Roman 1998
yılında yazılmış bir önsözle başlıyor. M.F.A genç bir
avukatken eline geçen defteri, içeriğini,
yazılanların kendisini nasıl etkilediğini, beş yıl süren
çeviri macerasını, bunca yıllık sessizliğini, mektupları neden
şimdi okura ulaştırmak istediğini açıklıyor ve susuyor.
Ardından mektuplar konuşmaya başlıyor.
21 Ağustos 1908, Cuma
Sevgili
Alex,
Seyahatim
boyunca her fırsatta sana yazacağıma dair söz vermiştim. İşte
sözümde duruyorum ve ilk mektubumu kaleme alıyorum. ...
Marsilya'dan
demir alırken deniz bir sessiz göl gibi kıpırtısızdı. Sabahın
erken saatinde gemicilerin limanda yankılanan bağrışları
martıların çığlıklarına karışıyordu. Güvertede durmuş,
aldığım kararların doğru olup olmadığını düşünüyordum
ama inanır mısın bunu yaparken hiçbir şey hissetmiyordum.
Romanlarda okumuş olduğumuz o heybetli düşüncelerden, sarsıcı
hislerden, iç yakan pişmanlıklardan ya da ne bileyim, köpürüp
taşan ihtiraslardan eser yoktu.
Genç
gazeteci Frank Chaousson, L'Illustration gazetesi adına haber
yapmak için fotoğrafçı Marcel ile birlikte 2. Meşrutiyet'in
ilanının ardından İstanbul'a gitmektedir. Sanatoryumda yatan
arkadaşı Alex'e yazdığı mektupları o dönemde sıkça yapıldığı
gibi, göndermeden önce yanından ayırmadığı bir
deftere kaydeder. Bizim roman olarak okuduğumuz bu defterin
çevirisidir.
Frank'ın
asıl ismi Fuat'tır. Annesi bir Fransız tiyatrocu, babası
Türk'tür. Babasını hiç tanımayan Fuat, dokuz yaşına kadar
İstanbul'da bir Osmanlı çocuğu gibi büyümüş sonra annesi ve
kız kardeşi ile Paris'e taşınmıştır. Annesinin ölümünün
ardından kabul ettiği iş teklifi, doğu ile batı arasında
sıkışmış gencin, geçmişine de bir yolculuktur aynı zamanda.
Paris'te herkesten sakladığı, sakındığı geçmişini,
kimliğini; evine, çocukluğuna giden gemi yolculuğunda açıklamakta
sakınca görmez. Ancak arada kalmışlık hissi, doğuda da batıda
da aynıdır, değişmeden kalır. Gemide İsabelle adında genç bir
kızla tanışır, aşık olur ya da olduğunu sanır. Marsilya'dan
kalkan geminin yolcuları arasında Paris'te sürgünde ölen
babasının naaşını, İstanbul'a götüren Prens Sabahattin de
vardır. Fuat, Sabahattin beyle tesadüfen tanışır, L'Illustration
için röportaj yapar.
Bir doğulu
afetin yüzünü saklayan ferace gibi bütün güzellikleri azar azar
gösteren sabah sisinin yavaşça kalktığı, İstanbul'un tüm
ihtişamıyla teslim olacağı günün ilk ışıklarında girmek
ister kente, doğuya seyahat tertipleyen şirketlerin vaat ettiği
gibi... Ancak gemi, gecenin karanlığında yanaşır limana.
Sabahattin beyi karşılamaya gelenlerin taşıdığı meşaleler,
gecenin karanlığını delse de küçük bir kıvılcım olmaktan
öteye gidemez. Kurduğu Ahrar Partisi seçimlerde başarılı
olamaz, sokaklarda eşitlik, adalet, özgürlük isteyenlerin sesi,
başlarına bir çoban isteyenlerin sesini bastıramaz. Karanlık bir
gecede girdiği İstanbul'da geçmişin ve geleceğin gölgeleri,
lanetleri Fuat'ı bir bir bulur.
Marcel ile
birlikte bir yandan haber peşinde koşarken diğer yandan şehri
keşfe koyulurlar. Üsküdar'da bir derviş dergâhında Charles
adında üst düzey bir İngiliz ile tanışırlar. Charles, onlara
eski İstanbul'un sırlarıyla ilgili bir kitap hazırlamayı teklif
eder. Verdiği yüklü avans, L'Illustration'daki işin sona
ermesiyle Charles'ın himayesi altına girerler.
Fuat,
mektuplarına, yüz yıl öncesinin İstanbul yaşantısını, günlük
alışkanlıkları, siyasi çalkantıları, batılı seyyahların
İstanbul algısını, içine düştüğü bunalımı, İsabelle ile
Evelyn arasında yaşadığı ikilemi konu eder. Kimsesizliğini,
kimliksizliğini, kelimelerle doldurabilirmiş gibi, her fırsatta
Alex'e yazmaya devam eder. Beşir Fuad'ın oğlu olduğunu
öğrendikten sonra Ahmet Mithat Efendi'nin yazdığı kitabı okur.
Babasının intiharı ve büyük annesinin delirerek öldüğü
gerçeği, İsabelle'in ani ölümü karşısında hissettiği
suçluluk duygusu sonucunda yaşadığı hezeyanlar artar. Zihni,
düşünceleri dağınıklaşır, artık bir alıcısı olmadığını
bildiği mektuplara tarih atmaz, el yazısı giderek bozulur, araya
çizimler serpiştirir. Karanlık bir gecede girdiği İstanbul'un
karanlığından bir türlü kurtulamaz. Geçmişin ve geleceğin
gölgeleri, hayalleri ve lanetleri arasında ruhu hâlâ İstanbul
semalarında dolanır durur.
Buraya
ait olamamaktan yoruldum.
Ama
gidemiyorum da... Paris'e de ait değilim çünkü.
Charles,
Marcel, Evelyn, Margaret, hepsi başka bir yere ait olmanın
güveniyle istedikleri yere gidebiliyorlar. Gittikleri yerde de
durmayacaklar belli ki, Ben onlara benzesem de onlardan biri değilim.
Acı bir tecrübe. Hayaletlerin niçin kimi binalarda hapis kaldığını
anladım. Ben ve benim gibiler bu şehrin hayaletleri. Melez
mahluklar. Onlarsa seyyah. Çoktan bitmiş bir hikâyeyi tekrar
yaşamak isteyen eğlence düşkünleri. Onlara boşuna kızdım
Alex. Ateşe verdim her yeri. Öfkem kendimeydi biliyorum. Hiçbir
yer yok benim için. Onları kıskanıyorum. Kendinden emin
insanları. Herkesin bir evi, bir toprağı var. Ben gökyüzünde
uçan kimsesiz bir tohumum. Bütün rahimler ölü benim için.
http://www.youtube.com/results?search_query=g%C3%B6lgeler+ve+hayaller+%C5%9Fehrinde
http://www.youtube.com/results?search_query=g%C3%B6lgeler+ve+hayaller+%C5%9Fehrinde
Ahmet
Hamdi Tanpınar, Murat Gülsoy'u etkileyen yazarların başında
geliyor. Hemen her söyleşisinde andığı, alıntıladığı
Tanpınar'ın, kadim meselesi, “doğu ve batı arasında kalmışlık”
durumunu ele alan son romanı Gölgeler ve Hayaller Şehrinde,
mektup türünde yazılmış. Romanın mektup türünde yazılmış
olmasını bir okur olarak sevdim. Çünkü yazılan her metin, hatta
daha da genelleyecek olursak ilkel ya da gelişmiş her sanat eseri,
bir mektuptur. Gelecekteki okura yani bize gönderilmiş mektubu
alır, okuduğumuz her satırda şimdiki andan geçmişe bakarak
yazarın yarattığı hikâyenin, zihninin içine gireriz. Mektup,
yazan için de alıcısı için de mahremdir. içten ve doğal bir
anlatımı vardır. Bana
gönderilmiş gibi hissettiğim mektupları aldım. Okuduğum her
kelime, her bir cümle ile hikâyenin, kahramanın zihninin içine
girerken romancı yanımdan usulca ayrıldı. Beni Fuat ile baş başa
bıraktı.
Metni zihnimde canlandırmakta hiç zorlanmadım. Özellikle Fuat'ın babasının Beşir Fuat olduğunun ortaya çıkması, Ahmet Mithat Efendi'nin yazdığı kitabı okuyup babasının intiharını, büyük annesinin psikolojik rahatsızlığını öğrenmesinin ardından yaşadığı hezeyanlar, giderek dağınıklaşan zihni, düşünceleri, bozulan el yazısı, araya serpiştirdiği çizimleri, zihnimde o denli canlıydı ki bir okur olarak keşke dedim, keşke roman eski el yazısıyla yazılmış, Alex'e gönderdiği kart postalların da yer aldığı eski bir defter görünümünde olsaydı.
Romanda bahsi geçen
kartpostalların bir kısmına aşağıdaki linkten ulaşmak mümkün.
Hikâye,
1908 yılında, 2. Meşrutiyet'in ilan edildiği günlerde başlıyor.
Arka planda Prens Sabahattin, Beşir Fuad, Osmanlı Sultanları gibi
gerçek tarihi kişilikler var. Ancak asıl anlattığı
hikâye, insanın ve toplumun içinde bulunduğu karanlık, bu
karanlıktan kurtulma ya da bu karanlıkla başa çıkma çabası.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder