıza, bahçenizin bereketine ve Tiflis fotoğraflarına bakıyordum :)
YanıtlaSil