22 Eylül 2024 Pazar

Yaz biter, güz belirir

Resmi olarak sonbahar başlamak üzere. Okullar açıldı. Hâlâ pike var üzerimde ama geceleri uyurken pencereler kapalı. Çalışırken klimalar açık. Sandaletler ayakta ama şorta itibar etmiyorum eskisi gibi. Denize girmek hiç ama hiç gelmiyor içimden. Öğlenleri güneşli ve sıcak oysa. Girsen girersin. Ama zorlamaya gerek yok. Bir yaz daha geride kaldı. 

                                                                             *

11-14 Eylül arasında İstanbul'daydım. Toplantı, kongre açılışı, gala yemeği, yurdun dört bir yanından gelen arkadaşlarla ayak üstü sohbetler, aynı otelde kaldıklarımla daha derin sohbetler... Cumartesi eve dönüş telaşı. Yeni yaşıma kızımla girme isteği... Akşam yemeği saatlerinde eve geldiğimde onu mutfakta arı gibi çalışırken buldum. Baharatlanmış patates dilimleri fırına girmek üzere. Salata hazır. Ben yokken yesinler diye pişirilmiş tavuklu pilav ısınmakta. Duşa girdim çıktım. Hazır sofraya oturdum. Pastamı yedim ve hediye paketimi açtım. Daha ne olsun. Saat on bir sularında kızım yorgun olduğunu söyleyip diziye pazar günü devam etmemizi önerdi. Birkaç gün sürecek hastalığının ilk belirtisiymiş meğer yorgunluğu. İlaç, uyku, dinlenmeyle zımba gibiydi. Cuma sabahı ben boğazımda kuruluk ve kaşıntıyla uyandım. Öğle tatilinin önünü arkasını boşalttırdım. Tavuklu şehriye çorbası ve thylol hot içip birkaç saat uyudum ve işe geri döndüm. Vitamin, parasetamol devrilmeden atlattım sezonun bana ilk göz kırpan gribini. Bedenin ihtiyaçlarına kulak vermek gerek. 

                                                                           *



Netflix'te yeni bir dizi izlemeye başladım. Alpha Males. Madrid'te geçen İspanyol dizisinin orta yaşlarında dört erkek kahramanı var. Biri havalı ve bol sıfırlı televizyonculuk kariyerine cinsiyetçi olduğu için son verilen üst düzey yönetici, biri tutkusuz bir evliliğin içinde, biri sevgilisine evlenme teklif etmeyi planlarken onun açık ilişki teklifi karşısında şaşkına dönen, diğeri ise boşanmanın sorunlarıyla boğuşan bu dört adımın hikâyesi, hegemonik erkeklik, toksik erkeklik gibi kavramlar etrafında dönüyor ve inanın bana hem güldürüyor hem düşündürtüyor. İzleme listenize alın. 

                                                                            * 

Ben de böyleyim işte ne okuduğunun kaydını tutamayanlardan. Ayın kaçıncı kitabı bilmiyorum ama Erkeksiz Kadınlar'ı okudum. İncecik bir kitap. 1950'li yılların Tahran'ında geçen roman, kadının kendi hayatının öznesi olmasına izin verilmeyen kapalı ve iki yüzlü bir toplumda var olma, özgürlüğüne sahip çıkma kararlılığına sahip beş kadının birbirlerine bağlanan hikâyesini anlatıyor. Kadınların özgürlüğünü kaleme almanın diyeti ağır olmuş elbette Sharnush Parsipur için. İki kere hapse girip çıkmış. Birinde üç ay, diğerinde dört yıl demir parmaklıkların ardında yatmış. Erkeksiz Kadınlar yayımlandıktan sonra yine tepkileri üzerine çeken yazar (fahişe karakterine hamamda çıplak namaz kıldırma sahnesi nedeniyle şimşekleri üzerine çekmiş) çareyi ABD'ne kaçmakta bulmuş. İran'ın bir kadın tarafından yazılan ikinci romanı da yine ona ait. Okumaya devam eder miyim bilmiyorum (çünkü evdeki okunmamış kitap kuleleri, kitapların maliyeti, sadeleşme arzusu vs. vs.) ancak bulabilirsem Şirin Neşat tarafından filme alınan Erkeksiz Kadınlar'ı izleyeceğime eminim. 

                                                                        *

Kızım bu sabah da uykulara doyamadı. Hafta içi süren hastalığın bünyesinde bıraktığı yorgunluğu attı belki de. Güneşli bir pazardı. Pazar aynı zamanda baş başa kahvaltı yapabileceğimiz yegâne gün. Uzun sürmüş bir cumartesiden çıkınca, aklıma ilk gelen seçenek dışarıda kahvaltı ama onun da afyonu erken patlamıyor işte. Uyanmasını beklerken acıktım. Ufak bir kahvaltı sofrası kurdum kendime. Eksik malzemeler vardı zira. Kek, patates salatası gibi önceki günlerden kalan yancılar, haşlanmış yumurta, siyah zeytin, kaşar peyniri, tereyağı, bal, sallama çaydan ibaret kahvaltı karnımı doyurmaya yetti de arttı. Bir civarı uyanan güzel de karnını doyurunca kordona çıktık. Çantamızda kitaplar. Starbucks'a gittik. Bir tanıdığa rastlar mıyız diye sormuştum yolda. Rastladık, elbette. Kızımı tanıştırdım arkadaşımla. Edebiyat vesilesiyle tanıştığım arkadaşım Türk Dili ve Edebiyatı dördüncü sınıf öğrencisi şu sıralar. Okulda çağdaş edebiyata varmaktan memnun, okuma listesine başlamak üzere oradaydı. Ben yanıma aldığım çocuk kitabını bitirmek hedefindeydim. Kızım ise test çözmek. Kafenin sakinleri öğrenci değildi pek. Sesi boyunun on misli çıkan üç dört yaşlarında bir kız evladı, kızımın gözlerini belertmesine yetti de arttı. Kamusal alanda bireylerin sessiz kalma zorunluluğu yok elbette ama ses tonunu ortama göre belirlemek de ebeveynlerin öğretmesi gereken şeylerden biri bence. Çocuk sesi, çocuk kitabını bitirmeme engel olmadı. Ancak ödevlerini bitirme telaşında olan (çünkü akşam Beşiktaş maçı var) kızım için verimsiz bir oturum olunca eve geri dönmeye karar verdik.

Okumaya eşlik eden kahvemin vaadine bakın hele. Çok amin! 




                                                                     




13 Eylül 2024 Cuma

Süzüldü havaya düşünce balonları

Dün FDI kongresi için İstanbul'a geldim. Kongre vadisinde iki kocaman bina ... Pek çok kat, pek çok salon ... 8 bin katılımcı olduğu söyleniyor. İçeriye girmek ve giriş kartımı almak birkaç dakikayı geçmedi. İçeride tanıdık yüzler gördüm. Ve her birine kalabalıktan şikâyet ettim. Kendiliğinden çıktı bu sözler ağzımdan. Çünkü zihnimde kalabalıktan hoşlanmayan, bunu yıllardır diline pelesenk etmiş ve kaskatı bir yargıya çevirmiş bir yer var. Onunla çoktan el sıkışmışım, anlaşmışım. Kaybetmemek için geviş getiriyorum. 

"Ben kalabalıktan hoşlanmam. Sıra beklemeyi sevmem. Herkes bir ağızdan konuşuyor. Bir lokma yemek için saatlerce sıra beklemek çok sıkıcı. Ne işim var burada?"

Sabah erkenden evden çıkmışım. Bir küçük kâse yulaf ezmesi ve süt, bir haşlanmış yumurta saat 06.00 öncesi geçmiş boğazımdan. İstanbul'a var, otele yerleş, kongreye geç, fuar açılışına katıl. Saat 13.15 olmuş. Kafeterya sırası uzun. İlerlemiyor. Milim milim bile gitmiyor. 30 dk sonra dergi için röportaj yapacağım yurt dışında yaşayan bir akademisyenle. Kuyruk uzun... Açlığıma bakıyorum. Izdırap verici değil. Yukarı çıkıyorum. Laf lafı açıyor. Merak ettiklerimi soruyorum. Bittiğinde saat neredeyse üç. Binadan çıkıyorum. Kim bilir neresinden. Harbiye tarafı değil. Yakınlarda beni bekleyen arkadaşımla buluşacağız. Kafam karışıyor. Yönümü tayin edemiyorum. Oturma, dinlenme, açlık ihtiyaçlarımı gidermeyi öncelemeye karar veriyorum. Karşımda mobil bir kafe var: Down Kafe. Umduğum daha hoş bir mekân, daha leziz yemekler. Tost ve soğuk sandviçten ibaret menü. Bir de sınırlı içecek. Soğuk sandviç bitmiş, ayran da. İçimde bir huzursuzluk kıpırdanıyor. Kendime mutlu ve doyumlu olmak için ille güzel bir tabak yemeğe ihtiyacın var mı diye soruyorum. Cevap hayır elbette. Karışık tost ve çay söylüyorum. İlk birkaç ısırığın ardından arkadaşım geliyor. Sohbet başlıyor. Ona da anlatıyorum az kalsın içine düşeceğim mutsuzluğu ve kendimle konuşmamı. Açık hava, Down kafe, ağaçların altında olmak, keyifle gezinen, gerinen kedileri izlemek, bir kuşu avlama ihtimaliyle pusuya yatmalarını seyretmek beni bulunduğum yere sabitliyor. Zihnimin umduklarının ve bulamadıklarının üzerimde bir etkisi yok, artık. En güzel yerdeyim. Bulunduğum yerde. Uzun uzun binaların arasına sıkışmış bu küçük yeşil alan, arkadaşımla sohbet etmek, çay, kahve içmek için yeterli. Kırk yılda bir İstanbul'a gelmişim, güzel bir yerde oturmalıyım, iyi bir yemek yemeliyim, kültürel bir etkinliğe katılmalıyım bu düşünceler uçan bir balon gibi havaya süzülüyor, bırakınca ipi elimi kesmiyor, beni beklentisiz tutuyor, şimdi ve burada ile dost kılıyor. Bu varılacak güzel bir yer. Aldığım Dharma derslerinin de bir sonucu muhtemelen. 

Uzun uzun anlattığım bu deneyimin hayal kırıklığı, tatminsizlik, baş ağrısı ile sonuçlanan benzerlerini yaşamışlığım var. Çünkü zihin basma kalıp yargılarla bizi yönetmeye çalışan kötü bir efendi. Yuları onun elinden aldım. Ben kim, zihin kim, içimde mutlu ve mutsuz olmaktan sorumlu olan kim? Bilmiyorum. Ama duygularımı, ihtiyaçlarımı fark etmek, onlarla diyaloğa girmek bana daha iyi geliyor. Şiddetsiz iletişim ve Dharma öğrenme arzusu, çabası da işte bundan. 


11 Eylül 2024 Çarşamba

Akılla bir konuşmam oldu




Okullar açıldı. Sonbahar geldi. Hava kapalı ve yağmurlu. Sani sabah erken saatlerde dışarı çıkmak isteğiyle beni uyandırdı. Pencereyi açtım. Hop diye dışarı atladı. Ben de sabah serinliğinin, henüz aydınlanmamış havanın, toprak kokusunun tadına vardım. Pencereyi yarım araladım. Üzerime pikeyi çektim ve bir podcast açtım. Alışkanlık işte, uyumak için bir araca ihtiyaç duyuyorum. Biraz daha uyukladım. Kalkıp tavuk haşladım. Öğle yemeği için un terbiyeli, şehriyeli tavuk suyu çorba pişirdim. Yaklaşık 14-15 aydır muayenehaneye dışarıdan yemek sipariş etmek yerine evde ya da burada kendimiz pişiriyoruz. Sağlıklı beslenmek emek, zaman ve planlama istiyor. Diyete uygun menü hazırlamak da keza öyle. Sonuç: 4,5 haftada -5 kg. 

                                                                              *

Bekar annelikte bir yıldan fazlasını geride bıraktım. Zorlandığım zamanlar oldu, doğrusu. İnkar edemem. Dışarıdan çok yardım isteyen, talepkâr biri olmadığım için henüz ergen bir çocuğun A'dan Z'ye her şeyiyle ilgileneceğim, kendi ayaklarının üzerinde durana kadar sorumluluğun büyük bölümünün bana ait olduğu düşüncesi, kocaman bir kaya, hatta bir dağ kütlesi. Bunu düşününce insan ister istemez çok kaygılanıyor. Maddi güvenlikle ilgili bir korku gelişiyor örneğin. Halbuki kendime ait bir iş yerim var. Mobbinge uğradığım, performansıma bağlı olarak işten çıkarılma tedirginliği yaşadığım bir yerde çalışsam bu korkuyu anlarım. Ama değil. Ekonomik koşullar herkes kadar beni de etkiliyor.  Bir şey alacakken  örneğin kendime "buna gerçekten ihtiyacım var mı?" diye soruyorum. İhtiyaçlarımı ertelemiyor, arzularım arasında seçimler yapıyorum. Bu, bekar annelikle ilgili değil esasında. Gönüllü sadeliği ilke olarak benimsemiş, elbette sadelikten fersah fersah uzak yaşayan, evinde yığınla nesneyle yaşayan kentli bir kadınım. Tüm bunları zihnimde evirip çevirirken korkularımın kaynağının, fazla düşünmek, gözümü bugünden, şimdiden çok uzaklara dikmek olduğunu fark etmek beni rahatlattı. Elimizde olanın sadece şimdi olduğunu, bugünkü eylemlerimizin geleceğimizi de bir şekilde inşa ettiğini, bununla beraber bugünden geleceğe bakarak tam olarak orada bizi ne beklediğini bilmemizin imkânsız olduğunu, hayatı büyük ölçüde kaosun belirlediğini biliyoruz. Defalarca okuduk bunları, dinledik. Gerçek hayatta, bir kurmaca romanda olduğu gibi nedensellik bağı kuramıyoruz. Akışa bırak, anı yaşa denmesinin sebebi tam da bu yüzden. Kontrolü elden bırakamamak yalnızca korkuları, endişeleri arttırıyor. Oysa dışarıda onlarca güzel şey, bir ihtimal olarak bizleri bekliyor. 

Geçen yaz, sonunda artık içinde kalmak istemediğim, bana iyi gelmeyen, canlılığımı yitirmeme yol açan evliliğimi bitirdim. Hayatım hem değişti, hem değişmedi. Yasımı tutmak için kendime zaman tanıdım. Ne yerdim ne sövdüm ama konuştum, neyin yanlış olduğunu kavramaya çalıştım. Zamanla bu konuda konuşmayı da, düşünmeyi de bıraktım. Buraya gelmek zaman istiyor, elbette. Gözümü fazlaca ileriye dikmeden, bugünün ihtiyaçları üzerinden eyleme geçmek, o kadarıyla ilgilenmek, küçük küçük, gerektiği kadar adım atmak krizden çıkmanın en sağlam yolu bu. Gerisi iyilik, güzellik. 

                                                                         *

Netflix'te bir diziye rastladım. İsmi Kaos. Kaynağını antik Yunan mitolojisinden alan, "Olimposlu tanrılar ve tanrıçalara inanan modern insanların hayatı neye benzerdi?" sorusunun yanıtını arayan bir dizi. Kibirli ve özgüveni düşük, her daim tetikte, tereddütte Zeus, kıskanç ve kurnaz Hera ve diğerlerinin ölümlüler üzerindeki etkisi Orfeus ve Euridice'nin hikâyesi üzerinden anlatılıyor. Seyirlik bir dizi. Benim gibi mitolojiyi kısmen, yüzeysel bilenler için görsel hikâye boşlukları dolduruyor ve hikâyeleri birbirine bağlıyor. 

                                                                      *

Eylül pek çok kişi için bir tür başlangıç. Okulların açılması, yeni öğrenim yılının başlaması, yazın bitmesiyle rafa kalkan, ara verilen zihinsel üretimlerin artması gibi sebepler ben dahil pek çok kişinin eylülü bir açılış ayı olarak görmesine sebep oluyor. Benim gözlerimi dünyaya açtığım ay üstelik. Yeni yaşımı karşılamaya ne kaldı şunun şurasında. Bir yılı daha geride bırakırken bir iç muhasebe yapmak kaçınılmaz. Belirsizlikle ve değişimle gelen bir yıldı kucağıma bırakılan. Zor yanları vardı, kolay ve güzel yanları da. Bir teraziye koysam, iyiliğe, güzelliğe çekecek biliyorum.  Çünkü ben eskisi gibi olması gerekenler konusunda sabit fikirli ve kontrol manyağı değilim. Bunun tatmini var içimde. Yenisi nelere gebe bilmiyorum. Bir yıl sonra bileceğim. Bu arada gözümü kısa hedeflerde tutmaya, günün içinden iyilikleri, güzellikleri çıkarmaya devam! Bu satıra kadar okumayı sürdüren okur, akılla bir konuşmam oldu, seni de dahil ettim. Sen de var ol. Çünkü duyulmak da zaruri bir ihtiyaç. 




Füsun Çetinel ile söyleşi

Füsun Çetinel'in yeni romanı "Son Bahçe" yayımlandı. Ben de hemen edindim ve bir çırpıda okudum. Çocuk edebiyatının insana iyi gelen bir yanı var. Üzerinizde okuma tembelliği, erteleme hastalığı varsa örneğin çocuk kitaplarını hap gibi peş peşe okuyun. Elinizde sürünen kitap kalmayacağı gibi içinize bir iyimserlik de yayılacak, dünyayı iyiliğin, dayanışmanın kurtarmamın umuduyla beraber üstelik. Son Bahçe'yi elimden bırakır bırakmaz kafamdaki soruları toparladım yazarına yönelttim. Sadece romana dair sorular sormadım. Yazma eyleminin kendisini, yaratıcılık süreçlerini de masaya yatırdık. Çünkü bilindiği üzere Füsun Çetinel uzun yıllardır yaratıcı yazarlık atölyeleri düzenleyen, yazar koçluğu yapan, iyi de bir okur. Hâl böyleyken içinden okumak yazmanın geçtiği keyifli, bir o kadar da cesaret verici bir söyleşi çıktı ortaya. Oggito'da yayımlanan söyleşiyi okumak için sizi böyle alalım

                                                                                    *



                           "Ayağa kalkıp yürümek varken yerde kalıp sızlanmak niye"

“Son Bahçe” adlı yeni romanınızda çevresi hızla betonlaşan bir bahçeyi korumaya çalışan çocukların hikâyesini ele alıyorsunuz. Sizin kitaplarınızı çağdaş gerçekçi olarak tanımlamak mümkün. Yarattığınız kahramanlar, bizimle benzer mekânlarda yaşıyor, benzer dertlerle hemhal oluyor. Merakımızı uyandıran gerçekçi bir eyleme karışıyor ve olaylar gelişiyor. Gerçekçi kurgu kendinizi yakın hissettiğiniz bir tür mü?

Hayatın içinde olmayı; sokaklarda, kafelerde, bitpazarlarında, yolculuklarda, havaalanlarında, trenlerde, hostellerde, farklı kültürden insanlarla farklı dillerde sohbet etmeyi çok seviyorum. İşim ve ilgi alanlarım da buna uygun, sıkça yollardayım, yolculuklardayım, değişik mekânlarda her yaştan insanla birlikteyim. Onları izlemek, diyaloglarını hafızama kaydetmek, duyduklarımdan ve gördüklerimden çıkarım yapmak, keyifli bir oyun benim için. Bunlar harmanlanıp hikâyelere ve kimi kez bünyesinde fantazyayı da barındıran gerçekçi kurgulara varıyor.

Romanda farklı depremlerde ailesini kaybetmiş, akraba yanında büyümüş ve çocuk sahibi olmuş iki ebeveyn görüyoruz. Aileleri enkaz altında kalsa da, onlar bir yolunu bulup kendi yaşamlarını doğrultmayı, tercihlerini iyilikten, dayanışmadan, paylaşmaktan yana yapmayı başarıyor. Kızları Zeynep “Armut dibine düşer,” atasözünü doğruluyor ve ortak amaç doğrultusunda tüm sınıfı örgütlemeyi başarıyor. Kötülük, para hırsı, telafi edilmeyen kayıplar hikâyede yer alıyor, görüyoruz ancak daha mühimi devam etmek, ortak değerler, erdemler etrafında bir araya gelmek, çoğalmak, çalışmak ve birlikte başarmak. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Hepimizin başına kötü şeyler gelebilir, her an tökezleyebiliriz hayatta. Ayağa kalkıp yürümek varken yerde kalıp sızlanmak niye? Bizler çokça ondan bundan şikâyet ediyor, birilerini suçluyor, “biz adam olmayız” diyor, sosyal medyada veryansın ediyor, konuşuyor da konuşuyoruz.  İş somut bir şeyler yapmaya geldi mi hiç birimiz elimizi taşın altına koymak istemiyoruz. Hâlbuki öfke duymakla, suçlamakla, şikâyet etmekle boşa geçireceğimiz zamanı, harcayacağımız enerjiyi çalışmaya, üretmeye, barışçıl bir şekilde bir araya gelerek başarmaya yöneltsek? Yapıcı bir tavır sergilesek? Sanırım ve ne yazık ki “şikâyet kültürü” toplumumuzun bir özelliği oldu.

“Son Bahçe” ilk sayfadan itibaren okurun merakını ayakta tutan, sezdirdikleriyle finale giden yolu aralayan, “kurmacada hiçbir şey birdenbire olmaz”ın sağlamasını yapan, mühendisliği sağlam bir metin. Bunu sağlamak için dikkat ettiğiniz unsurlar nedir?

Sağlam bir kurguya varabilmenin türlü yolları var. İlki tabii ki çok ve iyi okumaktan geçiyor. Çok okuyorum, çok film seyrediyorum ve her hikâyede sarkan yerleri zihnim otomatik olarak algılıyor. Sanırım çok kişiyle birlikte, çok farklı hikâyeleri çalışmanın, didik didik etmenin doğal bir sonucu bu.

Kurguda takıldığım yerlerin çözümlerini kimi kez rüyamda, çok sık ve detaylı film tadında rüyalar görürüm, kimi kez yürüyüş yaparken, bisiklete binerken, duş yaparken buluyorum. Unutmamak için defalarca tekrarlıyorum kendi kendime. Eve varıp da dosyayı açınca bilgisayarda hemen değişimleri, eklemeleri yapıyorum.

İlk başlarda deftere yazarak, notlar alarak ilerliyordum artık edindiğim disiplinle hafızaya alıyorum notlarımı.

 

Sokaktan, yoldan, yolculuktan beslenen bir yazar olduğunuzu, defterlere sıklıkla notlar aldığınızı, bunları küçük desenlerle desteklediğinizi biliyorum. Bu defterlere giren kelimeleri, küçük notları, her birini ışığa ulaşmak isteyen bir tohum olarak hayal edersek, gelişmeleri, serpilmeleri için nasıl bir tutum izliyorsunuz?

Eğlenceli defterler diye adlandırıyorum onları çünkü içlerinde her şey var; fişler, kartpostallar, peçeteler, yapraklar… Yazdığım notlara bir daha açıp bakıyor muyum? Kesinlikle hayır! Elle yazdığımız şeyler bir nevi beynimize yazılıyor, hafızada depolanıyor. Onun için de akıllı telefonun notlar bölümünü hiç kullanmıyorum. Defter yoksa yanımda fişlere, paket kâğıtlarına zorda kalırsam yaprağa bile yazıyorum. Her yazdığımız şey bir hikâyeye varamaz ama dediğiniz gibi minik tohumlar bunlar, beslersek üzerinde düşünür derinlik verebilirsek, başka minik tohumlarla ilişkilendirebilirsek sağlam bir hikâyeye ulaşabiliriz.

Yazı eğitmeni, yazar danışmanı olarak çalışıyor, çocuklar ve gençler için hikâye atölyeleri düzenliyorsunuz. Bu tür atölyelerin,  hikâye anlatıcılığının unsurları, biçimleri üzerine öğretme ve öğrenme alanları yarattığı, yazma becerilerini geliştirmeyi hedeflediği gerçeğinden yola çıkarak sormak istiyorum. Sizin yazarlık yolculuğunuzu da dahil ederek elbette. Zanaat, sanatı mümkün kılar mı?

Tüm yaratıcı yazı eğitmenlerinin savunduğu gibi atölyeler yazar çıkarmak için değildir, yazmaya dair teknikler, düşünceler geliştirmek, pratik yapmak, yorumlar almak, aynı zamanda iyi bir okur olmak içindir. Bu çalışmalara devam eden kişiler yazmaya tutkuyla bağlıysa ve biraz yetenekleri de varsa geleceğin yazarları arasında yerlerini alabilirler.

Bazı kişiler bu tür çalışmalara önyargılı yaklaşıp, tamamıyla karşı çıkıyorlar. Ama eski yazarların söyleşilerine, hayatlarına baktığımızda hepsi birbiriyle tanışık veya arkadaş, edebiyat matineleri düzenliyor, aynı sofralarda edebiyat konuşuyorlar. Bu tür toplantılara katılan gençler de onları dinleyerek yazmaya dair ilk adımlarını atıyor, onlardan geribildirim alıyorlar. Bu tür birliktelikler de atölye sayılmaz mı?

Bence sanat ve zanaat birbirini destekleyen şeyler. Daha yeni Edogawa Rampo’nun Aynalar Cehennemi ve Diğer Öyküler kitabındaki bir öyküde; ustanın yanına çırak verilen bir gencin nasıl tutkulu, gerçek bir sanatçıya dönüştüğü anlatılıyordu. Bunun örneklerine eskiden sıkça rastlardık… Atölyelere katılan kişiler de bir tür çırak aslında. Kiminden iş çıkıyor, kimi başka şeylere yöneliyor pes edip.

Çocuk ve genç okur için yazmak, onlarla okullarda, kitap fuarlarında bir araya gelmeyi de mümkün kılıyor. Bu buluşmalarda, sizin için unutulmaz, aklınızda, kalbinizde yer eden ilginç anılarınız var mı?

Yazar etkinliğine gittiğim bir köy okulunda dördüncü sınıf öğrencileri kendi bahçelerinden topladıkları gül yapraklarıyla ismimi tahtanın önüne yere yazmışlardı. Sınıfa girince kendimi assolist gibi hissettim çok hoşuma gitti.

Bodrum’da bir STK etkinliğinde çocuklara benim romanlarım ve Atatürk’ün Nutuk kitabı birlikte hediye edilmişti. Kendi kitaplarımı imzaladım ancak çocuklar Nutuk kitabını da imzalamamı istediler ısrarla. Onlara bunun çok yanlış olduğunu, Nutuk’u Atatürk’ün yazdığını anlatsam da ikna olmadılar ve üzülerek ayrıldılar yanımdan.

Hediye olarak gofret getirmişti bir çocuk, teşekkür edip aldım ama biraz sonra yanıma geldi yine. “Paylaşabilir miyiz,” diye sordu yalanarak. Ben de gofreti ona geri hediye ettim (yalanarak).

Çok tatlı da soruları var aklımda kalan… Ne zaman yazmayı bırakacaksınız? Saçınız kına mı? Çok para kazanıyor musunuz? Bu kitabı gerçekten siz mi yazdınız? Youtube kanalıma abone olur musunuz? Benim ismimi bir kahramanınıza verir misiniz?

Yüzlerce mektup, kartpostal, not var bana yazdıkları, hepsi de çok özel ve samimi.

Tişörtlerini, kollarını imzalatmak isteyenleri de unutmamak gerek tabii. O zaman da kendimi bir pop-star olarak hissediyorum, hoşuma gidiyor ama annelerden korktuğum için imzalamıyorum… Bir tanesi çok şirindi, kandırdı beni elini imzaladım. “Bu eli bir daha hiç yıkamayacağım,” dedi. Eyvah eyvah!

“Son Bahçe” okurla buluşalı çok kısa bir süre geçti ancak adettendir soralım. Ufukta yeni projeler var mı?

Masaüstünde bir sürü dosya, defterlerde notlar, kâğıtlar, yayınevi sepetinde bekleyen dosyalar, çizerini arayan bir resimli kitap… Ama beni çok daha fazla heyecanlandıran şey hep yeni hikâyelerin ihtimali…