13 Mayıs 2024 Pazartesi

Geçmiş Zaman Çileleri üzerine söyleşi

TDBD 211. sayı için meslektaşım Emre Harbalıoğlu ile gerçekleştirdiğimiz söyleşi:


Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?

Marmara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nden 2000 yılında mezun oldum. Çanakkale merkezde kendime ait muayenehanemde serbest diş hekimi olarak çalışıyorum. Çanakkale Dişhekimleri Odası üyesiyim. Odanın çeşitli organlarında görev aldım. Geçen dönem odamızın yönetim kurulunda genel sekreterlik görevini üstlendim. Aramıza yeni katılan iki meslektaşımızla bir dönem daha yönetim kurulunda çalışmaya devam edeceğiz. Bunların yanı sıra kent genelinde sürdürülebilir yaşam, ekoloji, masallar ile ilgili çeşitli sivil topluluklarla birlikte gönüllü çalışmalar yürüttüm. Şu sıralar çalışmalarımı Çanakkale Kent Konseyi Kadın Meclisi Yürütme Kurulu’nda sürdürüyorum. Yetişkinler için öykü yazarak başladığım edebiyat alanında çocuklar için de eserler vermek istediğim için Çocuklar İçin Felsefe Eğitmenlik Eğitimi aldım. İstanbul Üniversitesi AUZEF önlisans Çocuk Gelişimi programından mezun oldum. 2021 yılında ilk çocuk kitabım “Pelin ve Küçük Dostu Karamel” yayımlandı. Bu konuda da muradıma erdim diyebiliriz.

Öykü yazmaya ilk ne zaman başladınız?

Geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz usta yazar Mario Levi’nin öğrencisiyim. Kendi kendime yaptığım karalamaları, iç dökmeleri daha iyi metinler haline getirebilmek arzusuyla 2006 yılında onun yaratıcı yazarlık atölyesine katıldım. İlk ürünlerimi de o atölyede ortaya çıkardım.

Öykülerinizi kitap haline getirmeye nasıl karar verdiniz? İlk kitabınız ne zaman çıktı?

2013 yılında kurmacabiyografiler adlı bloğumda yazmaya başladım. Burada yazarlarla söyleşiler yapmaya, kitap tanıtım yazıları yazmaya başladım. Yazdıkça ürettiğim içeriklerin pekâla başka yayın organlarında da yayımlanabilecek nitelikte olduğunu fark ettim. Böylece öykülerim, değerlendirme yazılarım, yaptığım söyleşiler yayımlanmaya, okur ve yazar arkadaşlarımdan geri dönüşler almaya başladım. Belli bir öykü toplamına ulaştığımda onları bir kitap bütünlüğünde görme arzusu duydum. Dosyamı çeşitli yayınevlerine göndermeye başladım. İlk kitabım “Lodos Çarpması” 2015 yılının aralık ayında NotaBene Yayınları tarafından yayımlandı. Sonrasında yazmak konusunda aceleci davranmadım. İlk kitabın üzerine çıkmak için öykünün teoriği üzerine kafa yordum. Okumalarımı yaptım. 2020 yılında ikinci öykü kitabım “Kendisiymiş Gibi” yayımlandı. Dördüncü kitabım geçtiğimiz aylarda yayımlandı. Yolculuğum sürüyor.

Mesleğiniz, karşılaştığınız hastalar öykülerinizde size ilham veriyor mu?

Bu sıklıkla karşılaştığım bir soru. Çok net bir şekilde hiçbir hastamın ya da arkadaşımın benimle paylaştığı kişisel hikâyesini öyküleştirmediğimi söyleyebilirim. Bir olayın başlı başına ilginç ya da etkileyici olması, beni öykü yazmaya çağırmıyor. Genellikle ilhamı yaratan şey, bir söz, bir duygu, bir mimik, okuduğum kitaplar, izlediğim filmler oluyor. Yazmaya başlamak için kimi zaman adına ilham denen küçük tetikleyiciler olsa da ilhamdan çok çalışmaya inanıyorum. Kimi zaman yazdığım eski öyküleri şimdi yazsam nasıl yazardım sorusunun peşine düşüp yepyeni, bambaşka öykülere varabiliyorum.

Çocuk okura hitap etmenin zorluklarından bahseder misiniz?

Günümüzün en büyük problemi odaklanmak sanırım. Dikkatimiz sık sık cep telefonumuzdan gelen bildirimlerle bölünüyor. Çocuğu, genci, yaşlısı oradan gelen çağrıya kayıtsız kalmakta zorlanıyoruz. Bunun yanı sıra bugünün çocukları, görsel uyarandan yana zengin bir dünyanın içinde. Örneğin bizim kuşak, yeni bir şey öğrenmek, ders çalışmak için yazılı metinlere başvurur, bir öğretmenden ders dinlerdi. Şimdi videolar, uygulamalar aracılığıyla sesli, görsel içeriklere ulaşmak mümkün. Bu zenginliğe alışan çocuğun beğenisi de değişiyor haliyle. Onu yakalamanın tek yolu, ona hitap eden iyi bir hikâye anlatmak. Merak duygusu uyandıran, duygular yaratan, akıcı ve yalın bir dille yazılmış sürükleyici bir hikâyeye kayıtsız kalmak güç. Bir yerde kitap okumayı sevmeyen bir çocuk varsa, henüz beğenebileceği türden bir kitapla karşılaşmamış olabilir.  Ya da kitaplarla geç tanışmıştır. İlkokula başlayana kadar ebeveynleri tarafından kendisine kitap okunmamış çocuğun kitaplara dair algısı elbette farklı. Kitabı doğal olarak bir tür eğitim nesnesi olarak görüyor, aşılması gereken bir güçlük… Öğretmenlerin kimi tutumları da bunu pekiştiriyor. Örneğin kitapların içinden zorla özet çıkartmak, belirlenmiş soruları yanıtlatmak… Bunlar özünde iyi niyetli çabalar olsa da çocuğu kitaba ve okuma eylemine yaklaştırmıyor. Çocukların eğlenmek, gülmek, okuma hazzı hissetmek için seçim yapma hakkına sahip olması gerekir. Bu sayede bir kitabın da aynı izlediği çizgi film, oynadığı bilgisayar oyunu gibi bir hikâye sunduğunu fark edecek ve okumayı sevecektir. Biz çocuk kitabı yazarlarına düşen ise öğretici olma sevdasına düşmeden, yalın, akıcı bir dille güzel hikâyeler yazmak.

Bize yeni projelerinizden bahseder misiniz?

Son öykü kitabım “Geçmiş Zaman Çileleri” henüz yayımlandı. Biraz ara vermeye, dinlenmeye, yeni hikâyeler biriktirmeye ihtiyacım var. Büyük olasılıkla kısa öykü yazmayı sürdüreceğim çünkü öykü türünü seviyorum. Bunun yanı sıra çocuklar için bir roman yazmayı arzuluyorum. Kızıma bu konuda verilmiş bir sözüm var.

Yazarlığa başlamak isteyen, düşünen meslektaşlarımıza tavsiyeleriniz olur mu?

Bugün yazmak isteyenler için düzenlenen çok sayıda yüz yüze ve çevrimiçi atölye var. Her sanat dalı gibi yazarlık da öğretilebilir. Türün iyi örneklerinin irdelendiği, kimi tekniklerin izah edildiği atölyeler ufuk açıcı. Geçireceğiniz zevkli saatler de cabası. Ancak yazar olmanın tek yolu var o da yazmak.  İyi bir okur olmak, bolca temrin yapmak, yazdıklarını paylaşmaya cüret etmek, onları dergilere, yarışmalara göndermek, dergilerden, yarışma jürilerinden yanıt almamaya, reddedilmeye hazır olmak, seni henüz fark etmeyen dünyaya küsmeden yazmaya devam etmek.


9 Mayıs 2024 Perşembe

Bir Büyüme Hikâyesi: Hortum Akıllı

 

İnsan beyni, milyarlarca sinir hücresi ve bu hücreler arasındaki bağlantılardan oluşmaktadır.  Bu bağlantılar sayesinde dünyayı algılarız, duygularımızı işleme alır, etrafımızda olanı biteni öğrenir, problem çözme becerileri ediniriz. Bu bağlantılar hepimizde aynı şekilde değildir. Tıpkı parmak izlerimiz gibi farklılık gösterir. Parmak izlerimizin aksine neredeyse hayatidir. Çünkü davranış kalıplarımızı, öğrenme şekillerimizi, çevreyle ilişkilerimizi bu bağlantılar belirler. Pek çoğumuz sarılmaktan hoşlanır, kolaylıkla okur, etrafımızdaki gürültülü dünyaya tahammül ederiz. Bağlantılarımız sayesinde, hem de çabasızca.

Oysa başkalarının ona dokunmasına katlanamayan, yüksek seslerden rahatsız olan, dikkati kolayca dağılan, günlük hayattaki değişikliklerden hoşlanmayan, arkadaş edinmekte güçlük çeken bireyler vardır. Onları normal/anormal olarak kategorize etmemek ancak bu farklılığın beyinlerinin farklı gelişmesinden veya çalışmasından, yani nöroçeşitlilikten kaynaklandığını bildiğimizde mümkün.

Nöroçeşitliliğe sahip bireyler, tüm gelişimsel ve davranışsal dönüm noktalarına çoğu insan için standart olan zamanda ulaşamazlar.  Günlük hayata uyumları,  beyinleri tipik şekilde çalışan ve gelişen bireylere nazaran daha güçtür. “Beceriksiz”, “uyumsuz” gibi takılması olası etiketler ise durumu yalnızca daha da güçleştirir. İşte bu yüzden hepimizin insan beyninin her koşulda aynı çalışan bir makine değil, bir ekosistem olduğunu anlamaya ve kabul etmeye ihtiyacımız var. Bir başkasının hayatını, deneyimini yargılamadan önce, onun ayakkabılarını giymeye, onun geçtiği yollardan, sokaklardan, dağlardan, ovalardan geçmeye, hüznü, acıyı ve neşeyi tatmaya, onun geçtiği senelerden geçmeye, onun takıldığı taşlara takılmaya ihtiyacımız var. Bir başkasının hayatını bire bir deneyimlemek normal koşullarda pek de olası değil. Bu deneyime en yaklaştığımız yer, kurgusal kahramanların hayatlarına baktığımız filmler ve kitaplar…

 

Bunca girizgâhın sebebi, bana tam da bu türden bir deneyim yaşatan bir gençlik romanı. Cat Patrick tarafından yazılan, Seda Ateş çevirisiyle Türkiyeli okurun karşısına çıkan Can Çocuk’tan yayımlanan “Hortum Akıllı” nöroçeşitliliğe sahip on üç yaşındaki Frankie’nin ağzından anlatılan etkileyici bir roman.

Roman, anlatıcı Frankie’nin hortumlara dair doğru bilinen yanlışları anlatmasıyla açılıyor.

“Eğer hortumun biri ortaokula gitseydi, öbür çocuklar ona tuhaf tuhaf bakarlardı. Rehber öğretmeni, davranışlarının ‘kestirilmez’ olduğunu söylerdi. Annesi, çıkıntılık yapmamasını, diğer hortumlarla aynı yöne gitmesini tembih ederdi. Ama belki de uyumlu olmak hortumun hiç de umurunda değildir, bu pek arkadaşı olmayacağı anlamına gelse bile.

Bunu anlayabiliyorum çünkü benim de bir arkadaşım vardı, ama şimdi yok. Anlaşılması güç.

Onunla bir hortum esnasında tanıştım.”

Frankie, bu girişin ardından anaokulunun ilk haftasında oluşan şiddetli hortumu, okul bahçesinde yaşanan paniği, o gün tanışıp arkadaş olduğu Colette’i anlatır ve sözü bugüne getirir. Olayın üzerinden 7,5 yıl geçmiştir. Colette ile arkadaşlıkları biteli iki ay olmuştur. Colette kaybolalı ise yalnızca birkaç gün. Colette’i son gören kişi, Frankie’dir ancak son görüşmeleri pek de arkadaşça geçmemiştir. Collette, bir gece ansızın gelmiş ve Frankie’nin ikiz kızkardeşi Tess de dahil olmak üzere üçünün oynadığı “Doğruluk mu? Cesaret mi?” oyununu belgelemek üzere kullandıkları, Frankie’nin sakladığı özel defteri istemiş, sonra da kayıplara karışmıştır. Genç kızı son olarak gören tüm arkadaşları gibi polis merkezinde sorgulanan Frankie, polisin dikkatini çekmeyen ayrıntıları fark eder ve gerçeğin yani arkadaşının nerede olduğunun peşine düşer.

Roman kayıp kızın aranması, Frankie’yle küslüklerinin nedenleri, Frankie’nin ailesiyle ve çevresiyle yaşadığı güçlükleri aktararak ilerler. Her bir bölümün ismi hortumlarla ilgili bir gerçeğe tekabül eder. Frankie gerçek bir hortumseverdir. Bu bölüm isimleri ve Frankie’nin hortumlara dair açıklamaları boşuna değildir. Frankie’nin yaşadığı nöroçeşitliliği okura daha güçlü geçirmek üzere kullanılan bir metafordur, hortum. Frankie’nin zihninin içi, bir hortumun içi gibidir. Davranışları, yakın çevresi üzerinde yıkıcı etki yaratır kimi zaman. Kız kardeşi Tess, ılıman, güneşli bir gökyüzüyken, Frankie döne döne gelen, döndükçe büyüyen hortumun ta kendisidir. İki kız kardeş arasındaki zıtlık, nörotipik bireyler ile nöroçeşitlilik sahibi bireylerin yaşantılarını izah etmeksizin gözler önüne serer. Frankie’nin yaşadığı iç çatışmaları, suçluluk duygusunu yansıtır. Frankie’nin güçlü yönü, herkesin gözünden kaçan ayrıntıları kolaylıkla fark etmesidir. Değişiklikten hoşlanmayan Frankie için rutini bozan her bir ayrıntı bir şimşek kadar güçlü ve belirgindir, gözden kaçması imkânsız. O, tüm bu ayrıntıları, bir hortumun önüne geleni içine çekmesi gibi alır. Polisle de paylaşır. Emniyet güçleri, onun uyarılarını ciddiye almasa da, o Colette’in bıraktığı, yalnızca kendisinin çözebileceği ipuçlarını toplar ve peşine düşer. Tess de arama sürecinin bir parçası olur. Bu sayede yıpranmış kardeşlik ilişkileri de düzelmeye başlar. Bir yandan Colette’in kaybolmasına dair gizem giderilirken bir yandan da Frankie’nin büyüme, olgunlaşma hikâyesi takip edilir.

Birinci tekil şahıs anlatımı sayesinde dikkat eksikliği, duyusal işlem bozukluğu yaşayan bir bireyin yaşadığı karmaşanın, duyguların, çatışmaların, terapiye, kullanması gerekli ilaçlara karşı duyduğu hoşnutsuzluğun okura başarıyla geçtiği bir roman, “Hortum Akıllı”. Arkadaşlığa, kız kardeşliğe, affetmeye, büyümeye, kendin olabilmeye dair bu güçlü ve içten hikâyeyi gözden kaçırmayın.


                                                                                                                           

                                                                          

Hortum Akıllı

Cat Patrick

Çeviri Seda Ateş

Yaş 12-13-14-+

Can Çocuk

                             

* Bu yazı 6 Mayıs 2024 tarihinde Parşömen Fanzin'de yayımlanmıştır.                                                 

 

8 Mayıs 2024 Çarşamba

Bahar dayandı kapıya

Sabah aydınlığa uyanmak neşesi diye bir şey var. Bunu tanımlayan tek bir isim, tek bir duygu yok ama bence olmalı. Düşünsene kara kıştan çıkmışsın. Aylarca alarmın sabahın kör karanlığında bağırmış çığlık çığlığa. Üzerine bir sabahlık ya da hırka giymeden yataktan çıkamamışsın. Yükümlülükler seni ayağa dikmeye zorlarken sen sıcak yatağını terk etmek ve içine büzülmek arasında gidip gelmişsin. Bedenin, ruhun hantal, iş görmek istemezken gözlerini açtığında gün ışığının çoktan odana dolduğu aydınlık günlere kavuşmuşsun. Papatyalar incecik boyunlarını uzatmış, sarı beyaz parlamakta. Katırtırnaklarıyla kavuşamamışsın henüz ama biliyorsun, kokularını salıyorlar havaya. Narin gelincikler çoktan kızarmış,  uzun, yeşil çayırlar arasında birer desen gibi yatmakta... 

Yani arkadaşım bahar dayandı kapıya. Uyanmamak mümkün değil. İlle uyanacak içinde bir şeyler, tomurcuk açacak. Etrafında uyanan doğaya kayıtsız kalamayacaksın. Uyanış seni de çağıracak. Hem de bangır bangır. 

Bende neler mi değişti baharın gelmesiyle. Anlatayım. Üzerime ağır bir battaniye gibi serilmiş ertelemek havalandı örneğin. Eskiden eve gelir gelmez atardım kendimi koltuğa, bütünleşirdim neredeyse. Ev işleri pazara sıkışırdı her defasında. Bak şimdi ufak ufak yapıyorum, her gün bir şeyler. Oflamadan puflamadan 6.30'ta uyandım misal. Yazıp yollamam gereken kısacık yazı havalandı  elektronik posta kuşuyla. Çay yaptım kızıma. O balkonda içti, ben bir dilim ekmek ve peynire katık edip yuvarladım. Tavuk haşladım sonra. Tavuklu nohutlu pilav demini almakta. Saat 8.25 daha. Salon derli toplu. Sandalye sırtındaki bir polar, bir yağmurluk, antredeki dolaba asılacak, hemen şimdi. Akşam karşılamayacak beni aynı yerde. Çamaşırlar katlanacak, yenileri yıkanacak, öyle sünmeden, sündürmeden. 

Ertelemek çok büyük bir başlık biliyorsun. Öyle sadece sıkıcı ev işleri ertelenmiyor. Bir bakıyorsun, arkadaşlarla buluşmak da ötelenmiş. Büyük market alışverişleri, bedenin hareket ve sağlık ihtiyaçlarını gidermek, kitap okumak, yazmak... Bir yerlerden başlamak gerek, biliyorsun ama kış karanlığı seni içine çekiyor. Böyle yazmak, bunu pekiştirdikçe pekiştirmek, koca bir mevsimi çöpe atmak, onun keyiflerinden mahrum kalmak da doğru gelmiyor. Kış benim için biraz daha dinlenmeli, yavaşlamalı geçiyor sanırım. Bu durağanlığın ardından daha hareketli, eylemli günleri kutlama diye okunmalı belki de bu satırlar. Yani koca bir mevsimi karalama değil, onun sağladığı nadasın ardından gelen ödülleri kutlama satırları bunlar. Neler var kutlama listemde, bakalım: 

Haftalar önce okuduğum Hortum Akıllı romanı hakkında yazdım. Parşömen'de yayımlandı. Çocuk ve ilk gençlik kitaplarının iyimser bir yanı var. Bünyeyi mahrum bırakmamalı. 

Bu hafta evde üç yemekli misafir vardı örneğin. Pazar kahvaltısı, pazar akşamı balık, hafta içi bir akşam da şehir dışından gelen arkadaşlarla spontan bir akşam yemeği. Sohbetli, rakılı, şaraplı, kahkahalı, iyi anılar bırakan türden. 

Dün ilk kez televizyon yayınına katıldım. Çanakkale'de faaliyet gösteren yerel bir kanalda Kent Söyleşileri başlığı altında kentin sanatçılarıyla, bilim insanlarıyla, konusunda uzmanlarla buluşup sohbet eden Öznur Doğangün'ün konuğu oldum. Yazmaya nasıl başladığım, süreci nasıl ilerlettiğim, kitaplarımın yayımlanma süreci vb konuları konuştuğumuz sohbet nasıl başladı, bitti anlamadım. Canlı yayın gibi tek seferde sohbet ettik, çekimi tamamladık. Önümüzdeki haftalarda yayımlanacak. Kalbim pırpır. 

Gelecek hafta sonu üç günlük bir yoga kampına katılıyorum. Hayatımda ilk kez. Deniz kenarında çam ağaçlarının arasında gerçekleşecek kampa kızımla katılacağız. Hava izin verirse denize bile gireriz diye hayal ediyorum. TNT'deki evini yenileten ya da emlak arayan Amerikalılar gibi diyecek olursam, kendimi ağaç altında şezlongta yatmış kitap okurken hayal edebiliyorum. Hedefim yoga ve meditasyonun yanı sıra en az iki kitabı bitirmek, güzelce dinlenmek, rahatlamak... 

Güçlü bir niyetim daha vardı. Hareketsizliğe alışmış bedenimi yoga kampından en az bir ay öncesinden uyandırmaya başlamak... Bak bunu eyleme çeviremedim daha. Kampa kaldı şunun şurasında on gün. Ama eski deyişi hatırlamalı. Bir ağaç dikmek için en iyi zaman yirmi yıl öncesiydi. İkinci en iyi zaman şimdi. O halde kendimi bugünden itibaren her gün 20-30 dakika arası yürümeye davet ediyorum. 

30 Nisan 2024 Salı

Huzurlu Yaşam İpuçları: 18

www.nonviolentcommunication.com web sitesi Şiddetsiz İletişim ile ilgili Türkçede kaynakların sınırlı olduğu günlerde, ücretsiz belgelerinden sıklıkla yararlandığım bir dijital platformdu. Halen seyrek aralıklarla devam ettiğim Şefkatli Ebeveyn Günlükleri’nin ipuçlarını oradan alıyorum örneğin. O günlerde hevesle üye olduğum bültenlerin her birinden gelen ipuçları kıymetli esasında ama günlük hayatın hızı içinde, İngilizce bültenlere ilgimi, dikkatimi vermek, okuduğumu içselleştirmek her zaman mümkün olmuyor. O yüzden buraya ara ara bir başka serinin, Mary Mackenzie’den Huzurlu Yaşam Meditasyonu çevirilerini paylaşacağım. Her ne zaman, hangisine rastlar ve okursan dilerim şifa olur, ilham olur ve seni dönüştürür.                  

                                                                                   *

"Kendini bulmaya karar ver; ve bil ki kendini bulan, mutsuzluğunu kaybeder."

                                                                                              Matthew Arnold

18. Gün: Şefkatli İletişimin İkinci Bileşeni Duygular


Birçoğumuza hissetmek yerine düşünmemiz öğretildi. Başkalarının nasıl hissettiğini düşünmemiz öğretilmiş olabilir, ancak çok azımıza kendimizi kontrol etmemiz - biriyle birlikteyken nasıl hissettiğimiz, bir şey yaptığımızda nasıl hissettiğimiz veya bir konuda daha iyi hissetmek için ne yapabileceğimiz gibi konularda nasıl hissettiğimizi fark etmemiz öğretildi.


Ötekini düşünmeye odaklanmak, kendimizle olan bağlantımızı azaltmış ve kendimizi inkâr etmemize katkıda bulunmuştur. Bu nedenle, insanlara duygularıyla bağlantı kurmalarını ve onları başkalarına ifade etmelerini önerdiğimde, bunun ne kadar zorlayıcı olabileceği karşısında şok oluyorlar.


Eğer duygularımızı ifade etmeye alışık değilsek, kendimizi savunmasız hissedebiliriz. Başkalarının tepkilerini düşünmeye alışkınsak, sadece duygularımızı fark etmek bile bunaltıcı olabilir.


Başlangıçta ne kadar bunaltıcı veya tehdit edici görünse ve kendinizi ne kadar savunmasız hissetseniz de, ödüller buna değer. Duygu dağarcığınızı genişletmeye başlayacak ve denemediğiniz zamanlarda bile bir şey hakkında nasıl hissettiğinizi fark etmeye başlayacaksınız.


Ardından, farklı kararlar almaya başlayacağınızı tahmin ediyorum - başkasının ne hissettiğini düşündüğünüzden ziyade hislerinize dayalı kararlar. Hatta hoşlanmadığınız şeyleri yaptığınızı ya da hoşlanmadığınız insanlarla vakit geçirdiğinizi bile fark edebilirsiniz. Kendi duygularınızın farkına varmak, yeni bir başlangıç olabilir.




 

"İlhama değil çalışmaya inanıyorum"

Geçmiş Zaman Çileleri üzerine Gizem Ardıç ile yaptığımız yazılı söyleşi bugün Edebiyathaber'de yayımlandı. Arşive almak ve paylaşmak için bloğa da alıyorum. 

Söyleşi: Gizem Ardıç

Tuğba Gürbüz ile Klaros Yayınları’ndan yayımlanan yeni öykü kitabı “Geçmiş Zaman Çileleri” ve öykülerin yazım sürecine dair konuştuk. 

                                     “İlhama değil çalışmaya inanıyorum”

Sizi öykülerinizle tanıyoruz. Geçtiğimiz günlerde yeni öykü kitabınız Geçmiş Zaman Çileleri  okurlarla buluştu. Kitapla ilgili sorularıma geçmeden önce yazı kaynaklarınıza, sizi besleyen unsurlara dair merak ettiklerimle söze başlamak istiyorum. Günlük hayatınızda insan hikâyeleri dinlemeyi sever misiniz?

Her ne yapıyorsak, bunun önemli bir parçası da dinlemek. Dolayısıyla odaklanarak, dikkatimi vererek, fark ederek dinlemeye özeniyorum. İnsanları dinlerken anlattıkları olaylardan çok ayrıntılar dikkatimi çekiyor. Vurguyu nereye yaptığı, neye benzettiği, kullandığı bir tabir, kelimelere eşlik eden beden dili… Tüm bunlar ilgimi çekiyor. Bununla beraber lafı çok dolandıranlara, sözü dönüp dönüp kendine getirenlere, sazı elinden bırakmayanlara da pek tahammülüm yok.

Farklı ülkelerde, şehirlerde, geçmiş dönemlerde geçen öyküleriniz var. Seyahat etmeyi sever misiniz? Seyahatlerinizin öykülerinizi beslediğini düşünüyor musunuz?

Eduardo Galeaono, Hikâye Avcısı kitabında Binbir Gece Masalları’ndan bir tavsiyeyi hatırlatır bize: “Çek git, dostum!  Her şeyi terk et ve çek git! Yayından çıkıp gitmeyen ok ne işe yarar ki? Odun olarak kalmaya devam etseydi, ud o ahenkli sesleri çıkarabilir miydi?” Seyahat etmek, çekip gitmenin yıkım yaratmayan yolu. İşlevsel de üstelik. Çünkü günlük hayatlarımızı sürerken dikkatimizi yaptığımız her bir eyleme bütünüyle vermiyoruz. Arabaya biniyoruz ve gideceğimiz yere varıyoruz. Arası koca bir boşluk… Seyahat etmek, bu boşlukları doldurmamızı sağlıyor bana kalırsa. Yeni bir yere gittiğimizde algımız, dikkatimiz keskinleşiyor. Bu da hikâye avlamayı kolaylaştırıyor.

Çanakkale’de oturuyorsunuz. Bildiğim kadarıyla burada yaşamış ya da yolu oradan geçmiş tarihi ve mitolojik kahramanlara meraklısınız. Öykülerinizi yazarken bunlardan etkilendiğiniz oluyor mu?

Çanakkale tarihi, mitolojik hikâyelerden, söylencelerden yana zengin bir coğrafya. Ben de ilk kitabımdan itibaren hikâyelerine yer veriyorum. Lodos Çarpması’nda yer alan “Akkız” öyküsü, Sarı Kız ve Hasan Boğuldu efsanelerinin bir tür yeniden yazımı örneğin. “Mevsim Kadar Sıcak Öpücükler” Fransız bir erin bakış açısından yazılmış barış çığlığı… Çanakkale’nin öykülere sızması doğal.  Kordonu baştan sona yürüdüğümde Aşıklar Tepesi sırtındaki 18 Mart 1915 yazısını, Kilitbahir yamacındaki “Dur Yolcu” şiirinin dizelerini,  Nusrat Mayın gemisini, Truva atını çabasızca görüyorum. Tüm bunlar Çanakkale Deniz Zaferi’ni, “Centilmenler Savaşı” diye bilinen Gelibolu yarımadasında süren kara savaşlarını, Truva Savaşı’nı anlatan birer sembol. Her gün onlara bakmak, yıllar içinde farklı katmanlarda, bilinç düzeyinde yeniden tanışmamı, anlamamı, yeniden yorumlamamı sağlıyor.

Geçmiş Zaman Çileleri adıyla ve kapağıyla da dikkat çekiyor. Kitaba bu başlığı verme nedeniniz nedir?

İlk kitabımda “Veda” adında bir öykü yer alıyordu. Birkaç okurdan, öykünün güçlü ve etkileyici girişine karşın ilerleyen sayfalarda bu çıkışı sürdüremediğine dair eleştiriler almıştım. O öyküyü yeniden yazma fikri hep aklımdaydı. Öyküyü nihayet yazdığımda kahraman, babasının cenazesiyle beraber geçmişinin de cenazesini kaldırmaya karar verdi. Dosyayı tamamlayıp kitaba isim verme aşamasına geldiğimde onun iç sesinden duyduğumuz “geçmiş zaman çileleri” tabirinin kitabın ruhuna denk düştüğünü fark ettim. Kitaptaki kahramanların, keza her birimizin ızdırabının sebebi öyle ya da böyle geçmiş deneyimler ve onları algılama, yorumlama biçimlerimiz.

Geçmiş Zaman Çileleri bir epigrafla başlıyor: “Açık kapı değildir hayat, yaşlılar bilir / Bir eşikten, aralıktan ne gördüyseniz odur.” Hüsnü Arkan, Nim

Bir röportajınızda yazım tarzınızı da bu dizelerle ifade etmişsiniz. Bunu biraz açar mısınız?

Benim için öykü, “geçerken gördüğüm şey”. Öyküyü kısa bir âna, kesite sıkıştırma eğilimindeyim. Daha çok söylemek, kapıyı ardına kadar açmak mümkün ancak benim tercihim bu değil. Okura içeride karşılaşacağı öykülerin tarzına dair bir ipucu vermek, bunu sevdiğim bir şairin dizeleri aracılığıyla yapmak yazarın oyun ihtiyacından başka bir şey değil.

Öykülerde metaforları, benzetmeleri ustalıkla kullanıyorsunuz. Böylece duygu, mekân ve karakterin okuyucuya geçmesi çok kolay oluyor. Bunlar üzerinde özellikle çalışıyor musunuz, yazarken kendiliğinden mi çıkıyor?

Her bir hikâyenin yazılma, ortaya çıkma şekli birbirinden farklı. Kimi zaman öyküler nerdeyse tek seferde çıkıyor, pek az düzeltme gerektiriyor ancak genel olarak çalışma şeklim bu değil. Yalnızca ilham geldiğinde oturup yazmak, bozuk bir saatin günde iki kez zamanı doğru göstermesi gibi bir şey. Dolayısıyla ilhama değil, çalışmaya inanıyorum. Öykülerin ilk yazım aşamasını bitirdikten sonra içeriği destekleyecek benzetmeler, metaforlar bulmak, öyküyü doğru ve yerinde bir finale vardırmak için gerekli eklemeleri çıkarmaları yapmak üzere çalışıyorum. Üzerinde durduğum bir diğer önemli unsur ise metni yazarın iç sesinden, kendi görüş ve düşüncelerinden sıyırmak.

Geçmiş Zaman Çileleri’nde iletişimsizlik teması hâkim. Özellikle baba – çocuk iletişimsizliğini, hiç didaktik olmayan bir yerden çok güzel anlatmışsınız. Uzun süredir gözlemlediğiniz bir konu muydu?

Toplumsal düzende erkeğin, kadının yeri, onlara dağıtılan roller, beklentiler, hepimizin doğduğumuz anlardan itibaren gözlemlediğimiz, gözlemlediğimizin farkına dahi varmadan öğrendiğimiz, içselleştirdiğimiz meseleler… Ben de ilk kitaptan itibaren bunların birey üzerindeki etkilerini yazıyorum sanırım. Çekilmez evlilikler, tükenmiş kadınlar, annelik, toplumsal roller, kişinin kendine ve içinde yaşadığı topluma yabancılaşması, durumların içinden çıkamayan, bir tür uyuşma, donma hâli yaşayan bireyler öykülerde yer alıyordu. Öyküler daha çok kadınların ve çocukların bakış açısından anlatılıyordu. Öyküler bitip dosya bütünlüğünde üzerinde çalışmaya başladığımda, bu kez bunun kaynağına yöneldiğimi;. erkekliğe, bireyleri, toplumu zehirleyen erkekliğe, kadının ve çocukların üzerine abanan ağırlığına, yokluğuyla açtığı boşluğa, büyüyemeyen erkek çocuklarına baktığımı fark ettim.

Son olarak; çok okurunuz olmasını mı istersiniz, size özel bir okur kitleniz olmasını mı?

Öykü türünde kalem oynatan bir yazar olarak çok okurum olma ihtimali pek yok açıkçası. Yazın yolculuğuma, her nereden yakaladıysa oradan katılan, yazdıklarımın onlardaki karşılığını paylaşma cömertliği gösteren okurlar ise mutluluk kaynağı. Yazarın varlığını mümkün kılan okurun varlığı neticede.


Ben bir erteleyici miyim?

Ayın son günü. Blogta üç eksik yazı var. O halde soruyorum kendime. Ben bir erteleyici miyim? 

Yanıt için ertelemek kavramına yakından bakmak gerek. Nedir? Ertelemek, bir işi yapmak için belirlenen zamanda yapmamak, geciktirmek demektir. Genellikle kişinin kendini motive edememesi, işin zor ya da sıkıcı olması gibi sebeplerle ertelemeye başvurulur. 

Yazmak benim için sıkıcı değil. Zor mu? Belki bazen. Nereden başlayacağımı bilemediğimde. Ama blog havadan sudan, kendimden, okuduklarımdan, düşündüklerimden samimiyetle konuştuğum bir mecra. Serbest kürsü bir nevi. Almışım elime mikrofonu. Zor değil yani.

Koskoca 30 gün içinde yazılacak 8 yazının dördünü son iki güne bırakmak da neyin nesi? Nelere yol açıyor?

Ertelemek, işlerin birikmesine, zihindeki yapılacaklar listesinin uzamasına neden  oluyor. Son dakikaya bırakıp aceleyle tamamlamaktan kaynaklı, kalitesiz bir iş çıkması riski taşıyor.  Getirdiği olumsuz duygular da cabası.  Sürekli olarak işleri ertelemek, stres, kaygı ve suçluluk duygularına sebep olmaz mı? Soruyorum size. Kişinin kendisine yetersizlik düşünceleri ekmez mi? 

Yeterince iyi değilim ile başlayan türlü türlü cümlelerle kendimi dövmeyeceğim. Merak etme. Tam da içinde bulunduğum yerden, yazı yetiştirme telaşı ve sorumluluğu taşırken olanı samimiyetle yazıyorum. Yatakta, henüz pijamalar içindeyken, bilgisayarı dahi açmadan, telefonla. 


Çünkü ertelemeyi engellemek için üç küçük adım atmalıyım bugün. Sabah, öğlen, akşam. Yazıyı burada kesebilirim pekâlâ. Üçün biri tamam. Ama biliyorum ki ertelediklerimin listesi uzun. Blogtaki eksik yazılarla sınırlı değil. Belki de listelemeli. Bilenlere danışmalı. Aklını gezmeye çıkarmak istersen bana da uğramayı ihmal etme. Merak ediyorum çünkü. Sen ertelemek ile nasıl başa çıkıyorsun? 


29 Nisan 2024 Pazartesi

Sendrom yok, yazmak var

Dün yeni kitabın ilk imza günü ve söyleşisini yaptık. Reyhan ilk kitaptan itibaren yazarlığımı, yazdıklarımı bildiği için çok hoş bir giriş yaptı. Beni, yazın anlayışımı, güçlü yanlarımı anlattı. Sorular yöneltti. Okurlardan gelen soruları yanıtladım. Yazarlığın en güzel kısmı bu geri bildirimi almak bence. Gerisi sohbet, muhabbet, kucaklaşma, imza... İyi geldi. 



Bir yazar "En iyi kitabın hangisidir?" sorusunu nasıl yanıtlar bilemiyorum. Kimi evlatlarım gibi ayırt edemem diyebilir. Kimi arada kalmış, gözden kaçmış bir kitabını söyleyebilir. Hatırı kalmıştır bir nevi kitabın çünkü. En neşeli, en ödüllü, en çok satan... Pek çok kriteri olabilir yazarın kitaplarını ele almaya dair. Sonuncu kitap, her zaman önemlidir bununla beraber. Çünkü yarış, yolculuk kendinle. Çünkü hep bir öncekinin üzerine çıkma isteği var içten içe. Dili daha iyi kurmak, daha çarpıcı, unutulmaz sahneler yaratmak, öykünün ayrıntıları unutulsa bile bir duygu, bir tortu bırakmak... Kendine meydan okuma meselesi işte, bilirsiniz. Geçmiş Zaman Çileleri şimdiye değin yazdığım en iyi kitap oldu bence.. Çocuğunu sahada, müsabakada izleyen anne gibiyim, elim böğrümde. Heyecanla bekliyorum. 

Dün, bana neden yazdığımı sordu, bir başka yazar arkadaş. Kendi yazma gerekçelerini izah edip yazmak isyandır'a getirdi sözü. O halde benim isyanım neydi? Yazar sayısı kadar yazma nedeni olduğuna, olacağına göre. Benim izahım ille de sorunun beni yönelttiği yerden gelmeyecekti elbette. Çünkü yazmak devrimci bir eylem, kafa tutan bir eylem olsa da, benim için anlamı biraz daha farklı. Ben kendimi ve dünyayı yazarak anlıyorum. Yaşamak pek çok kez bir kar küresinin içinde yaşamak gibi. Biri eline alıyor sallıyor sallıyor. İçeride simli bir yoğunluk var, karmakarışık. Anlamak, görmek mümkün değil. İşte yazmak, benim için, o kar küresini sallayan kişinin elinden almak, durulmak üzere bir yere koymak ve duruluğuna bakmak, oralarda aslında ne olduğunu sezmek. Toplumcu bir tutumla değil, kendim için, kendimi, etrafımı, dünyayı net görmek için yazıyorum. Belki de bir çok-hissedenim. 

Çok-hisseden tabiri ile henüz tanıştım. Cumartesi aldığım kitap kolisinden çıkan kitaplardan birisi de: Duygusal Savrulmalardan Kurtulmak. Alt başlık "Çok-hissedenler" için Kabul ve Kararlılık Terapisi. Bu yaşta, o kadar çok-hisseden miyim emin değilim ancak geçmişte bir yerlerde çok-hissedenlere özgü tutumlar sergilediğimden şüpheleniyorum. O halde doğru yerdeyim. Okumak, anlamak ve bakmak için. 

Bugün pazartesi. Sendrom yok. Onun yerine erken kalkmak, kahvaltı yapmak, çayını keyifle yudumlamak ve bloğa bir ileti girmek var. Dünden kalanların anısı niyetine.