13 Mayıs 2024 Pazartesi

Geçmiş Zaman Çileleri üzerine söyleşi

TDBD 211. sayı için meslektaşım Emre Harbalıoğlu ile gerçekleştirdiğimiz söyleşi:


Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?

Marmara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nden 2000 yılında mezun oldum. Çanakkale merkezde kendime ait muayenehanemde serbest diş hekimi olarak çalışıyorum. Çanakkale Dişhekimleri Odası üyesiyim. Odanın çeşitli organlarında görev aldım. Geçen dönem odamızın yönetim kurulunda genel sekreterlik görevini üstlendim. Aramıza yeni katılan iki meslektaşımızla bir dönem daha yönetim kurulunda çalışmaya devam edeceğiz. Bunların yanı sıra kent genelinde sürdürülebilir yaşam, ekoloji, masallar ile ilgili çeşitli sivil topluluklarla birlikte gönüllü çalışmalar yürüttüm. Şu sıralar çalışmalarımı Çanakkale Kent Konseyi Kadın Meclisi Yürütme Kurulu’nda sürdürüyorum. Yetişkinler için öykü yazarak başladığım edebiyat alanında çocuklar için de eserler vermek istediğim için Çocuklar İçin Felsefe Eğitmenlik Eğitimi aldım. İstanbul Üniversitesi AUZEF önlisans Çocuk Gelişimi programından mezun oldum. 2021 yılında ilk çocuk kitabım “Pelin ve Küçük Dostu Karamel” yayımlandı. Bu konuda da muradıma erdim diyebiliriz.

Öykü yazmaya ilk ne zaman başladınız?

Geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz usta yazar Mario Levi’nin öğrencisiyim. Kendi kendime yaptığım karalamaları, iç dökmeleri daha iyi metinler haline getirebilmek arzusuyla 2006 yılında onun yaratıcı yazarlık atölyesine katıldım. İlk ürünlerimi de o atölyede ortaya çıkardım.

Öykülerinizi kitap haline getirmeye nasıl karar verdiniz? İlk kitabınız ne zaman çıktı?

2013 yılında kurmacabiyografiler adlı bloğumda yazmaya başladım. Burada yazarlarla söyleşiler yapmaya, kitap tanıtım yazıları yazmaya başladım. Yazdıkça ürettiğim içeriklerin pekâla başka yayın organlarında da yayımlanabilecek nitelikte olduğunu fark ettim. Böylece öykülerim, değerlendirme yazılarım, yaptığım söyleşiler yayımlanmaya, okur ve yazar arkadaşlarımdan geri dönüşler almaya başladım. Belli bir öykü toplamına ulaştığımda onları bir kitap bütünlüğünde görme arzusu duydum. Dosyamı çeşitli yayınevlerine göndermeye başladım. İlk kitabım “Lodos Çarpması” 2015 yılının aralık ayında NotaBene Yayınları tarafından yayımlandı. Sonrasında yazmak konusunda aceleci davranmadım. İlk kitabın üzerine çıkmak için öykünün teoriği üzerine kafa yordum. Okumalarımı yaptım. 2020 yılında ikinci öykü kitabım “Kendisiymiş Gibi” yayımlandı. Dördüncü kitabım geçtiğimiz aylarda yayımlandı. Yolculuğum sürüyor.

Mesleğiniz, karşılaştığınız hastalar öykülerinizde size ilham veriyor mu?

Bu sıklıkla karşılaştığım bir soru. Çok net bir şekilde hiçbir hastamın ya da arkadaşımın benimle paylaştığı kişisel hikâyesini öyküleştirmediğimi söyleyebilirim. Bir olayın başlı başına ilginç ya da etkileyici olması, beni öykü yazmaya çağırmıyor. Genellikle ilhamı yaratan şey, bir söz, bir duygu, bir mimik, okuduğum kitaplar, izlediğim filmler oluyor. Yazmaya başlamak için kimi zaman adına ilham denen küçük tetikleyiciler olsa da ilhamdan çok çalışmaya inanıyorum. Kimi zaman yazdığım eski öyküleri şimdi yazsam nasıl yazardım sorusunun peşine düşüp yepyeni, bambaşka öykülere varabiliyorum.

Çocuk okura hitap etmenin zorluklarından bahseder misiniz?

Günümüzün en büyük problemi odaklanmak sanırım. Dikkatimiz sık sık cep telefonumuzdan gelen bildirimlerle bölünüyor. Çocuğu, genci, yaşlısı oradan gelen çağrıya kayıtsız kalmakta zorlanıyoruz. Bunun yanı sıra bugünün çocukları, görsel uyarandan yana zengin bir dünyanın içinde. Örneğin bizim kuşak, yeni bir şey öğrenmek, ders çalışmak için yazılı metinlere başvurur, bir öğretmenden ders dinlerdi. Şimdi videolar, uygulamalar aracılığıyla sesli, görsel içeriklere ulaşmak mümkün. Bu zenginliğe alışan çocuğun beğenisi de değişiyor haliyle. Onu yakalamanın tek yolu, ona hitap eden iyi bir hikâye anlatmak. Merak duygusu uyandıran, duygular yaratan, akıcı ve yalın bir dille yazılmış sürükleyici bir hikâyeye kayıtsız kalmak güç. Bir yerde kitap okumayı sevmeyen bir çocuk varsa, henüz beğenebileceği türden bir kitapla karşılaşmamış olabilir.  Ya da kitaplarla geç tanışmıştır. İlkokula başlayana kadar ebeveynleri tarafından kendisine kitap okunmamış çocuğun kitaplara dair algısı elbette farklı. Kitabı doğal olarak bir tür eğitim nesnesi olarak görüyor, aşılması gereken bir güçlük… Öğretmenlerin kimi tutumları da bunu pekiştiriyor. Örneğin kitapların içinden zorla özet çıkartmak, belirlenmiş soruları yanıtlatmak… Bunlar özünde iyi niyetli çabalar olsa da çocuğu kitaba ve okuma eylemine yaklaştırmıyor. Çocukların eğlenmek, gülmek, okuma hazzı hissetmek için seçim yapma hakkına sahip olması gerekir. Bu sayede bir kitabın da aynı izlediği çizgi film, oynadığı bilgisayar oyunu gibi bir hikâye sunduğunu fark edecek ve okumayı sevecektir. Biz çocuk kitabı yazarlarına düşen ise öğretici olma sevdasına düşmeden, yalın, akıcı bir dille güzel hikâyeler yazmak.

Bize yeni projelerinizden bahseder misiniz?

Son öykü kitabım “Geçmiş Zaman Çileleri” henüz yayımlandı. Biraz ara vermeye, dinlenmeye, yeni hikâyeler biriktirmeye ihtiyacım var. Büyük olasılıkla kısa öykü yazmayı sürdüreceğim çünkü öykü türünü seviyorum. Bunun yanı sıra çocuklar için bir roman yazmayı arzuluyorum. Kızıma bu konuda verilmiş bir sözüm var.

Yazarlığa başlamak isteyen, düşünen meslektaşlarımıza tavsiyeleriniz olur mu?

Bugün yazmak isteyenler için düzenlenen çok sayıda yüz yüze ve çevrimiçi atölye var. Her sanat dalı gibi yazarlık da öğretilebilir. Türün iyi örneklerinin irdelendiği, kimi tekniklerin izah edildiği atölyeler ufuk açıcı. Geçireceğiniz zevkli saatler de cabası. Ancak yazar olmanın tek yolu var o da yazmak.  İyi bir okur olmak, bolca temrin yapmak, yazdıklarını paylaşmaya cüret etmek, onları dergilere, yarışmalara göndermek, dergilerden, yarışma jürilerinden yanıt almamaya, reddedilmeye hazır olmak, seni henüz fark etmeyen dünyaya küsmeden yazmaya devam etmek.


9 Mayıs 2024 Perşembe

Bir Büyüme Hikâyesi: Hortum Akıllı

 

İnsan beyni, milyarlarca sinir hücresi ve bu hücreler arasındaki bağlantılardan oluşmaktadır.  Bu bağlantılar sayesinde dünyayı algılarız, duygularımızı işleme alır, etrafımızda olanı biteni öğrenir, problem çözme becerileri ediniriz. Bu bağlantılar hepimizde aynı şekilde değildir. Tıpkı parmak izlerimiz gibi farklılık gösterir. Parmak izlerimizin aksine neredeyse hayatidir. Çünkü davranış kalıplarımızı, öğrenme şekillerimizi, çevreyle ilişkilerimizi bu bağlantılar belirler. Pek çoğumuz sarılmaktan hoşlanır, kolaylıkla okur, etrafımızdaki gürültülü dünyaya tahammül ederiz. Bağlantılarımız sayesinde, hem de çabasızca.

Oysa başkalarının ona dokunmasına katlanamayan, yüksek seslerden rahatsız olan, dikkati kolayca dağılan, günlük hayattaki değişikliklerden hoşlanmayan, arkadaş edinmekte güçlük çeken bireyler vardır. Onları normal/anormal olarak kategorize etmemek ancak bu farklılığın beyinlerinin farklı gelişmesinden veya çalışmasından, yani nöroçeşitlilikten kaynaklandığını bildiğimizde mümkün.

Nöroçeşitliliğe sahip bireyler, tüm gelişimsel ve davranışsal dönüm noktalarına çoğu insan için standart olan zamanda ulaşamazlar.  Günlük hayata uyumları,  beyinleri tipik şekilde çalışan ve gelişen bireylere nazaran daha güçtür. “Beceriksiz”, “uyumsuz” gibi takılması olası etiketler ise durumu yalnızca daha da güçleştirir. İşte bu yüzden hepimizin insan beyninin her koşulda aynı çalışan bir makine değil, bir ekosistem olduğunu anlamaya ve kabul etmeye ihtiyacımız var. Bir başkasının hayatını, deneyimini yargılamadan önce, onun ayakkabılarını giymeye, onun geçtiği yollardan, sokaklardan, dağlardan, ovalardan geçmeye, hüznü, acıyı ve neşeyi tatmaya, onun geçtiği senelerden geçmeye, onun takıldığı taşlara takılmaya ihtiyacımız var. Bir başkasının hayatını bire bir deneyimlemek normal koşullarda pek de olası değil. Bu deneyime en yaklaştığımız yer, kurgusal kahramanların hayatlarına baktığımız filmler ve kitaplar…

 

Bunca girizgâhın sebebi, bana tam da bu türden bir deneyim yaşatan bir gençlik romanı. Cat Patrick tarafından yazılan, Seda Ateş çevirisiyle Türkiyeli okurun karşısına çıkan Can Çocuk’tan yayımlanan “Hortum Akıllı” nöroçeşitliliğe sahip on üç yaşındaki Frankie’nin ağzından anlatılan etkileyici bir roman.

Roman, anlatıcı Frankie’nin hortumlara dair doğru bilinen yanlışları anlatmasıyla açılıyor.

“Eğer hortumun biri ortaokula gitseydi, öbür çocuklar ona tuhaf tuhaf bakarlardı. Rehber öğretmeni, davranışlarının ‘kestirilmez’ olduğunu söylerdi. Annesi, çıkıntılık yapmamasını, diğer hortumlarla aynı yöne gitmesini tembih ederdi. Ama belki de uyumlu olmak hortumun hiç de umurunda değildir, bu pek arkadaşı olmayacağı anlamına gelse bile.

Bunu anlayabiliyorum çünkü benim de bir arkadaşım vardı, ama şimdi yok. Anlaşılması güç.

Onunla bir hortum esnasında tanıştım.”

Frankie, bu girişin ardından anaokulunun ilk haftasında oluşan şiddetli hortumu, okul bahçesinde yaşanan paniği, o gün tanışıp arkadaş olduğu Colette’i anlatır ve sözü bugüne getirir. Olayın üzerinden 7,5 yıl geçmiştir. Colette ile arkadaşlıkları biteli iki ay olmuştur. Colette kaybolalı ise yalnızca birkaç gün. Colette’i son gören kişi, Frankie’dir ancak son görüşmeleri pek de arkadaşça geçmemiştir. Collette, bir gece ansızın gelmiş ve Frankie’nin ikiz kızkardeşi Tess de dahil olmak üzere üçünün oynadığı “Doğruluk mu? Cesaret mi?” oyununu belgelemek üzere kullandıkları, Frankie’nin sakladığı özel defteri istemiş, sonra da kayıplara karışmıştır. Genç kızı son olarak gören tüm arkadaşları gibi polis merkezinde sorgulanan Frankie, polisin dikkatini çekmeyen ayrıntıları fark eder ve gerçeğin yani arkadaşının nerede olduğunun peşine düşer.

Roman kayıp kızın aranması, Frankie’yle küslüklerinin nedenleri, Frankie’nin ailesiyle ve çevresiyle yaşadığı güçlükleri aktararak ilerler. Her bir bölümün ismi hortumlarla ilgili bir gerçeğe tekabül eder. Frankie gerçek bir hortumseverdir. Bu bölüm isimleri ve Frankie’nin hortumlara dair açıklamaları boşuna değildir. Frankie’nin yaşadığı nöroçeşitliliği okura daha güçlü geçirmek üzere kullanılan bir metafordur, hortum. Frankie’nin zihninin içi, bir hortumun içi gibidir. Davranışları, yakın çevresi üzerinde yıkıcı etki yaratır kimi zaman. Kız kardeşi Tess, ılıman, güneşli bir gökyüzüyken, Frankie döne döne gelen, döndükçe büyüyen hortumun ta kendisidir. İki kız kardeş arasındaki zıtlık, nörotipik bireyler ile nöroçeşitlilik sahibi bireylerin yaşantılarını izah etmeksizin gözler önüne serer. Frankie’nin yaşadığı iç çatışmaları, suçluluk duygusunu yansıtır. Frankie’nin güçlü yönü, herkesin gözünden kaçan ayrıntıları kolaylıkla fark etmesidir. Değişiklikten hoşlanmayan Frankie için rutini bozan her bir ayrıntı bir şimşek kadar güçlü ve belirgindir, gözden kaçması imkânsız. O, tüm bu ayrıntıları, bir hortumun önüne geleni içine çekmesi gibi alır. Polisle de paylaşır. Emniyet güçleri, onun uyarılarını ciddiye almasa da, o Colette’in bıraktığı, yalnızca kendisinin çözebileceği ipuçlarını toplar ve peşine düşer. Tess de arama sürecinin bir parçası olur. Bu sayede yıpranmış kardeşlik ilişkileri de düzelmeye başlar. Bir yandan Colette’in kaybolmasına dair gizem giderilirken bir yandan da Frankie’nin büyüme, olgunlaşma hikâyesi takip edilir.

Birinci tekil şahıs anlatımı sayesinde dikkat eksikliği, duyusal işlem bozukluğu yaşayan bir bireyin yaşadığı karmaşanın, duyguların, çatışmaların, terapiye, kullanması gerekli ilaçlara karşı duyduğu hoşnutsuzluğun okura başarıyla geçtiği bir roman, “Hortum Akıllı”. Arkadaşlığa, kız kardeşliğe, affetmeye, büyümeye, kendin olabilmeye dair bu güçlü ve içten hikâyeyi gözden kaçırmayın.


                                                                                                                           

                                                                          

Hortum Akıllı

Cat Patrick

Çeviri Seda Ateş

Yaş 12-13-14-+

Can Çocuk

                             

* Bu yazı 6 Mayıs 2024 tarihinde Parşömen Fanzin'de yayımlanmıştır.                                                 

 

8 Mayıs 2024 Çarşamba

Bahar dayandı kapıya

Sabah aydınlığa uyanmak neşesi diye bir şey var. Bunu tanımlayan tek bir isim, tek bir duygu yok ama bence olmalı. Düşünsene kara kıştan çıkmışsın. Aylarca alarmın sabahın kör karanlığında bağırmış çığlık çığlığa. Üzerine bir sabahlık ya da hırka giymeden yataktan çıkamamışsın. Yükümlülükler seni ayağa dikmeye zorlarken sen sıcak yatağını terk etmek ve içine büzülmek arasında gidip gelmişsin. Bedenin, ruhun hantal, iş görmek istemezken gözlerini açtığında gün ışığının çoktan odana dolduğu aydınlık günlere kavuşmuşsun. Papatyalar incecik boyunlarını uzatmış, sarı beyaz parlamakta. Katırtırnaklarıyla kavuşamamışsın henüz ama biliyorsun, kokularını salıyorlar havaya. Narin gelincikler çoktan kızarmış,  uzun, yeşil çayırlar arasında birer desen gibi yatmakta... 

Yani arkadaşım bahar dayandı kapıya. Uyanmamak mümkün değil. İlle uyanacak içinde bir şeyler, tomurcuk açacak. Etrafında uyanan doğaya kayıtsız kalamayacaksın. Uyanış seni de çağıracak. Hem de bangır bangır. 

Bende neler mi değişti baharın gelmesiyle. Anlatayım. Üzerime ağır bir battaniye gibi serilmiş ertelemek havalandı örneğin. Eskiden eve gelir gelmez atardım kendimi koltuğa, bütünleşirdim neredeyse. Ev işleri pazara sıkışırdı her defasında. Bak şimdi ufak ufak yapıyorum, her gün bir şeyler. Oflamadan puflamadan 6.30'ta uyandım misal. Yazıp yollamam gereken kısacık yazı havalandı  elektronik posta kuşuyla. Çay yaptım kızıma. O balkonda içti, ben bir dilim ekmek ve peynire katık edip yuvarladım. Tavuk haşladım sonra. Tavuklu nohutlu pilav demini almakta. Saat 8.25 daha. Salon derli toplu. Sandalye sırtındaki bir polar, bir yağmurluk, antredeki dolaba asılacak, hemen şimdi. Akşam karşılamayacak beni aynı yerde. Çamaşırlar katlanacak, yenileri yıkanacak, öyle sünmeden, sündürmeden. 

Ertelemek çok büyük bir başlık biliyorsun. Öyle sadece sıkıcı ev işleri ertelenmiyor. Bir bakıyorsun, arkadaşlarla buluşmak da ötelenmiş. Büyük market alışverişleri, bedenin hareket ve sağlık ihtiyaçlarını gidermek, kitap okumak, yazmak... Bir yerlerden başlamak gerek, biliyorsun ama kış karanlığı seni içine çekiyor. Böyle yazmak, bunu pekiştirdikçe pekiştirmek, koca bir mevsimi çöpe atmak, onun keyiflerinden mahrum kalmak da doğru gelmiyor. Kış benim için biraz daha dinlenmeli, yavaşlamalı geçiyor sanırım. Bu durağanlığın ardından daha hareketli, eylemli günleri kutlama diye okunmalı belki de bu satırlar. Yani koca bir mevsimi karalama değil, onun sağladığı nadasın ardından gelen ödülleri kutlama satırları bunlar. Neler var kutlama listemde, bakalım: 

Haftalar önce okuduğum Hortum Akıllı romanı hakkında yazdım. Parşömen'de yayımlandı. Çocuk ve ilk gençlik kitaplarının iyimser bir yanı var. Bünyeyi mahrum bırakmamalı. 

Bu hafta evde üç yemekli misafir vardı örneğin. Pazar kahvaltısı, pazar akşamı balık, hafta içi bir akşam da şehir dışından gelen arkadaşlarla spontan bir akşam yemeği. Sohbetli, rakılı, şaraplı, kahkahalı, iyi anılar bırakan türden. 

Dün ilk kez televizyon yayınına katıldım. Çanakkale'de faaliyet gösteren yerel bir kanalda Kent Söyleşileri başlığı altında kentin sanatçılarıyla, bilim insanlarıyla, konusunda uzmanlarla buluşup sohbet eden Öznur Doğangün'ün konuğu oldum. Yazmaya nasıl başladığım, süreci nasıl ilerlettiğim, kitaplarımın yayımlanma süreci vb konuları konuştuğumuz sohbet nasıl başladı, bitti anlamadım. Canlı yayın gibi tek seferde sohbet ettik, çekimi tamamladık. Önümüzdeki haftalarda yayımlanacak. Kalbim pırpır. 

Gelecek hafta sonu üç günlük bir yoga kampına katılıyorum. Hayatımda ilk kez. Deniz kenarında çam ağaçlarının arasında gerçekleşecek kampa kızımla katılacağız. Hava izin verirse denize bile gireriz diye hayal ediyorum. TNT'deki evini yenileten ya da emlak arayan Amerikalılar gibi diyecek olursam, kendimi ağaç altında şezlongta yatmış kitap okurken hayal edebiliyorum. Hedefim yoga ve meditasyonun yanı sıra en az iki kitabı bitirmek, güzelce dinlenmek, rahatlamak... 

Güçlü bir niyetim daha vardı. Hareketsizliğe alışmış bedenimi yoga kampından en az bir ay öncesinden uyandırmaya başlamak... Bak bunu eyleme çeviremedim daha. Kampa kaldı şunun şurasında on gün. Ama eski deyişi hatırlamalı. Bir ağaç dikmek için en iyi zaman yirmi yıl öncesiydi. İkinci en iyi zaman şimdi. O halde kendimi bugünden itibaren her gün 20-30 dakika arası yürümeye davet ediyorum. 

30 Nisan 2024 Salı

Huzurlu Yaşam İpuçları: 18

www.nonviolentcommunication.com web sitesi Şiddetsiz İletişim ile ilgili Türkçede kaynakların sınırlı olduğu günlerde, ücretsiz belgelerinden sıklıkla yararlandığım bir dijital platformdu. Halen seyrek aralıklarla devam ettiğim Şefkatli Ebeveyn Günlükleri’nin ipuçlarını oradan alıyorum örneğin. O günlerde hevesle üye olduğum bültenlerin her birinden gelen ipuçları kıymetli esasında ama günlük hayatın hızı içinde, İngilizce bültenlere ilgimi, dikkatimi vermek, okuduğumu içselleştirmek her zaman mümkün olmuyor. O yüzden buraya ara ara bir başka serinin, Mary Mackenzie’den Huzurlu Yaşam Meditasyonu çevirilerini paylaşacağım. Her ne zaman, hangisine rastlar ve okursan dilerim şifa olur, ilham olur ve seni dönüştürür.                  

                                                                                   *

"Kendini bulmaya karar ver; ve bil ki kendini bulan, mutsuzluğunu kaybeder."

                                                                                              Matthew Arnold

18. Gün: Şefkatli İletişimin İkinci Bileşeni Duygular


Birçoğumuza hissetmek yerine düşünmemiz öğretildi. Başkalarının nasıl hissettiğini düşünmemiz öğretilmiş olabilir, ancak çok azımıza kendimizi kontrol etmemiz - biriyle birlikteyken nasıl hissettiğimiz, bir şey yaptığımızda nasıl hissettiğimiz veya bir konuda daha iyi hissetmek için ne yapabileceğimiz gibi konularda nasıl hissettiğimizi fark etmemiz öğretildi.


Ötekini düşünmeye odaklanmak, kendimizle olan bağlantımızı azaltmış ve kendimizi inkâr etmemize katkıda bulunmuştur. Bu nedenle, insanlara duygularıyla bağlantı kurmalarını ve onları başkalarına ifade etmelerini önerdiğimde, bunun ne kadar zorlayıcı olabileceği karşısında şok oluyorlar.


Eğer duygularımızı ifade etmeye alışık değilsek, kendimizi savunmasız hissedebiliriz. Başkalarının tepkilerini düşünmeye alışkınsak, sadece duygularımızı fark etmek bile bunaltıcı olabilir.


Başlangıçta ne kadar bunaltıcı veya tehdit edici görünse ve kendinizi ne kadar savunmasız hissetseniz de, ödüller buna değer. Duygu dağarcığınızı genişletmeye başlayacak ve denemediğiniz zamanlarda bile bir şey hakkında nasıl hissettiğinizi fark etmeye başlayacaksınız.


Ardından, farklı kararlar almaya başlayacağınızı tahmin ediyorum - başkasının ne hissettiğini düşündüğünüzden ziyade hislerinize dayalı kararlar. Hatta hoşlanmadığınız şeyleri yaptığınızı ya da hoşlanmadığınız insanlarla vakit geçirdiğinizi bile fark edebilirsiniz. Kendi duygularınızın farkına varmak, yeni bir başlangıç olabilir.




 

"İlhama değil çalışmaya inanıyorum"

Geçmiş Zaman Çileleri üzerine Gizem Ardıç ile yaptığımız yazılı söyleşi bugün Edebiyathaber'de yayımlandı. Arşive almak ve paylaşmak için bloğa da alıyorum. 

Söyleşi: Gizem Ardıç

Tuğba Gürbüz ile Klaros Yayınları’ndan yayımlanan yeni öykü kitabı “Geçmiş Zaman Çileleri” ve öykülerin yazım sürecine dair konuştuk. 

                                     “İlhama değil çalışmaya inanıyorum”

Sizi öykülerinizle tanıyoruz. Geçtiğimiz günlerde yeni öykü kitabınız Geçmiş Zaman Çileleri  okurlarla buluştu. Kitapla ilgili sorularıma geçmeden önce yazı kaynaklarınıza, sizi besleyen unsurlara dair merak ettiklerimle söze başlamak istiyorum. Günlük hayatınızda insan hikâyeleri dinlemeyi sever misiniz?

Her ne yapıyorsak, bunun önemli bir parçası da dinlemek. Dolayısıyla odaklanarak, dikkatimi vererek, fark ederek dinlemeye özeniyorum. İnsanları dinlerken anlattıkları olaylardan çok ayrıntılar dikkatimi çekiyor. Vurguyu nereye yaptığı, neye benzettiği, kullandığı bir tabir, kelimelere eşlik eden beden dili… Tüm bunlar ilgimi çekiyor. Bununla beraber lafı çok dolandıranlara, sözü dönüp dönüp kendine getirenlere, sazı elinden bırakmayanlara da pek tahammülüm yok.

Farklı ülkelerde, şehirlerde, geçmiş dönemlerde geçen öyküleriniz var. Seyahat etmeyi sever misiniz? Seyahatlerinizin öykülerinizi beslediğini düşünüyor musunuz?

Eduardo Galeaono, Hikâye Avcısı kitabında Binbir Gece Masalları’ndan bir tavsiyeyi hatırlatır bize: “Çek git, dostum!  Her şeyi terk et ve çek git! Yayından çıkıp gitmeyen ok ne işe yarar ki? Odun olarak kalmaya devam etseydi, ud o ahenkli sesleri çıkarabilir miydi?” Seyahat etmek, çekip gitmenin yıkım yaratmayan yolu. İşlevsel de üstelik. Çünkü günlük hayatlarımızı sürerken dikkatimizi yaptığımız her bir eyleme bütünüyle vermiyoruz. Arabaya biniyoruz ve gideceğimiz yere varıyoruz. Arası koca bir boşluk… Seyahat etmek, bu boşlukları doldurmamızı sağlıyor bana kalırsa. Yeni bir yere gittiğimizde algımız, dikkatimiz keskinleşiyor. Bu da hikâye avlamayı kolaylaştırıyor.

Çanakkale’de oturuyorsunuz. Bildiğim kadarıyla burada yaşamış ya da yolu oradan geçmiş tarihi ve mitolojik kahramanlara meraklısınız. Öykülerinizi yazarken bunlardan etkilendiğiniz oluyor mu?

Çanakkale tarihi, mitolojik hikâyelerden, söylencelerden yana zengin bir coğrafya. Ben de ilk kitabımdan itibaren hikâyelerine yer veriyorum. Lodos Çarpması’nda yer alan “Akkız” öyküsü, Sarı Kız ve Hasan Boğuldu efsanelerinin bir tür yeniden yazımı örneğin. “Mevsim Kadar Sıcak Öpücükler” Fransız bir erin bakış açısından yazılmış barış çığlığı… Çanakkale’nin öykülere sızması doğal.  Kordonu baştan sona yürüdüğümde Aşıklar Tepesi sırtındaki 18 Mart 1915 yazısını, Kilitbahir yamacındaki “Dur Yolcu” şiirinin dizelerini,  Nusrat Mayın gemisini, Truva atını çabasızca görüyorum. Tüm bunlar Çanakkale Deniz Zaferi’ni, “Centilmenler Savaşı” diye bilinen Gelibolu yarımadasında süren kara savaşlarını, Truva Savaşı’nı anlatan birer sembol. Her gün onlara bakmak, yıllar içinde farklı katmanlarda, bilinç düzeyinde yeniden tanışmamı, anlamamı, yeniden yorumlamamı sağlıyor.

Geçmiş Zaman Çileleri adıyla ve kapağıyla da dikkat çekiyor. Kitaba bu başlığı verme nedeniniz nedir?

İlk kitabımda “Veda” adında bir öykü yer alıyordu. Birkaç okurdan, öykünün güçlü ve etkileyici girişine karşın ilerleyen sayfalarda bu çıkışı sürdüremediğine dair eleştiriler almıştım. O öyküyü yeniden yazma fikri hep aklımdaydı. Öyküyü nihayet yazdığımda kahraman, babasının cenazesiyle beraber geçmişinin de cenazesini kaldırmaya karar verdi. Dosyayı tamamlayıp kitaba isim verme aşamasına geldiğimde onun iç sesinden duyduğumuz “geçmiş zaman çileleri” tabirinin kitabın ruhuna denk düştüğünü fark ettim. Kitaptaki kahramanların, keza her birimizin ızdırabının sebebi öyle ya da böyle geçmiş deneyimler ve onları algılama, yorumlama biçimlerimiz.

Geçmiş Zaman Çileleri bir epigrafla başlıyor: “Açık kapı değildir hayat, yaşlılar bilir / Bir eşikten, aralıktan ne gördüyseniz odur.” Hüsnü Arkan, Nim

Bir röportajınızda yazım tarzınızı da bu dizelerle ifade etmişsiniz. Bunu biraz açar mısınız?

Benim için öykü, “geçerken gördüğüm şey”. Öyküyü kısa bir âna, kesite sıkıştırma eğilimindeyim. Daha çok söylemek, kapıyı ardına kadar açmak mümkün ancak benim tercihim bu değil. Okura içeride karşılaşacağı öykülerin tarzına dair bir ipucu vermek, bunu sevdiğim bir şairin dizeleri aracılığıyla yapmak yazarın oyun ihtiyacından başka bir şey değil.

Öykülerde metaforları, benzetmeleri ustalıkla kullanıyorsunuz. Böylece duygu, mekân ve karakterin okuyucuya geçmesi çok kolay oluyor. Bunlar üzerinde özellikle çalışıyor musunuz, yazarken kendiliğinden mi çıkıyor?

Her bir hikâyenin yazılma, ortaya çıkma şekli birbirinden farklı. Kimi zaman öyküler nerdeyse tek seferde çıkıyor, pek az düzeltme gerektiriyor ancak genel olarak çalışma şeklim bu değil. Yalnızca ilham geldiğinde oturup yazmak, bozuk bir saatin günde iki kez zamanı doğru göstermesi gibi bir şey. Dolayısıyla ilhama değil, çalışmaya inanıyorum. Öykülerin ilk yazım aşamasını bitirdikten sonra içeriği destekleyecek benzetmeler, metaforlar bulmak, öyküyü doğru ve yerinde bir finale vardırmak için gerekli eklemeleri çıkarmaları yapmak üzere çalışıyorum. Üzerinde durduğum bir diğer önemli unsur ise metni yazarın iç sesinden, kendi görüş ve düşüncelerinden sıyırmak.

Geçmiş Zaman Çileleri’nde iletişimsizlik teması hâkim. Özellikle baba – çocuk iletişimsizliğini, hiç didaktik olmayan bir yerden çok güzel anlatmışsınız. Uzun süredir gözlemlediğiniz bir konu muydu?

Toplumsal düzende erkeğin, kadının yeri, onlara dağıtılan roller, beklentiler, hepimizin doğduğumuz anlardan itibaren gözlemlediğimiz, gözlemlediğimizin farkına dahi varmadan öğrendiğimiz, içselleştirdiğimiz meseleler… Ben de ilk kitaptan itibaren bunların birey üzerindeki etkilerini yazıyorum sanırım. Çekilmez evlilikler, tükenmiş kadınlar, annelik, toplumsal roller, kişinin kendine ve içinde yaşadığı topluma yabancılaşması, durumların içinden çıkamayan, bir tür uyuşma, donma hâli yaşayan bireyler öykülerde yer alıyordu. Öyküler daha çok kadınların ve çocukların bakış açısından anlatılıyordu. Öyküler bitip dosya bütünlüğünde üzerinde çalışmaya başladığımda, bu kez bunun kaynağına yöneldiğimi;. erkekliğe, bireyleri, toplumu zehirleyen erkekliğe, kadının ve çocukların üzerine abanan ağırlığına, yokluğuyla açtığı boşluğa, büyüyemeyen erkek çocuklarına baktığımı fark ettim.

Son olarak; çok okurunuz olmasını mı istersiniz, size özel bir okur kitleniz olmasını mı?

Öykü türünde kalem oynatan bir yazar olarak çok okurum olma ihtimali pek yok açıkçası. Yazın yolculuğuma, her nereden yakaladıysa oradan katılan, yazdıklarımın onlardaki karşılığını paylaşma cömertliği gösteren okurlar ise mutluluk kaynağı. Yazarın varlığını mümkün kılan okurun varlığı neticede.


Ben bir erteleyici miyim?

Ayın son günü. Blogta üç eksik yazı var. O halde soruyorum kendime. Ben bir erteleyici miyim? 

Yanıt için ertelemek kavramına yakından bakmak gerek. Nedir? Ertelemek, bir işi yapmak için belirlenen zamanda yapmamak, geciktirmek demektir. Genellikle kişinin kendini motive edememesi, işin zor ya da sıkıcı olması gibi sebeplerle ertelemeye başvurulur. 

Yazmak benim için sıkıcı değil. Zor mu? Belki bazen. Nereden başlayacağımı bilemediğimde. Ama blog havadan sudan, kendimden, okuduklarımdan, düşündüklerimden samimiyetle konuştuğum bir mecra. Serbest kürsü bir nevi. Almışım elime mikrofonu. Zor değil yani.

Koskoca 30 gün içinde yazılacak 8 yazının dördünü son iki güne bırakmak da neyin nesi? Nelere yol açıyor?

Ertelemek, işlerin birikmesine, zihindeki yapılacaklar listesinin uzamasına neden  oluyor. Son dakikaya bırakıp aceleyle tamamlamaktan kaynaklı, kalitesiz bir iş çıkması riski taşıyor.  Getirdiği olumsuz duygular da cabası.  Sürekli olarak işleri ertelemek, stres, kaygı ve suçluluk duygularına sebep olmaz mı? Soruyorum size. Kişinin kendisine yetersizlik düşünceleri ekmez mi? 

Yeterince iyi değilim ile başlayan türlü türlü cümlelerle kendimi dövmeyeceğim. Merak etme. Tam da içinde bulunduğum yerden, yazı yetiştirme telaşı ve sorumluluğu taşırken olanı samimiyetle yazıyorum. Yatakta, henüz pijamalar içindeyken, bilgisayarı dahi açmadan, telefonla. 


Çünkü ertelemeyi engellemek için üç küçük adım atmalıyım bugün. Sabah, öğlen, akşam. Yazıyı burada kesebilirim pekâlâ. Üçün biri tamam. Ama biliyorum ki ertelediklerimin listesi uzun. Blogtaki eksik yazılarla sınırlı değil. Belki de listelemeli. Bilenlere danışmalı. Aklını gezmeye çıkarmak istersen bana da uğramayı ihmal etme. Merak ediyorum çünkü. Sen ertelemek ile nasıl başa çıkıyorsun? 


29 Nisan 2024 Pazartesi

Sendrom yok, yazmak var

Dün yeni kitabın ilk imza günü ve söyleşisini yaptık. Reyhan ilk kitaptan itibaren yazarlığımı, yazdıklarımı bildiği için çok hoş bir giriş yaptı. Beni, yazın anlayışımı, güçlü yanlarımı anlattı. Sorular yöneltti. Okurlardan gelen soruları yanıtladım. Yazarlığın en güzel kısmı bu geri bildirimi almak bence. Gerisi sohbet, muhabbet, kucaklaşma, imza... İyi geldi. 



Bir yazar "En iyi kitabın hangisidir?" sorusunu nasıl yanıtlar bilemiyorum. Kimi evlatlarım gibi ayırt edemem diyebilir. Kimi arada kalmış, gözden kaçmış bir kitabını söyleyebilir. Hatırı kalmıştır bir nevi kitabın çünkü. En neşeli, en ödüllü, en çok satan... Pek çok kriteri olabilir yazarın kitaplarını ele almaya dair. Sonuncu kitap, her zaman önemlidir bununla beraber. Çünkü yarış, yolculuk kendinle. Çünkü hep bir öncekinin üzerine çıkma isteği var içten içe. Dili daha iyi kurmak, daha çarpıcı, unutulmaz sahneler yaratmak, öykünün ayrıntıları unutulsa bile bir duygu, bir tortu bırakmak... Kendine meydan okuma meselesi işte, bilirsiniz. Geçmiş Zaman Çileleri şimdiye değin yazdığım en iyi kitap oldu bence.. Çocuğunu sahada, müsabakada izleyen anne gibiyim, elim böğrümde. Heyecanla bekliyorum. 

Dün, bana neden yazdığımı sordu, bir başka yazar arkadaş. Kendi yazma gerekçelerini izah edip yazmak isyandır'a getirdi sözü. O halde benim isyanım neydi? Yazar sayısı kadar yazma nedeni olduğuna, olacağına göre. Benim izahım ille de sorunun beni yönelttiği yerden gelmeyecekti elbette. Çünkü yazmak devrimci bir eylem, kafa tutan bir eylem olsa da, benim için anlamı biraz daha farklı. Ben kendimi ve dünyayı yazarak anlıyorum. Yaşamak pek çok kez bir kar küresinin içinde yaşamak gibi. Biri eline alıyor sallıyor sallıyor. İçeride simli bir yoğunluk var, karmakarışık. Anlamak, görmek mümkün değil. İşte yazmak, benim için, o kar küresini sallayan kişinin elinden almak, durulmak üzere bir yere koymak ve duruluğuna bakmak, oralarda aslında ne olduğunu sezmek. Toplumcu bir tutumla değil, kendim için, kendimi, etrafımı, dünyayı net görmek için yazıyorum. Belki de bir çok-hissedenim. 

Çok-hisseden tabiri ile henüz tanıştım. Cumartesi aldığım kitap kolisinden çıkan kitaplardan birisi de: Duygusal Savrulmalardan Kurtulmak. Alt başlık "Çok-hissedenler" için Kabul ve Kararlılık Terapisi. Bu yaşta, o kadar çok-hisseden miyim emin değilim ancak geçmişte bir yerlerde çok-hissedenlere özgü tutumlar sergilediğimden şüpheleniyorum. O halde doğru yerdeyim. Okumak, anlamak ve bakmak için. 

Bugün pazartesi. Sendrom yok. Onun yerine erken kalkmak, kahvaltı yapmak, çayını keyifle yudumlamak ve bloğa bir ileti girmek var. Dünden kalanların anısı niyetine. 

28 Nisan 2024 Pazar

Heyecan, mutluluk ve heves...

Rüzgârlı bir pazar sabahından herkese günaydın,

Geçtiğimiz hafta sıcaklıklar düştü ve yağmurlar başladı. Bu hafta sıcaklık yine mevsim normallerine dönse de, geçen hafta yağmurdan kaçıp eve sığınan kara sinekler vızır vızır, tepemde. Evde sineklik de yok, sinek kovucu da. Doğal yollarla ölmelerini ya da yeniden dışarı çıkmalarını beklerken ellerim bir pervane gibi çalışıyor. Sessiz bir uzlaşı içindeyiz, tam şu anda. Çekildiler. Ama hayat değişken işte, bilirsiniz. Tam bu satırları yazarken bir tanesi göz hizamdan sessizce uçtu. Bir başkası karşı sandalyede ellerini oğuşturuyor. Derdim sineklerle değil aslında. Derdim sessizlikle, olabildiğine sessizlikle ve yazmayı sürdürebilmekle. 

Kızımın da dediği gibi, sessiz bir ortam severim yazarken. Bu evde çıt çıkmaması değil elbette. Çünkü çoğu zaman ev bütünüyle sessiz olmaz. Kendi sesleriyle konuşur. Rüzgâr uğuldar pencerelerde örneğin. Çamaşır makinesi çırpınır (tam şu anda olduğu gibi). 

Kızımın da dediği gibi bilgisayarda ve oturarak yazarım. Şu anda salondayım. Yemek masasında. Başımı kaldırdığımda karşı çayırları görüyorum. Yeşil, uzun otlar rüzgârla salınıyor. Huzur veren bir devinim içinde sola doğru koşuyor, minik, ritmik hareketlerle. Şehir önüme yürüyene kadar şahane bir manzaram var. 



Bu yazıyı bitirir bitirmez çay ya da kahve alıp balkona kurulmayı biraz manzarayı seyretmeyi, birkaç satır okumayı düşünüyorum. Yeni kitaplarım geldi dün. Hepsi kişisel gelişim. Hep Kitap'ın çocuklu hayat dizisinden birkaç kitap, biraz DEHB, biraz mindfulness, ortaya karışık. Bu tür kitaplar, benim için alet çantasını doldurmak gibi bir şey, ya da ecza dolabını doldurmak gibi. Aldığım her kitabı baştan sona okumuyorum. Ama orada duruyorlar, yan yana, sırt sırta, bazen açıp karıştırıyorum. Türün iyi yazılmış örnekleri işe de yarıyor. Zihnimin çok dolu olduğunu, kimi şeylere yetişemediğimi, unuttuğumu düşündüğüm bugünlerde belki de işime yarar. Hangisiyle başlayacağımdan emin değilim. Sevdiklerimi, işlevsel bulduklarımı, yararlandıklarımı muhakkak yazacağım buraya. Hevesliyim. 

                                                                             *

Bugün yeni kitabın ilk imza günü ve söyleşisi var. Yazar arkadaşım Reyhan Yıldırım'ın üstleneceği etkinlik saat 2'de. Afişi kendim tasarladım. Sosyal medyada paylaşınca kızıma da yolladım. Resim kötü ama geleceğim, dedi. Çünkü o da okuyor kitabı. Bitirmedi henüz ama kimi öyküler hakkında yorumlar da yaptı. İksir'deki babanın çocuğunu kabul etmemesine kızmış örneğin. "Bütün babalar..." diye başlayan cümleler kurmasına sebep oldu. Pozisyon Hatası'nı hatırlamış, bir kısa film izlerken. Kısa filmi anlattı bana. Öyküde herkesin kahramandan vazgeçtiğini söyledi. Üzülmüş buna. Kurmaca okumanın hepimize yaptığı hâller işte. Duygulandırmak, düşündürtmek... İşte bunları dinleyeceğim bugün. Yazar bir arkadaşımın gözünden kendi kitabımı dinleyeceğim. Söyleşilerin en güzel yanı da bu olsa gerek. Kendini başkalarınca duymak, görmek. Heyecanlıyım. 



                                                                            *

Dün çalışma odasına ilave masa ve kitaplık geldi. Geçen hafta sonu yatılı misafirim vardı. Onu çalışma odasında yatıracağım için Sani'nin tuvaletini oradan çıkarıp pek çok kedi sahibi gibi banyoya koydum. Korktuğum gibi koku da olmadı, kumlar da savrulmadı. Çünkü bizimki tuvalet işini çoğunlukla dışarıda hallediyor. Tuvaletin çıktığı köşeye evrak dolabını sığdırıp masayı da mutfağa alınca L şeklinde şahane bir boşluk oldu. L şeklinde bir masa ve açık raf sistemi çizdirdim marangoza. Dün gelip montajı yaptılar. Henüz yerleştirmedim. Ama epeyce alan kazandım. Mutluyum.  



                                                                         *

Bizim evde birlikte kahvaltı edilen tek sabah pazar. Çoğunlukla. Kızım pek kahvaltı sevmiyor. Belki aç bile uyanmıyor. Bazen çay içiyor bir bardak, bazen kahve. Yanına çıkardığım ceviz, fındık, meyve, salatalık gibi şeylerden atıyor ağzına. Sonra çıkıyor. Kahvaltı yapmak için daha çok zamana ve daha çok açlığa ihtiyaç duyuyor muhtemelen. İşte o gün, bu gün, pazar yani. Az sonra yazıyı burada sonlandıracak ve tıpış tıpış mutfağa gideceğim. Pazar kahvaltısı hazırlamak için. Çay, kitap hayalimi unutmadım. Kızım ayaklanana kadar o minik, kendime vaat ettiğim molayı vereceğim. Çünkü biz anneler, o molaları vermeyi unutup kendimizi tüm dünyayla yüklemeye çok meyilliyiz. Farkına dahi varmadan yapıyoruz bunu üstelik. Hem yeterince güzel bir kahvaltı hazırlamak hem de kendime ihtiyaç duyduğum özeni vermek için hevesliyim. 

                                                                         *

Hepimizin içinden her gün onlarca duygu geçiyor. Günümüzü, hayatımızı nasıl geçirdiğimiz bu duygulardan hangilerini hatırladığımıza bağlı. Buna kalpten inanıyorum. Kızıma da dilim döndüğünce bunu anlatıyorum. Aktarmaya çalışıyorum. İşte bu yüzden bu sabah yazımı gündelik olana bakarken hissettiklerime adadım. Heyecan, mutluluk ve heves çıktı ortaya.  Eğer bu özeni göstermeseydim belki de birikmiş çamaşırlara bakıp göz devirecek, çalışma odasının dağınıklığı altında kötü hissedecektim. İyi olma çabası da yazmak gibi, hep temrin istiyor, kararlılık, sabır... Ama değiyor işte. Bu pazar senin içinden hangi duygular geçiyor? 

23 Nisan 2024 Salı

Yazarın odası

Meltem Dağcı'nın edebiyathaber için hazırladığı "yazarın odası" köşesini hatırlarsınız. Edebiyatçıların yaşamlarını, yazdıkları mekânları, son zamanlarda okudukları kitapları yakınlarının gözünden mercek altına almaya çalıştığı köşe uzunca süredir güncellenmiyor. Aklıma geldi. Soruları kızıma verdim. Benim için yanıtladı. Önce çok kısa yanıtladı. Sonra biraz genişletti.  İşte Deniz'in merceğinden benim okuma yazma hâllerim: 



Yazılarını nerede yazar? Yazarken denk geldiğinizde o an yaşadığınız ilginç bir anınız oldu mu? 

Bilgisayar. 

Çalışma masasında bilgisayarına yazar genelde. Eskiden kahvelere, Golf'e giderdi. Taşındığımızdan beri gidemiyor. Dışarı çıksa keçilerle beraber yazar herhalde. 

Annenizle yazı/okuma üzerine neler paylaşırsınız?

Kitap parası (Annenin notu: Kitap parası "Ben kitap isterim annem alır ya da benim aldığım kitapların ücretini annem öder anlamına gelmektedir.)

Ben genç kurgu okumayı o ise öykü bazen klasik okumayı sevdiği için kitap parasından başka bir şey paylaşmayız. Ben arada bir kitaplarımı anlatırım. Onda da annem hayatının şokuyla ayrılıyor. 

Yazdıklarıyla ilgili sizden ne tür fikir/öneri alır? 

Almıyor çünkü ya yetişkinler için yazıyor ya da veletler için yazıyor. 

İlk iki kitabını yazarken küçüktüm ve kitaplar yetişkin kitabıydı. Bu nedenle bir fikir almadı. Çocuk kitabını yazarken ben 2. sınıf falan olduğumdan dolayı yazınca okutup fikrimi almıştı. Son kitabı yine yetişkin kitabı olduğu için çok fikir almadı ama Geçmiş Zaman Çileleri'ni şu an okuyorum. 

Yazı yazarken vazgeçmediği ritüelleri nelerdir? 

Ben yazmıyorum ki nereden bileyim. 

Yazarken hep oturur. Genellikle akşam saatlerinde yazar ve yanına kahve (bana yaptırıyor) ya da soda alır. Nadiren deftere yazar. Yazarken etrafında ses istemez. Bazen müzik açar. Kendine aldığı yüzüğü takar. Türk kahvesi içiyorsa da uğraşarak yaptığım köpüğü masaya ayağını çarparak döker. #kahveköpüğüsanattır 

Son olarak, elinde en son gördüğünüz kitapları öğrenebilir miyiz? 

Amerika'ya taşınmış bir arkadaşı olan Halil Yörükoğlu'nun "Şu An Saat Kaç?" kitabını okuyor. Amerika'ya taşınan Türkleri konu alan kısa kısa öykülerin bulunduğu bir kitap. 



17 Nisan 2024 Çarşamba

Güzel anılar kumbarası

Sevgili blog, sevgili okur, 

Fark ettin. Sana ikinci kez üst üste mektup yazar gibi sesleniyorum. Çünkü mektup yazmak, doğrudan insanın yazının içine dalmasını, kendinden, düşüncelerinden samimi bir şekilde bahsetmesini sağlıyor. Bir okurun varlığı, ona seslendiğin bilinci yazıyı kolayca ilerletmeyi olanaklı kılıyor. Benim de işte bu kolaylığa, ne hakkında nasıl bir yazı yazacağımı planlamadan, düşünmeden, ertelemeden, yazının içine hop diye yerleşmeye ihtiyacım var. 

Bahar geldi. Farkındasın. Havada morsalkım kokuları, bahçelerde kır çiçekleri... Hareketsiz ve eve kapalı geçen ayların ardından doğa bizi çağırıyor. Öyle çok büyük buluşmalara bile gerek yok. Bilirsin, doğa, meraklıdır, bir kedi sessizliğiyle yürür, yayılır, beton içlerinde yaşayan bizleri sarar, sarmalar. Kaldırım çatlağında baş verir bir sarı çiçek örneğin. Bildiğin yolunu keser, bana bak, der, inadımı gör. Umutludur şehrin en olmadık yerlerinde rastlanan bu tomurcuklar. 

Yıllar önce yolumu kesen bir sarı çiçeğin öyküsünü yazmıştım ben de. İlk kitabımda yer alır. Merak edersen. Anı Toplayıcısı. Şu hayatta anı toplamak dışında başkaca görevimiz yok belki de. Hepimiz de geçmişi irdeleme, geleceği hayal etme alışkanlığı var malum. Kontrol etme güdümüz, beklentisizlikle barışamama hâlimiz hep bundan belki de. Beklentisizlikten kastım, olayların olmasına izin vermek, hayatı büyük ölçüde kaosun yönettiğini kabul etmek ve gelen günleri bir bir toplamak, içindeki güzellikleri görmek ve anı kumbarasına atmak... Elimizden daha fazlası da gelmiyor zira. 

Nisan ayı için ayların en zalimi demiş şair. Katılıyor musun? Ben asla ve kata katılmıyorum. Kızım bu ay doğdu bir kere. Sırf bu yüzden bile nisan ayların en güzeli belki de. Kuru dallara can veren baharı ihtiva etmesi de cabası. Sözün özü sevgili arkadaşım, sen bu ay hangi güzel anıları biriktirdin? Bir çırpıda sayabilir misin? Bu da çaba istiyor aslında. Aklındaki, kalbindeki sayacı güzellikleri, iyilikleri saymaya ayarlamayı gerektiriyor. 

Birkaç güzel şeyi birlikte saymaya, hatırlamaya ne dersin? İşte benimkiler: 

Balkonu temizledim, topladım. Kızım da çiçeklerin bakımını yaptı. Bazı saksıları da bahçeye çıkardım. Oh oldu mu balkon yayla gibi. Kimi sabahlar ve akşamlar orada yiyip içmeye başladık bile. 

Çalışma odasındaki masayı mutfağa alınca L şeklinde ilave kitaplık yapabilmek için bir alan doğdu. Dün marangoz geldi. Ölçü aldı. L şeklindeki açık raf sisteminin altında L şeklinde bir masa yer alacak. Bir köşeciğinde de keson. Böylece yerli yerine yerleşemeyen kitaplar, hobi ve kırtasiye malzemeleri güzelce sıralanacak. 

Şehirler arası araba yolculukları devam ediyor. İtiraf edeyim. Hâlâ zaman zaman kaygı duyuyorum. Ayvalık'tan gece yola çıktığımızda önümde uzanan uzun konvoyu görünce ellerim terlemeye başladı. Yorgunlukla yolda hata yapar mıyım endişesi kabaca. Bu endişeyi aşmak için dikkatimi tamamen o anın içinde tuttum. Şöyle şeyler işte: Ellerim terliyor. Biraz korkuyorum. Önümdeki araba durdu. Markası şu vs. Bu beni giderek sakinleştirdi. Önüme çıkan ilk pidecide tuvalet ve yemek molası verdik. Kapatmak üzere oldukları halde varsa yalnızca çorba içme ricamızı kırmadılar. Üç ezogelin, bir mercimek çıktı ancak. Yanında sıcacık tırnak pide. Güleryüzlü hizmet. Samimi bir rica karşısında bizim iyiliğimizi gözetmeleri karşısında kalbim eridi. İnsan insana iyi gelir, tam olarak bu. 

Kızımla samimi bir konuşma yaptık akşam, balkonda. Eleştirileri var ebeveynliğime dair. Hangi çocuğun yok? Alınmak, kızmak, söylenmek pekâlâ mümkün ama madem niyet etmişim güzel anılar biriktirmeye, yazısını hazırlamaya bile başlamışım. Bu niyetle uyumlu olmalı eylemim, sözüm, davetim. Çabam karşılığını buldu bence. İşte kumbaraya atılacak bir madeni para daha. Söze bir çırpıda dökülen anılar bunlar. Ya seninkiler? 


10 Nisan 2024 Çarşamba

İyi bayramlar

Sevgili blog, sevgili okur,
Sana bu satırları bir otel odasında, telefonumdan yazıyorum. Öncelikle iyi bayramlar diler, büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim.
Benim kızın yaz tatilinde okul gezisi var. Almanya, acı vatana... Hoş bu tabir gerilerde kaldı, öyle değil mi? Yeni gurbetçiler, öyle eskisi gibi işsizlikten, parasızlıktan gitmiyor, Para biriktirip vatana dönmeyi hayal etmiyor. Bildiğin insanca yaşamak için, basit, huzurlu ve güven dolu bir yaşantı için, melezleşmek için, vatandaş olmak için gidiyor. Bu gidişlerde hüzünlü, çok hüzünlü bir yan var. Gidenleri anlıyorum, o boyunlarına dolanan sıkışıklığı, nefes alamama halini, kaygıyı... Kızım ilkokula başlamadan önce benzer bir ruh halindeydim. Sonra silkindim, kendime geldim. Bir daha da yurt dışına yerleşme meselesi zihnime üşüşmedi. Bunun temel bazı sebepleri var. Öyle hop diye mesleğimi istediğim ülkede yapamıyorum ve bir neslin geleceği için kendiminkini çöpe atmayı da gözüm yemiyor. Hem ne demiş atalarımız. Taş yerinde ağırdır. Ben de Türkiye'nin en batısında usul usul yaşıyor, arkadaşlarla bizi karşı kıyıya bağlasalar geyiği yapıyor, her beyaz yakalı gibi Schengeni cebe koydukça komşuya geliyorum. 
Hah işte bu satırları da sana Ege'nin karşı kıyısından yazıyorum işte. Madem kızıma Schengen gerek. Yunanistan ne güne duruyor. Aldık vizemizi. Yaptık giriş çıkışı. Dün Ayvalık'ta başlayan gezi bugün, burada Midilli'de devam ediyor. 
Midilli'ye ilk kez 2013 yazında geldim. Kızım, ablam, ben. Yunanistan'a ilk girişimdi. Adanın sakinliği, yavaşlığı, saat 2 oldu mu kepenklerin kapanması, mobiletine atlayanın kendini sahile atmasını, leziz yemekleri, Yunanlıların bir frappeye eşlik eden uzun sohbetlerini, masaların arasında ürkmeden kırıntıları didikleyen kumruları sevdim, hem de çok. Bu üçüncü gelişim olsa da hep arabasız ve bir gece kaldığım için adanın geneline dair çok da fikrim yoktu. 
Bu sabah Deniz otobüsünde Meis tur yetkilisiyle konuştuk ve günübirlik tura katılmaya karar verdik. Bu sayede Aigasos'a kadar gittik. Yol boyu Midilli'nin bir numaralı geçim kaynağı zeytin ağaçlarını gördüm. Adanın kıvrımlı yolları, bakımlı zeytinlikleri, kendine yetmesini sağlayan mazotla çalışan elektrik santralleri, adalıları ana karaya ve diğer adalara bağlayan feribot hattı her birini merakla, ilgiyle izledim. Tatilin güzel yanı da bu olsa gerek. Rutinden çıktığın için dikkatini, ilgini gerçekten etrafına vermek, otomatik hareketler yerine farkındalıkla günü geçirmek ... Bugünden kalan anlar işte aşağıda. 



Mübadil bir anne ve üç çocuğunu tasvir eden bir heykel. Ne çok şey anlatıyor. Bırakılan arkanda şimdi. Yüzün acıdan kaskatı ama çocukların için yeniden başlama kararlılığı göstermek, kaya gibi, çelik gibi dimdik, sert durmak dışında bir seçeneğin de yok. 

Paskalya bu anın neresinde kaldı? Geride mı? İleride mi? Paskalya deyince sizin de aklınıza yumurta avı ve Yumurta öyküsü geliyor mu? Bazen kendimi o öyküdeki anne kadar güçlü, kararlı hissediyorum. 




Öğle yemeğinin ardından ayaklarımızı bu pırıl pırıl suya sokmayalım da ne yapalım... Var elbet bir hayalimiz. 19 Mayıs'ta Ege'nin bizim kıyılarında yüzeceğiz elbette. 



bu


Baharın gelişi Mor salkımdan belli olur. Kokusu bu kadar mı güzel olur bir çiçeğin. Bu bahar gözlerim morsalkıma doydu çok şükür. 

Aigasos'ta bir köy kahvesinin güzelliği. Sakinliği, rahatlığı, incelikli zevki... Tek kelimeyle bayıldım. Şerbetli tatlıları meşhurmuş. Öyle dediler. Ama benim kurallarım var. Türkiye sınırları dışında ne Yunanistan ne Balkanlar şerbetli tatlı ağzıma sürmem. Baklava, revani, o, bu... Birkaç denemenin ardından aldığım karardan hayli memnunum. Bugün de ballı, cevizli yoğurt yedim. Mis! 



Sokak kedisi olmayan memleket de ne bileyim. Seviyoruz patilileri. 

Hepinize peşin satan rahatlığı diliyorum.










31 Mart 2024 Pazar

1000. kez buradayım!

Dün geceden planı yapmıştık. Sabah kalkar kalkmaz oy kullanmaya gidecek, oradan da sahile çayın 5 lira olduğu belediyeye ait çay bahçesine gidip kahvaltı yapacaktık. Önümde birkaç kişi olduğu için sandıkta fazla oyalanmadım. Oy pusulalarını katlayıp zarfa sığdırdıktan sonra soluğu yeni nesil simitçinin önünde aldık. Oradaki kuyruk daha uzundu. Çheddar peynirli simitlerimizi aldık. İlk kez renkli simitlerden denedik. Bana göre pembe, satıcıya göre mor renkli -aromasının böğürtlen olduğunda mutabıkız- simitten bir taneyi de kaptık. Sokak simidine göre çok daha yumuşak, pofuduk, şeker mi şeker bir karbonhidratı da hüplettikten sonra kurban bayramını planlamaya koyulduk. Henüz olgunlaşmasa da istikametimiz belli. Bizimle bu rotayı yapmak isteyen arkadaşımı aradım. Konuya girmeden bekleyin geliyorum, dedi. Böylece kahvelerimizi birlikte içmiş olduk. Son aylarda dışarı çıkma ve spontan buluşmalar yaratma konusunda eskiye nazaran epeyce iyiyim. Donuk ve isteksiz hâlim geride, yaralı hâlim de zira. Dolu dolu on ayı bıraktım geride. Kısacık kestiğim saçlarımın ucu omuz başlarıma değdi değecek. Lastik toka sımsıkı sarıyor saçlarımı, at kuyruğu olmasa da bir sıpa kuyruğunun içinde topluyor. İyiyim anlayacağın. Geçen bahar diktiğim bahar dalları çiçeğe durdu. Adaçayı desen dimdik ayakta. Fidanlığa gidip birkaç bitki daha alıp dikeceğim. Lavanta, biberiye, gül, defne belki. Geçen yıl tutmayanlar ve yenileri... 



İyi olmaya, iç ve dış bahçemi güzel ve bakımlı tutmaya kararlıyım. Bahar dizisine başladık kızımla. O önce pek oralı olmadı. Sonradan dahil olup sevince geriye dönüp eksik bölümleri izliyor şimdi. Son yıllarda ana akım medyada yayımlanan en güzel dizi değil mi, sence de? Bir kere tepeden tırnağa kadın dizisi. Bir kadının kendini bulmasında, harekete geçmesinde, kafa tutmasında, itiraz etmesinde, ayak diretmesinde iyimser, sevinçli bir yan var ve bu bana öyle geliyor ki tüm kadın izleyicilere iyi geliyor. Şifa gibi yayılıyor ruhumuza, neşe katıyor, güç veriyor. Belki sen de zor bir dönemden geçiyorsun şu sıralar, kim bilir, eğer öyleyse etrafında uyanan doğayı izle. Kuru dallara can veren döngüyü gör. Ve senin de can suyunun çok yakında yürüyeceğini bil. Çünkü kötü şeyler de, iyi şeyler de geçicidir. Ben bir kötülüğün içinden geçtim, durağanlığın. Mevsimler geldi geçti o arada. Hüznün ve soğuğun mevsimi geride. Bir de baktım kalbimde kır çiçekleri... 

Bu ayın son yazısı. Yine durdum durdum, yazıları tamamlamak için başka mecralarda yayımlananları dizdim peşi sıra. Son iki günde ikişerden dört yeni ileti ile ayı tamamlamak durumunda kaldım. Elimde her zaman için bir joker var: huzurlu yaşam ipuçları çevirileri. Ama şu anda okuduğun yazı blogta 1000. yazı. Dolayısıyla bir çeviriyle geçiştiremezdim veyahut yayımlanmış bir yazımı kopyalayarak. Özgün olmalıydı, yeni yazılmalıydı, bininci yazı bilgisini içermeliydi. 

Saat 16 suları. Yığınla kirli çamaşır yıkanmayı, kurutulmayı, katlanmayı bekliyor. Bulaşık makinesi boşaltılacak, kirliler dizilecek. Akşam yemeği pişecek ancak bu iş yerinde grev var arkadaşım. Önce kendim için bu satırlar yazılacak. Daha çok yardım ricasında bulunacağım belki. Belki daha çok hizmet satın alacağım. Kendine iyi gelmek, bunu sürdürmek bir niyet işi. Tohum diker gibi dikmek gerekiyor, sulamak, bakmak, gözlemlemek. 

İçimle haşır neşirim anlayacağın. Nadasa bıraktığım toprağı kabarttım, Hani geviş getirdiğimiz konular vardır ya, temcit pilavı gibi ısıttığımız, düşüne düşüne köklediğimiz, bahçenin ayrık otları bir nevi. Hah, bildin. Onlar inceldi, kurudu. Düşüncelerimle beslemedim çünkü onları. Yakıtı, besini kesince topraktan ayrıldılar bir bir, köksüz, yurtsuz kaldılar. Toprak kabarık, havalanmış, dikime hazır. Bir sürü iyi niyet tohumu var cebimde. Onlarla çiçeklendireceğim içimi. Vermekten yorgun düşmeyeceğim. Alacağım da artık. Gözlerimi daha sık dinlendireceğim yeşilin binbir tonunda, mavi sularda. Daha çok gezeceğim. Kapı gibi Schengen cebimde. Haftaya Midilli'deyiz örneğin. Kızımın on üçüncü doğum gününde. Sofya trenine de bineceğim, mışıl mışıl uyuyacağım yolda. Batum'da hinkal ve haçapuri de yiyeceğim. Tek başıma bir seyahat de patlatırım belki. Belli mi olur. 

Ben buradayım, tam bu anda, bininci kez! Dile kolay. Yalnızca dile kolay ama. Bir şeye başlamak nispeten kolay. Zor olan onu emekle, inatla, inançla sürdürmek. Geleceği belirleyen şey, bugün burada sürdürdüklerimiz neticede. Ben yıllardır buradaydım. Bugün burada yazmak, dördüncü kitaba varmış olmak hep geçmiş emeklerimin verimi. Şimdi bunu kutlama zamanı. Biraz da meraklanma zamanı. Bugünden düne bakınca buraya nasıl geldiğini anlayan ve anlamlandıran insan zihni için geleceği yaratmak ve okumak çok da olanaklı değil. Belki gereği de yok. Artık bize hizmet etmeyen yükleri geride bırakmak, ayrık otlarını beslemekten vazgeçmek, yürüyüp gitmek yetecek belki de. Çünkü öldürdüğümüz her ihtimalin yerini yenileri alacak. Kendiliğinden. Şems yanılmış olamaz. Artık hayatımın altına bakma ve oradan keyif alma zamanı. Kalın sağlıcakla, umutla... 

Ha son bir soru: Ben bininci kezdir buradayım. Ya sen?


Ayla Akbuar ile söyleşi

Diş hekimi, psikolog ve aile dizilimcisi Ayla Akbuar ile diş hekimliğinden psikolojiye geçişi, aile dizilimiyle tanışıklığı ve bu konuda kaleme aldığı kitabı üzerine TDB Dergi için yaptığımız söyleşi: 

                            "Aile dizilimi, sorumluluktan kaçma yöntemi değil"



Sizi kısaca tanıyabilir miyiz?

1964 İstanbul doğumluyum. İlkokula çok erken yaşta özel izinle başlatılmış bir çocuktum. 15 yaşında hayalim olan İÜ Psikoloji’ye haylice yüksek bir puanla girdim. Ancak okula girdikten sonra Prof hocalarımdan birinin “psikologluğun hayalimdeki gibi bir meslek yaşamı vaat etmediği ve beni lisede psikoloji hocalığının beklediğini” söylemesinden travmatik bir şekilde etkilenip o yıl okulu bıraktım ve tekrar üniversite sınavına girdim. Diş hekimliği fakültesini de annemin arzusu olduğu için yazdım. İÜ Diş Hekimliği Fakültesi 1985 mezunuyum. Mesleğimi çok severek 16 yıl yaptım. Muayenehanede çalışmaya devam ederken hobim olan resim ve özellikle minyatür sanatına biraz daha akademik yaklaşmak istedim. 1993 yılında MSÜ Güzel Sanatlar Fakültesi Geleneksel Türk Sanatları bölümüne girdim. Bir yandan hekimlik yaparken diğer yandan akademiye gidip 1997’de mezun oldum. Yurt içi ve yurt dışında çeşitli sergilerim oldu. 1996’da Japonya Nagoya Üniversitesi’nde misafir öğrenci olarak bulundum. Sergiler açtım, Türk Sanatı üzerine konferanslar verdim. Hekimliğim 2001 yılına kadar devam etti. Muayenehane ortamının tekdüzeliğini hobilerimle zenginleştirmeye çalıştım.

Aktif diş hekimliğini bırakma kararını nasıl aldınız?

İÜ Diş Hekimliği Toplum Ağız Diş Sağlığı bölümünden Prof Gülçin Saydam önderliğinde yürüttüğü birkaç projede birkaç yıl boyunca aktif rol almıştım. Proje dahilinde anne baba ve çocuklara eğitimler de yer alıyordu. Tamamen tesadüf eseri bu projeden haberdar olan bir psikoloji profesörünün bana kurumlara yönelik eğitimler konusunda iş teklif etmesiyle, önceleri hekimlikle paralel, ki saat 17’e kadar eğitimler vererek saat 18’den bazen gece yarılarına kadar muayenehanede çalışarak, uzun yıllar geçirdim. Ancak bir süre sonra çok yorucu olmaya başlayınca tercihimi psikoloji temelli eğitimlerden kullanmak durumunda kaldım. Tekrar eski gözağrım psikoloji beni çağırdı yani. Bu süreçte Psikoloji Master’ı yaptım. Kurumsal eğitimler 17 yıl sürdü.

Geriye dönüp baktığınızda diş hekimliği yaptığınız yıllara nazaran hayatınızdaki olumlu ve olumsuz gelişmeler nelerdir? Üzerine hiç düşündünüz mü?

Hiç düşünmez olur muyum? Öncelikle şunu söylemem lazım, hekimliği çok severek yaptım. Ancak maddi ve manevi olarak beklentilerimin karşılandığını düşünmüyordum. Hekimlikle temasta olduğum hastalarımla harika iletişimlerim vardı ancak ben insanların daha derinine ulaşmak istiyordum. Dediğim gibi eğitimcilik süreci benim psikoloji ile yıllar önce kopardığım bağlarımı tekrar kurmama vesile oldu. Şimdi kendimi daha genişlemiş ve daha çok insana, potansiyelimin çoğuyla destek olduğumu hissediyorum.

Aile Dizimi ile tanışıklığınız nasıl gerçekleşti? Neden bu alanda eğitim almayı tercih ettiniz?

Bir boşanma sürecinden geçiyordum. Faydası olacağını düşünerek Psikolog Mehmet Zararsızoğlu’na gittim. Bireysel terapinin yanı sıra Aile Dizimi de yapıyordu. Gerek bu süreci hasarsızca atlatmamda gerekse sonraki dönemdeki ruh halimde o kadar olumlu etkisi oldu ki, bu yöntemi öğrenmeli ve herkesin faydalanmasını sağlamalıyım dedim. Ve bir yandan psikoloji master’ı yaparken diğer yandan Dr. Zararsızoğlu’ndan 900 saat Aile Dizimi eğitimi aldım. 18 yıldır Aile Dizimi yapıyorum.

Aile Dizimi nedir? Psikoterapi yöntemlerine göre bir üstünlüğü var mıdır?

Herhangi bir yöntemin diğerine göre üstün olduğunu düşünmüyorum. Kişinin ihtiyacına uygun yöntem vardır. Elbette ehil bir uygulayıcı tarafından yapılması kaydıyla. Aile Dizimi yaşamımızdaki tıkanıklıkların, yoksunlukların sadece bizim seçimizden değil atalarımızdan da kaynaklanmış olabileceğini öne süren bir terapi yöntemi. Bazılarının öne sürdüğü gibi sorumluluktan kaçınmak için sığınılan bir yöntem asla değil. Aksine kişinin kendi yaşamı üzerinde daha fazla sorumluluk almasına vesile oluyor diyebilirim, her terapi yönteminde olduğu gibi.  Atalarımızın yaşadığı ani ölümler, kayıplar, savaş, göç, hak yeme hak yenme, miras kavgaları, kız kaçırma, tecavüz vs gibi travmalar, gelecek nesillere genler yoluyla taşınıp bireyin tam potansiyeli ile hayata yönelmesine ve seçimler yapmasına engel olabiliyor. Aile Dizimi ile hem atalarımızın, hem içine doğduğumuz ve kurduğumuz ailelerin dinamiklerine çalışarak bireyin boynundaki o görünmez zincirlerden bağımsızlaşmasını hedefliyoruz. Mutlaka psikoloji bilgisi ve eğitimi almış, Aile Dizimi eğitimini yetkin bir uzmandan ve (50-100 saat gibi kısa değil) gerekli sürede  almış, tecrübeli bir uzman tarafından yapılması gerekiyor. Maalesef diş hekimliğinde hala kurtulamadığımız sahte diş hekimleri gibi sahte aile dizimcileri de ortada çok sayıda var. İzlediği bir diziyi seyretmiş, iki defa dizime katılmış bir çok eğitimsiz kişinin dizim yaptığına şahit oluyorum. Hasta olarak, danışan olarak sorumluluğumuz hizmet verecek kişinin yetkinliğini kontrol etmek olmalı. Aile Dizimi yetkin biri tarafından yapıldığında bir çok yönteme nazaran çok daha etkin ve daha kısa sürede gerçekleşen bir terapi yöntemi. Bugüne dek binlerce kez yaptım. Olumsuz bir durum hiç yaşamadım. Dizimlerin zarar vereceğine dair duyduğunuz her şey yetkin olmayan biri tarafından yapılmış olmalarıyla ilgilidir. Bence herkes en azından içine doğmuş olduğu aile ve kurduğu aileye dair dizim yaptırmalı.

Mona Kitap tarafından yayınlanan “Aile Dizimi- Atalarınızın kaderleri kaderimiz olmasın” bir Türk uzman tarafından alanında yazılan ilk kitap olma özelliği de taşıyor. Kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz? Çalışmalarınızı nasıl sürdürdünüz?

Uzun yıllar binlerce aile dizimi yaptıktan sonra haylice birikimim oluşmuştu. Danışanlarım bu konuda aydınlatıcı bir kitaba ihtiyaç olduğunu söylüyorlardı. Aslında pandemi buna vesile oldu. Pandeminin ilk 3 ayı herkes gibi hiçbir şey yapmadan evde oturmaya mahkum kalınca kitabı yazmak için büyük bir itki duydum. Pandeminin armağanı, hiçbir şey yapma zorunluluğunda olmama hali buna aslında vesile oldu. Saatlerce yazma lüksüne sahip oldum. Zaten kısa sürede de yazıp bitirdim.

Sizinki aslında sanatla iç içe de bir yaşam. MSÜ Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Geleneksel Türk Sanatları’nı bitirdiniz. Japonya’da bu konuda sergiler açtınız. O süreç nasıl başladı, ilerledi anlatabilir misiniz?

Kendimi bildiğimden beri Japonya ve kültürüne aşığım. Bu konuda çok okumuştum. Hayalimde de hep bir gün Japonya’da yaşayacağım düşüncesi vardı. Güzel sanatlarda okurken, Japon ve Türk geleneksel sanatlarındaki yöntem ve malzeme benzerlikleri ilgimi çekmişti. Biraz da bunu öğrenme bahanesiyle , o zaman internet henüz bu kadar aktif kullanımda değildi, Japonya’daki bütün ilgili üniversitelere mektup yazdım, burslu öğrenci olarak beni kabul ederler mi diye. Bir tanesi kabul etti ve gittim. Gitmeden bir kursa yazılıp derdimi anlatacak kadar Japonca öğrendim. Kısa dönem burslu öğrenci olarak geleneksel Japon resmi eğitimi gördüm. Çeşitli tesadüf mü dersiniz tevafuk mu bilemem ama çeşitli fırsatlar çıktı önüme ve sergiler açtım, Türk Geleneksel Sanatlarını anlatan Japonca seminerler verdim. Harika insanlarla tanıştım. Hepsinden önemlisi benim için çok önemli bir hayali gerçekleştirdim.

Japon resim sanatı Sumie ile tanışıklığınız da orada başladı sanırım. Sumie sanatı ile Geleneksel Türk Sanatları benziyor mu?

Sumie ile çok yıllar sonra bundan 8 yıl önce tanıştım. Geleneksel Japon ve Geleneksel Türk sanatlarından çok farklı. Tezhip ve minyatür keskin kuralları olan, dışına çıkılması doğru olmayan birer sanat. Zamanında benim ruhumun ihtiyacını karşıladığına eminim. Ancak artık ben de, ruhumun ihtiyaçları da çok farklı. Sumie, bir tür zen meditasyonu yapmak gibi. Elbette kendince kuralları var, ancak katı ve engelleyici değil. Sadece boyalar, fırça ve kağıtta kaybolup gitmenin keyfini size anlatamam. Diş hekimliği yaparken yorulan, sıkışan tüm ruhlara sanatın bir dalıyla uğraşmasını öneririm. Dünyanın şartları bu kadar zorlayıcıyken, diş hekimliğinin sorumluluğu bu kadar ağırken hepimizin hafiflemeye çok ihtiyacı var.

Bundan sonrası için planlarınız nelerdir? Teşekkür ederim.

Bitirdiğim bir romanım var. Son düzeltmelerini yapıyorum uzunca bir süredir. Bir de gene herkesin ihtiyacı olduğunu düşündüğüm bir konuda bir psikoloji kitabı var sırada yazmak istediğim.

Bu röportaj için ben çok teşekkür ederim.

Sağ beyin, sol beyin ve yaratma cesareti üzerine

Yeni kitabımın yayınlanacağını öğrenen bir hastam benimle kahve içmek ve yazma sürecim hakkında sohbet etmek istedi. Eğitim psikolojisi alanında çalıştığı, yaratıcılık, öğrenme konuları ilgi alanı olduğu için, beni hekim olarak tanıdığı ve kodladığı için bu yeni kimliğim ilgisini çekmişti çünkü. Hem merak ettiklerini sordu hem de bildiklerini anlattı. Yaratıcı olduğum için sağ beynimin baskın olduğunu düşündü. Hekimlik pratiğiyle sol beynin organize ettiği işleri öğrenerek  yapabildiğimi ancak hayatın her alanında bunu sürdüremediğime dair bir tahminde bulundu. Farklı bir tür falcılık. Belki de bir tür genelleme. 
  
Bildiğiniz gibi yaratıcılık, insanın hayal gücünü kullanarak yeni fikirler üretme kapasitesidir. Bu kapasiteye sahip birine neden sağ beyin yakıştırılır çünkü sağ beyin yaratıcılık, sanat ve duygusal ifade gibi alanlardan sorumludur.  Sol beyin ise, mantıklı düşünme, analitik düşünme ve dil becerilerini yönetir. 

 Sağ beynimiz, yaratıcılığımızın ve sanatsal yeteneklerimizin merkezi olarak kabul edilir. Sol beynimiz ise mantıklı düşünme, analiz yapma ve planlama gibi işlevlerle ilişkilendirilir. Yaratıcılık, genellikle sağ beyin tarafından yönlendirilen bir süreç olarak görülür.

Yaratıcılık, yeni fikirler üretme, problemleri farklı açılardan ele alma ve estetik duygularımızı ifade etme yeteneğimizdir. Bu yetenek, anlık ve spontan bir şekilde ortaya çıkabilir veya disiplinli bir çalışmanın sonucunda geliştirilebilir. Bir sanat eserini oluştururken, bir müzik parçası bestelerken veya bir hikaye yazarken yaratıcılığımızı kullanırız. 
Yaratıcı düşünceyi geliştirmek mümkün. Resim yapmak, müzik dinlemek, kitap okumak, doğa yürüyüşleri yapmak gibi faaliyetler, sağ beyin aktivasyonunu artırarak yaratıcılığımızı destekleyebilir. Ayrıca, hayal gücümüzü zorlayan sorular sormak, problem çözme becerilerimizi geliştirmek ve yeni deneyimler yaşamak da yaratıcılığımızı artırabilir.

Yaratıcılık sağ beynimizin bir özelliği olmakla birlikte geliştirilebilir ve teşvik edilebilir bir yetenektir diyebiliriz pekâlâ. O halde yaratıcı eylemleri sürdürmek için kendimize yaratım dostu bir çevre oluşturmak şart belki de. Kitaplar, filmler, sanatla ilgilenen dostlar, ilham veren yapıtlar... Çevremizi bunlarla ne kadar doldurursak o denli besleriz yaratıcı yönümüzü ve dahi içimizdeki sanatçıyı. Diyeceğim o ki arkadaşım, içindeki sanatçıyı gör, duy, onu iti gıdalarla besle ve üretmesine müsade et. Et ki yaratıcılığının ateşi sönmesin. Çünkü sönerse durum vahim. Kendi doğana sırt çeviriyorsun ve çuvallaman, sendelemen yakın demektir.