Geçmiş Zaman Çileleri üzerine Gizem Ardıç ile yaptığımız yazılı söyleşi bugün Edebiyathaber'de yayımlandı. Arşive almak ve paylaşmak için bloğa da alıyorum.
Söyleşi: Gizem Ardıç
Tuğba
Gürbüz ile Klaros Yayınları’ndan yayımlanan yeni öykü kitabı “Geçmiş Zaman
Çileleri” ve öykülerin yazım sürecine dair konuştuk.
“İlhama
değil çalışmaya inanıyorum”
Sizi öykülerinizle tanıyoruz.
Geçtiğimiz günlerde yeni öykü kitabınız Geçmiş
Zaman Çileleri okurlarla buluştu. Kitapla ilgili sorularıma
geçmeden önce yazı kaynaklarınıza, sizi besleyen unsurlara dair merak
ettiklerimle söze başlamak istiyorum. Günlük hayatınızda insan hikâyeleri dinlemeyi
sever misiniz?
Her
ne yapıyorsak, bunun önemli bir parçası da dinlemek. Dolayısıyla odaklanarak,
dikkatimi vererek, fark ederek dinlemeye özeniyorum. İnsanları dinlerken
anlattıkları olaylardan çok ayrıntılar dikkatimi çekiyor. Vurguyu nereye
yaptığı, neye benzettiği, kullandığı bir tabir, kelimelere eşlik eden beden
dili… Tüm bunlar ilgimi çekiyor. Bununla beraber lafı çok dolandıranlara, sözü
dönüp dönüp kendine getirenlere, sazı elinden bırakmayanlara da pek tahammülüm
yok.
Farklı ülkelerde, şehirlerde, geçmiş
dönemlerde geçen öyküleriniz var. Seyahat etmeyi sever misiniz?
Seyahatlerinizin öykülerinizi beslediğini düşünüyor musunuz?
Eduardo
Galeaono, Hikâye Avcısı kitabında Binbir Gece Masalları’ndan bir tavsiyeyi
hatırlatır bize: “Çek git, dostum! Her
şeyi terk et ve çek git! Yayından çıkıp gitmeyen ok ne işe yarar ki? Odun
olarak kalmaya devam etseydi, ud o ahenkli sesleri çıkarabilir miydi?” Seyahat
etmek, çekip gitmenin yıkım yaratmayan yolu. İşlevsel de üstelik. Çünkü günlük
hayatlarımızı sürerken dikkatimizi yaptığımız her bir eyleme bütünüyle
vermiyoruz. Arabaya biniyoruz ve gideceğimiz yere varıyoruz. Arası koca bir
boşluk… Seyahat etmek, bu boşlukları doldurmamızı sağlıyor bana kalırsa. Yeni
bir yere gittiğimizde algımız, dikkatimiz keskinleşiyor. Bu da hikâye avlamayı
kolaylaştırıyor.
Çanakkale’de oturuyorsunuz. Bildiğim
kadarıyla burada yaşamış ya da yolu oradan geçmiş tarihi ve mitolojik
kahramanlara meraklısınız. Öykülerinizi yazarken bunlardan etkilendiğiniz
oluyor mu?
Çanakkale
tarihi, mitolojik hikâyelerden, söylencelerden yana zengin bir coğrafya. Ben de
ilk kitabımdan itibaren hikâyelerine yer veriyorum. Lodos Çarpması’nda yer alan “Akkız” öyküsü, Sarı Kız ve Hasan
Boğuldu efsanelerinin bir tür yeniden yazımı örneğin. “Mevsim Kadar Sıcak
Öpücükler” Fransız bir erin bakış açısından yazılmış barış çığlığı…
Çanakkale’nin öykülere sızması doğal.
Kordonu baştan sona yürüdüğümde Aşıklar Tepesi sırtındaki 18 Mart 1915
yazısını, Kilitbahir yamacındaki “Dur Yolcu” şiirinin dizelerini, Nusrat Mayın gemisini, Truva atını çabasızca
görüyorum. Tüm bunlar Çanakkale Deniz Zaferi’ni, “Centilmenler Savaşı” diye
bilinen Gelibolu yarımadasında süren kara savaşlarını, Truva Savaşı’nı anlatan
birer sembol. Her gün onlara bakmak, yıllar içinde farklı katmanlarda, bilinç
düzeyinde yeniden tanışmamı, anlamamı, yeniden yorumlamamı sağlıyor.
Geçmiş
Zaman Çileleri
adıyla ve kapağıyla da dikkat çekiyor. Kitaba bu başlığı verme nedeniniz nedir?
İlk
kitabımda “Veda” adında bir öykü yer alıyordu. Birkaç okurdan, öykünün güçlü ve
etkileyici girişine karşın ilerleyen sayfalarda bu çıkışı sürdüremediğine dair
eleştiriler almıştım. O öyküyü yeniden yazma fikri hep aklımdaydı. Öyküyü
nihayet yazdığımda kahraman, babasının cenazesiyle beraber geçmişinin de
cenazesini kaldırmaya karar verdi. Dosyayı tamamlayıp kitaba isim verme
aşamasına geldiğimde onun iç sesinden duyduğumuz “geçmiş zaman çileleri”
tabirinin kitabın ruhuna denk düştüğünü fark ettim. Kitaptaki kahramanların,
keza her birimizin ızdırabının sebebi öyle ya da böyle geçmiş deneyimler ve
onları algılama, yorumlama biçimlerimiz.
Geçmiş
Zaman Çileleri
bir epigrafla başlıyor: “Açık kapı değildir hayat, yaşlılar bilir / Bir
eşikten, aralıktan ne gördüyseniz odur.” Hüsnü Arkan, Nim
Bir röportajınızda yazım tarzınızı da
bu dizelerle ifade etmişsiniz. Bunu biraz açar mısınız?
Benim
için öykü, “geçerken gördüğüm şey”. Öyküyü kısa bir âna, kesite sıkıştırma
eğilimindeyim. Daha çok söylemek, kapıyı ardına kadar açmak mümkün ancak benim
tercihim bu değil. Okura içeride karşılaşacağı öykülerin tarzına dair bir ipucu
vermek, bunu sevdiğim bir şairin dizeleri aracılığıyla yapmak yazarın oyun
ihtiyacından başka bir şey değil.
Öykülerde metaforları, benzetmeleri
ustalıkla kullanıyorsunuz. Böylece duygu, mekân ve karakterin okuyucuya geçmesi
çok kolay oluyor. Bunlar üzerinde özellikle çalışıyor musunuz, yazarken
kendiliğinden mi çıkıyor?
Her bir hikâyenin yazılma, ortaya çıkma şekli
birbirinden farklı. Kimi zaman öyküler nerdeyse tek seferde çıkıyor, pek az
düzeltme gerektiriyor ancak genel olarak çalışma şeklim bu değil. Yalnızca
ilham geldiğinde oturup yazmak, bozuk bir saatin günde iki kez zamanı doğru
göstermesi gibi bir şey. Dolayısıyla ilhama değil, çalışmaya inanıyorum.
Öykülerin ilk yazım aşamasını bitirdikten sonra içeriği destekleyecek
benzetmeler, metaforlar bulmak, öyküyü doğru ve yerinde bir finale vardırmak
için gerekli eklemeleri çıkarmaları yapmak üzere çalışıyorum. Üzerinde durduğum
bir diğer önemli unsur ise metni yazarın iç sesinden, kendi görüş ve
düşüncelerinden sıyırmak.
Geçmiş
Zaman Çileleri’nde
iletişimsizlik teması hâkim. Özellikle baba – çocuk iletişimsizliğini, hiç
didaktik olmayan bir yerden çok güzel anlatmışsınız. Uzun süredir gözlemlediğiniz
bir konu muydu?
Toplumsal
düzende erkeğin, kadının yeri, onlara dağıtılan roller, beklentiler, hepimizin
doğduğumuz anlardan itibaren gözlemlediğimiz, gözlemlediğimizin farkına dahi
varmadan öğrendiğimiz, içselleştirdiğimiz meseleler… Ben de ilk kitaptan
itibaren bunların birey üzerindeki etkilerini yazıyorum sanırım. Çekilmez
evlilikler, tükenmiş kadınlar, annelik, toplumsal roller, kişinin kendine ve
içinde yaşadığı topluma yabancılaşması, durumların içinden çıkamayan, bir tür
uyuşma, donma hâli yaşayan bireyler öykülerde yer alıyordu. Öyküler daha çok
kadınların ve çocukların bakış açısından anlatılıyordu. Öyküler bitip dosya
bütünlüğünde üzerinde çalışmaya başladığımda, bu kez bunun kaynağına
yöneldiğimi;. erkekliğe, bireyleri, toplumu zehirleyen erkekliğe, kadının ve
çocukların üzerine abanan ağırlığına, yokluğuyla açtığı boşluğa, büyüyemeyen
erkek çocuklarına baktığımı fark ettim.
Son olarak; çok okurunuz olmasını mı
istersiniz, size özel bir okur kitleniz olmasını mı?
Öykü
türünde kalem oynatan bir yazar olarak çok okurum olma ihtimali pek yok
açıkçası. Yazın yolculuğuma, her nereden yakaladıysa oradan katılan,
yazdıklarımın onlardaki karşılığını paylaşma cömertliği gösteren okurlar ise
mutluluk kaynağı. Yazarın varlığını mümkün kılan okurun varlığı neticede.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder