Havalar eni konu ısındı. İş yerindeki çalışma odamın önünde kapalı bir balkon ve dış bahçede zeytin ağaçları olmasına rağmen gün içinde sıcağın beni çok zorladığı zamanlar oluyor. Eldivenin içinde ellerim tamamen ıslanıyor kimi, bonenin altında ensem ıslanıyor. Şimdi tek cerrahi maskeyle çalışırken geçtiğimiz iki yaz nasıl N95 ile çalıştığıma akıl sır erdiremiyorum. İnsan bir zorlukla sınanmaya görsün, her şeye katlanıyor da gıkı bile çıkmıyor. Geriye dönüp başardıklarımızı görmek, gelecekte belirecekleri aşmak için bize güç veriyor esasında.
Sıcakları görünce çalışma saatlerimi yeniden düzenlemeyi, gün ortasına bir siesta koymayı hayal ettim, yalan yok. Şöyle ara versem iki saat. Yüzsem, gelsem. Ne güzel olurdu. Aklıma Midilli tatili gelmiş olmalı. Ayvalık'tan tekneyle Midilli'ye gitmiştim yıllar evvel, o zaman euro ucuz, bir frappe Çanakkale'de belediye çay bahçesinde Türk kahvesi içmeye bedel gerçekten. İlk kez Yunanistan'a ayak basacağım. Kalıp kalacağımız bir gece iki gün nihayetinde. Vize formaliteleri gözümü korkutmuş olmalı. Kapıda vizeye razıyım. Deniz iki yaşında ya var ya yok. Puseti benden başka kimse itsin istemiyor. Tekneden inerken Yunan denizciler el atınca yaygarayı koparıyor. Ne ağlamak, ne ağlamak. Sınırda bir kadın bir çocuk... Hâlimize acımış olmalı ki yetkililer, kapıda vize işlemi için ilk biz alınıyoruz. Deniz hâlâ iç çekiyor. Hop dışarıdayız. Sanki Bostancı'dan adalara vardık. Ablam yeşil pasaportuyla ayrı bir yerden çoktan geçip günübirlik ada turunda yerini almış. Bize düşen kent merkezinde aylaklık. Dolanıyoruz etrafta. Deniz uyuyor kimi zaman pusetin içinde. Şansıma Turkcell de çekiyor kıyıda. Bir iki arkadaşımla konuşuyorum. Sütlü frappe içiyorum, Deniz ise köpürtülmüş süt. Yeniden ayaklandığımızda kepenkler iniyor art arda. Mobilet kontaktları açılıyor. Kadınlar, erkekler ayaklarında parmak arası sahil yolunu tutuyor. Bir adada minik bir çocukla yapacak daha iyi bir şey yok. Merkeze yakın küçük bir sahil buluyor, yüzüyoruz. Deniz ve ben, siesta zamanında, bir küçük koyda, taşlı bir sahilde. Onda bez mayo var daha. Su Ayvalık'tan daha iyi. Atıyoruz kendimizi suya. Kızım ilk kez yurt dışında. O günün anısı düşüyor bu sabaha. Bir de siesta hayali. Sahi işe yüzme molası vermek yalnızca adalara mı özgü?
Dün gece Deniz ile ne yapacağımızı bilemedik. Film izleyelim bari, dedik. İklim Avıları adlı Netflix'te oynayan bir belgeselde karar kıldık. Küresel iklim krizinden etkilenen yirmi bir çocuğun Amerikan hükümetine karşı açtığı dava beni en çok iki yerden vurdu. Birincisi davanın görülmesi için dahi beş yıl uğraştıkları yıldırıcı süreç. İkincisi küresel iklim değişikliğinin etkilerinin 70li yıllardan itibaren çok net bilinmesi... İklim ve iktidar çarpıştığında tepedekiler seçimi iktidardan yana kullanıyor. Yazık. Benzer bir karşıtlık Borgen Power&Glory dizisinde de var. Grönland'da bulunan petrol rezervi, iklim, iktidar, uluslararası çıkarlar... Kaliteli bir yapım. Hiç kuşkusuz. İktidarı, çıkarını, bazen de yalnızca mevcut olanı korumak için neler yapar insan? Neleri kaçırır, ıskalar? Ne gibi ödünler verir? İyi çatışmalar, derinlikli karakterler, arkada çetin Grönland doğası... İnsanın doğa karşısındaki zayıflığını hatırlamasında fayda var. Ve buzullar ne de görkemli. Görebilsem keşke.
Bugün ilk kez, çalışma odamda, pencere önüne yerleştirdiğimi duyurduğum masamda yazıyorum bu satırları. Hareketsizlikten yorgun ve ağrılı bedenim gerinmek istiyor. Uzatıyorum kollarımı yukarıya, sırtımı geriye iterken başım yükseliyor. Tülün ardından görünüyor iki beyaz araba kıç kıça, bir moloz yığını ve uzak ağaçlar. Günün hangi saatinde okuyacağınızı bilemem elbette ama bu anda saat henüz dokuz bile değil. O halde GÜNAYDIN!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder