30 Nisan 2024 Salı

"İlhama değil çalışmaya inanıyorum"

Geçmiş Zaman Çileleri üzerine Gizem Ardıç ile yaptığımız yazılı söyleşi bugün Edebiyathaber'de yayımlandı. Arşive almak ve paylaşmak için bloğa da alıyorum. 

Söyleşi: Gizem Ardıç

Tuğba Gürbüz ile Klaros Yayınları’ndan yayımlanan yeni öykü kitabı “Geçmiş Zaman Çileleri” ve öykülerin yazım sürecine dair konuştuk. 

                                     “İlhama değil çalışmaya inanıyorum”

Sizi öykülerinizle tanıyoruz. Geçtiğimiz günlerde yeni öykü kitabınız Geçmiş Zaman Çileleri  okurlarla buluştu. Kitapla ilgili sorularıma geçmeden önce yazı kaynaklarınıza, sizi besleyen unsurlara dair merak ettiklerimle söze başlamak istiyorum. Günlük hayatınızda insan hikâyeleri dinlemeyi sever misiniz?

Her ne yapıyorsak, bunun önemli bir parçası da dinlemek. Dolayısıyla odaklanarak, dikkatimi vererek, fark ederek dinlemeye özeniyorum. İnsanları dinlerken anlattıkları olaylardan çok ayrıntılar dikkatimi çekiyor. Vurguyu nereye yaptığı, neye benzettiği, kullandığı bir tabir, kelimelere eşlik eden beden dili… Tüm bunlar ilgimi çekiyor. Bununla beraber lafı çok dolandıranlara, sözü dönüp dönüp kendine getirenlere, sazı elinden bırakmayanlara da pek tahammülüm yok.

Farklı ülkelerde, şehirlerde, geçmiş dönemlerde geçen öyküleriniz var. Seyahat etmeyi sever misiniz? Seyahatlerinizin öykülerinizi beslediğini düşünüyor musunuz?

Eduardo Galeaono, Hikâye Avcısı kitabında Binbir Gece Masalları’ndan bir tavsiyeyi hatırlatır bize: “Çek git, dostum!  Her şeyi terk et ve çek git! Yayından çıkıp gitmeyen ok ne işe yarar ki? Odun olarak kalmaya devam etseydi, ud o ahenkli sesleri çıkarabilir miydi?” Seyahat etmek, çekip gitmenin yıkım yaratmayan yolu. İşlevsel de üstelik. Çünkü günlük hayatlarımızı sürerken dikkatimizi yaptığımız her bir eyleme bütünüyle vermiyoruz. Arabaya biniyoruz ve gideceğimiz yere varıyoruz. Arası koca bir boşluk… Seyahat etmek, bu boşlukları doldurmamızı sağlıyor bana kalırsa. Yeni bir yere gittiğimizde algımız, dikkatimiz keskinleşiyor. Bu da hikâye avlamayı kolaylaştırıyor.

Çanakkale’de oturuyorsunuz. Bildiğim kadarıyla burada yaşamış ya da yolu oradan geçmiş tarihi ve mitolojik kahramanlara meraklısınız. Öykülerinizi yazarken bunlardan etkilendiğiniz oluyor mu?

Çanakkale tarihi, mitolojik hikâyelerden, söylencelerden yana zengin bir coğrafya. Ben de ilk kitabımdan itibaren hikâyelerine yer veriyorum. Lodos Çarpması’nda yer alan “Akkız” öyküsü, Sarı Kız ve Hasan Boğuldu efsanelerinin bir tür yeniden yazımı örneğin. “Mevsim Kadar Sıcak Öpücükler” Fransız bir erin bakış açısından yazılmış barış çığlığı… Çanakkale’nin öykülere sızması doğal.  Kordonu baştan sona yürüdüğümde Aşıklar Tepesi sırtındaki 18 Mart 1915 yazısını, Kilitbahir yamacındaki “Dur Yolcu” şiirinin dizelerini,  Nusrat Mayın gemisini, Truva atını çabasızca görüyorum. Tüm bunlar Çanakkale Deniz Zaferi’ni, “Centilmenler Savaşı” diye bilinen Gelibolu yarımadasında süren kara savaşlarını, Truva Savaşı’nı anlatan birer sembol. Her gün onlara bakmak, yıllar içinde farklı katmanlarda, bilinç düzeyinde yeniden tanışmamı, anlamamı, yeniden yorumlamamı sağlıyor.

Geçmiş Zaman Çileleri adıyla ve kapağıyla da dikkat çekiyor. Kitaba bu başlığı verme nedeniniz nedir?

İlk kitabımda “Veda” adında bir öykü yer alıyordu. Birkaç okurdan, öykünün güçlü ve etkileyici girişine karşın ilerleyen sayfalarda bu çıkışı sürdüremediğine dair eleştiriler almıştım. O öyküyü yeniden yazma fikri hep aklımdaydı. Öyküyü nihayet yazdığımda kahraman, babasının cenazesiyle beraber geçmişinin de cenazesini kaldırmaya karar verdi. Dosyayı tamamlayıp kitaba isim verme aşamasına geldiğimde onun iç sesinden duyduğumuz “geçmiş zaman çileleri” tabirinin kitabın ruhuna denk düştüğünü fark ettim. Kitaptaki kahramanların, keza her birimizin ızdırabının sebebi öyle ya da böyle geçmiş deneyimler ve onları algılama, yorumlama biçimlerimiz.

Geçmiş Zaman Çileleri bir epigrafla başlıyor: “Açık kapı değildir hayat, yaşlılar bilir / Bir eşikten, aralıktan ne gördüyseniz odur.” Hüsnü Arkan, Nim

Bir röportajınızda yazım tarzınızı da bu dizelerle ifade etmişsiniz. Bunu biraz açar mısınız?

Benim için öykü, “geçerken gördüğüm şey”. Öyküyü kısa bir âna, kesite sıkıştırma eğilimindeyim. Daha çok söylemek, kapıyı ardına kadar açmak mümkün ancak benim tercihim bu değil. Okura içeride karşılaşacağı öykülerin tarzına dair bir ipucu vermek, bunu sevdiğim bir şairin dizeleri aracılığıyla yapmak yazarın oyun ihtiyacından başka bir şey değil.

Öykülerde metaforları, benzetmeleri ustalıkla kullanıyorsunuz. Böylece duygu, mekân ve karakterin okuyucuya geçmesi çok kolay oluyor. Bunlar üzerinde özellikle çalışıyor musunuz, yazarken kendiliğinden mi çıkıyor?

Her bir hikâyenin yazılma, ortaya çıkma şekli birbirinden farklı. Kimi zaman öyküler nerdeyse tek seferde çıkıyor, pek az düzeltme gerektiriyor ancak genel olarak çalışma şeklim bu değil. Yalnızca ilham geldiğinde oturup yazmak, bozuk bir saatin günde iki kez zamanı doğru göstermesi gibi bir şey. Dolayısıyla ilhama değil, çalışmaya inanıyorum. Öykülerin ilk yazım aşamasını bitirdikten sonra içeriği destekleyecek benzetmeler, metaforlar bulmak, öyküyü doğru ve yerinde bir finale vardırmak için gerekli eklemeleri çıkarmaları yapmak üzere çalışıyorum. Üzerinde durduğum bir diğer önemli unsur ise metni yazarın iç sesinden, kendi görüş ve düşüncelerinden sıyırmak.

Geçmiş Zaman Çileleri’nde iletişimsizlik teması hâkim. Özellikle baba – çocuk iletişimsizliğini, hiç didaktik olmayan bir yerden çok güzel anlatmışsınız. Uzun süredir gözlemlediğiniz bir konu muydu?

Toplumsal düzende erkeğin, kadının yeri, onlara dağıtılan roller, beklentiler, hepimizin doğduğumuz anlardan itibaren gözlemlediğimiz, gözlemlediğimizin farkına dahi varmadan öğrendiğimiz, içselleştirdiğimiz meseleler… Ben de ilk kitaptan itibaren bunların birey üzerindeki etkilerini yazıyorum sanırım. Çekilmez evlilikler, tükenmiş kadınlar, annelik, toplumsal roller, kişinin kendine ve içinde yaşadığı topluma yabancılaşması, durumların içinden çıkamayan, bir tür uyuşma, donma hâli yaşayan bireyler öykülerde yer alıyordu. Öyküler daha çok kadınların ve çocukların bakış açısından anlatılıyordu. Öyküler bitip dosya bütünlüğünde üzerinde çalışmaya başladığımda, bu kez bunun kaynağına yöneldiğimi;. erkekliğe, bireyleri, toplumu zehirleyen erkekliğe, kadının ve çocukların üzerine abanan ağırlığına, yokluğuyla açtığı boşluğa, büyüyemeyen erkek çocuklarına baktığımı fark ettim.

Son olarak; çok okurunuz olmasını mı istersiniz, size özel bir okur kitleniz olmasını mı?

Öykü türünde kalem oynatan bir yazar olarak çok okurum olma ihtimali pek yok açıkçası. Yazın yolculuğuma, her nereden yakaladıysa oradan katılan, yazdıklarımın onlardaki karşılığını paylaşma cömertliği gösteren okurlar ise mutluluk kaynağı. Yazarın varlığını mümkün kılan okurun varlığı neticede.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder