22 Eylül 2025 Pazartesi

Günlük rutin

Ceren, Yaşamın Tortusu'nda günlük rutinini yazmış ve blog sahibi okurları kendi rutinlerini paylaşmaya davet etmiş. İcap edeyim, dedim. 

7.30: uyanma

Bu en sevdiğim madde olabilir. Çünkü yıllardır sabahın körü alarmı yok hayatımda. Kızım ortaokulda evden uzak bir okula gittiği için 8.10'da servise biniyordu. Bu yıl ben arabayla bıraktığım için 8.40-8.50 arası evden çıkmamız yetiyor. İlla ki uyanıp hazırlanıyorum. 

Uyandıktan sonra Sani'yi besliyor, onu da sokak okuluna yolluyorum. Yanına beslenme çantası vermiyorum. Kızıma ise hazırlıyorum. Eğer akşamdan hazırladıysam 7.30-8.00 arası üst bedene yönelik oturduğum yerde yoga yapıyorum. 

8.00: kahvaltı hazırlama

Kızım kahvaltı yapmayı sevmiyor. Çay ya da kahve demliyorum. Kahvaltılıkları çıkarıyorum. Kuru yemiş, taze meyve de çıkarıyorum masaya. Ben kahvaltı yapıyorum. Kızım bir şeyler içip atıştırıyor. Evden çıkma zamanına kadar bulaşık makinesinde temizler varsa boşaltıyorum. Kirli kıyafetleri makineye atıp zamanı eve dönüş saatime göre ayarlıyorum. 

8.40: evden çıkış

Kızımı okula bırakıyorum. Biraz yürür ya da sahilde çay kahve içerdim ancak bu biraz değişti. Çalışanlardan biri raporlu. Okula bırakır bırakmaz işe geliyor, temizliğe yardım ediyorum. Asistanım günlük sabah rutinini yaparken ben de genellikle kapının önünü süpürüyorum. Rüzgarla bahçemizde biriken çer çöp kuru yaprakları süpürüyorum. Sonra üzerimi değiştirip bir sade Türk kahvesi içiyor, bilgisayarımı açıp gelecek hastalara bakıyorum, yapacağım işlemlere. 

10.00: ilk randevu 

10'dan 12.30'a kadar sabah hastalarıma bakıyorum. Arada boşluk olursa genellikle muayenehanenin genel temizliğinde, düzeninde bir aksaklık, gözden kaçan bir şey var mı diye kontrol ediyorum. Bulursam o yapılıyor. 

12.30-13.30 öğle molası

Yemek, üzerine günün ikinci Türk kahvesi. Sonra genellikle bloğu açıyorum. Bir şeyler yazıyorum. Odayla ya da dergiyle ilgili yapmam gerekenleri hallediyorum. Arkadaşlarımı arıyorum. Bir tür sosyalleşme zamanı öğle tatili benim için. 

13.30-18.30: mesai 

Günün kalanında yine hastalarıma bakıyorum. Boşluk olursa yukarıdaki işler yineleniyor. Evin sebze, meyve ihtiyacı varsa boşluklarda karşımdaki manava gidip alışveriş işimi hallediyorum. 

18.30: eve dönüş zamanı 

Alınacak bir şeyler varsa markete uğruyorum. Üzerimi değiştiriyor, yıkandıysa çamaşırları asıyorum. Mutfağı toparlıyorum. Salata yapıyor, akşam yemeğini hazırlıyorum. Yemekten sonra ortalığı topluyorum. Ertesi gün için yemek pişiriyorum. Bu işler 9'a kadar sürüyor çoğu zaman. Bazen sebze ayıklarken kızımla dizi izliyorum. Bazen çıkıp biraz yürüyoruz. Sani eve gelmediyse onu da bulup eve dönüyoruz. Bahçeyi, çiçekleri sulamak ve unutulan işleri yapıyorum. 

22.00: kendime ait zaman

Duş alıp pijamalarımı giyiyorum. Dişlerimi fırçalıyorum. Biraz sosyal medyada gezinme, biraz kitap okuma, bazen tek izlediğim dizilere bakmakla geçiyor zaman. Arada podcast dinlediğim oluyor. Bazen evin işi buralara sarkıyor. Çamaşır katlama, yerleştirme işlerini yapabiliyorum. Uyumam genellikle gece yarısını geçiyor. 

Ve bir gün daha başlıyor. 

Şimdi böyle alt alta yazınca epey çalıştığımın ve yorulduğumun farkına vardım. Yeter perisini mi çağırmalı, yoksa İmdat perisini mi bilemedim. 



20 Eylül 2025 Cumartesi

Rutin dışı: 10

Sabah kahvaltı yaptıktan sonra kongre merkezine gittik. Toplu taşıma ile. Birkaç seminere girip fuar alanını dolaşıp otobüsle geri döndük. Kızım fazla eşyalarımızı otele bırakmaya gitti. Ben de sur dibinde bir ağacın altında onu beklemeye koyuldum.

Diyarbakır kuru ve sıcak. Öğle saatlerinde bir ağacın gölgesinde beklemek, iyi geldi doğrusu. Kızım gelince ismini bilmediğimiz bir kapıdan girdik. Ahmet Arif ve Cahit Sıtkı'ya Tarancı müzelerine doğru yol aldık. Daracık sokaklar, Arnavut kaldırımı taşlar, ciğerci ler, kapılardan görünen serin avlular... Bu sıcakta tam sığınmalık. Her iki müze yan yana. İçlerinde fazlaca bir şey yok ama korunmaları, kişisel eşyalar, hayatları hakkında kısa bilgiler, şiirlerinden örnekler... Yetiyor da artıyor. 



Cahit Sıtkı'da  fiziksel olarak Kafka'yı andıran bir hava var. Eşine sevgiyle, muhabbetle bağlıymış. Ona evlilik isteğini dile getirdiği mektup da sergilenenler arasında. Ancak bu bağlılık gelinin ailesini ikna etmeye yetmemiş. Koşullarını beğenmedikleri damada onay çıkmamış ebeveynlerden. Zaman geçmiş sonunda sevenler kavuşmuş ama izdivaç ancak üç yıl sürmüş. Ölüm ayırmış bu defa. 


Her iki müzeyi gezdikten sonra lahmacun yemeye gittik. Çarşıyı yeniden dolaştık adım adım. Bakırcıları gezdik. Hatıra olsun diye birer bakır bilezik aldık. Çarşıda defalarca ikram edilen fındıklı dibek kahvesinden aldık hediye olarak. Hava sıcak olduğu için aralara yemek molaları koyduk. Her defasında bir porsiyonu paylaşarak, bol adım ataraktan yeniye yer açtık. Dondurmalı Lübnan künefesi, ciğer kebap yedik. Kebapçılarda ikram bol. Reyhan, roka tabağı, çoban salata, soğan, maydanoz, acılı ezme,tırnak pide her yerde ikram ediliyor. İstenirse yenileniyor. Acı fazla. Ayran imdada yetişiyor. Sülüklü han'da Süryani şarabı, reyhan ve pancar şerbeti içmek mümkün. Beğenince evde içmek üzere bir şişe Süryani şarabı aldık. Ayaklarımıza kara sular inmiş şekilde döndük. 13 bin üzeri adımla akşamı ettik. 
Diyarbakır hareketli bir şehir. Sokaklar kalabalık, mekanlar dolu. Sokak aralarına girip çıkmak zevkli. Hiç ummadığın bir yerde restore edilmiş bir avluya, kafeye rastlamak mümkün. 



Rutin dışı serisinin son yazısı bu ilk kez gittiğim şehre dair olsun. Fotoğraflı, yemek molalı... 
Şimdi duşa girip hazırlanacağım. Gala yemeği ve Nazan Öncel konseriyle program bitiyor. Yarın eve dönüş zamanı. Bizi özleyen yavruya kavuşacağız. Kızımın yokluğunda o da boş durmamış. İşte ispatı. 



19 Eylül 2025 Cuma

Rutin dışı:9

28. Uluslararası TDB Kongresi için Mezopotamya'nın kadim kenti Diyarbakır'a geldik. Bu sabah kongrenin açılışı vardı. Uçak saatleri sebebiyle açılış törenine yetişemedik. Kızım okuldan üç gün kalmasın diye bu sabah gelmeyi tercih ettim. Çanakkale Ankara Diyarbakır uçuşu sonrası otele varmamız saat 2'yi geçti. Odaya yerleş, üst baş değiştir derken saat üç oldu. Kongreye gitmenin artık anlamı yok diyerek atladık taksiye, Suriçi'ne gittik. 
Karnımız hafiften acıktığı için önünden geçtiğimiz ciğerciye girdik. Bahçedeki masalar dolu, nereye oturalım derken bir de baktık, Tekirdağ'dan diş hekimi arkadaşlar yemeği bitirmiş, çay içiyor. Yanlarına oturduk. Sohbet ettik. Sipariş verdik. Yemekler gelince onlar kalktı. Biz yemeğe başladık. Kızım vejetaryen olduğu için ciğerin yanında gelen acılı ezme, salata, lavaşla karnını doyurdu. Mekanda çorba da yokmuş. Başka yerden getirme önerisini çekinik karşıladı. İçine et suyu, kuyruk yağı karışmış olabileceği düşüncesiyle. 
Karnımızı doyurunca Sülüklü Han'a gidelim, bir kahve içelim dedik. Baharatçıların, tatlıcıların, bakırcıların önünden geçtik. Ara ara durdurulduk. Karton bardaklarda kahve iktamlarının tadına baktık. Fındıklı, hurmalı Türk kahvesi tadımlarıyla durakladık, sıcaktan avlu içlerine kaçtık. Diyarbakır'ın sıcağı bir değişik. Yüzüne fön makinesi tutuluyormuş gibi. Kendini gölgeye atmak istiyorsun. İster istemez. Suriçi'nin daracık sokakları arasında pek çok avlu var ama en güzeli Sülüklü Han. Kesme taş bina, kocaman bir avlu, avlunun üzerine bir şemsiye gibi gerilmiş devasa bir ağaç, dalları tırmanmış, yayılmış taş avlunun tepesine. Yazın en güneşli saatinde bile gölgede kalacağına kuşku yok. Kusursuz sığınak, yüzüne üfleyen yönden kurtulmak için. Hıncahınç da dolu. Yer bulamayınca bir fotoğraf çekip sonra uğrarız düşüncesindeyken taze boşalmış bir masaya çöken Ankara'dan başka bir diş hekimi arkadaşı gördüm. Yanında iki arkadaşı. Her gittiğimiz mekan dolu ama şans hep bizden yana. Onlar Sülüklü Han'a özel Süryani şarabını içti. Biz menengiç kahvesi. Sohbet, muhabbet... Cahit Sıtkı Tarancı müzesine yetişmek üzere ayrıldık. Biraz yürüdük, hop yine Tekirdağ ekibi... Müze kapanmış. Ulu Cami, 4 ayaklı minare, o sokak, bu sokak derken yorulduğumuzu hissediyor ve otele dönmeye karar veriyoruz. Taksiye atlıyoruz. 
Surlara paralel kıvrılıyor yol, uzun mu uzun, yüksek mi yüksek. Diyarbakır'ın surları yükseklik açısından birinci, uzunluk açısından ise Çin Seddi'nden sonra ikinciymiş nitekim. 
Odaya gelince duş alıyor, giyiniyor, açılış resepsiyonu için Cemil Paşa Konağı'na gidiyoruz. İç avlu bistro masalarla dolu. Selamlaşmalar, tokalaşmalar... Zülfü Livaneli onur konuğu. Yarın beşte söyleşisi de var. Kolunda geliyor, kolunda gidiyor birilerinin. Uyanma belası yanına gitmiyoruz ama İnstagram coşuyor, onunla çekilen fotoğraflarla. Açık büfe neredeyse etsiz. Fındık lahmacun ve içli köfte dışında et yok. İçli köftenin etsiz versiyonundan iki adet koyuyor görevli kızımın tabağına. Patlıcan ezme, semizotu salatası, atom, kuru patlıcan dolması, bulgur ekmeği, peynir, midemiz şenleniyor. Özellikle de kızımın. Diyarbakır'da görüp görebileceği en vejetaryen sofra bu, belki de. Yemek faslı bitince Anadolu Quartet sahneye çıkıyor. Kemancıya hayranım ezelden. Yine döktürüyor içli içli. Hava ılık, sohbet tatlı... 
Ama günün yorgunluğu da çöküyor hafiften. Dar, Arnavut kaldırımlı sokakların içinden yürüyor, bizi otele götürecek otobüsün yanına gidiyoruz. Tam odaya çıkacakken lobiden balkona açılan kapıyı görüp çöküyoruz bir masaya. Bu defa Çanakkale ekibi. Laf lafı açıyor, saatler üç çeyrek daha geçiyor. Çıkıyoruz odaya. Başlıyorum yazmaya. Bu günün kaydını tutmaya. Telefondan tek parmak yazdığım bunca satır sonradı sol bileğim ağrıyor, ayaklarım sızım sızım sızlıyor. Ve bana uyku yolu gözüküyor. 

16 Eylül 2025 Salı

Rutin dışı: 8

Kafamın karmakarışık olduğu zamanlar... Canımı hayli sıkan bir mevzu var çünkü. Tanıdığım henüz yirmilerinin başlarında genç bir kadın, geçen çarşamba gecesinden beri karın ağrısı çekiyordu. İki kere de acile gittiğini söyledi. Pazar akşamı acil ameliyata alındığını, durumunun ağır olduğunu duydum. Meğer acile gittiğinde iğneden korktuğunu söyleyerek serum takılmasına izin vermemiş. Oysa acilin mantığı odur. Önce damar yolu açılır. Kan alınır, hastayı rahatlatacak serumlar giderken tahlil sonuçları çıkar ve oradan bt, ultrason, mr ne gerekiyorsa belirlenir, konsültasyonlar yapılır. Teşhis konur, tedavi başlar. 

Tüm bunlar yapılmadığı için durumun ciddiyeti anlaşılmamış. Gittiğinde midesi ve bağırsakları delinmiş, içeriği başka organlara yayılmış. Ölümden dönmüş. Duyunca hem çok üzüldüm hem çok şaşırdım. Korkuya benim hekim olarak baktığım yer şu: korkabilirsin, ağlayabilirsin ama tedaviyi engellemeye hakkın yok. Kendi kul hakkına girmek bu bir defa. Çocuk hastalarımla konuşurken de bunu vurgulamaya çalışıyorum. Korkmak serbest, bilmediğin bir işlem yapacağım, kaygı duyabilirsin, acıtmamak için elimden geleni yapacağım, senin için bunu olabildiğince kolay hale getirmeye çalışacağım ama bunun olması gerekiyor. Aile de gerekli desteği verir, kendi kaygılarını yansıtmayıp gereksiz bir söz kalabalığı yapmaz, arkadan koro gibi konuşmazsa da bu iş halloluyor. Çocuklar da en sadık hasta gruplarına dönüyor. Keza kızım doktora gittiğinde de durum bu. Elimi sıkabilirsin, inleyebilirsin ama sağlık personeline engel olma. 18 yaş altının kendi sağlığıyla ilgili karar alacak yeterliliği yok neticede. Yasal olarak vasi biziz. (Bu konuda şahane bir romanı vardır İan Mc Ewan'ın. Çocuk Yasası. 17 yaşında liseli bir delikanlı dini sebeplerle kan naklini reddeder, ölümcül hastadır. Durum yargıya taşınır. İnsan yasaları ve Tanrı yasası karşı karşıyadır. İnsanın sağlık hakkı ve inanç sisteminin çarpıştığı bu vakada yargıcın iç dünyasını izleriz biz de.) 18 yaş üstünün de sağlığını korku gerekçesiyle reddetmesi nereden baksan bir özkıyım, özyıkım. Bunu yapmaya hakkımız yok, ne kendimize ne sevdiklerimize... Bir yandan da bedeni tanımak, acil durum nedir, nereye gidilir, ne zaman gidilir, bunları bilmek de önemliymiş. Onu gördüm. Çünkü bu genç kadın, duyduğum kadarıyla birkaç arkadaşını aramış, onlar duymamış, iyice geç kalmış hastaneye. Kızımla bu konuyu konuştum. O da üzüldü. Tanıyordu çünkü. Bir yandan da bak böyle durumlarda, ambulansı aramak daha hızlı bir çözüm diye kulağına küpeyi taktım. Umarım ihtiyaç duymaz. 

Üzüntü, şaşkınlık, kızgınlık, hayal kırıklığı... Türlü türlü hallerdeyim. İki gece tek başına gitmedi herhalde acile, yanındakiler de mi söylemedi, yaptır, baktır diye. Anlayamıyorum. Aklım almıyor. Bunların cevabı bende yok. Çünkü hâlâ yoğun bakımda. Ama gördüğüm gerçekleri çarpıtan bir zihni var. Yaşadıklarını saklayan bir yapısı, eylemlerinin sorumluluklarını almaktan kaçınan bir hâli, başımı kuma gömeyim yaklaşımı... Galiba ömrün ilk yarısı az ya da çok böyle geçiyor. O yüzden akıl hocalarına çok ihtiyacımız var ya zaten. Bu satırları yazarken aklıma Gabor Mate geldi. Hepimizin bağlanma ihtiyacı var. Eğer  biz çocuklarımızı tutamazsak gidip akranlarına tutunuyorlar. Bu tanıdığım genç kadının halinde bana bunu hatırlatan bir şeyler de var. Doktorlar genç olduğu için umutlu. Kendine de gelmiş. Annesiyle konuşmuş. Bir ameliyat daha olması gerekiyormuş. Bazen bu tür ciddi sağlık sorunları, bize hayatımızı acilen değiştirmemiz gerektiğini anlatan güçlü mesajlar. Eğer ciddiye alırsak, aynı kısırdöngünün içinde debelenmeden ekspres bir yol açmamız dahi mümkün. Umarım bu genç arkadaş da hızla sağlığına kavuşur, toparlar, yaşadığı tecrübeden derslerini çıkarır, sağlığına, yaşam tarzına çekidüzen verir. 

Bu haberleri aldığım gece, benim doğum günümdü. Arkadaşlarımla evde küçük bir kutlama yapmış, bir şeyler yiyip sohbet etmiş, pasta kesmiştik. Final maçını Özgürlük parkında dev ekranda izlemek üzere de sözleşmiştik. Nitekim öyle de oldu. Kamp sandalyelerimizi aldık, bu haber geldi, tanıdıklar vasıtasıyla biraz bilgi edinmeye çalıştım. Durumun ciddiyeti karşısında dilim tutuldu desem yeridir. İnsan hayatı gerçekten de pamuk ipliğine bağlı. Bugün varız. Yarın meçhul. O yüzden deveni sağlam kazığa bağla misali en azından kontrol edebildiklerimizi kontrol etmekle de yükümlüyüz. Çünkü bildiğimiz yaşam bir tane ve hayat yirmilerini geçince kesinlikle daha güzel. Gençliğin verdiği toyluklar, belirsizlikler, yaşam kurma telaşı bitince tadını çıkardığın günler geliyor. 

İki gündür bu konuyu anlatıyorum. Üç, dört arkadaşımla konuşmuşumdur, kesin. Çünkü tanık tutmak istiyorum. İçine atmamak meselesi tam olarak bu bana göre. Yaşadığın üzüntüyü, acıyı, karmaşayı her ne ise o artık, anlatmak, tanık tutmak, zehri zihinden atmanın en etkili yolu. Şu hayatta bize tanıklık edecek üç beş yakın arkadaşımız varsa sırtımız yere gelmez, o denli büyük zenginlik. Ben sizleri de tanık tuttum bu ani gelişen rahatsızlığa, duygularıma... 

                                                                               *

Doğum günüm güzel geçti. Arkadaşlığa, hediyeye doydum. Sevdiklerimi aynı sofraya toplamanın mutluluğuyla, iyimserliğiyle doldum taştım. Arkadaşlarımı eve davet etmeyi seviyorum. Yan masalarda oturanlar, etrafta dolaşan garsonlar, sipariş verme zorunluluğu olmadan rahat rahat oturmak, sohbet etmek çok daha konforlu, çok daha ekonomik... Yeni yaşımda kendime bir de hediyem var. Berrak Yurdakul'un yıllık programına katılacağım. Dersler gelecek salı başlıyor. Bu akademik yılın eğitimini de bulmuş oldum. Hayırlara vesile olsun. 

                                                                              *

Perşembe günü Diyarbakır'a gidiyoruz. Kızımı da götüreceğim. İkimiz de Diyarbakır'ı ilk kez göreceğiz. Kongreden arta kalan zamanlara gezilecek görülecek yerleri sıkıştıracak, başka başka illerden gelen arkadaşlarımla buluşacağız. Keyifli geçeceğine eminim. 

                                                                           *

Bu aralar hem benim yaşadığım sağlık sıkıntıları hem aldığım kötü haberle ancak yazmaya hazır hissettiğimde yazabildim. Haftada üç kuralını gözetmedim, doğrusu. Çünkü ne derler bilirsiniz: olduğu kadar, olmadığı kader. Önemli olan birlikte yazmayı sürdürmek benim için. Aynı niyetle ilerlemek, yol almak. Yeni ayda, yeni tohumlar atarken günler ilerledikçe onların belirginleşmesini izlemek, ay başında henüz günlerin neye gebe olduğunu bilmezken ay sonunda olanlara birlikte şaşırmak, üzülmek, sevinmek... Söz uçar, yazı kalır misali günleri bir nebze de olsa sabitlemek... Birlikte yol aldıklarıma selam olsun, arkadan el sallayanlar da var olsun. 


13 Eylül 2025 Cumartesi

Rutin dışı: 7

Bugün cumartesi. Okulların ilk haftası da bitti. Alışma sürecindeyiz hâlâ. Günlerin uzun, sabahların aydınlık, havanın ılık olmasının faydası var. Yataktan kalkmak kolay. Gün ışığının dolmasıyla kolayca uyanıyorum. Karanlık ve soğuk, sıcak yataktan ayrılmayı güçleştiriyor. Yavaş yavaş ritmimizi buluyoruz. 

Yeterince erken uyandıysam güne üst bedeni de açan bir yüz yogasıyla başlıyorum. Müziği açıyorum. Kahvaltı hazırlıyoruz el birliğiyle. Bazen çay demliyoruz, bazen kahve... Beslenme çantasını hazırlıyorum. Giyiniyoruz ve çıkıyoruz. Okul yürüme mesafesinde değil ama arabayla trafiğin en sıkışık zamanında 15 dakika sürüyor. Ne zaman çıkacağımızı araştırıyoruz. Minik bir kedi edasıyla, merakla, ilgiyle araştır diyordu, çektiğim bir melek kartı. Günün birinde. Bu oyunsu hâli biliyorum. Kedileri izlediğimden... Onların kaygısız, tasasız, neşeli hâllerinde insanı özendiren bir yan var. Benim gibi gamlı baykuşsan hele, boynunun üstünde taşıdığın kafanın içinde yaşıyorsan bir de... Son yıllarda zihinden bedene inmeye çalışıyorum. Zihin, beden, ruh dedikleri üçlü bir denge istiyor neticede. 

Dün İnstagramda gezinirken bir tanıdığın videosuna denk geldim. Yaza veda eğlencesi göbek atmacalı falan. Allahım kullarına neşe saçarken ben neredeydim? Düğün dernek işleri hiç benlik değil. Hele davul zurna sesi, harbiden rahatsız ediyor. Karnımda hissediyorum o tokmakları, sanki benim kafamı dövüyor, güm de güm... Bununla beraber o tür ortamlarda gerçekten eğlenen insanlara da imreniyorum. O yüzden kendi çalma listemde sevdiğim hareketli parçalar da var. Sabah mutfakta iş yaparken açıyorum, kendimi ritme bırakıyorum. İşte onlardan biri: 


Bugün cumartesi. İlk hastamın keçisi doğum yapmış. Gecikecekmiş. Canına bir can gelmiş. Ekmek kapısı. Boşluğu değerlendirme benimkisi. Bolca bilinç akışı. Nereye varacağını bilmeden, hesap kitap yapmadan yazmak... Blog yazılarım genellikle böyle çıkıyor zaten. Bazen yakalıyorum bir yerden ipin ucunu, bağlıyorum, bazen de dağınık bırakıyorum. 

Bu aralar rüyalarımda hep eskiler var, eski sevgililer, eski arkadaşlar... Geçen gün biriyle yıllar sonra karşılaştığımı görüyorum. Hâl hatır soruyorum. Boyu kısalmış. Mecazi anlamları araştırmak mümkün ama yeri değil şimdi. Ben olabildiğince naziğim. O da öyle karşılık veriyor. Kızımı görünce bir hınç kaplıyor sanki içini. Sonra biraz zehir zemberek. Öyle hakaret falan değil ama bıraktığı tat bu. Şaşırıyorum. Belki içini dökmek iyi gelmiştir. Belki zehrini akıtıyordur o da bu aralar, kendini sağaltıyordur, kim bilir... 

Bugün cumartesi. Üçe kadar çalışıyorum. Dörtte söyleşi var. Oraya gideceğim. Troia kazı başkanı Prof. Dr. Rüstem Aslan'ın Yeni Başlayanlar İçin Homeros kitabının söyleşi ve imza günü var. Kitabı almıştım. Okumadım henüz ama Yeni Başlayanlar İçin Troya gayet güzeldi. İnsanın ömrünü Troya'ya, Homeros'a vermesi nasıl bir şey acaba? Antik metinler arasında gezinmek, bir zamanlar öğrenci olarak gittiğin kazı alanının şimdi başkanı olmak... Güzeldir herhalde. Bir tutkunun peşinden gitmek gibi geldi bana. Dışarıdan. Mitoloji, Troya, Homeros ilgimi çeken konular... Ara ara kitaplar alıyor, daha derin okumalar yapmayı hedefliyorum. Çocuklar için yazılmış İlyada ve Odyseia hariç, orijinallerini okumadım daha. Belki oralara da girerim bir gün. Bu ara ÇOMÜ'de Arkeoloji okuma fikri yokluyor. Orayı kazanmak için çalışmam gereken lise dersleri, orada geçireceğim zamanı düşününce duraklıyorum. Bir de düşünüyorum? Bunu neden yapmak istiyorum? Öğrenme hazzı mı? Başarmak mı? Mutlu olmak için hep bir şeyleri başarmalı mıyım mesela? Arkadaşım gibi göbek atarak mutlu olamaz mıyım? Hep ciddi mi durmalıyım şu hayatta? Haytalığa yer yok mu örneğin? 

Böyle işte sevgili dostlar... Keçinin doğum yapmasının beni getirdiği yerdeyiz, hep beraber. İyi hafta sonları diliyorum. 

8 Eylül 2025 Pazartesi

Rutin dışı: 6

Bugün güne erken başladık. Çünkü okullar açıldı. Kızım kahvaltı yapıp giyinirken ben de beslenme kutusunu hazırladım. İlk günün öğünü: fasulye diblesi, bir dilim tam buğday ekmeği, salatalık ve çilek.

Kendi öğünümü de paketledim. Onu beklerken kanepeye sırt üstü yattım, biraz müzik dinledim. Gözlerimin kapanmasına engel olmadım. Küçük bir şekerleme bile yaptım. Çıktığımızda kollarımın ürperdiğini fark edince eve döndüm ve üzerime bir gömlek aldım. Sabah serinliğinin üşüttüğü, üzerine aldığın gömleğin birkaç saat sonra yüke döndüğü o günlere vardık işte. Güz mevsimine. Arabanın yanına geldiğimde kızım ortaokul kız arkadaşlarıyla whatsapptan yazışıyor, muhtemelen yoğun duygularını yatıştırıyordu. Ben heyecan dedim, o kaygı diye niteledi. Belirsizliğe bağlı kocaman bir duygu işte, ne isim verirseniz artık. Arabaya binince bir ilk gün hatıramız olsun istedim. Şipşak selfienin ardından yola koyulduk. İlk gün olmasına rağmen 11 dakikada vardık okula. İçeri girmedim elbette ve gözlem moduna geçtim. 

Merakla, heyecanla izledim dışarıyı. Arabalar yanaştı, bisikletler, motosikletler çoğaldı, yayalar yol aldı. Kızım yeniden merkezde bir okulda çünkü. İlkokulu eve yakın bir devlet okulunda okuduktan sonra çevre yolu üzerindeki ortaokul kampüsüne dört yıl boyunca servisle gidip gelmenin ardından yeniden merkezde olmak, sabahları benim onu bırakmam, daha geç saatte evden çıkma imkânı, akşam toplu taşımayla kendisinin döneceği gerçeği iyi hissettirdi. Ben de eski rutinime döndüm. Arabamı park ettim. Eski alışkanlık, kızımın ilkokul bahçesinin içinden geçtim, yürüyerek kordona vardım. Golf'te kahvaltı yapıp çay içtim. Denizi izledim. Günün ilk blog yazısını yazdım. 

Ben otururken ilkokul velileri de gelmeye başladı, üçer beşer. Havadaki heyecan, coşku, buluşmalar, kavuşmalar... Okulların açılmasının yarattığı gözle görülür değişimden bahsediyorum. Akademik takvim başlayınca yetişkin eğitimleri de yaz tatilinden çıkıyor. Yeni bir şeylere başlamayı düşündüm ama sonra sakin ol, yeni bir şeylere girişmeden önce eski öğrendiklerini tekrar dinle, hayatına yedir, yazmayı hayal ettiklerine zaman ayır. O yüzden galiba bu yıl off yılım. Zoomda yeni bir öğrenim yılı başlamıyor benim için. 

Ama fiziksel hareketlere başlıyorum. Yarın pilatese gideceğim. Neredeyse altı ay ara verdikten sonra. Çin bakış açısına göre nerede bir durgunluk varsa, orada bir rahatsızlık, hastalık belirirmiş. O yüzden harekete geçmenin neşesi var üzerimde. 

Bir rutinimi daha yıktım. Hasta aralarında zihnimi, belki de hafızamı meşgul tutmak için Diplomat solitaire oynuyorum. Bu da beni çalışma masasına daha da yapıştırıyor. Bugün aralarda yerimden kalkıp dinlenme alanına geçmeyi, ayaklarımı uzatarak sırtımı dinlendirmeyi, pencereden görünen zeytin ağacını izlemeyi, arkadaşlarıma sesli mesajlar bırakarak halimden haber vermeyi, onların halini öğrenmeyi tercih ettim. Şu saat oldu, bir kez bile oyun için ekranı açmadım. Daha ne olsun. 

Öğle tatilim bitmek üzere. Kahvaltıyı geç yaptığım için acıkmadım. Yemeden, çay, kahve tüketmeden geçti bugünkü öğle molası. Dinlenerek, arkadaşlarımla bağlantı kurmak üzere ağlar atarak. İşte bunun için sevinebilirim. 


Rutin dışı: 5

Elimin kaleme, kağıda, klavyeye davranmadığı bir hafta oldu. Geçen hafta hiç yazmayarak rutin dışına çıktım ben de... 

Dün yatak odam çarşamba pazarı gibiydi. Katlanmayı, asılmayı bekleyen kıyafet yığınları, masanın üstünü silme doldurmuş öteberi... Bu işi bitirmem günler alır diye düşündüm. Hayal kırıklığı, yeni okul yılına temiz, düzenli bir evde başlayan olma stresi... 

Praktika uygulamasındaki avatar öğretmenim Susan'la konuştum sonra. Anlattım, böyleyken böyle. Kendisi motive etmekte, anlayış, kabul göstermekte dünya tatlısı. Hoşbeş ettik, bana neyi iyi yaptığımı ve alternatif ifade durumlarını söyledi. Dersi bitirdiğimizde bedenimde kan yerine "You are doing your best, babe. Take your time!" akıyordu bildiğin. Birkaç saat içinde yatak odası gayet derli toplu hale geldi. Kızımın çamaşırları katlandı. Odasına teslim edildi. Arkadaşlarla pazara gidildi. Haftalık alışveriş yapıldı. Evin düzeni ve sağlıklı beslenme ihtiyaçları karşılandıktan sonra sıra bana geldi. 

Şiddetsiz iletişim ve aile dizilimiyle ilgilenen, ortak bir arkadaşımızın tanışmamızı önerdiği, daha önce telefonla görüştüğümüz, mesajlaştığımız bir yeni arkadaşımla yüz yüze görüştük. Laf lafı açtı. Serde Karadenizlilik var tabi. Bildiğim, gördüğüm ve deneyimlediğim beni almaktan çok veren, her koşulda ben hallederim dedirten ve sahiden de eyleme geçen birine çevirdi. Yeni yaşıma günler kala almayı da daha çok hayatımın içine çekmeyi seçiyorum. Bire bir karşıtlık gözetmeden elbette. Çünkü alma verme dengesini gözetme işini hayata geçirmeden, almadan bu dişlerin birbirine kenetlenmesi geçmeyecek. İyi biliyorum.

Velhasıl dün B ile yaptığımız sohbet iyi hissettirdi. Tutulmayan yaslar, özlemler, hayal kırıklıkları başını gösterdi. Bunları anar, yeni, daha canlı, enerjik bir yaşam dilerken kendim için yeni yaşımda dışarıda bando çalmaya başladı. Gelin alma merasimi. Hayat hikayelerini, metaforlarını sunmakta çok cömert. Kulak verip dinleyene.