Hoşgeldin ekim
Ekimin ilk pazarı. Güneş göz kamaştırıyor. Evde yapacak iş çok ama eve kapanılacak gün değil. Haydi diyorum kızıma. Kentimizde turist olmaya davet ediyorum. Çok da ilgisini çekmeyen sergi için ardıma düşüyor. Ona cazip gelen feribotla karşıya geçmek, orada dolaşmak. Vaadim express tur, ardından yemek... İşte yaşananlar. Diğer bir deyişle ekimin ilk gününün dökümü:
Eceabat'ta Asmadan Bağcılık Tarihi Müzesi'nde sergilenen Asma Dalında Troya Minyatür sergisiyle başladı mini turumuz. Minyatür sanatçısı Göksel Sevim'in daha önce Troya Müzesi Geçici Sergi alanında sergilenen eserlerini görme imkânı bulamamıştık. Yeni yuvasında gezdik. Gezdik dediysem hayli ekspress bir turdu. İçlerinde güzel parçalar vardı. Troya'nın katmanlarını bilmeyen yok. Troya 1'den başlayarak her bir katmanın minyatür yorumlamasında en ilgi çekici parçalar, şehrin yakılıp yıkılmasına yol açan Helen ve Paris'in aşklarının yorumlandığı sahnelerdi elbette. Homeros'un, genç âşıkların, Helen'in Sparta'dan kaçırılışının, Troya atı hilesinin sahnelendiği minyatürleri daha bir sevdim. Çünkü Troya'yı Troya yapan onların hikâyeleri. Troya ören yeri öyle Efes gibi ahım şahım bir şehir değil. Kentin açığa çıkan kısmı göz alıcı olmaktan uzak. Açıkça söyleyelim içinden hikâyeleri çıkartsak hayal kırıklığına uğratması bile pekala mümkün.
Asmadan Bağcılık'ın mağazasını gezdik. Çok yakınında bulunan Suvla'ya da göz attık. Bahçenin şahaneliğine karşın fiyatları görünce "Ee bu fiyata boğazda balık yeriz daha iyi" diye düşünüp sahile yöneldik. Saat üç sularıydı. Bizim dışımızda iki masada daha müşteri vardı. Akşam yemeğine hazırlanan restoranda masa başına iki garson düşüyordu haliyle. İki çift göz tarafından izlenince masada eni konu atik olmak gerekiyor. Kızımla bir balığı paylaşalım, dedik. Balığı ikiye ayırdım. Servis tabaklarımıza koydum. Hop tabak gitti. Şişenin dibinde kalan birayı bardağıma dökerken garson yine kuş gibi havalandı, masaya kondu. Şişeyi kavradım. "Kalsın," dedim. "Kendi hızımızda, müdahale olmaksızın yemeğimizi bitirmek istiyorum," gibi bir şeyler geveledim. Biraz bakıştık. Kirli masamızla bizi baş başa bıraktı, gitti. Bir daha da yanımıza uğramadı. Yerini kıvırcık oğlana bıraktı. Masamız da masaydı hani.
Denize bu kadar yakın olunca gözler ister istemez sahili tarıyor. Serde lodosçuluk var ne de olsa. Güzel taşlar, deniz kabukları, suyun pürüzsüz hâle getirdiği dallar, cam ve fayans kırıkları... Bir bir attık çantaya. Kuyrukta bekleyen tur otobüslerinin yanından geçtik. Feribota bindik. Gelişimizin aksine dışarıda gölgede yer bulabildik. Bir müddet sonra gençler doluştu güverteye. Gemi kurallarını sıraladı mekanik bir ses. Mikrofondan yayılan talimatlara gülüştük kızımla, kendini uçak sanan arabalıydı en nihâyetinde. Az sonra yerinden kalkacak, arkasında köpükten bir duvak bırakarak karşı kıyıya varacaktı. Yolun kalanını Antep'ten gelen kızlarla sohbet ederek geçirdik. Tur otobüsleri Şahinbey Belediyesi'ne aitti. Her cumartesi pazar belediyece taşınan günübirlik yolcular, Şehitliği geziyor, Aynalı Çarşı'ya yürüyor, ucuz hediyelik eşya alıyor ve kendilerini Çanakkale'yi görmüş sayıyorlardı. Bir işiniz var mı diye sordu genç kız, esmer ve daha konuşkan olanı. Diş hekimi olduğumu öğrenince üniversite seçimleri hakkında tavsiye istedi. Meslek birliği üyesi olma sorumluluğuyla kimi düşüncelerimi dile getirdim. Bilirsiniz işte, laf olsun diye bir bölüm seçme, ilk yıl gireceğim diye sevmeyeceğin bir bölüme yerleşme, o işi ömür boyu yapacağını aklında tut, o mesleğin erbaplarıyla, meslek odalarıyla görüş, yalnızca bölüm seçme, fakülte seç, öğretim üyesi kadrosuna bak, yeterince öğretim üyesi var mı, her ana bilim dalında en az iki doçent var mı, vs. vs. Sağ olsun, dinledi. O yaşlarda insan pek akıl almak istemiyor malûm. Sazı elime alınca susmak bilmeyen ihtiyarlardan da değilim neticede. Monolog yerine diyaloğa çevirmeyi bildik o kısa seferi. Ben de onlara merak ettiklerimi sordum. Esenlikler diledik birbirimize. Onlar Aynalı Çarşı'ya gitti. Biz otobüs durağına. Günün sonunda Dünya Kahve Günü'nü kahve içmeden tamamladığımı fark ettim. İyi mi?
Önemsiz Şeylerin Önemi
Netflix'te son izlediğim dizi Lidia Poet'in Hukuk Mücadelesi. Mini bir dizi. Yalnızca 6 bölüm. Bir dönem dizisi. 19. yüzyıl sonunda İtalya'nın Torino kentinde geçen dizi, İtalya'nın ilk kadın avukatının hikâyesinden esinlenerek çekilmiş. Lidia Poet erkek meslektaşlarıyla aynı eğitim sürecinden geçtiği, aynı baroya kayıt olduğu halde, onlardan daha düşük ücretlerle çalışmaya, kendisini avukat olarak kabul ettirmeye, ailesinin himayesi altına girmeden kendi başına var olmaya çalışmaktadır. Lidia, cinayetle suçlanan müvekkilini hapisten kurtarmaya çalışırken duruşmalara giremeyeceği gerçeği ile sarsılır. Yargıç, bir kadının avukatlık yapamayacağına hükmetmiş ve baro kaydının silinmesini talep etmiştir. Müvekkilinin masumiyetine inanan Lidia, çareyi görüşmediği, avukatlık yapan ağabeyinden yardım istemekte bulur. Ağabeyi mahkeme salonuna girecek ancak araştırma, bilgi toplama kısmını Lidia üstlenecektir. Dizi böylece sürüp gider. Cinayet davalarının çözümü, Lidia'nın baroya geri dönebilmek için yürüttüğü hukuk mücadelesi hep el ele. Güzel kadınlar, yakışıklı erkekler, merak uyandıran olaylar, bir dönemin tanığı olmak izleyicinin dikkatini toplamaya yetiyor. En sevdiğim yan ise Lidia'yı, cinayetleri soruştururken hep sahada görmek oldu. Sahadan kastım, adli tıp, otopsi masası, olay yeri... Akil adamlar suçu birine yıkarken Lidia her daim buraları titizlikle inceledi küçük şeylerin peşini sürdü. Tıpkı Susan Glaspel'in Önemsiz Şeyler oyunundaki (oyunu okumak için buraya) kadın kahramanlar gibi. Ve tıpkı oradaki kahramanlar gibi cinayetleri bu önemsiz görünen ayrıntıların ardına düşerek çözdü. Çünkü önemsiz görünen şeylerin büyük önemi olabilir ve kamusal alandan uzaklaştırılan, dişil alana hapsedilen kadınların gizli, dişil dilinin izini ancak kadınlar sürebilir. Güzin Yamaner'in oyunu bu bağlamda değerlendiren, zihin açıcı makalesini buradan okuyabilirsiniz.
Bu oyunu ve makaleyi keşfim kadınlar sayesinde. Geçtiğimiz iki kış, üç arkadaş haftada bir skype üzerinden buluşarak, her hafta birimizin seçtiği öyküyü birlikte okuduk, irdeledik. Ve üzerine konuştuklarımızın, incelediğimiz tekniğin, bizdeki çağrışımlarının bizi yazı masasına çağırmasını umduk. Sonraki hafta yazdıklarımız üzerine konuştuk, birbirimizin ilk eleştirmenleri olduk. Bu tür okuma yazma grupları üretkenliği arttırıyor. Tecrübeyle sabit. Ucunu bıraktığında ise hiç yapılmamış gibi oluyor. Kurmaca yazmak adlı peri çıkınını topluyor, postu alın teri dökenlerin masasına seriyor. "Önemsiz Şeyler" oyununa işte bu grupta rastladım. Güzin Hoca'nın seminerine katılan arkadaşım, tüm çalışkanlığıyla orada dinlediklerini, öğrendiklerini bize aktardı. Ben de yeri gelmişken sizinle paylaşayım, siz de yeri gelir ilgisini çekecek başka bir kadına pas atarsınız belki.
Gezi ne güzel olmuş, öneriler de şahane!
YanıtlaSilİlginizi çekmesine sevindim ☺️
Sil