Dün FDI kongresi için İstanbul'a geldim. Kongre vadisinde iki kocaman bina ... Pek çok kat, pek çok salon ... 8 bin katılımcı olduğu söyleniyor. İçeriye girmek ve giriş kartımı almak birkaç dakikayı geçmedi. İçeride tanıdık yüzler gördüm. Ve her birine kalabalıktan şikâyet ettim. Kendiliğinden çıktı bu sözler ağzımdan. Çünkü zihnimde kalabalıktan hoşlanmayan, bunu yıllardır diline pelesenk etmiş ve kaskatı bir yargıya çevirmiş bir yer var. Onunla çoktan el sıkışmışım, anlaşmışım. Kaybetmemek için geviş getiriyorum.
"Ben kalabalıktan hoşlanmam. Sıra beklemeyi sevmem. Herkes bir ağızdan konuşuyor. Bir lokma yemek için saatlerce sıra beklemek çok sıkıcı. Ne işim var burada?"
Sabah erkenden evden çıkmışım. Bir küçük kâse yulaf ezmesi ve süt, bir haşlanmış yumurta saat 06.00 öncesi geçmiş boğazımdan. İstanbul'a var, otele yerleş, kongreye geç, fuar açılışına katıl. Saat 13.15 olmuş. Kafeterya sırası uzun. İlerlemiyor. Milim milim bile gitmiyor. 30 dk sonra dergi için röportaj yapacağım yurt dışında yaşayan bir akademisyenle. Kuyruk uzun... Açlığıma bakıyorum. Izdırap verici değil. Yukarı çıkıyorum. Laf lafı açıyor. Merak ettiklerimi soruyorum. Bittiğinde saat neredeyse üç. Binadan çıkıyorum. Kim bilir neresinden. Harbiye tarafı değil. Yakınlarda beni bekleyen arkadaşımla buluşacağız. Kafam karışıyor. Yönümü tayin edemiyorum. Oturma, dinlenme, açlık ihtiyaçlarımı gidermeyi öncelemeye karar veriyorum. Karşımda mobil bir kafe var: Down Kafe. Umduğum daha hoş bir mekân, daha leziz yemekler. Tost ve soğuk sandviçten ibaret menü. Bir de sınırlı içecek. Soğuk sandviç bitmiş, ayran da. İçimde bir huzursuzluk kıpırdanıyor. Kendime mutlu ve doyumlu olmak için ille güzel bir tabak yemeğe ihtiyacın var mı diye soruyorum. Cevap hayır elbette. Karışık tost ve çay söylüyorum. İlk birkaç ısırığın ardından arkadaşım geliyor. Sohbet başlıyor. Ona da anlatıyorum az kalsın içine düşeceğim mutsuzluğu ve kendimle konuşmamı. Açık hava, Down kafe, ağaçların altında olmak, keyifle gezinen, gerinen kedileri izlemek, bir kuşu avlama ihtimaliyle pusuya yatmalarını seyretmek beni bulunduğum yere sabitliyor. Zihnimin umduklarının ve bulamadıklarının üzerimde bir etkisi yok, artık. En güzel yerdeyim. Bulunduğum yerde. Uzun uzun binaların arasına sıkışmış bu küçük yeşil alan, arkadaşımla sohbet etmek, çay, kahve içmek için yeterli. Kırk yılda bir İstanbul'a gelmişim, güzel bir yerde oturmalıyım, iyi bir yemek yemeliyim, kültürel bir etkinliğe katılmalıyım bu düşünceler uçan bir balon gibi havaya süzülüyor, bırakınca ipi elimi kesmiyor, beni beklentisiz tutuyor, şimdi ve burada ile dost kılıyor. Bu varılacak güzel bir yer. Aldığım Dharma derslerinin de bir sonucu muhtemelen.
Uzun uzun anlattığım bu deneyimin hayal kırıklığı, tatminsizlik, baş ağrısı ile sonuçlanan benzerlerini yaşamışlığım var. Çünkü zihin basma kalıp yargılarla bizi yönetmeye çalışan kötü bir efendi. Yuları onun elinden aldım. Ben kim, zihin kim, içimde mutlu ve mutsuz olmaktan sorumlu olan kim? Bilmiyorum. Ama duygularımı, ihtiyaçlarımı fark etmek, onlarla diyaloğa girmek bana daha iyi geliyor. Şiddetsiz iletişim ve Dharma öğrenme arzusu, çabası da işte bundan.
Zihnimize dur diyebilmek ve ipleri elimize almak çok önemli. Tam da anlattığınız yüksek beklentiler, yaşanan aksilikler ve sonucunda oluşan hayal kırıklığı hissi ile kaç kez migren atakları geçirip kendi kendime ziyan etmişimdir nice güzel zamanları. Oysa sizin gibi durmak, bulunulan yerde, bulunduğun andan kopmadan, mevcudun tadını çıkarmak lazım. Çok güzel başa çıkmışsınız basma kalıp beklentiler ile :)
YanıtlaSilBeklentinin yüksek olması bile gerekmiyor aslında. "Benim istediğim gibi" olmaması bile yetiyor bazen. Böyle olmalıydı, şöyle olmalıydı'lara tutunup dünyayı kendimize dar edebiliyoruz. Dharma eğitimlerinde bu cehalet olarak tanımlanıyor ve çektiğimiz tüm ızdırapların sebebi olarak da bu tutunmalar, kontrol etme çabası gösteriliyor. Oysa her şeyin değişken olduğunu, kontrol edemeyeceğimizi anlasak ne migren kalacak ne fibromiyalji :) Benimki doğal, doğuştan gelen bir bilme hâli değil, değişmek için çok uğraşıyorum.
Sil