Eve dönüş yolculuğu başladı. Kahvaltının ardından otobüslere bindik. Ben yine otobüsün içinden Wi-Fi ile internete bağlandım. Elimde telefon yazıyorum. Bu ayın her bir blog yazısı böyle çıktı. Anlık yazdıklarımı paylaştım. İki gece kaldığımız Mui Ne arkamızda şimdi.
Mui Ne bölgesi Güney Çin Denizinin kıyısında (Doğu Pasifik sayılabilir) balıkçılık ve turizmle geçinen bir bölge. Yazlık sitelerin yanı sıra pek çok otel de yer alıyor. Kış mevsimi olduğu için deniz pek parlak değildi. Bununla beraber mayo, şort, şıpıdık terlikler, havuz başında lak lak etmek, tropikal meyveler yemek, iki üç kulaç da olsa yüzmek, sakin ve dingin bahçede gözlerimi, bedenimi dinlendirmek muhteşemdi.
Kaldığımız süre boyunca hava rüzgârlı, deniz çırpıntılıydı. Kite surfçülere takla attıran rüzgar her nasılsa havuz başında, özellikle binalar arasında, bahçe içinde dolaşırken hiç tesir etmiyordu. Otelin mimari tasarımına, peyzaja bayıldım.
İnsan eliyle yapılan göletler, çiçek tarhları geçişler öyle yumuşak, belli belirsiz. Sanki hep oradaymış gibi. Tıplı ilk sabah yaptığımız Tai Chi gibi. Birbirini takip eden, sert, kesin, kati duruşlardan uzak hareketlerle mimari tasarım arasında fark yok. Bu yumuşaklık, bu uyum bende acayip bir sarıp sarmalanma hissi yarattı. Kendimize verdiğimiz en mükemmel hediye. Öyle bir doygunluk, olmuşluk….
Otel küçük bir köye yakındı. Balık ve sebze pazarını görmeye gittik. Her çeşit deniz canlısının yerlerde dizildiği, baharatların, meyve sebzelerin, eriştelerin satıldığı pazar yeri olanca renkliliğine karşın pek de iştah açıcı değildi. Kötü kokular, fareler… Fotoğraf çekip, alacağımızı alıp hızla çıktık. Çok şatafatlı, altın sarısı renklerle, desenlerle bezenmiş, yanları kapalı bir kamyonetin içinde beyaz kıyafetli, ağzı maskeli insanlar vardı. Ellerindeki tokmakları davula vuruyorlardı. Bir cenaze aracı olduğunu tahmin ettik. Kötü ruhları kovmaya çalıştıklarını varsaydık. Arkadaşım Budizm'de ölünün yanında sessiz olunması gerektiğine dair bir inançtan bahsetti. Ölüm anında zaten çok korkan ruhların huzur içinde geçişlerini sağlayabilmeleri için sessizliğe ihtiyaç duyduklarını söyledi. Onu sakince, yaptığı güzelliklerle anarak uğurlamanın en uygun yol olduğunu izah etti. Öfkeyle ya da tam tersi “beni bırakma” haykırışlarıyla bırakamama hali korkuyu daha da arttırıyormuş. Bunu sanki bilmeden biliyordum. Babamın ölümünden aylar önce dualarımda ona dair içimde hiçbir kırgınlık olmadığını, onun elinden geleni yaptığını, bedeninin artık çok yorulduğunu, huzurla gidebileceğini söyledim. Vedası da böyle oldu nitekim. Kendi evinde, kendi yatağında uykusunda son nefesini verdi. Yanına gittim. Elini öptüm. Parmakları kasılmaya, dudakları morarmaya başlamıştı. Fotoğrafını çektim. Yatağı hafif dikti. Gözleri kapalı. Defnine dair vasiyetini uygulayacağımızdan emin olmasına yordum. Çıktım içeride ağladım. Ölüm haberini başka odada verdim. Sanki tüm bu bilgi içsel olarak mevcuttu da, İhtiyaç anında belirmiş gibi. Ölüm ve yaşam hep el ele aslında. Kentleşme bunun önüne geçiyor ve biz hayatın biricikliğini unutuyoruz gündelik hayatın hay huyu arasında. Oysa görsek neyin önemli olduğunu daha iyi anlayacağız. Belki yaş, beni değiştiren. Sırf yaşın büyümesi seni erdemli veya bilge yapmıyor elbette. Bununla beraber yıllar önce okuduğun ama gençliğin, haksızlığa uğramanın, öfkenin kalbini, bedenini ele geçirmesi, sana ait olmalı düşüncesiyle bir şeylere sımsıkı sarılmaya, bırakmamaya yol açıyor. Şimdi “içimdeki her şey değişir” hissi bana huzur veriyor. Evet her şey değişir. İhtiyaçlar değiştikçe değişme, yenilenme esnekliği, olanı kabul etme olgunluğu… Gitmek istediğim yön bu. Bazen doğallıkla oluyor, bazen olmuyor. Hinduizm'de olgun insan olana kadar defalarca insan ya da hayvan formunda dünyaya gelme fikri ne büyük rahatlık. Daha iyi, adil biri olma arayışı baki. Bu kez bu kadarını yapabildim, bu kadar oldu. Bir sonrakinde daha da iyisi olacak. İnsan aklının huzura ermek için icat ettiği en büyük keşif bu, bence. O halde kendimizi dövmeyi, başkalarını suçlamayı falan bırakıp daha iyi, daha şefkatli biri olma arayışımızı takdir edip bu hayatta, bu bedenle, bu benle bu kadarını yapabildiğimizi kabullenelim. Laf nereden buraya geldi hatırlıyorum. Pazar yerinde gördüğüm konvoyla zihnim buralara sürüklendi. Çünkü düşünceler bulutlar gibi. Ama merak etmeyin efendim içimdeki gökyüzü mavi ve aydınlık, bulutlar ise pamuksu, yumuşacık. Yolun uzaklığın karşın Uzak Doğu sevdası düştü belki de. Bu kadim öğretileri bir yerinden tutup dahil olma isteği… Bu yazı sizde ne uyandırdı bilmiyorum ama yazarsanız okurum ve yanıtlarım, biliyorsunuz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder