29 Nisan 2025 Salı

Günün izi: 19

Geçen ay her gün yazmama rağmen bu ay iki yazı arasında tam tamına 26 gün mola vermişim. Her gün yazma niyetini ortaya koymak, yazma kararlılığını da sağlıyor. Kendimize hedef koymayınca kayboluyoruz galiba. Bu ev işlerinde bile böyle. Her şeyi yazan, her konuda listeler tutan, alışveriş, çamaşır, temizlik günü belli biri değilim. Bazen keşke olsam diyorum. Çünkü o günün niyetini önceden belirlemek beni verimli kılıyor. 

                                                                                   *

Adalet Ağaoğlu'nun Düşme Korkusu adlı öykü kitabını dinledim. Ölümünden önce yayımladığı son kitabın ortaya çıkmasında kendi düşüş hikâyesi yatıyor. Kitabın arka kapağında bundan şöyle bahsediyor: 

"Şimdi öyle bir şey ki yazmak, sigara tiryakiliğinden daha büyük bir tiryakilik. Sahiden. Ben elimden düşürmediğim sigarayı kolayca bıraktım, hiç de aramadım. Fakat yazmayı bırakamadım, tiryakilik o dereceydi. Şimdi yaklaşık son iki yıldır evden dışarı çıkamıyorum, yine de yazmadan durmuyorum. Yazmak, su içer gibi içimden geliyor hep. 

Son dönemde yatakta daha sık zaman geçiriyorum. Üç kere düşmüşüm yere. Doktorlar tarafından sırt üstü yatağa yatırılmışım. Zaman içinde yavaş yavaş kendime geldim. Fakat korkuyu yenemedim. O dönemde içimde büyük bir düşme korkusu vardı. Onu mutlak bir biçim altında anlatmak istiyordum. Düşmek sadece yere düşmekten ibaret değil. Bir de manevi yanı var. 

Düşme Korkusu adı altında altı tane hikâye yazdım. Çünkü düşmenin çeşitli anlamları var. Saygınlığını kaybetmek var, değerini kaybetmek, gözden düşmek, çaresizliğe düşmek var. Bunun manevi yanını göz önünde tutarak düşme korkusunu yazmaya karar verdim." Adalet Ağaoğlu 

Bir fikir etrafında öyküleri toplama fikrini sevdim. Düşmek, özellikle gözden düşmek, itibarını, güvenilirliğini kaybetmek esasen evrensel bir konu. İyi işlendiğinde okuru, izleyiciyi nasıl da güzel avcunun içine alıyor. Bu ara Muhteşem Yüzyıl'ı izliyorum. Dün gece izlediğim bölümde İbrahim Paşa uykusunda boğularak öldürüldü. Al sana bir gözden düşme hikâyesi daha. 

                                                                                *

Geçen gün kapıdan bir tedarikçi uğradı. Çalıştığım depo olduğunu, yeni bir yer arayışında olmadığımı söyledim. Bursa'dan kalkan genç arkadaşın hemen pes etmeye niyeti yoktu. Nazik olmaya karar verdim. Dinleyecek bir beş dakika ayırabilirdim kendisine. Bu tür ilk karşılaşmalardan genellikle hiç hoşlanmadığım halde. Konuşmaya kendini överek başladı. Pazarlama konusunda eğitim aldığından dem vurdu. Bir sağlık kuruluşunun zarar etmesinin sadece çalışan hekimi değil, yanında çalışanları da etkilediğini, çok üzücü olduğunu söyledi. Kendisinin yalnızca mal satmadığını, Bursa'daki klinikleri de tanıdığını, hekimlere iş de bulduğunu anlatmaya başladı. İçimde şaşkınlık, sabırsızlık ve giderek tırmanan kızgınlıkla bir süre daha dinledim ve müdahale ettim. Arzum ve tercihim olmadığı halde benden zaman talep eden, en başta belirttiğim HAYIR'ı duymayan kişi, bıraksam dakikalarca konuşurdu çünkü. Kendini dahi duymadan. Aklına gelen, dilinin ucuna düşen kelimeleri rasgele savurarak. Yeni bir hekimle bağlantı kurma isteğini anlıyorum, kendi tahammülsüzlüğümün sebebini de. Yazının başında belirttiğim gibi niyetini önceden bilmeyen satıcılar, pat diye telafi edilmesi mümkün olmayan bir şeye gözünü dikiyor, zamanımıza. Bizim isteğimiz ve rızamız dışında hem de. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder