31 Mayıs 2024 Cuma

Haydi yazmaya


Hep söylerim. Yazmak, tek başına yapılan bir faaliyet. Bununla beraber her yazarın bir müttefiğe ihtiyacı var. Birlikte okuyup yazacağın, yazmak üzerine düşüneceğin, taslaklarını paylaşabileceğin, sana yorumda bulunabilecek arkadaşların varlığı, onlarla dirsek teması şahane şey. Benim de böyle bir arkadaşım var. Gizem'le pandemi döneminde daha yoğun bir araya geliyorduk. Dışarıda ağır akan hayat, ev içlerine hapsedilmeler, kaygı, vesvese bu çevrimiçi buluşmaları çok olağan hâle getirmişti. Hatırlayın. Bu dönemi verimli geçirenler, bence kendilerine çevrimiçi gruplar bulup orada nefes alıp verenler oldu bence. Biz de kendi çapımızda okur yazarlık buluşmaları yürüttük anlayacağınız. Öyküler okuduk, tartıştık, kendi yazdıklarımızı birbirimizle paylaştık. En önemlisi virüs yükünü unutup birkaç saatliğine hoşça vakit geçirdik. Zaman geçti. Araya hayat girdi. Buluşmalar seyreldi. Yeniden bir rutin oluşturmaya başlıyoruz. Küçük küçük karalamalar, yazı alıştırmaları...

Bir tetikleyici belirlemek ve yazmaya başlamak, hemen oracıkta, hiç aklında yokken bir taslak çıkarmak... Düşünsen peşi sıra diyemeyeceğin kelimelerin zincirden boşanırcasına hizalanması... Küçük, keyifli şeyler en nihayetinde. 

Geçen hafta yaptığımız bir alıştırmayı paylaşayım. Belki denemek isteyeniniz çıkar. Öneri Gülayşe Koçak'ın Yaratıcı Yazarlık kitabından. Efendim alıştırma şu. Yüzünü buruşturmadan, izmariti dünyanın en leziz şeyiymiş gibi yazıyorsun. Önyargılardan sıyrılıp düşünen zihni atlatmanın eğlenceli bir yolu. Denemesi bedava. Haydi yazmaya! 

Zaman akıyor

  • Kuralları biliyorsunuz. Ayda 8 yazı. Yine son düzlüğe -3 ile girmişim. El mahkum yazacağım. Ha babam de babam. Bilinç akışı bu gibi durumlarda hayat kurtarıyor. Hele de süre tuttuysam. Büküyorum kulağını zamanın, bir kelime, bir kelime daha yazıyorum. 
  • Barış Bıçakçı'nın Seyrek Yağmur'u düşüyor akıl tasıma.  Dün gece yazı tetikleyici olarak kullanabilir miyim diye baktığım, sayfalarını çevirdiğim kitap. Hap gibi, yoğun, konsantre... Çengelli iğne bölümü örneğin. Hafızayı yitirmenin ne tatlı, ne güçlü metaforu o öyle. Kitap başucunda. Gözlerimin kapanmasına engel olursam, uykunun bir ağırlık gibi böğrüme çökmesine mani olursam okuyacağım yeniden hevesle ve ilgiyle... Ama şimdi gözlerim kapanıyor. Film izlerken yediğim onca şey yüzünden belki. Belki bir ayı, bir mevsimi daha bitirmenin yorgunluğu ve evde ötelediklerimin kalk çağrısı.... 
  • Zaman akıyor, rutubet tutup yapışmıyor birbirine saliseler, saniyeler ve de dakikalar. Süre doluyor. Ortaya bu biçimsiz yazı çıkıyor.

Hayali arkadaş dile gelirse

Okuma önerisi
Nefis bir çocuk kitabı okudum. İsmi Şövalye Çocuk. Anlatıcı bir hayali arkadaş. İsmi Kürek. Mor tüylü pofuduk bir arkadaş. Bir hayali arkadaş olarak tabiri caizse bir raf ömrü olduğunun bilincinde. Çocuk büyüyecek, sosyal çevresi genişleyecek ve puff hayali arkadaş kaybolacak. Ama öyle olmuyor. Ortaokulun ilk günü bile ona eşlik ediyor. Çünkü tam hayali arkadaşın yiteceği günlerde kahramanımızın babası ölüyor. Annesi anılarla dolu evde yaşamaya katlanamayınca taşınılıyor. Tek ebeveynle çocuk büyütmek zorunda kalan anne, hem yasını tutuyor hem de daha çok çalışıyor. Ev tam anlamıyla bir enkaza dönünce, kahraman hayali arkadaşı Kürek'e sımsıkı tutunuyor ve gerçeklikten kaçarak hayali alemlerde maceradan maceraya koşuyor. Gerçeküstü dünya, sıklıkla karanlık. Gerçek dünyada yaşadıklarının metaforik anlatımı bir nevi. 

Kürek kısa bir özetle sözü bugüne getiriyor. Ve ortaokulun ilk günlerinde bir hayali arkadaşı olduğu ortaya çıkan kahramanımız akran zorbalığına uğruyor. Olaylar ilerliyor. Türlü zorluklar aşılıyor. Elbette yeni yol arkadaşları ortaya çıkıyor ve olaylar tatlıya bağlanıyor. 

Ebeveyn kaybı, değişen ve zorlaşan yaşam, maruz kalınan akran zorbalığını hayali arkadaş Kürek'in ağzından dinlediğimiz yaratıcı, nefis bir hikâye. Gerçeklerin yol açtığı duygusal enkazın hayali dünyadaki karşılığı, çocuğun yaşadığı kaybı çok güzel dile getiriyor. Gerçek ve gerçeküstü geçişler, hızlı ve doğal. Tekrar okumak isteyeceğim türden bir kitap. Yazma tutkunları için öğretici. Sinematografik dil de cabası. Filmi çekilmiş mi bilmiyorum ama bence sinema filmi yapmaya çok uygun. Ben daha ne diyeyim. 

Çocuk kitapları herkes içindir. Okuyun. Pişman olmayacaksınız. 

Arka kapak yazıları kitabın her zaman hakkını verir mi? 

Dikkatimin, ilgimin bölündüğü ama kitap da okumak istediğim zamanlarda tercihimi çocuk kitaplarından yana kullanıyorum. Çocuk kitapları hem bir çırpıda bitiyor hem de zor konuları dahi ele alsa içerdiği iyimserlik insana iyi geliyor. Şövalye Çocuk da bu gibi zamanlarda el attığım bir kitap oldu. Birkaç kere elime alıp geri bıraktığımı hatırlıyorum. Kitap kapağının ve arka kapağın beni çeken bir yanı yoktu ama bir kez anlatıcıyla tanışınca, onun bir hayali arkadaş olduğunu duyunca mest oldum. Elden bırakmadan bitirdim. Ve arka kapak yazısının bu güzelim kitabı tanıtmakta yetersiz kaldığını düşündüm. Sonra da şu soru takıldı aklıma. Sahi arka kapak yazıları kitabın her zaman hakkını verir mi? Bayıldığınız ya da yetersiz bulduğunuz kitaplara dair düşünceler üşüştü mü? Konuşun ki göreyim.







Mutluluk, kalp kırıklığı, güzel manzaralar ve
korkunç canavarlarla dolu devasa bir yerde,
gerçek dünyada unutulmayacak bir macera.
 
Bu romanda lanetli mağaralar keşfetmek, evcil ejderhalarla karşılaşmak,
Elflerle takılmak ve denizkızlarıyla beşlik çakmak mümkün.
 
Lee Bacon nefes kesici Şövalye Çocuk’ta
büyümek üzerine yaratıcı ve dokunaklı
bir hikâye anlatıyor.

28 Mayıs 2024 Salı

Tuğba Gürbüz: "Kadınların Seslerini Daha Güçlü Duyurmalıyız"

Fikir Gazetesi için Evrim Sayın ile yazın anlayışım ve Geçmiş Zaman Çileleri üzerine konuştuk. 



Tuğba merhaba! Seninle, bir çocuklarla felsefe eğitiminde tanışmıştık. Hassas ve nazik kalbini oradaki küçük grup sorgulamalarımızda tanımıştım. Sonrasında kitaplarınla buluştum, biraz da kitaplarınla sohbet ettim aslında. Daha önce hiç sohbet etme fırsatımız olmamıştı, şimdi bu fırsatı iyi değerlendirelim istiyorum. Klaros Yayınları’ndan çıkan yeni öykü kitabın “Geçmiş Zaman Çileleri” odağımız olsun ama odağımızdan hiç ayıramadığımız hayat da sohbetimizde kendi yerini alsın dilerim. Bize kıymetli zamanını ayırdığın için teşekkür ediyoruz her şeyden en önce. Başlıyorum...

Tuğba, sen yazarlığının yanı sıra bir hekimsin. Kadınlık, annelik, hekimlik ve diğer kimliklerine eklenen yazarlıkla birlikte hayatında neler değişti? Bunu, yazmayı çok seven bir öğretmen olarak sormak istiyordum hep. Yazıyla hep ilgilenmekle bu kimliklerinin yanına gerçekte de eklenen “yazar” kimliğine evrilen sürecin hayatına etkilerini nasıl açıklarsın bize? Eminim yanıtını okuyan birçoğumuz tatlı tatlı ilham alacağız.

Övgü dolu sözlerin ve davetin için teşekkür ederim. Sorunu yanıtlamak için önce yazar kimliğine yakından bakmak gerek. Yazar kimliği ya da etiketi diyelim, bir onayın ardından geliyor. Birtakım otoriteler sizi onaylıyor. Yazılarınız, öyküleriniz, kitaplarınız basılıyor. Ama bu bir sonuç. Yazma eylemi çok daha gerilere dayanıyor. Dolayısıyla yazarlık daha çok “sürdürmek” ile ilgili bana kalırsa.

Kimse sizin yazdığınızı bilmezken, yazdıklarınızı yayımlamakla ilgilenmezken dahi yazmayı sürdürmek için boş bir sayfa, kalem, klavye, ilginç tanıklıkların ötesinde bir şeylere ihtiyaç var. Yazmayı tutkuyla sevmek, şartlar müsait olmadığında (diğer kimlikler çok talepkar iken) bile kendiliğinden buna alan açmak, başka türlüsünü düşünememek, yazmak için eve kapanmaktan yüksünmemek, kendi başına olmaktan keyif almak gibi şeyler. Dolayısıyla ilk kitabının yayımlanmasını hayal eden yazar adayıyla dördüncü kitabı yayımlanan yazarın yazma ve yaşam dinamikleri aynı. Tek fark, yazdıklarınızla duygulanan, düşünen okurların varlığı ve onların seslerini, yorumlarını duyma ihtimali. 

Kitabının ismi “Geçmiş Zaman Çileleri”. Kitaba ismini veren öykünde, çekilen derdin acısının yıllar geçtikçe daha çok can yaktığına işaret ediyorsun. Bu bir büyüme hikayesi. İçinde hiç dinmeyen bir acıyı da barındırıyor. Ama bir yandan sonunda “Keşkelerden, acabalardan örülü geçmiş zaman çilelerini yokuş aşağı bırakıyorum,” diyor öykünün kahramanı. Öyküyle ilgili çok da ipucu paylaşmadan sormak istiyorum. Acı verenin kaybı, daha büyük bir yaranın habercisi değil midir?

Bu, öyküde yer almayan, değinmediğim, atladığım bir bilgi. Ancak tüm metinler, özellikle de kısa öykü, yazarın içeriye aldıkları kadar, bilinçli olarak dışarıda bıraktıkları, ima ettikleri ile var olur. Hemingway’i haklı çıkartan bu soruyu yazarı değil hikâyenin kahramanı yanıtlamalı bence. Onunla söyleşme şansımız yok. Yanıtı eylemlerinde arayacağız o halde. Öyküde geçmişin, geçmişte yaşanılanların dününü, bugününü kararttığını, geleceğini de etkileyeceğini fark eden yetişkin bir kadına bakıyoruz; babasının cenazesiyle beraber geçmişin cenazesini de kaldırma yürekliliği gösteren bir kadına. Yara hâlâ orada ama kahramanın dikkati artık bütünüyle orada değil. İlgisiyle, dikkatiyle onu beslemeyi bıraktığı için, buna niyet ettiği için kuvvetle muhtemel yarını, dünden ve bugünden farklı olacak.

Babalar Tuğba... Babalar, edebiyatta popülerler. Hayatlarımızda genelde “beceremedikleri”yle anılıyorlar. Baba mefhumu senin öykülerinde de önemli bir yer edinmiş görünüyor. “İksir” adlı öykünü okurken o küçük çocuğun yerine kendi kalbimi koydum ve paramparça oldum. “Sıvışmak İstiyor” adlı öykünü düşündüm sonra. “Tanıdığı tüm babalar bir şekilde ailesinden sıvışmak istiyor,” diyen anlatıcın öfkeli mi, kırgın mı, isyankâr mı, hesap mı soruyor? Senin karakterlerinin babalarıyla meselesi tam olarak nasıl bir yerden cereyan ediyor?

Eduardo Galeano “Kutsal Aile” başlıklı kısa ama yoğun denemesinde babayı cezalandırıcı, anneyi fedakar, kızı itaatkar, eşi dilsiz olarak nitelendirir. Çünkü Tanrı böyle emretmiştir, gelenek böyle öğretmiştir, yasa böyle mecbur kılmıştır. Galeano’ya göre, dün bugünün istikametidir, yaşanan her şey yaşanmaya devam edecektir. Bununla beraber bütünüyle umutsuz da değildir. Herhangi bir yuvanın duvarına birisinin “Ben nefes almakla yetinmek istemiyorum. Ben yaşamak istiyorum,” sözlerini karalayabileceğini anımsatarak bitirir denemesini. Hakkında yazdığım kahramanların, geçmişin izinin ya da Galeano’nun deyişiyle zorunlu istikametinin yol açacaklarını fark etmesini, itiraz etmesini, yetinmek ve kabullenmek yerine seçim yapma güçleri olduğunu algılamasını, bu uğurda eyleme geçme arifesinde olmasını hayal ettim. Öykülerin durağan ve sabit (değişmez) görünürken dahi okurla buradan konuşmasını istedim. Onlar değişmese, anlamasa bile biz anlasak, değişmeye, iyi olmaya cüret etsek fena mı olur?

Bir öykün var ki öykünün kadın karakteri sessizliğe bürünmüş ama kendiyle konuşmayı bırakmamış. Zaten sanki sadece kendiyle konuşabiliyor gibi. Onun iç konuşmaları yolumuzu pişmanlıklara, hayal kırıklıklarına çıkarıyor. Fiziksel bir sıkışıklıktan yola çıkarak ruhun sıkışıp sıkışıp nefes dahi alamamasını anlatıyorsun. Bu sıkışıklıklarla muhatap olan özne ise kadın. Bu öznenin yarattığı yazın’ın etkisi hakkında ne düşünüyorsun? Bir kadın olarak başka dertlerle, meselelerle yazdığını söyleyebilir misin?

Toplumun bir kadın ferdi olarak kadının toplumla çatışması, kendiyle çatışması, ataerkil toplumun kadınlar üzerindeki etkileri ister istemez sızıyor satırlara. Başka türlüsü de mümkün değil galiba. Edebiyat genel olarak insanı ve yaşamı anlatsa da kadın yazarlar olarak kadın diliyle kadınları, kız çocuklarını, onların yaşadıkları zorlukları, sevinçleri, umutları, hayalleri yazmak, dilin cinsiyetçi ve ayrımcı kullanımlarından kaçınmak, kadınlara yönelik basmakalıp yargıları sorgulamak, farklı kadın deneyimlerine yer vermek, kadınların seslerini daha güçlü şekilde duyurmak gibi bir sorumluluğumuz da bulunuyor.

Son olarak kullandığın dilin mizahına değinmek istiyorum. Çok ciddi bir meseleyle boğuştuğumu düşünürken yer yer tam o anda güldüm de... Ben böyle bir tarzı çok samimi buluyorum çünkü hayatın da biraz böyle yaşandığı ortada. İnişli çıkışlı, ağlarken gülerek, gülerken aslında dertlenerek geçiyor zaman. Ölümlü olmanın zaten ömrümüz boyunca unutamayacağımız bir hüzün taşıdığını düşünenlerdenim. Gülmeyi unutmamak için gösterdiğin bu samimi ve doğal çaban, umuda göz kırptığının bir göstergesi mi?

Öykü, insana, topluma eleştirel bir dikkatle bakma, yaşamın içindeki tezatlıkları gösterme sanatı bana göre. Aktardığı küçük kırılma anlarının içinde çatışmalar, karşıtlıklar yer alıyor. Mizah ve gülmece de kaynağını tezatlıklardan aldığı için özellikle güldürmeyi amaçlamasam da okur kendi yaşam tecrübesi ve algısı doğrultusunda bu tezatlıkların içerisinden kendi gülmecesini çıkarıyor galiba, ama kahkahayla, ama buruk bir gülümsemeyle…

 

 

 

21 Mayıs 2024 Salı

Günün izi: 16

Baharın en güzel yanlarından birisi de sabah kendiliğinden erken uyanmak, yataktan sürünmeden çıkmak bana kalırsa. Çünkü ben bir sabah insanıyım. Sabah yataktan dinç ve erken uyanmak bana hayli zaman kazandırıyor. Bu sabah örneğin 7'de zıpkın gibi ayaktaydım. (Bu da ne demekse artık) Sani'yi bahçeye saldım. Mutfağı topladım. Yerleri süpürdüm, sildim. Kızıma kahve demledim. Kuruyemiş ve meyve tabağı hazırladım. O balkon masasında servis saatine kadar test çözerken ben de kahvaltımı yaptım. Yeni bir kitap seçtim. Balkonda ayaklarımı uzatıp keyifle okumaya koyuldum. Domates soslu makarna pişirdim. Biraz daha kitap okudum. 9 gibi evden çıktım. Her sabahımın bu verimlilikte, dinginlikte geçmesini diliyorum. 

17-19 Mayıs arası kızımla Gümüldür'de yoga kampındaydık. Onun ilk yoga kampıydı. Benim de. Hatta Duygu hocamızın da... Hava ılıktı ancak denize girme beklentimi karşılamadı. Yine de mayoyla şezlonga uzanmak, dokuz yıllık tanışıklığımıza rağmen ilk kez Duygu'yla sohbet etmek, yeni insanlar tanımak, bedenimi hareket ettirmek, sabahın erken saatlerinde çimlerin üzerinde, iskelenin üzerinde kuş sesleri eşliğinde yoga yapmak, kendi bedenimin izin verdiği sınırlar içinde çalışmak çok çok iyi geldi. 

Bu üç ay önceden planlanmış bir kısa tatildi. Sürpriz olan yola çıkmadan bir gün önce yanımda çalışan personelden birinin işten çıkması oldu. İki gün önce haberim olduğu için pazartesinin nasıl geçeceğine dair bir tahayyülüm yoktu. Çarşamba ve perşembe günü kimi iş görüşmeleri yaptım. Dün de keza öyle. Kısa sürede hallolacağını umuyorum. Bir arkadaşımın yıllan öncesinden tatlı bir temennisi geliyor aklıma. Tereyağından kıl çekme kolaylığında olması dileğiyle sakince çalışmayı sürdürüyor, seçenekleri değerlendiriyorum. 

Gümüldür'e giderken, bu konuyu oraya taşımamaya, orada bulunduğum andan keyif almaya niyet etmiştim. Elbette, başıma gelen olayı anlattım. Bununla beraber çok da şikayetçi olmadım. Çünkü ilan vermek, eşe dosta haber salmak, gelen başvuruları değerlendirmek, iş görüşmeleri yapmak dışında yapabileceğim bir şey yok. O zaman niye kendime yük edeyim? Hayatta kalma becerimiz, stresle başa çıkma kapasitemiz biraz da bu anlık gelen değişimler karşısında nasıl durduğumuzla ilgili. Stres yaratan durumlar karşısında daracık bir tünelin içine girmiş gibi davranmak, bataklığın içine çekilmek gibi. Orada iyi bir şey, işe yarar bir şey yok. Söylemesi kolay, uygulaması olgunlaşmayı gerektiriyor. Tamam henüz aydınlanmadım ama olgunlaşma yolunda kendi içimde epeyce yol aldım. İşte bu yüzden iki gündür kaos yok, yalnızca bir değişim var ve bunun içinde sakince yürüyorum. 

Geçmiş Zaman Çileleri'nin lansmanı devam ediyor. Hep cümle içinde kullanmak istediğim havalı bir sözcük lansman. Ben de kullandım, gitti. Tanıtım dediğim, bir imza günü ve söyleşi. Edebiyathaber'de yayımlanan bir röportaj (şimdilik). Geçtiğimiz haftalarda katıldığım TV çekimi bu hafta yayımlanacak. Dün gece taze taze yazılı bir söyleşiyi daha bitirdim, yolladım. Cuma günü o da yayımlanacak. Haftaya cuma bir aksilik çıkmazsa burada bir söyleşi imza günü daha yapacağız. Sonra dağılabiliriz. Kitapların gördüğü ilgi genel olarak bu kadar. Sonra ara ara bir yerlerde bir okur yorumuna rastlarım belki. Bir fotoğrafa, fotoğraf altı yazısına, kitabın satışından çok beğeni toplamasına şaşırmam. Niye şaşırayım! Hakkı verilmiş bir tanıtım yazısı arar gözlerim. Durur, durur, beklerim. Şaka bir yana. Bana (muhtemelen tüm yazarlara) kitaplar çıktıktan sonra hayatında ne değiştiği soruluyor. Bu, kendisi de yazmayı seven, yazdıklarının yayımlanmasını hayal edenlerin, dilinin ucuna gelen ama tam olarak ne aradığını bilemediği bir soru gibi geliyor bana. Senin yaptığın ve benim tam olarak yapamadığım ne var gibi bir soru belki. Ben de yazar olabilir miyim sorusu bir nevi. Yanıt kısa ve net: yazarsanız yazarsınız, yazmazsanız yazmaz. Bu, her konuda olduğu gibi bir süreklilik ve çaba gerektiriyor. Çabayı ve sürekliliği neden yana kullanırsanız orası kökleniyor, güçleniyor. Yeni tercihler arifesinde olmaya da niyetim var. Bedenim ve zihnim için sağlıklı seçimler yapmak diyeyim, geçeyim. Bilirsiniz işte, sağlıklı beslenme, kaliteli uyku, yeterince hareket, yeterince sosyalleşme, seni aşağı çeken insanlarla araya mesafe koyma vb. Özellikle hareket ve uyku konusunda çaba göstermem gerektiğinin farkındayım. Esnek kaslar, deliksiz uyku, bekle beni geliyorum. 

13 Mayıs 2024 Pazartesi

Geçmiş Zaman Çileleri üzerine söyleşi

TDBD 211. sayı için meslektaşım Emre Harbalıoğlu ile gerçekleştirdiğimiz söyleşi:


Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?

Marmara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nden 2000 yılında mezun oldum. Çanakkale merkezde kendime ait muayenehanemde serbest diş hekimi olarak çalışıyorum. Çanakkale Dişhekimleri Odası üyesiyim. Odanın çeşitli organlarında görev aldım. Geçen dönem odamızın yönetim kurulunda genel sekreterlik görevini üstlendim. Aramıza yeni katılan iki meslektaşımızla bir dönem daha yönetim kurulunda çalışmaya devam edeceğiz. Bunların yanı sıra kent genelinde sürdürülebilir yaşam, ekoloji, masallar ile ilgili çeşitli sivil topluluklarla birlikte gönüllü çalışmalar yürüttüm. Şu sıralar çalışmalarımı Çanakkale Kent Konseyi Kadın Meclisi Yürütme Kurulu’nda sürdürüyorum. Yetişkinler için öykü yazarak başladığım edebiyat alanında çocuklar için de eserler vermek istediğim için Çocuklar İçin Felsefe Eğitmenlik Eğitimi aldım. İstanbul Üniversitesi AUZEF önlisans Çocuk Gelişimi programından mezun oldum. 2021 yılında ilk çocuk kitabım “Pelin ve Küçük Dostu Karamel” yayımlandı. Bu konuda da muradıma erdim diyebiliriz.

Öykü yazmaya ilk ne zaman başladınız?

Geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz usta yazar Mario Levi’nin öğrencisiyim. Kendi kendime yaptığım karalamaları, iç dökmeleri daha iyi metinler haline getirebilmek arzusuyla 2006 yılında onun yaratıcı yazarlık atölyesine katıldım. İlk ürünlerimi de o atölyede ortaya çıkardım.

Öykülerinizi kitap haline getirmeye nasıl karar verdiniz? İlk kitabınız ne zaman çıktı?

2013 yılında kurmacabiyografiler adlı bloğumda yazmaya başladım. Burada yazarlarla söyleşiler yapmaya, kitap tanıtım yazıları yazmaya başladım. Yazdıkça ürettiğim içeriklerin pekâla başka yayın organlarında da yayımlanabilecek nitelikte olduğunu fark ettim. Böylece öykülerim, değerlendirme yazılarım, yaptığım söyleşiler yayımlanmaya, okur ve yazar arkadaşlarımdan geri dönüşler almaya başladım. Belli bir öykü toplamına ulaştığımda onları bir kitap bütünlüğünde görme arzusu duydum. Dosyamı çeşitli yayınevlerine göndermeye başladım. İlk kitabım “Lodos Çarpması” 2015 yılının aralık ayında NotaBene Yayınları tarafından yayımlandı. Sonrasında yazmak konusunda aceleci davranmadım. İlk kitabın üzerine çıkmak için öykünün teoriği üzerine kafa yordum. Okumalarımı yaptım. 2020 yılında ikinci öykü kitabım “Kendisiymiş Gibi” yayımlandı. Dördüncü kitabım geçtiğimiz aylarda yayımlandı. Yolculuğum sürüyor.

Mesleğiniz, karşılaştığınız hastalar öykülerinizde size ilham veriyor mu?

Bu sıklıkla karşılaştığım bir soru. Çok net bir şekilde hiçbir hastamın ya da arkadaşımın benimle paylaştığı kişisel hikâyesini öyküleştirmediğimi söyleyebilirim. Bir olayın başlı başına ilginç ya da etkileyici olması, beni öykü yazmaya çağırmıyor. Genellikle ilhamı yaratan şey, bir söz, bir duygu, bir mimik, okuduğum kitaplar, izlediğim filmler oluyor. Yazmaya başlamak için kimi zaman adına ilham denen küçük tetikleyiciler olsa da ilhamdan çok çalışmaya inanıyorum. Kimi zaman yazdığım eski öyküleri şimdi yazsam nasıl yazardım sorusunun peşine düşüp yepyeni, bambaşka öykülere varabiliyorum.

Çocuk okura hitap etmenin zorluklarından bahseder misiniz?

Günümüzün en büyük problemi odaklanmak sanırım. Dikkatimiz sık sık cep telefonumuzdan gelen bildirimlerle bölünüyor. Çocuğu, genci, yaşlısı oradan gelen çağrıya kayıtsız kalmakta zorlanıyoruz. Bunun yanı sıra bugünün çocukları, görsel uyarandan yana zengin bir dünyanın içinde. Örneğin bizim kuşak, yeni bir şey öğrenmek, ders çalışmak için yazılı metinlere başvurur, bir öğretmenden ders dinlerdi. Şimdi videolar, uygulamalar aracılığıyla sesli, görsel içeriklere ulaşmak mümkün. Bu zenginliğe alışan çocuğun beğenisi de değişiyor haliyle. Onu yakalamanın tek yolu, ona hitap eden iyi bir hikâye anlatmak. Merak duygusu uyandıran, duygular yaratan, akıcı ve yalın bir dille yazılmış sürükleyici bir hikâyeye kayıtsız kalmak güç. Bir yerde kitap okumayı sevmeyen bir çocuk varsa, henüz beğenebileceği türden bir kitapla karşılaşmamış olabilir.  Ya da kitaplarla geç tanışmıştır. İlkokula başlayana kadar ebeveynleri tarafından kendisine kitap okunmamış çocuğun kitaplara dair algısı elbette farklı. Kitabı doğal olarak bir tür eğitim nesnesi olarak görüyor, aşılması gereken bir güçlük… Öğretmenlerin kimi tutumları da bunu pekiştiriyor. Örneğin kitapların içinden zorla özet çıkartmak, belirlenmiş soruları yanıtlatmak… Bunlar özünde iyi niyetli çabalar olsa da çocuğu kitaba ve okuma eylemine yaklaştırmıyor. Çocukların eğlenmek, gülmek, okuma hazzı hissetmek için seçim yapma hakkına sahip olması gerekir. Bu sayede bir kitabın da aynı izlediği çizgi film, oynadığı bilgisayar oyunu gibi bir hikâye sunduğunu fark edecek ve okumayı sevecektir. Biz çocuk kitabı yazarlarına düşen ise öğretici olma sevdasına düşmeden, yalın, akıcı bir dille güzel hikâyeler yazmak.

Bize yeni projelerinizden bahseder misiniz?

Son öykü kitabım “Geçmiş Zaman Çileleri” henüz yayımlandı. Biraz ara vermeye, dinlenmeye, yeni hikâyeler biriktirmeye ihtiyacım var. Büyük olasılıkla kısa öykü yazmayı sürdüreceğim çünkü öykü türünü seviyorum. Bunun yanı sıra çocuklar için bir roman yazmayı arzuluyorum. Kızıma bu konuda verilmiş bir sözüm var.

Yazarlığa başlamak isteyen, düşünen meslektaşlarımıza tavsiyeleriniz olur mu?

Bugün yazmak isteyenler için düzenlenen çok sayıda yüz yüze ve çevrimiçi atölye var. Her sanat dalı gibi yazarlık da öğretilebilir. Türün iyi örneklerinin irdelendiği, kimi tekniklerin izah edildiği atölyeler ufuk açıcı. Geçireceğiniz zevkli saatler de cabası. Ancak yazar olmanın tek yolu var o da yazmak.  İyi bir okur olmak, bolca temrin yapmak, yazdıklarını paylaşmaya cüret etmek, onları dergilere, yarışmalara göndermek, dergilerden, yarışma jürilerinden yanıt almamaya, reddedilmeye hazır olmak, seni henüz fark etmeyen dünyaya küsmeden yazmaya devam etmek.


9 Mayıs 2024 Perşembe

Bir Büyüme Hikâyesi: Hortum Akıllı

 

İnsan beyni, milyarlarca sinir hücresi ve bu hücreler arasındaki bağlantılardan oluşmaktadır.  Bu bağlantılar sayesinde dünyayı algılarız, duygularımızı işleme alır, etrafımızda olanı biteni öğrenir, problem çözme becerileri ediniriz. Bu bağlantılar hepimizde aynı şekilde değildir. Tıpkı parmak izlerimiz gibi farklılık gösterir. Parmak izlerimizin aksine neredeyse hayatidir. Çünkü davranış kalıplarımızı, öğrenme şekillerimizi, çevreyle ilişkilerimizi bu bağlantılar belirler. Pek çoğumuz sarılmaktan hoşlanır, kolaylıkla okur, etrafımızdaki gürültülü dünyaya tahammül ederiz. Bağlantılarımız sayesinde, hem de çabasızca.

Oysa başkalarının ona dokunmasına katlanamayan, yüksek seslerden rahatsız olan, dikkati kolayca dağılan, günlük hayattaki değişikliklerden hoşlanmayan, arkadaş edinmekte güçlük çeken bireyler vardır. Onları normal/anormal olarak kategorize etmemek ancak bu farklılığın beyinlerinin farklı gelişmesinden veya çalışmasından, yani nöroçeşitlilikten kaynaklandığını bildiğimizde mümkün.

Nöroçeşitliliğe sahip bireyler, tüm gelişimsel ve davranışsal dönüm noktalarına çoğu insan için standart olan zamanda ulaşamazlar.  Günlük hayata uyumları,  beyinleri tipik şekilde çalışan ve gelişen bireylere nazaran daha güçtür. “Beceriksiz”, “uyumsuz” gibi takılması olası etiketler ise durumu yalnızca daha da güçleştirir. İşte bu yüzden hepimizin insan beyninin her koşulda aynı çalışan bir makine değil, bir ekosistem olduğunu anlamaya ve kabul etmeye ihtiyacımız var. Bir başkasının hayatını, deneyimini yargılamadan önce, onun ayakkabılarını giymeye, onun geçtiği yollardan, sokaklardan, dağlardan, ovalardan geçmeye, hüznü, acıyı ve neşeyi tatmaya, onun geçtiği senelerden geçmeye, onun takıldığı taşlara takılmaya ihtiyacımız var. Bir başkasının hayatını bire bir deneyimlemek normal koşullarda pek de olası değil. Bu deneyime en yaklaştığımız yer, kurgusal kahramanların hayatlarına baktığımız filmler ve kitaplar…

 

Bunca girizgâhın sebebi, bana tam da bu türden bir deneyim yaşatan bir gençlik romanı. Cat Patrick tarafından yazılan, Seda Ateş çevirisiyle Türkiyeli okurun karşısına çıkan Can Çocuk’tan yayımlanan “Hortum Akıllı” nöroçeşitliliğe sahip on üç yaşındaki Frankie’nin ağzından anlatılan etkileyici bir roman.

Roman, anlatıcı Frankie’nin hortumlara dair doğru bilinen yanlışları anlatmasıyla açılıyor.

“Eğer hortumun biri ortaokula gitseydi, öbür çocuklar ona tuhaf tuhaf bakarlardı. Rehber öğretmeni, davranışlarının ‘kestirilmez’ olduğunu söylerdi. Annesi, çıkıntılık yapmamasını, diğer hortumlarla aynı yöne gitmesini tembih ederdi. Ama belki de uyumlu olmak hortumun hiç de umurunda değildir, bu pek arkadaşı olmayacağı anlamına gelse bile.

Bunu anlayabiliyorum çünkü benim de bir arkadaşım vardı, ama şimdi yok. Anlaşılması güç.

Onunla bir hortum esnasında tanıştım.”

Frankie, bu girişin ardından anaokulunun ilk haftasında oluşan şiddetli hortumu, okul bahçesinde yaşanan paniği, o gün tanışıp arkadaş olduğu Colette’i anlatır ve sözü bugüne getirir. Olayın üzerinden 7,5 yıl geçmiştir. Colette ile arkadaşlıkları biteli iki ay olmuştur. Colette kaybolalı ise yalnızca birkaç gün. Colette’i son gören kişi, Frankie’dir ancak son görüşmeleri pek de arkadaşça geçmemiştir. Collette, bir gece ansızın gelmiş ve Frankie’nin ikiz kızkardeşi Tess de dahil olmak üzere üçünün oynadığı “Doğruluk mu? Cesaret mi?” oyununu belgelemek üzere kullandıkları, Frankie’nin sakladığı özel defteri istemiş, sonra da kayıplara karışmıştır. Genç kızı son olarak gören tüm arkadaşları gibi polis merkezinde sorgulanan Frankie, polisin dikkatini çekmeyen ayrıntıları fark eder ve gerçeğin yani arkadaşının nerede olduğunun peşine düşer.

Roman kayıp kızın aranması, Frankie’yle küslüklerinin nedenleri, Frankie’nin ailesiyle ve çevresiyle yaşadığı güçlükleri aktararak ilerler. Her bir bölümün ismi hortumlarla ilgili bir gerçeğe tekabül eder. Frankie gerçek bir hortumseverdir. Bu bölüm isimleri ve Frankie’nin hortumlara dair açıklamaları boşuna değildir. Frankie’nin yaşadığı nöroçeşitliliği okura daha güçlü geçirmek üzere kullanılan bir metafordur, hortum. Frankie’nin zihninin içi, bir hortumun içi gibidir. Davranışları, yakın çevresi üzerinde yıkıcı etki yaratır kimi zaman. Kız kardeşi Tess, ılıman, güneşli bir gökyüzüyken, Frankie döne döne gelen, döndükçe büyüyen hortumun ta kendisidir. İki kız kardeş arasındaki zıtlık, nörotipik bireyler ile nöroçeşitlilik sahibi bireylerin yaşantılarını izah etmeksizin gözler önüne serer. Frankie’nin yaşadığı iç çatışmaları, suçluluk duygusunu yansıtır. Frankie’nin güçlü yönü, herkesin gözünden kaçan ayrıntıları kolaylıkla fark etmesidir. Değişiklikten hoşlanmayan Frankie için rutini bozan her bir ayrıntı bir şimşek kadar güçlü ve belirgindir, gözden kaçması imkânsız. O, tüm bu ayrıntıları, bir hortumun önüne geleni içine çekmesi gibi alır. Polisle de paylaşır. Emniyet güçleri, onun uyarılarını ciddiye almasa da, o Colette’in bıraktığı, yalnızca kendisinin çözebileceği ipuçlarını toplar ve peşine düşer. Tess de arama sürecinin bir parçası olur. Bu sayede yıpranmış kardeşlik ilişkileri de düzelmeye başlar. Bir yandan Colette’in kaybolmasına dair gizem giderilirken bir yandan da Frankie’nin büyüme, olgunlaşma hikâyesi takip edilir.

Birinci tekil şahıs anlatımı sayesinde dikkat eksikliği, duyusal işlem bozukluğu yaşayan bir bireyin yaşadığı karmaşanın, duyguların, çatışmaların, terapiye, kullanması gerekli ilaçlara karşı duyduğu hoşnutsuzluğun okura başarıyla geçtiği bir roman, “Hortum Akıllı”. Arkadaşlığa, kız kardeşliğe, affetmeye, büyümeye, kendin olabilmeye dair bu güçlü ve içten hikâyeyi gözden kaçırmayın.


                                                                                                                           

                                                                          

Hortum Akıllı

Cat Patrick

Çeviri Seda Ateş

Yaş 12-13-14-+

Can Çocuk

                             

* Bu yazı 6 Mayıs 2024 tarihinde Parşömen Fanzin'de yayımlanmıştır.                                                 

 

8 Mayıs 2024 Çarşamba

Bahar dayandı kapıya

Sabah aydınlığa uyanmak neşesi diye bir şey var. Bunu tanımlayan tek bir isim, tek bir duygu yok ama bence olmalı. Düşünsene kara kıştan çıkmışsın. Aylarca alarmın sabahın kör karanlığında bağırmış çığlık çığlığa. Üzerine bir sabahlık ya da hırka giymeden yataktan çıkamamışsın. Yükümlülükler seni ayağa dikmeye zorlarken sen sıcak yatağını terk etmek ve içine büzülmek arasında gidip gelmişsin. Bedenin, ruhun hantal, iş görmek istemezken gözlerini açtığında gün ışığının çoktan odana dolduğu aydınlık günlere kavuşmuşsun. Papatyalar incecik boyunlarını uzatmış, sarı beyaz parlamakta. Katırtırnaklarıyla kavuşamamışsın henüz ama biliyorsun, kokularını salıyorlar havaya. Narin gelincikler çoktan kızarmış,  uzun, yeşil çayırlar arasında birer desen gibi yatmakta... 

Yani arkadaşım bahar dayandı kapıya. Uyanmamak mümkün değil. İlle uyanacak içinde bir şeyler, tomurcuk açacak. Etrafında uyanan doğaya kayıtsız kalamayacaksın. Uyanış seni de çağıracak. Hem de bangır bangır. 

Bende neler mi değişti baharın gelmesiyle. Anlatayım. Üzerime ağır bir battaniye gibi serilmiş ertelemek havalandı örneğin. Eskiden eve gelir gelmez atardım kendimi koltuğa, bütünleşirdim neredeyse. Ev işleri pazara sıkışırdı her defasında. Bak şimdi ufak ufak yapıyorum, her gün bir şeyler. Oflamadan puflamadan 6.30'ta uyandım misal. Yazıp yollamam gereken kısacık yazı havalandı  elektronik posta kuşuyla. Çay yaptım kızıma. O balkonda içti, ben bir dilim ekmek ve peynire katık edip yuvarladım. Tavuk haşladım sonra. Tavuklu nohutlu pilav demini almakta. Saat 8.25 daha. Salon derli toplu. Sandalye sırtındaki bir polar, bir yağmurluk, antredeki dolaba asılacak, hemen şimdi. Akşam karşılamayacak beni aynı yerde. Çamaşırlar katlanacak, yenileri yıkanacak, öyle sünmeden, sündürmeden. 

Ertelemek çok büyük bir başlık biliyorsun. Öyle sadece sıkıcı ev işleri ertelenmiyor. Bir bakıyorsun, arkadaşlarla buluşmak da ötelenmiş. Büyük market alışverişleri, bedenin hareket ve sağlık ihtiyaçlarını gidermek, kitap okumak, yazmak... Bir yerlerden başlamak gerek, biliyorsun ama kış karanlığı seni içine çekiyor. Böyle yazmak, bunu pekiştirdikçe pekiştirmek, koca bir mevsimi çöpe atmak, onun keyiflerinden mahrum kalmak da doğru gelmiyor. Kış benim için biraz daha dinlenmeli, yavaşlamalı geçiyor sanırım. Bu durağanlığın ardından daha hareketli, eylemli günleri kutlama diye okunmalı belki de bu satırlar. Yani koca bir mevsimi karalama değil, onun sağladığı nadasın ardından gelen ödülleri kutlama satırları bunlar. Neler var kutlama listemde, bakalım: 

Haftalar önce okuduğum Hortum Akıllı romanı hakkında yazdım. Parşömen'de yayımlandı. Çocuk ve ilk gençlik kitaplarının iyimser bir yanı var. Bünyeyi mahrum bırakmamalı. 

Bu hafta evde üç yemekli misafir vardı örneğin. Pazar kahvaltısı, pazar akşamı balık, hafta içi bir akşam da şehir dışından gelen arkadaşlarla spontan bir akşam yemeği. Sohbetli, rakılı, şaraplı, kahkahalı, iyi anılar bırakan türden. 

Dün ilk kez televizyon yayınına katıldım. Çanakkale'de faaliyet gösteren yerel bir kanalda Kent Söyleşileri başlığı altında kentin sanatçılarıyla, bilim insanlarıyla, konusunda uzmanlarla buluşup sohbet eden Öznur Doğangün'ün konuğu oldum. Yazmaya nasıl başladığım, süreci nasıl ilerlettiğim, kitaplarımın yayımlanma süreci vb konuları konuştuğumuz sohbet nasıl başladı, bitti anlamadım. Canlı yayın gibi tek seferde sohbet ettik, çekimi tamamladık. Önümüzdeki haftalarda yayımlanacak. Kalbim pırpır. 

Gelecek hafta sonu üç günlük bir yoga kampına katılıyorum. Hayatımda ilk kez. Deniz kenarında çam ağaçlarının arasında gerçekleşecek kampa kızımla katılacağız. Hava izin verirse denize bile gireriz diye hayal ediyorum. TNT'deki evini yenileten ya da emlak arayan Amerikalılar gibi diyecek olursam, kendimi ağaç altında şezlongta yatmış kitap okurken hayal edebiliyorum. Hedefim yoga ve meditasyonun yanı sıra en az iki kitabı bitirmek, güzelce dinlenmek, rahatlamak... 

Güçlü bir niyetim daha vardı. Hareketsizliğe alışmış bedenimi yoga kampından en az bir ay öncesinden uyandırmaya başlamak... Bak bunu eyleme çeviremedim daha. Kampa kaldı şunun şurasında on gün. Ama eski deyişi hatırlamalı. Bir ağaç dikmek için en iyi zaman yirmi yıl öncesiydi. İkinci en iyi zaman şimdi. O halde kendimi bugünden itibaren her gün 20-30 dakika arası yürümeye davet ediyorum.