31 Mayıs 2017 Çarşamba

24 Mayıs 2017 Çarşamba

İLK KİTAP DOSYASI

Kitap yayımlandıktan sonra geçen zamanı iyi değerlendirdiğimi düşünmüyorum. Ne dilediğim kadar yazabildim, ne de okuyabildim. Geçen zamana hayıflanmak istemiyorum gene de. Bir Çin atasözünün dediği gibi: Bir ağaç dikmek için en iyi zaman yirmi sene öncesiydi. İkinci en iyi zaman ise şimdi.
Şimdiyi elimden kaçırmadan başlamak istiyorum. Kendi köşemde oturup okumak, yazmak, biriktirmek, bir bütünlüğe ulaşmasını beklemek... Artık yazı köşem de var malûm, küçük bir oda. Kitaplar, yazı masam, kitap okumak ve misafir geldiğinde ağırlamak için yatak da olabilen bir çekyat. Çoğu zaman kucağımda bilgisayar salonda takılsam da, dağınıklığımı çalışma odamda bırakmaya uğraşıyorum. Ne kadar gayret edersem edeyim düzenli tutamıyorum. Masanın, koltuğun üzerinde kitaplar, defterler...
Dün akşam çalışma odamda, kanapenin üzerinde oturuyordum. Kucağımda bir şiir kitabı vardı. Günde on beş dakikamı şiir okumaya ayıracaktım. Öyle karar almıştım, haftada bir gün annemle kahve içmeye çıkacak, bir gün Deniz ile dolaşacak, bir gün de kendimi gezdirecektim. Beden farkındalığı atölyesine gidiyordum her salı ama bu sayılmaz diye düşünüyordum. Ve kendime fazladan vereceğim iki üç saatin hesabını yapıyordum. Kızım yanıma geldi. Koltuğun üzerinde çizdiği resmi buldu. Heyecanı, yüzüne, gözlerine yansıyordu.
"Anne yazacağımız kitap için mi ayırdın bunu?"
Kullanmak istediği resimleri bir dosyada saklayabileceğini söyledim. Dudaklarını büzdü. Bir dosyası olmadığını anladım. Yerimden kalktım. Kitaplığın altındaki kapaklı dolabı açtım. İlk kitabıma ait öykülerin bulunduğu dosyanın içini boşalttım. Ona uzattım.
"Al, bu senin olsun. İçine saklamak istediğin resimleri koyarsın."
Gittiğim eğitimlerden birinde aldığım üzerinde otel amblemi ve ismi olan basit, karton dosyalardan biriydi. Etkilendiğini görebiliyordum.
"Anne içinde bir sürü kâğıt varmış," dedi çıkardıklarıma bakarak.
Son vurucu darbeyi yapmak ister gibi "Önemli değil, onlara bir başka yer bulurum sonra," dedim.
Odasına koştu. Şiir kitabı kucağımdaydı hâlâ. Ayaklarımı uzattım. Rastgele bir sayfa açtım. Dizelerin içine giremedim bir türlü. Ulana ulana bir çocuk romanına dönmesini umduğum metni düşündüm. Yazmaya başlayabilmenin heyecanı ve mutluluğuna korku karıştı kısa sürede. Gözlerimi kapatıp düşünmeye koyuldum. Bu şekilde ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Deniz geldi. Elinde dosyayı tutuyordu. Kapağını açtı. Her iki kapağın içine daha önceden çizip sakladığı resimleri yapıştırmıştı, yan yana, alt alta, rengârenk, ışıl ışıl parlıyordu. Bir noktasından kartona tutturulmuş kâğıtlar, dosya hareket ettiğinde kanatlarını çırpan kelebekler gibiydi. Koştu, bir A4 kâğıt getirdi. Sayfanın solu, yukarıdan aşağı kelimelerle doluydu. Al, at, ak, an, ad, ata, ala, ama... Sayfanın en üstünde kocaman harflerle kendi adı yazıyordu: Deniz G.


22 Mayıs 2017 Pazartesi

FREDERİCK(*)

Dünyaca ünlü tasarımcı, çizer ve grafik sanatçısı (doğumu 5/5/1910 ölümü 11/10/1999) Leo Lionni'nin yazıp resimlediği Frederick (ilk yayımlanma tarihi 1966) ödüllü bir kitap. 1966 Caldecott Onur Kitabı, 1966 ALA Dikkate Değer Kitap, 1967 New York Times Yılın En İyi Resimli Kitabı ödüllerini kazanan Frederick aradan geçen 51 yıla rağmen güncelliğini koruyor. Lionni'nin yapıtları resimli çocuk kitapları kategorisine girse de sürekliliğini koruyan temaları, yalın anlatımı, uyandırdığı felsefi sorular, sade çizgiler ve göz alıcı kolaj çalışmaları nedeniyle yediden yetmişe geniş bir okur kitlesinin gönlünü çeliyor ve Lionni Chicago Tribune'ün kendisine verdiği "yalın öykünün ustası" payesini ölümünden sonra da layığıyla taşımaya devam ediyor.
Frederick'in basit bir konusu var. Kış kapıda. Tarla fareleri harıl harıl çalışıyor ve yuvalarına yiyecek taşıyor, mısır, fındık, buğday, saman... Günlerini hayal kurarak, etrafı izleyerek geçiren Frederick hariç. Kış gelince yuvalarına çekilen fareler, yaz boyu biriktirdikleri gıdaları yiyor, birbirlerine şakalar yapıyor,  başlarından geçen hikâyeleri anlatıyor. Bir süre sonra gıda da tükeniyor, şakalar ve hikâyeler de... Kara kış olanca kasvetiyle çöktüğünde, umut etmek için hiçbir neden kalmadığında, topluluk üyelerinden biri Frederick'in topladıklarını hatırlıyor. İşte o zaman Frederick sahneye çıkıyor, renklerini, hayallerini kaybeden topluluğa ihtiyaç duydukları renkleri, hikâyeleri, şiirleri sunarak onların ruhunu doyuruyor, kalplerini ısıtıyor.  
Frederick diğer Lionni kitapları gibi kısa, yalın ve derinlikli. Ağustos Böceği ve Karınca hikâyesine benzer bir girişle başlayan anlatı, Frederick'in alışıldık şekilde çalışmamasına karşın dışlanmaması, hor görülmemesi, kış geldiğinde toplanan yiyeceklerden eşit pay almasıyla farklı bir yöne evriliyor, topluluk olma bilincine atıfta bulunarak eşitlik, paylaşma ve dayanışmayı vurguluyor. Çocuklarla pek çok konu ve kavram hakkında sohbet etme imkânı tanıyor. İş nedir? Frederick çalışmış mıdır? Eşit yiyecek yeme hakkı var mıdır? Eşit yemek için eşit emek mi üretilmelidir? Topluluk nedir? İçinde yaşadığımız topluluğa nasıl katkıda bulunabiliriz? Açlık ve barınma dışında başka ihtiyaçlarımız var mıdır? Sanat nedir? Sanatçı kimdir? Sadece karnımızın doyması, bir barınağa sahip olmamız bizi mutlu etmeye yeter mi?  İyi bir hikâye, masal, şiir ya da şarkı dinlediğimizde, bir tabloya baktığımızda, birinin hayal ederek geliştirdiği bir video oyunu oynadığımızda ne hissederiz? Doğru cevabı veren kişi olmak yerine çocuklara doğru sorular sorarak, onları düşünmeye, konuşmaya teşvik edersek onların bilgeliğinden nasiplenebiliriz çünkü felsefe merakla, merak çocuklukla başlar.



Yazan ve resimleyen Leo Lionni
Çeviren Kemal Atakay
Elma Çocuk
Okul öncesi

*Bu yazı 20/Mayıs/2017 tarihinde Yeşil Gazete'de Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar köşesinde yayımlanmıştır. 




15 Mayıs 2017 Pazartesi

Annemin Çocukluğu Nerede?(*)


Tek çocuklu ailelerin sayısı giderek artıyor. Evde akranı olmayan çocuk, açığı dışarıda da kapatamıyor çünkü sokaklar bizim çocukluğumuzda olduğu kadar güvenli değil. Küçülen aile yapısı içinde, kardeşi olmayan, sokakta yaşıtlarıyla enerjisini atamayan çocuk, anne babasının oyun arkadaşı olmasını bekliyor ancak işler her zaman umduğu gibi gitmeyebiliyor. Anne ya da baba gerçekten oynamak yerine, oynarmış gibi yapabiliyor. Gazetenin ardından dinlermiş gibi gözükebiliyor, bir gözü akıllı telefonun ekranına kayabiliyor, bir an evvel oyunu bitirme telaşına kapılabiliyor. Oysa oynamak ciddi bir iştir, ne aceleye gelir ne de ertelenebilir. Altı yaşındaki kızımın dediği gibi “Eğer bir çocuk iki saat boyunca oyun oynamazsa ölebilir.”
Dilge Güney mart ayında Yakın Kitabevi tarafından yayımlanan Annemin Çocukluğu Nerede? adlı kitabında bizlere tam da bu noktadan sesleniyor.
Kitabın anlatıcısı Ze, yedi buçuk yaşında, ikinci sınıfa giden bir kız çocuğu. Renklerden kırmızıyı, hayvanlardan zürafayı seviyor. Yumurtaya bayılmıyor ama annesi eğer yumurtanı yersen, kahvaltıdan sonra hep beraber oyun oynarız dediği için annesinin sözünü ikiletmiyor, gözlerini yumuyor, az sonra oynayacakları oyunun hayalini kuruyor ve bir lokmada yumurtayı yutuyor. Kahvaltı bitince, babası olta takımını seriyor sehpanın üzerine; annesi geceki düğün için kıyafet seçmeye koyuluyor. Ze, onlara verdiği sözü hatırlatınca annesi çay partisinde Kuş Hanım olmayı kabul ediyor ancak Kuş Hanım’ın kafasını çay fincanının içerisine batırıp lıkır lıkır demekle yetiniyor, Zürafa Hanım’ın söylediklerine ise hiç kulak vermiyor. Reelde bir çay içimi kadar süreyi aşmadan, Zürafa Hanım’a çay için teşekkür ediyor, Kuş Hanım’ı oyuncak sepetine fırlatıyor ve gidiyor. Ardından Zürafa Hanım teşhisi koyuyor.
“Annen çocukluğunu kaybetmiş. Böyleleri oyun oynayamaz!”
Oyunsuz bir hayat. Ne de sıkıcı!
Annesini çok seven Ze, onun çocukluğunu aramaya koyuluyor. Zürafa Hanım bu macerada en büyük yardımcısı. Dolaptaki karnaval, labirentteki utangaç kız Jüjü, kilitli odadaki eski kutular, Patenya ormanında çekilen bir fotoğraf… Annesinin çocukluğunu bulmakta kararlı olan Ze, titiz bir dedektif misali her bir ipucunu tek tek değerlendirerek ilerliyor. Ve sonunda aranan bulunuyor.
Annemin Çocukluğu Nerede? günümüz ailelerine eleştirel bir bakış açısı getiriyor. Dilge Güney meseleye çok içeriden bakarak başarılı bir çocuk kahraman yaratıyor. Oyunu, çocukların yaptığı gibi gerçek dünyayla hayal dünyası arasındaki geçişlerde bir köprü gibi kullanıyor. Bu sayede gerçek ve gerçeküstü geçişler son derece başarılı ve akışkan hâle geliyor. Gerçeküstünün imkânlarından sonuna kadar faydalanıyor ve bize keyifli bir dünya sunuyor. 



Annemin Çocukluğu Nerede? 
Yazan Dilge Güney 
Resimleyen Berna Erözkan Akan 
Yaş grubu +6
Yakın Kitabevi 
56 sayfa karton kapak 

*Bu yazı 13/Mayıs/2017 tarihinde Yeşil Gazete HaKi(Hafta sonu kitap eki)'de yayımlanmıştır.  

10 Mayıs 2017 Çarşamba

Ha Düştü Ha Düşecek

"Cuma günleri ilkbahar ılıklığında gelmiyor artık."
Yerinden kalktı. Başını buz gibi cama dayadı. Bir çınar ağacıyla göz göze geldi. Sarı, kahverengi seyrelmiş yaprakların ardından pamuk beyazı bulutlar geçiyordu. Tek seferde doğum günü pastasının üzerindeki tüm mumları söndürme hevesindeki çocuk gibi, var gücüyle hohladı pencereye. Yarı buğulanmış cam, yetmedi sonbahar güzelliklerini örtmeye. Sımsıkı yumdu gözlerini. Bekledi. 
"Sinirlerin bozuldu. Hafta sonu bir kaplıcaya gidelim. Masaj da yaptırırsın." 
Göbek taşına yatmış düşledi kendini, sıcak buharın etkisiyle tüm gözeneklerinin açıldığını... Ruhunun boş bulduğu yerlerden sıvışacağına emindi. Başını iki yana salladı.
"Hayır! Rahatlamak istemiyorum. Sonuna kadar yaşayacağım bu acıyı." 
"Sen bilirsin." 
Kapı sessizce kapandı. Geri gelmeyeceğine emindi. İşini kolaylaştırmak için telefonlarını açmam, ters bir mesaj yazarım, olur biter diye düşündü. 
Güneşte kalmaktan solmuş, kırmızı kadife kaplı berjere çöktü. Memesinden geri kalanı yokladı. Şimdiye kadar konuşanın ruhu olduğunu düşünüyordu. Asıl konuşanın bedeni olduğunu fark etmek onu şaşırttı.
Boş bir sayfaydı şimdi. Bedeninden gelen cümlelerle yavaş yavaş dolacaktı.
Memesi sızlıyordu, bir parçasını kaybettiği için. Omuzları ve boynu kaybettikleri için yorgundu. Kalbi telaşla çarpıyordu, sonunda sesi duyulduğu için. Cildi kuruydu, kıl  ve saç kökleri güçsüz. Ucu gevşemiş çivinin tuttuğu tablo misali, eğreti sallanıyordu boşlukta. Ha düştü ha düşecek...

5 Mayıs 2017 Cuma

BLUE

Dün gece Blue belgeselini izledim. Blue Blues Band grubu üzerinden  Yavuz Çetin ve Kerim Çaplı'nın hikâyelerine odaklanan etkileyici bir yapım. Hakkında konuşmak, yazmak zor. Ne söylesem eksik kalacak, duygularımı anlatmaya çalışsam büyük söz söyleme hevesine kapılacağım.
Diyeceğim o ki izleyin. Bazı anların zihninize, yüreğinize nasıl mıhlandığını, için için kemirdiğini, belki de yıllarca bir daha sizi terk etmeyeceğini göreceksiniz.





1 Mayıs 2017 Pazartesi

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (35)



KELİMELERLE YARATILAN DÜNYALARA BAĞLANMAK



Ortaokul ikide Türkçe öğretmenimiz Ertuğrul Karakoç –nurlar içinde yatsın– her hafta edebi bir türü işler ve ertesi haftaki derse kadar o türde bir şeyler yazmamızı isterdi. Öykü, makale, deneme, röportaj vs yazdığımızı hatırlıyorum dönem boyunca. Yazma uğraşını kafaya takmış olmalıyım ki hevesle hazırlardım Türkçe ödevlerini. Bir derste ödevimi okuduktan sonra, Ertuğrul Bey, “Çalışırsan senin iyi bir yazı hayatın olabilir,” demişti, çok sevinmiştim. Aklıma önceki yaz okuduğum Aziz Nesin’in Böyle Gelmiş Böyle Gitmez kitabı gelmişti. Nesin’in çocukluk ve gençlik anılarını anlattığı bu kitapta öğretmenlerinden birinin ona benzer bir şeyler söylediğini okumuştum. Beni çok mutlu ettiği gibi, motive de etmişti öğretmenimizin övgüsü, kendime güvenimi artırmıştı.
O yıllarda yazar hatıraları okumayı çok severdim, Muzaffer Buyrukçu’nun günlükleri, Rıfat Ilgaz’ın Yokuş Yukarı’daki, Mehmed Kemal’in Acılı Kuşak’taki anıları, Nurer Uğurlu’nun Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi kalmış aklımda. Anlattıklarına özenirdim. Hoş, o yaşlarda ne okusam özenirdim ya, yazarların hayatlarında beni cezbeden başka bir şeyler vardı. Edebiyatçıların hayatlarını okuduğumda bu işin yolunu, yordamını, inceliklerini öğreneceğimi, okumasını çok sevdiğim kitaplardaki gibi bir şeyler yazabileceğimi düşünürdüm herhalde. Büyülü gelen bir yan vardı bu hatıralarda; hiç kolay hayatlar değildi üstelik, eziyet, sefalet, geçim derdi, sıkıntılarla doluydu ama cazip gelirdi. Arkadaşlıklar, tartışmalar, polemikler, kitapları yayımlandığında duydukları heyecan. Edebiyata düşkünlükleri yakın gelirdi, güzel bir şey okuduklarında duydukları sevinçler mesela. O zamanlar hiç farkında değildim, böyle ifade etmezdim, ama şimdi o yaşlarımı düşündüğümde, edebiyatçı hatıralarını okurken kelimelere, kelimelerle yaratılan dünyalara tutkuyla bağlananlardan olduğumuzu da içten içe fark ederdim sanırım; bir yakınlık, bir ahbaplık duyardım.
Bizim evin kitaplarla ve edebiyat dergileriyle dolu olması bir etken olabilir bunda. Bu konuda çok şanslıydım. Babam yıllar boyunca takip ettiği Varlık, Türk Dili, Yeni Ufuklar, Yeni Dergi gibi dergileri biriktirmiş ve ciltletmişti. Birkaç güncel edebiyat dergisini de sürekli alırdı. Sıcak, sıkıcı Adana yaz öğleden sonralarını, okuduklarımın büyük kısmını anlamasam da, bu dergi ciltleriyle geçirirdim. Benden bir buçuk yaş küçük erkek kardeşimin kitaplarla ve bu dergilerle benimki gibi bir bağı olmadı hiçbir zaman; anlıyorum ki mesele sadece evin kitaplarla dolu olması değilmiş. Ama bu dergi ciltlerinin üzerimde nasıl büyük bir etkisi olduğunu inkâr edemem, bilgimi ve görgümü artırmışlardır, edebiyatın ana damarının dergiler olduğunu fark etmişimdir. Babam iyi bir okur olmasının yanında, gençliğinde edebiyatla oldukça yakın ilişki kurmuş, denemeler yazmış, yayımlatmış; bunları zaman zaman anlatırdı, şair ve yazar arkadaşları vardı, onlardan söz ederdi, bunlar da yazmaya özenmemde etkili olmuştur. Evde bir daktilo olması da önemliydi. Bir şeyler yazdıktan sonra daktiloda temize çekmek çok hoşuma giderdi. Babamın yedek daktilosuydu, evde acilen bir dilekçe vs yazması gerekebileceği düşüncesiyle eve getirmişti, o yıllarda ona resmen el koydum ve ilk bilgisayarımı alana kadar yıllarca kullandım – ilk kitabımdaki öykülerin tamamını onunla temize çekmiştim.
Orta sondayken kendi kendime öykü denemeleri yazmaya başlamıştım. Adana’da yayımlanan yerel bir edebiyat dergisine öykülerimden birini gönderdim. Sonraki sayıda “Öykünüz ya da eleştirisi gelecek sayıda yayımlanabilir” notuyla beraber adımı ilk kez basılı olarak gördüm. Ne var ki bu derginin sonraki sayısı yayımlanmadı. Ertesi yıllarda yazdığım ve içime sinen tek tük öyküyü gönderebileceğim başka dergiler aranırken, gene babamın düzenli olarak takip ettiği Milliyet Sanat Dergisi’nin 1985’in BM tarafından Dünya Gençlik Yılı ilan edilmesi nedeniyle gençlere iki sayfasını ayırdığını görünce bir yazı yazıp oraya gönderdim. Lise ikideydim o sırada ve “Saat Sekiz Oluyor” başlıklı yazım yayımlandı. Günlük gazetelerde edebiyat eserlerine yer verilmemesini eleştiren bir yazıydı. Çok sevindim, çok mutlu oldum, sokaklarda yürürken havam değişti, ama çevremde Milliyet Sanat Dergisi’ni takip eden kimse yoktu; ben de çok yakın birkaç arkadaşım dışında kimseye bunu söyleyemedim, o seneki edebiyat öğretmenimize bile.
1985’in Eylül ayında Ruhi Su vefat etti, bunun konuyla ne ilgisi var, diye düşünülebilir. Çok severdim onun türkülerini, ölümüne çok üzülmüştüm ve bir gün şehirde dolaşırken gazete bayiinde bir derginin kapağında Ruhi Su’nun cenazesindeki yürüyüşten bir fotoğraf bulunduğunu fark ettim. Yarın’dı derginin adı. “Toplumcu gerçekçiliğin genç soluğu” gibi bir sloganı vardı başlığının altında. Kapağında Ruhi Su olduğu için aldım, sayfalarını karıştırırken derginin Adana’da bir bürosu olduğunu ve büronun bizim evin çok yakınlarında olduğunu gördüm. Liseden sınıf arkadaşım Atakan’la birlikte sık sık gidip gelmeye başladık Yarın’ın bürosuna. 1981’de edebiyat dergisi olarak yayımlanmaya başlayan Yarın o yıllarda öğrenci gençlik dergisine evrilmeye başlamıştı, derginin bürosunda eski sayıların ciltleri vardı. Gittiğimde uzun uzun onları karıştırırdım, ödünç alır, evde de okurduk o eski sayıları. Derginin temsilcisinin edebiyatla çok ilgisi yoktu, gazeteciydi, ama dergiye gidip gelen ağabeylerden birinin şiir yazdığını ve bunlardan bazılarının yayımlandığını öğrenmiştim. Ona yazdığım öykülerden götürdüm ve çok temel bir edebiyat dersi aldım ondan. “Çok anlatıyorsun bu öykülerde, edebiyat anlatmak değil göstermektir.” Böyle bir şeydi söylediği. Tam olarak ne anladım o zaman bu cümleden, hatırlamıyorum, ama unutmadım, her zaman kulağıma küpe oldu.
Adana’nın en eski yerel gazetesi Yeni Adana’da haftada bir Yarın’ın bürosundan birilerinin yazısı yayımlanıyordu. Bize dilersek oraya yazı verebileceğimizi söylediler; ben de oturdum hemen bir yazı döşendim. “Döşendim” fiilini bilhassa kullanıyorum çünkü cahil cesaretiyle pek de anlamadığım, bilmediğim bir konuda yazdığım, basmakalıp, genel geçer doğruları sıraladığım bir yazıydı. Bundan tam 31 yıl önce, 23 Nisan 1986’da yayımlanan yazımın konusu düşünce özgürlüğüydü. Yazı kesilip biçilmişti, bir dolu tashih vardı, ama yayımlanmıştı, birileri yayımlamaya uygun bulmuştu.
Gene o günlerde Varlık dergisinde “Her Sayı Yeni Bir Öykücü” başlıklı bir köşe olduğu dikkatimi çekince oraya bir öykü gönderdim. Bir zaman sonra üzerinde adımın yazılı olduğu, Varlık antetli bir zarf buldum posta kutusunda. Kısacık bir mektuptu. Tek bir öyküyü değerlendiremedikleri, en az beş öykü olması gerektiği belirtiliyordu. Cengiz Gündoğdu imzalı bu mektuba çok sevindim. Lise sondaydım ve memleketin en köklü edebiyat dergisinden mektup almıştım. Yalnız bir sorun vardı: Elimde gönderebileceğim beş öykü yoktu, dört öykü çıkıyordu mevcutlardan, apar topar beşinci bir öykü yazıp gönderdim. Bu kez uzunca bir mektup geldi. Cengiz Ağabey tek tek öykülerimi değerlendirmişti. Kırmızı kalemle hataları işaretlemiş, anlaşılmayan cümlelerin yanına soru işaretleri koymuştu. Bu eleştirilere hak veriyorsam bunlar doğrultusunda öyküleri yeniden yazıp göndermemi öneriyordu. Tam bu mektubu aldığım sıralarda üniversite sınav sonuçları belli oldu, İstanbul Hukuk’u kazandım. Öyküleri yeniden yazdıktan sonra postayla mı gönderdim, İstanbul’a gittiğimde elden mi verdim, iyi hatırlamıyorum, sanırım önce öyküleri gönderdim, ama yeniden yazışmamıza gerek kalmadan yüz yüze tanıştık Cengiz Gündoğdu’yla ve Varlık’ın o yıllardaki yayın yönetmeni Kemal Özer’le. Üniversiteye başladığım günün hemen ertesi günü Beyazıt’tan Cağaloğlu’na indim ve Varlık’ın kapısını çalıp kendimi tanıttım.

1987’nin Mart ayında “Sokak 245” başlıklı öyküm Varlık’ta yayımlandı (bu sonradan yazdığım beşinci öyküydü). Telif de aldım üstelik bir gittiğimde. Hiç beklemediğim için çok şaşırdım. Bu parayla kitap aldığımı hatırlıyorum ama hangileri olduğu çıkmış aklımdan. Üniversite yılları boyunca Varlık’la ilişkim sürdü, öykü ve denemelerim yayımlandı. Dergi bürosunun kapısını çok sık çalmazdım, arada sırada, bir öykü, yazı götüreceksem uğrardım. Konuşulanlara, bana bir şey sorulmamışsa, hemen hemen hiç katılmaz, konuşulanları pür dikkat dinlerdim. Asım Bezirci’yi, Afşar Timuçin’i, o yıllarda Varlık’ta yazıp çizen pek çok yazarı, şairi orada tanıdım. O yıldan itibaren Varlık’ın yanı sıra, Karşı Edebiyat, Kıyı, Yazıt, Kavram gibi dergilerde de öykü ve yazılarım yayımlandı. Bu konuda da şanslı olduğumu düşünürüm. Üniversitedeyken edebiyatı çok seven arkadaşlarımın dergilere gönderdikleri şiir ya da öykülerinin bir türlü yayımlanmaması nedeniyle edebiyattan uzaklaştıklarına çok tanık oldum. 

Bir yandan da öğrenci dergilerinde öyküler yayımlıyordum. Özellikle İstanbul ve Ankara Hukuk Fakültesi öğrencilerinin birlikte yayımladıkları Genç Hukukçular’da. Üçüncü sınıftayken İstanbul Üniversitesi Edebiyat Kulübüne gidip gelmeye başladım. Düzenlenen seminerlere, başka etkinliklere katıldım. Edebiyatın insanı yalnızlaştırdığı sanılır ama üniversite yıllarında benim sosyalleşmemi, çevremin genişlemesini sağlayan edebiyat olmuştur, Genç Hukukçular’ın bürosunu ya da Edebiyat Kulübünü bugün edebiyatla ilgili konulardan ziyade oralarda başlayan arkadaşlıklarım nedeniyle anarım.
Fakülte son sınıftayken Varlık dergisine gidip geldiğim sıralarda tanıdığım Ömer Ateş’le Kadıköy’de bir sahaf dükkânında karşılaştık. Sahaflarda Halkın Dostları’nın, Sanat Emeği’nin ve benzeri başka edebiyat dergilerinin eski sayılarını arıyordum o sıralarda. Meğer o sahaf dükkânı Ali Çeviker’inmiş, ben bu dergileri sorduğum sırada Ömer Ateş’le birlikte yeni bir edebiyat dergisi yayımlayıp yayımlamamak konusunda sohbet ediyorlarmış. Ömer Ateş’le birbirimizi hatırlayınca bir süre üçümüz sohbet ettik, sonrasında da buluşmaya başladık. Sohbetlerimiz her seferinde yeni bir dergi yayımlayıp yayımlamayacağımız sorusuna bağlanıyordu. Ali Ağabey’in Dağarcık Sahaf’ındaki karşılaşmadan bir buçuk yıl sonra Ali Çeviker, Ömer Ateş, Yaşar Azaz ve Altay Öktem’le birlikte Yazılı Günler’i yayımlamaya başladık. O sırada fakülteden mezun olmuş, avukatlık stajına başlamıştım. 1991 Ocak’ında aylık olarak yayımlamaya başladığımız Yazılı Günler’in periyodunu altıncı sayıdan sonra iki ayda bire düşürdük. İki yıl sonra 1993 Ocak’ında kapatana kadar 19 sayı yayımlandı dergi. Zaman içinde Ali Çeviker’le Altay Öktem derginin yazı kurulundan ayrıldılar, Lütfü Seymen ve Mehmet Sert katıldılar. Çok şey öğrendiğim, edebiyatla bağımın daha bir perçinlendiği iki yıl oldu. 

Hayli zor koşullarda çıkarıyorduk dergiyi, doğru dürüst geliri yoktu derginin, satışlardan az biraz para gelirdi, herkes cebinden ne verebilirse onu verir, abonelik ücretlerini ekleyerek masraflarını karşılamaya çalışırdık. Ömer Ateş’le birlikte derginin basılacağı kâğıt toplarını sırtlayıp matbaaya taşıdığımız da oldu, hatır için Cağaloğlu’nda bir ajansta ücretsiz yaptırdığımız montajlardaki aydıngerlerin Sultanahmet’teki matbaaya vardığımızda ısı farkı nedeniyle kavladığına tanık olup ne yapacağımızı bilemediğimiz de. (Matbaada ellerimizle tek tek düzeltip yeniden selobantladık.) Şunu da geçerken belirteyim. Edebiyat Kulübünde tanıştığımız Murat Yalçın’la montaj yaptırdığımız ajansta birkaç kez karşılaşmıştık; o da Sombahar dergisinin montajlarını yaptırırdı orada.

Dergiyi İstanbul’da elden dağıtırdık, Ankara’da Yazıt’ı yayımlayan rahmetli İzzet Kılıçlı bizim dergiyi de dağıtırdı orada. İzmir ve Diyarbakır’da kitapçılara postayla gönderirdik ama oralardan ne iade ne satış rakamı ve satılmış dergilerin parası gelirdi. Zor koşullara ve yaşadığımız sıkıntılara rağmen bir edebiyat dergisini yayımlayanlar arasında olmak çok şey öğretti bana. Sadece yazı yazmak, bir yazıyı yayına hazırlamak, düzelti yapmak, matbaa işleri vb konularda değil; birlikte yapmayı öğrendim mesela, daha doğrusu birlikte iş yapma konusundaki beceriksizliklerimle yüzleştim, bunların yanı sıra, yayıncılığı öğrendim diyemesem de, yayın dünyasında işlerin dışarıdan göründüğünden farklı yürüdüğüne tanık oldum. Babıâli’nin son yıllarıydı, bizim dergiyi yayımladığımız yıllarda yayınevleri, matbaalar, gazeteler birer birer Cağaloğlu’ndan ayrılmaya başlamışlardı, bugün bir-ikisi kaldı sadece. Oysa yazmaya heves ettiğim ilk yıllarda hatıralarını okuduğum edebiyatçıların çoğu –farklı kuşaklardan da olsalar– hep burayı anlatmışlardı. Ne mutlu ki son demine yetiştim, diyebiliyorum. 


1992 başında derginin yanı sıra kitap da yayımlamaya karar verdik. Yeni isimlerin dosyalarını kolaylıkla yayımlatabildiği zamanlar değildi, kibarlık etmeyeyim, hayli zor olduğu yıllardı. Mart 1992’de Altay Öktem’in Sukuşu isimli şiir kitabı ile benim İki Deli Derviş isimli ilk öykü kitabımı yayımladık. Kitaplar da dergi gibi doğru dürüst dağıtılamadı. Hatta daha kötü dağıtıldı. O yıllarda şehirdeki belli başlı gazete bayileri elden getirilen dergileri alırlardı, en azından iskelelerde, meydanlarda dergiyi bulmak mümkün olurdu böylelikle, ama kitapçılar bu konuda daha isteksizdi. Bir-iki kitapçıya ancak bırakabilmiştik kitapları. İnsan kitabın bütün yayım sürecine dâhil olup düzelti çıktılarından kapak filmine her şeyi önceden görünce ilk kitap heyecanını biraz farklı yaşıyor galiba, coşku azalıyor, yine de birilerine öykü yazdığımı söylediğimde, “Al bak, bu kitapta yazdıklarımın bazılarını okuyabilirsin,” deme ve öykülerim hakkında ne düşündüklerini öğrenme imkânım oldu. Beğenmeyenlere, bunu hissettirenlere biraz bozulurdum, ama ısrarla nesini beğenmediklerini de öğrenmek isterdim – çoğunda nasıl da haklıydılar!
İtiraf etmeliyim, mücellitte kitabı ilk kez elime aldığımda bir tuhaf olmuştum. Şimdi de aradan yirmi beş yıl geçtikten sonra yeni bir kitabım elime ilk geçtiğinde benzer hislere kapılıyor, yazmış olduğuma şaşırıyorum, biraz telaş duyuyor, çok mu gerekliydi diye soruyorum; ama seviniyorum da, onu yazdığım günleri, içindekilerin aklıma ilk kez düştüğü anları hatırlıyorum, bazen de bu yazıda anlatmaya çalıştığım zamanlar geliyor aklıma, buna da şaşırıyorum.

BEHÇET ÇELİK