25 Şubat 2015 Çarşamba

MASAL VE EFSANELERDEKİ YARATIKLAR

Türk Dünyası Mit, Masal ve Efsanelerinde Yaratıklar başlıklı söyleşinin notları:2

 

Masal ve Efsanelerdeki Yaratıklar
Bu yaratıklar, masalların muradına erememiş varlıklarıdır. Onlar muradına erse, masallar öyle bitmezdi.
Masallarda (en çoktan aza doğru) 9 tip korkunç yaratık vardır: Dev, peri, cadı, canavar, ejderha, cin, Arap, şeytan, şahmeran
Efsanelerde çok daha fazla korkunç yaratık vardır: Cin, ejderha, al karısı, şeytan, cadı, peri, şahmeran, geçkinci... vs.
Masallarda tasvirler daha ayrıntılıdır. Efsanelerde sadece isimler geçer. Bu türün hacimsel özelliği ile ilgilidir. Masallar daha hacimli anlatılardır. Efsanelerde şahitlik vardır; "Benim başıma geldi", "Amca kızımın başına geldi, oradan biliyorum." diye başlar. Hepsi çok çirkindir, korkunçtur. Yöresel olanları vardır:
Davara: Doğu Karadeniz'de çok yaygındır. Karabasana, ağırlığa, benzer. Çok iri yarı ve şişmandır. Avcunun içinde bir delik vardır. Uyuyan insanın üstüne biner, çöker. Eliyle ağzını kapatır. Karabasandan farklı olarak o anda kişinin bilinci yerine gelir. Kişi, o delikten nefes alır. Başına gelen her şeyi net bir şekilde hatırlar.
Enkebir: Sivas'ta görülür. Belirtisi, simsiyah bir dumandır. Şekilsizdir. Enkebir bastığında kişi bilinçsizdir. Uyandırması çok zordur. Kişiyi aniden uyandırmamak gerekir. Duayla, ezanla uyandırılması tavsiye edilir.
Geçkinciler: Muğla yöresinde görülür. Cin tayfasına benzer. Kuyu kenarı, su kenarı gibi yerlerde bulunur. Alayıyla gezerler. Belirtisi durduk yere çıkan rüzgârdır. Kadınlara görünür ve defalarca geri gelir. Ancak bir hoca tarafından okunan muska ona verilirse ondan kurtulmak mümkündür.
Oğrak: Kars ve Ağrı'da görülür. Cin tayfasındandır. Şekilden şekle girer. Keçi, oğlak, kedi, köpek, tabut, ölü. Amacı sadece korkutmaktır, kişiye zarar vermez. Bağırma, çağırma, başka birine seslenme, okuma, üflemeyle kişi Oğraktan kurtulur.
Masal kahramanlarının korkunç yüzleri:
Onların amacı korkutmak değil, kahramanı var etmektir çünkü kahraman ancak onları yendiğinde, onlarla baş edebildiğinde kazanır. Masal baş kahramanının karşısındaki zıt, muradına erememiş kahramanların başında dev gelir.
Dev: Pek çok mitolojide vardır ve doğanın ta kendisidir. Zamanla algılar tersine döner, kötü, korkunç olanla birlikte anılır. Elbette iyi olanları da vardır. Anadolu sahalarında Ak, Sarı, Kara devler vardır. Bunlar bir masala girdiğinde saçından bir kıl ya da ortak eşyalarından birini verir ve uyarır: "Bak başına şu, şu gelecek. O geldiğinde bunu yap." Kahraman vakti geldiğinde o kıl veya ortak eşya yardımıyla üç seferde engeli aşar. Bunun dışında genellikle kötüdür. Örneğin Dev anası.
Devanası: Çok uzun tasvirleri yoktur. Olağanüstü büyüklüktedir. Bir dudağı yerde bir dudağı göktedir. Kaf dağının ardında yaşarlar. Su başında yaşarlar. Amaçları suyu durdurmaktır. Aileleriyle birlikte yaşarlar. Evleri vardır. Dağı, taşı kaldırabilirler. Dev anası memelerinin birini bir omzuna, diğerini diğer omzuna atar. Gaflet ânında bilerek ya da bilmeyerek kahraman dev anasının memesinden süt içer. Dev anası bunun üzerine "Bunu yapmayaydın seni yerdim ama artık benim evladımsın." der. Süt annelik, süt hakkı, bir kültürel koddur.
Tepegöz: Su başında güzel bir peri durur. Ona bir çoban tecavüz eder. Bu güzel, iyi, tatlı peri zamanı geldiğinde doğurmak için su kenarına gelir ve tepegözü doğurur. Bebek çobana beddua eder: "Bütün oban çeksin, bu günahın bedelini." Tepegöz büyür. Önce obanın çocuklarının kulakçıklarını, buruncuklarını ısırır, yer. Daha da büyüdüğünde koyunları, insanları yer. Tek gözlüdür. Eksikliği yüzünden haset eder, kötülüğe gider. Kahramanın tek gözünden şişlemesiyle ölür. Hasetten korunmak için nazar boncuğu takarız, "Elem tere fiş, kem gözlere şiş" deriz. Bunlar, bir kültürel koddur.
Periler: Su perileri çok güzeldir. Erkekler onlara hayrandır. Onları suya çeker. Başlarına türlü kötülük getirir. Sarıkız olarak da bilinir.
Cadılar: Yaşlı, dişleri dökük, uzun saçlı, çirkin kadındır. Anadolu'da süpürge yoktur. Cadı, küpüyle uçar. Genç kızları kaçırır, onları küpüne saklar. Cadının kaçırdığı genç kızların başına her türlü kötülük gelebilir. Kahramanın gelip onları kurtarması gerekir. Küp, bir kültürel koddur. Biz o yüzden sinirden küplere bineriz. Küpe binecek kadar sinirlendiğimizde bir cadının yapabileceği her şeyi yapabiliriz. Cadı, salt kötüdür. Kötülüğünün bir amacı yoktur, en saf, masum olana uzanır kötülüğü. Cadı, kaçırdığı kızları bir eve kapatır. Ona saçını taratır. O esnada baş parmağından veya başka bir yerden kurbanının kanını emer. Kanı emilen kişi, güçsüz düşer. Durumdan şüphelenir. Kahraman, onu kurtarmaya geldiğinde onu uyarır: "Cadının tarağını ve özel eşyalarını al." Kaçarken bu özel eşyalar, tarak, bir ormana döner, cadının önünü keser. Ve kurtulurlar. Cadı aynı zamanda vampirdir. Obur, eski kelimeyle ubur, kan emen anlamına gelir ve Batı dillerine buradan geçmiştir.
Tarak, bölmek, ayırmak anlamındadır. Anlatıda tam da bunu yapar, kahramanla cadının yollarını ayırır, bir ormana döner ve aralarına bir engel sokar.
Canavar: Cine benzemez. Genellikle dört ayaklı kurda, köpeğe benzer. Hareketle özdeştir.
Ejderhalar: Doğu ve batı ejderhaları vardır. Bizim masal ve efsanelerimizde büyük yılan şeklinde tasvir edilir. Türk mitolojisinde dünyayı çeviren bir büyük yılandır, Ebren. Onun hareketiyle gece gündüz oluşur. Yeraltına indiğinde kış ve gece olur. Yağmurları yağdırır. Yağmur duasına çıkıldığında ceketler ters çevrilir ve kurbağa sesi çıkarılır. Kurbağa sesiyle aslında çağırılan yılandır, Ebren'dir.
Ejderhaların ayakları, başları (3,5,7 ya da 9), boynuzları vardır. Ateş çıkarırlar. Nefesiyle her şeyi içine çeker, yutar. Karşındakini bu yolla etkisiz hâle getirir. Su kenarlarını tutarlar. Kahraman ortadaki başını, kulaklarını ya da boynuzlarını kestiğinde ölür.
Cin, Şeytan: Büyük duman, hortumla gelir. Her kılığa girer.
İyeler: Ateşin, ormanın, her şeyin bir iyesi vardır. Ne yapıyorsan onun iyesinden izin almalısın. Örneğin yemek yapıyorsan ateşin iyesinden izin almalısın. Ateşin iyesi Od Ana'dır. Kadınlar evde tüten bu ateşi asla söndürmemelidir. Yoksa her türlü kötülük gelir, onları bulur. Eğer taşınılıyorsa ateş söndürüldükten sonra kadın külleri elbisesinin yenine saklar. Gittiği yerde ocağını yeniden o küllerle tutuşturur.
İyeler birbirine karıştırılmaz. Ormandan avlanan geyik eti, evdeki ateşte pişmez çünkü orman yabanidir, eve, kadına, ocağa değmemelidir. Mutlaka arasında bir tepsi gibi aracı bulunur. Oysa evcil hayvanı pişirirken böyle bir aracıya gerek duyulmaz.
Korku masallarını çocuklara anlatmalı mıyız? Pedagojik açıdan uygun mu? Buna G.K. Chesterton'dan bir alıntıyla cevap vermek istiyorum. "Masallar, çocuklara ejderhaların var olduğunu söylemez çünkü çocuklar ejderhaların var olduğunu zaten bilirler."
Peki masallar çocuklara ne der? Ejderhaların yenilebileceğini, öldürülebileceğini... Bunun için vardırlar, umudu beslemek, inanmak için.
Korkunun mitleri, korkularımızla yüzleşmemizi sağlar. Onları nasıl yeneceğimizi söyler. O yüzden her dönemde, her yerde, geleneksel veya güncel formları anlatılmalıdır.

 

24 Şubat 2015 Salı

KORKUNUN MİTLERİ

Çanakkale Kent Müzesi, ÇAYEK, Maya Masal Grubu ve Buğday Derneği işbirliğiyle gerçekleştirilen Masal Söyleşileri yeni sezona Özcan Yüksek ile "merhaba" dedi. 14 Ocak 2015 tarihli ikinci söyleşinin konuğu Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Türk Halk Bilimi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Pınar Dönmez Fedakar oldu.
Fedakar, Yüksek Lisans ve Doktora Programlarında “Türk Mitolojisi” ve “Mizah Teorileri” derslerini veriyor. Türk mitolojisi çalışmalarının analitik bibliyografyası ve Karakalpak efsaneleri hakkında tezler hazırladı Türk mitolojisinde anne arketipi, şehir efsaneleri, Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde İzmir imgesi hakkında yazıları yayımlandı ve şu anda “Zaman Zaman İçinde: SOKÜM Masal Anlatıcıları Eğitimi” projesinde araştırmacı olarak çalışıyor.

 
 
Türk Dünyası Mit, Masal ve Efsanelerinde Yaratıklar başlıklı söyleşinin notları:1
 
Korkunun mitleri kimdir?
Türk dünyasının masallarının, efsanelerinin korkunç yüzleridir onlar. Biz kültürel olarak bu adları söylememeyi tercih ederiz. Üç harfliler deriz, iyi saatte olsunlar deriz, adını anmayalım deriz. Kimdir bunlar? Cinler, periler, şeytanlar, cadılar... Bu adını anmadıklarımızın bir de özel adları vardır; Al karısı, Al bastı, Congolos, Karabasan, Çarşamba karısı, Gulyabani... Cinlere  benzeyen bu yaratıkların yöresel olanları da vardır; Geçkinciler, Karakoncolos, Mekir...
Anadolu korku mitleri bakımından çok zengindir. Bunlar yöresel farklılık gösterebilir, farklı isim alabilir, farklı kötülük ve iğrençlikleri vardır ama bütün bu mahlukat ve mevcudat aslında folklordaki yaratıklardır ve hepsi geleneksel sözlü anlatmaların yani mitten masala uzanan sözün korkunç yüzleridir.
Folklordaki yaratıklar nerede bulunurlar?
Ormandaki kuytu alanların, dağ başlarının ıssızlığının, gecenin karanlığının, ölümün soğuk yüzünün, tenha ve tekinsiz olanın yaratıklarıdır bunlar. Tedbirsiz yolcuları gafil avlamak için bir kenarda pusuda beklerler. Bu gaflet ânından sakınmanın tek ve biricik yolu vardır; folklorun kaynağı olan sözlü anlatmaları, masalları, efsaneleri, bilmeceleri, tekerlemeleri anlatmak ve dinlemektir. Bu anlatılar, bize onların neye benzediğini, ne kadar korkunç olduğunu, ne kötülükler yaptıklarını ve yapabileceklerini anlatır. Aynı zamanda onlarla nasıl başa çıkabileceğimiz konusunda da bir fikir verir.
Bu anlatmalar, insanın hayal gücünün çok eşsiz bucaksız olduğunu gözler önüne serer. Aynı zamanda korkularımızın neye benzediğini, neden kaynaklandığını gösterir. Hepsinden önemlisi de bu korkularla nasıl başa çıkacağımıza dair bir reçetedir. Anlatmalarda yer alan bu yaratıklar, aslında korkunun mitleridir. Onlar korkumuzun vücut bulmuş hâlinden başka bir şey değildir. Bu durumda biraz korkudan bahsetmek gerek.
Korkuyu pek çok şeyle özdeşleştirilebiliriz. Sadece "an" ve "şimdi" ile özdeşleştiremeyiz. Korku ânın ya öncesinde ya da sonrasında vardır. Şimdide en korkunç şeylerle karşı karşıya kalsak, hatta ölümle yüzleşsek bile, fiziksel ve psikolojik olarak o anda karşılaştığımız şeye yoğunlaşırız, onunla mücadele ederiz. Korku, kaygı, bunların hepsi olabilecekleri beklemek ya da olmuş olanla sonrasında yüzleşme ânında ortaya çıkar. Korkunun sebebi, başımıza gelebilecekler, oluşacak olan kaostur. Kaos, bütün korkuları tetikleyen şeydir ve zıttı kozmosla bir arada bulunur. Yani düzensizlik ve düzen. Biri diğerini var eder. Bu zıtlıkların birliği prensibidir, gece ve gündüz, iyilik ve kötülük, kadın ve erkek... Ötekini ancak zıddıyla tanımlayabiliriz. Korkunun mitlerinin, tüm bu yaratıkların kaosla ilişkisi de ilk olarak yaradılış anlatmalarında ortaya çıkar. Yaradılış anlatmalarının en geniş şekli Altaylar'dan yani Sibirya'dan gelmiştir:
Başlangıçta karanlık bir su vardı. Karanlık, belirsiz su, kaosun ta kendisidir. Daha sonra herhangi bir şekle girebilir ama tanımlanamaz. Karanlığın içinde görülmez ama ışığı var edecektir. Altay Yaradılış anlatmasında her şeyden önce bu karanlık su vardır ve bu suyun üzerinde uçmakta olan iyiyi, beyazı, aydınlığı, doğruyu sembolize eden Tanrı Ülgen... Ülgen, Ak Nene'nin ilhamıyla yaratmaya başlar. Ak Nene o karanlık suyun içinden hiç görünmez. Sadece bir ses gelir. "Vara yok deme. Yok olup gitme. Ol de, ol." Bu bir ilham, bu bir istek. Ülgen yaratmaya başlar. Kaos, düzensizlik biter. Kötülük biter mi? Hayır! Sonra yeraltının, karanlığın, hastalığın, ölümün temsilcisi Erlik gelir.Yeraltında yaşar. Tam karşısında Ülgen vardır. Ülgen'le var olur. Bütün kötülüklerin açıklamasında, düzene ket vuran düzensizliklerde, hastalıklarda Erlik'le ilişki kurmak mümkündür. Aynı zamanda iyiyi tanımlayan, tabir eden de O'dur. O olmasa ne gökyüzü ne de tam olarak aydınlık tasvir edilir.
Şaman dualarında şöyle betimlenir: Çok atletik, iri, güçlüdür. Kaşları ve gözleri kömür gibi kapkaradır. Çatal şekilli sakalı dizlerine kadar iner. Bıyıkları domuz dişine benzer ve kulaklarına kadar uzar. Ağaç köklerine benzer boynuzları vardır. Saçları kapkara ve kıvırcıktır. Beli o kadar geniştir ki onu bağlayacak kuşak bulamazsınız. Boynu o kadar kalındır ki bir insanın kolları boynunun etrafına saramaz. İnsanların asla kaldıramayacağı şeyleri kolayca kaldırır. Yeraltında yaşar. Yeraltının kendi ayı ve güneşi vardır ancak hep karanlıktır. Bu diyarda aklınıza gelebilecek tüm ot, bitki, canlılar demirdendir. İnsanın göğüs kafesinden yapılmış kan doldurduğu bir kovası ve yemyeşil parlayan bir kılıcı olduğu söylenir. Yeraltındaki büyük denizin kıyısında yaşar.9 oğlu ve 9 kızı vardır. Kızlarına Kara Kızlar denir. Ülgen'in de 9 oğlu ve 9 kızı vardır. Kızlarına Ak Kızlar denir. Ak Kızlar mutlaka Şaman kıyafetlerinde yer alır. Çünkü Şaman'a yol gösterirler. Tıpkı Ak Nene gibi ona ilham verirler. 9 Kara Kız ise her kim iyiliğe, güzelliğe gitmek isterse, onu türlü hileyle durdurmakla görevlidir. Gücünü Erlik'ten alırlar. Bugün anlatacağım mahlukat ve garaiplerin hepsi Erlik'le, onda vücut bulan halk felsefesiyle mutlaka ilişkilidir. Korku, korkutmak, kültürel kodlarla hareket eder, onlarla beslenir, şekillenir.

23 Şubat 2015 Pazartesi

İS ODASI

Kanuni Sultan Süleyman bir gece rüyasında Hz. Muhammed'i görür. Birlikte Süleymaniye Cami'nin bulunduğu tepeye gelirler. Tepeden hem Haliç hem Boğaziçi görülmektedir. Hz. Muhammed, "Mihrabı buraya minberi buraya olsun," der. Kanuni uyanır uyanmaz şükreder, Mimar Sinan'ı yanına getirtir. Tek kelime açıklama yapmadan heyecanla rüyasında gördüğü yere giderler. Kanuni, "Buraya bir cami ve külliye yapacağız." der. Mimar Sinan araya girer: "Sultan'ım, mihrabı burada, minberi burada olsun."
Kanuni şaşırır. "Sinan, sen bu işten haberli gibisin."
Mimar Sinan cevap verir. "Sultan'ım sizin dün geceki kutlu ziyaretinizde ben de iki adım gerinizde geliyor idim."
Bu bir rivayet midir, gerçekten yaşanmış mıdır bilinmez. 1550 yılının Haziran ayında inşaatına başlanan cami 1557 yılının Ekim ayında biter. Mimar Sinan'ın kalfalık dönemi olarak bilinen caminin inşaatı sırasında bir takım yenilikler yaptığı bilinir. Bunlardan biri de İs Odası'dır.
 
 
 
Elektriğin olmadığı yıllarda caminin içi aydınlatması 275 adet kandil ve mihrabın iki yanına konan iki adet dev mum ile sağlanacaktır. Bu kandillerden çıkacak isin cemaati rahatsız etmemesi ve caminin duvarlarına ve özellikle kubbeye zarar vermemesi için orta kapının hemen üst tarafında bir oda yapar. Cami içerisinde kubbeye yakın bölümlere karşılıklı olarak açtığı iki menfez aracılığıyla, kandillerden ve mumlardan çıkan isi, hava akımıyla mihrabın tam aksi yönde hareket ettirip, kapının üstünde dışarı açılan dört adet pencereden içeriye çekerek bu "is odasında" toplanmasını sağlar. Odanın duvarına yapışan isler kazılarak içine su, değişik baharatlar katılır ve is mürekkebi elde edilir. Bu mürekkep ile yüzlerce yıl dini, siyasi, idari pek çok ferman ve berat yazılır. Hatta bu mürekkepler Surre Alayları'ndaki develerin boyunlarına takılarak kutsal topraklara gönderilir, daha sonra bu mürekkep ile Kuran-ı Kerim'ler yazdırılır.
Doğan Yarıcı, oğlu Ali'nin mimariye ve Mimar Sinan'a duyduğu ilgi neticesinde İs Odası'nı öğrenir ve son öykü kitabına bu ismi verir.
 
 
 
"Mimar Sinan aydınlatmakta kullanmak zorunda olduğu kandillerin çıkardığı islerin, caminin iç duvarlarına zarar vermesini engellemek için mekânın hava dolaşımını hesaplayıp dumanı yönlendiriyor ve kubbenin altında bir yere ancak iki insanın sığabileceği büyüklükte gizli bir odacık yapıyor. Kandil isi, hava akımıyla bu odacıkta toplanıyor ve duvarın çeperlerine yapışarak hapsoluyor. Duvara tutunakalan isler, kaliteli bir mürekkebe dönüyor iyi mi! Sonradan bunlar duvarlardan kazınarak değerli kitapların basımında kullanılıyor. Bunları öğrenince, kitaptaki öykülerin her biri benim tek tek yaktığım (bol isli!) kandillerse, o kandillerden tüten isler de İs Odası'nda toplansın diye düşündüm. Belki orada biriken isler, daha değerli insanlar ve kalemler için daha güzel şeylerin ortaya çıkacağı mürekkep olur."
Kaynak:
Kitap-lık 174. Sayı Şenay Eroğlu Aksoy'un Doğan Yarıcı ile gerçekleştirdiği "Yazarken, okur hiç de umurumda değil açıkçası" söyleşisi
 

 

10 Şubat 2015 Salı

14 ŞUBAT DÜNYA ÖYKÜ GÜNÜ

14 Şubat Dünya Öykü Günü'nü kutluyoruz.
İnsan öyküsüyle var!




Açılış
"Öyküde Konu ve Kurgu" sunumu
Şahine Hatipoğlu ÇOMÜ Güzel Sanatlar Fakültesi Oyunculuk Bölümü Öğretim Görevlisi
En Genç En Yeni Yazarlardan Öyküler
Asiye Aysun Kara
Kertenkeleler Suçsuz Hakkı İnanç
Parşömania Onur Çalı
Müzik dinletisi
Yerel öykücüleri dinliyoruz
Cahit Sarp
Halil Özçelik
Tarık Güney
Müzik dinletisi
Kapanış

Yer: Çanakkale Mehmet Akif İl Halk Kütüphanesi
Saat: 15:00-17:00




EŞİK(*)

Nurten
"Oyuncaklarım hangi kolide anne? Evde kalayım. Bulurum belki.”

“Koli açmak, eşya yerleştirmek büyüklerin işi. Söz veriyorum, bugün bulacağım. Sen okuluna git.”

“Ne zaman büyüyeceğim?”

Büyümüş. Okulda önemli bir dersi yokmuş. Evde kalıp bana yardım edebilirmiş. Odasındaki bütün oyuncaklarını yerleşmiş görünce çok sevinecek.

İpe dizdiğim biberler kızarmaya başlamış. Asmak için mutfak kapısının arkasına birkaç çivi çakmalı. Kışın yiyecek bir şey bulamazmışız. Patlıcan, fasulye, biber de kuruttum hangi akla hizmetse. Çok beklerse kurtlanır. Merdivenleri yıkamaya gelen kadına vereyim en iyisi. İpek'in boyu uzamış. Kışlıklarının çoğu olmayacak. Keşke gelmeden alsaydım biraz. Merdivenleri silen kadının üç kızı varmış. Hepsi de İpek'ten küçük.

“Bir şey mi dedin?”

“İpek'in küçülen kıyafetlerini ayırdım. Merdivenleri silen kadına vereyim, diyordum.”

Sesli mi düşündüm?

Karşıdaki evin damında oturan kadınlar var. Çivit mavisi, zümrüt yeşili, gelincik kırmızısı elbiseler süslüyor zayıf bedenlerini. Bu şehirde şişman kimse yok. Bu kadar yokuş tırmanmaya, merdiven inip çıkmaya kilo mu kalır? Semaver mi önlerinde duran? Arkadan biri bakır sini getirdi. İnce belli bardaklar, kıtlama şeker, hurma, lokum, çekirdek... Balkon çok tozlu. Yıkayayım. Kururken sigara böreği kızartırım. İpek aç gelir okuldan. Çay da demlerim.

“Çay demlesene hanım.”

İçimi mi okuyor bu adam?

“Bir kova su getir de balkonu yıkayayım.”

Bir kova, bir kova daha. Kaçıncı kovada arınır bunca pislik? Küçük masayla sandalyeleri çıkarayım. Böreğin yanına patates mi kızartsam? Bir daha akşam yemeği işi çıkmasın. Hâlâ açmadığım koliler var. İyi ki izin almışız bugün. Ne çok iş hallettik.

Çatısız, sıvasız evler. Toprak damın üzerinde koca bir naylon branda yığını duruyor. Kış geliyor. O branda mı engelleyecek çatının akmasını? Aklım almıyor. Dama merdiven dayalı. Biri dönecek. Yarım bıraktığı işi bitirecek sanki, ama burada her şey eksik... Ezan okunmuştu. Yolun karşısındaki bakkalların kepenkleri kapalı. Cumaya mı gittiler acaba? Tek tük yaşlı adam camiden çıktı. İnekler bir köşede çöpleri eşeliyor. Sokaklar hâlâ çok sessiz. Zil çaldı. İpek gelir birazdan. Karşı tepeden duman yükseliyor. Gözlerim yanıyor.

“Vahit, koş. İpek'i almamız lazım okuldan.”

“Evde bekle sen. Gelirse kapıda kalmasın.”

İpek

Okulun bahçesinden çıkmış, eve yürüyordu. Babası telaşla ona doğru koştu. Sıkıca elini tuttu. “İyi misin kızım? Bir şeyin yok ya.”

Sınıftaki oğlanlardan biri teneffüste saçımı çekti. Fena söz söyledi. Onu mu soruyor? İcabına baktım ben. Babam nereden biliyor? Öğretmen mi telefon açtı? Kesin çok kızdı bana. Hiç konuşmuyor. Önce o başlattı. Eğer bacaklarının arasına bir tekme atmasaydım daha devam ederdi.

Eve giden kavaklı yolu tırmandılar. Babasına yetişmekte güçlük çekiyordu. Büyük ve hızlı adımları ancak koşarak yakalayabiliyordu. Giderek dikleşen yol, babasının içmekten bir türlü vazgeçemediği sigara, korku, hızlı tempo nedeniyle nefesleri kesildi. Mola verdiler.

Nefes nefeseyim. Karnım ağrıdı. Bir adım daha atamayacağım.

Yanlarından polis araçları geçiyordu. Bir anda nereden geldiğini göremedikleri taşlar atılmaya başlandı. Ne yapacaklarını bilemez halde donakaldılar.

“İpek koş. Sakın durma.”

Bana kızdığını sanmıştım. Kızdığı için değilmiş. Kimden kaçıyoruz? Babam kötü bir şey mi yaptı? Annem nerede?

“Annem nerede?”

“Evde.”

Yol kenarından aşağıya atlayıp babasının peşinden mahallenin iç tarafına doğru koştu. Ayağı büyükçe bir dala takıldı. Düştü. Dizi yaralandığında bile ağlamadı. Hemen kalktı. Koşmaya devam etti.

“Nereye gidiyoruz baba?”

“Eve.”

Dizim çok acıyor. Neler oluyor? Bir şey anladıysam Arap olayım. Yoruldum.

“Baba, yavaş.”

Yürümeye devam ettiler. Neler olduğunu anlamak için başını kaldırdı. Etrafına bakındı. Dumanlar yükseliyordu. Boğazı, gözleri yanmaya başlamıştı.

''Baba yangın mı var?''

Cevap vermedi. Her zaman cebinde taşıdığı, kimi düştüğünde kimi hastalanıp aksırdığında çıkardığı ütülü mendillerden birini uzattı.

“Ağzını, burnunu kapat.”

Önlerinde kocaman bir araç durdu. Üzerlerine kırmızı boyalı bir su sıktılar. Güneş, bulutların arasından çekingen yüzünü gösterdi. Sıkılan suyun ardından yere doğru bir gökkuşağı uzandı. “Baba bak, gökkuşağı!” diye bağırdı neşeyle.

Bir kâse altın bulmayı umarak ilk kez bu kadar yakından gördüğü gökkuşağının altına baktı. Yüzü kar maskeli bir adam elindeki büyük sopayı kaldırmış yürüyordu. Gözleri daha da yandı. Ağlamak istemiyordu ama yaşlar akıyordu yanaklarından.

Babam nerede? Hiçbir şey göremiyorum. Ne zaman bıraktım elini? Nereye gideceğim şimdi?

Güçlü eller hissetti omzunda. Babasıydı. Bir kapı açıldı. Eşikten geçtiler. Halı kaplı zemin minderlerle doluydu. Boş buldukları yere iliştiler. İçeride kaç kişi vardı, saymadı. Kimseden çıt çıkmıyordu.

*Bu öykü 29/01/ 2015 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlandı.
http://parsomen13.blogspot.com.tr/2015/01/esik.html


5 Şubat 2015 Perşembe

BİLMEK İSTEYEN YOLA ÇIKAR

Bütün çocuk masallarında kahramanın bir yolculuğa çıkması, yolun sonunda değişmesi, dönüşmesi, gerçeğe, iyiliğe ulaşması boşuna olmasa gerek.
Masallar bizi bekliyor. Bilmek isteyen yola çıkar.
Özlemle beklediğimiz masal söyleşileri kente geri döndü.
24 Aralık 2014 tarihli ilk söyleşinin konuğu patronsuz dergi Magma'nın genel yayın yönetmeni Özcan Yüksek'ti. Geçen seneki ilk masal söyleşinde "1001 Gece Masalları ve Kent Ütopyası" konulu bir sunum yapan Yüksek, bu söyleşide ise bize sembollerin ardına saklanan gerçekleri anlattı.


Toplumları hiyerarşiyle ya da cehennemle korkutabilirsiniz ancak insanları hiçbir yaptırıma, çıkara bağlı olmadan da bir araya getirme yöntemleri vardır. Biz bugün masallar sayesinde bir aradayız. Çünkü masallar gerçeği anlatır. Masalın örtük dili bize gerçeği apaçık sunmaz. Masalın ardına gizlenen gerçekleri anlayabilmek için bazı anahtarlara sahip olmak gerekir. Bu anahtarları uzun okumalar, iç yolculuklarımız sayesinde buluruz. O anahtarlara sahip olduğumuz zaman masal bize gerçeği anlatmaya başlar.
Masallarda kırk odalı, bin odalı saraylar vardır. Evin sahibi misafirini yalnız bırakır gider. Giderken bütün anahtarları verir. "Her odaya gir, gez dolaş, keyfini çıkar ama şu son kapıya girme, yoksa bütün felaketler seni bulur," der. Misafir gezer dolaşır sonunda merakına yenik düşer ve açmaması gereken kapıyı açar. O kapı kilitlidir, açılmaması gerekir çünkü hepimizin korkuları vardır. O kilitli kapı korktuğumuz, kaçtığımız şeyleri temsil eder. Masallar insanların arzularını çok da sınırlamaz. Diğer 39/999 kapı açıktır size. O kapalı kalması gereken kapı ölçülü olmayı simgeler aynı zamanda. Her şeyin bir ölçüsü vardır. O ölçünün ötesi o mahalle, ülke, gezegen için kıyamettir. Bugün tüm gezegen, o açılmaması gereken son kapı açıldığı için can çekişiyor. Masallara bu gözle bakın. Dünyayı masallar kurtaracak dediğimiz zaman kastettiğimiz bu. Yoksa burada toplanıp birbirimize masal anlatmak değil.
Masallarda devler vardır, halılar uçar, lambadan cin çıkar, dağlar koşar. Bunlar gerçek dünyamızda yokmuş gibi gözükür. Tıpkı biz bir dağı hareket etmiyor gibi görürken aslında onun hareket ediyor olması gibi. Masal, gerçeğin kendisini kendi eğretileme yöntemiyle bize güzelce anlatır. Biz gerçeği ya var, ya da yok görürüz ve öyle kabul ederiz. Oysa masalın gerçeği ele alış biçimi bizden daha doğrudur. Dünyada sürekli bir devinim var. Sular yükseliyor, çekiliyor, kıtalar birbirini itiyor. Dağlar ilk oluştuğu andaki gibi değil. Dağlar yürüyor, koşuyor. Dağların kıtaların birbirini itmesiyle oluştuğunu jeoloji bilimi bize yeni söylüyor. Oysa masal bu bilgiye her zaman sahipti.
Şu anda çok bireyci bir çağda yaşıyoruz. Romanlarda bir yaratıcı yazar vardır. Oysa masallarda çağlardan damıtılan, süzülen bir bilgi aktarımı vardır. Ve bu yönüyle romandan daha güçlüdür. Masallar tüm insanlığa ait dertleri, meseleleri anlatır. Hepimizin bildiği masallar var. Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler gibi. Yedi cücelerin hepsi erkek ve karşısında bir kadın var. Masal o kadına diyor ki, senin orada gördüğün erkekler ruhsal olarak, beden olarak olgunlaşmamış. Sen etkilenebilirsin ama onların büyümesini beklemen gerek. Bu, henüz aşk değil. Yedi cüce bir benzetmedir. Masallarda üvey anne, asla üvey anne değildir. Üvey annenin aynaya baktığında gördüğü, karşılaştığı kendi yüreğidir. Bu masal bize, gerçek aşk için büyümeyi beklemek gerektiğini söylüyor.
1001 Gece Masalları'ndan bir masala bakalım, Kesilerek Öldürülen Kadın, Zenci Reyhan ve Üç Elma. Bu masalın anahtarları nelerdir?
Masalı bilmeyenler aşağıdaki linkten pdf dosyası s.263'ü açarak okuyabilir.
http://www.google.com.tr/url?sa=t&rct=j&q=&esrc=s&source=web&cd=24&ved=0CCsQFjADOBQ&url=http%3A%2F%2Fm.friendfeed-media.com%2F19d78a78ff7bc0b4c85b73d6bf7a31d787d90ab9&ei=ukzTVPmZD833apG0gMAD&usg=AFQjCNEkXT-kRWEmM4YwsQQzjOvrtJoebA&sig2=vsiWdZJp7rokLp_nHnFRng

1001 Gece Masalları aslında tek bir kişiyi anlatır. Oradaki vezir de, hükümdar da, cellat da tek bir kişidir.
"Vezir", aklı simgeler, "hükümdar" duyguları, gücü, "cellat" öfkeyi, "zenci" içimizdeki karanlığı, kıskançlığı, kötülüğü... Masallarda bütün kötülükleri zenciler yapar. Masallar ırkçı değildir, zenci bir semboldür, herkesin içindeki kıskançlığı, kötülüğü, karanlık yanları simgeler. Masallardaki aldatma, gerçek bir aldatma değildir. Erkeklerin kıskançlık duygusunu tarif eder, bilinçaltını ortaya çıkarır. Bir yanlış anlamadan kaynaklı ani öfkeyle, karısına zarar verdiğinde olacakları gösterir. İçindeki kıskançlığa hâkim gelmesi, yenmesi gerektiğini anlatır.
Kesilerek Öldürülen Kadın, Üç Elma ve Zenci Reyhan polisiye bir masaldır. İçinde gerilim unsuru vardır. Batıda ilgi çeken ancak yanlış yorumlanan bir masaldır.
Vezir neden suçluyu aramıyor, üç gün eve kapanıyor da çözüm için uğraşmıyor diye düşünebilirsiniz. 1001 Gece Masallarında "üç" sonsuzluğu temsil eder. Aslında vezir sonsuza kadar suçluyu arıyor. Hepimiz içimizde bir suçluyla yaşıyoruz. İnsanın içinde suçluluk duygusu, vicdan vardır. Bunu söküp atamayız. O yüzden vezir dışarı çıkıp katili aramıyor. Bir cinayet işleniyorsa buna bireysel mesele gözüyle bakamayız, bu toplumsal bir meseledir. Bir kişinin yaptığı tüm toplumu etkiler. Geçmiş toplumlar, suçun, kötülüğün önüne geçmek, engellemek için bu bilgiyi masala yedirmiştir. Vezirin üç gün evde yalnız kalması vicdanıyla baş başa kalmasıdır. Bizi içimizdeki kötülükten koruyan, öfkeyle başkalarına zarar vermemizi engelleyen de bu vicdandır işte, cezaevi ya da cehennem korkusu değil.
Masallarda kelime seçimleri asla sıradan değildir. Vezirin en sevdiği küçük kızına sarılmasında bir hikmet vardır. Bir anne ya da baba bir çocuğunu daha çok sevebilir mi? Neden o zaman en sevdiği küçük kızı diyor burada? Çünkü en küçük, en masum, kirlenmemiş olandır. Onunla kucaklaştığımızda en kötü yanımızı da görmüş oluruz. Kıskançlık hepimizin içinde vardır ancak en masum, saf olana baktığımızda içimizdeki karanlığa teslim olmayız. Vicdanımız bizi durdurur.
Masallar unutuldu ve bugün gezegenimiz doğasını yitirme tehlikesiyle karşı karşıya.
Masallar ürkütücü gerçeğin içinden nasıl çıkacağımızı anlatıyor. Masalları anımsa, masalları oku, masalları anla. Güneşin altında söylenmesi gereken her şeyi onlar binlerce yıl önce söyledi.
Dipnot:
Masal söyleşilerinin bu yıl yeni bir yerel destekçisi var, Maya Masal Grubu. Grup üyelerinin iyi cadılardan oluştuğu söyleniyor. Duyduğuma göre bahar aylarına doğru bir de masal festivali düzenleyeceklermiş. Benden söylemesi.


3 Şubat 2015 Salı

YÜZME DERSİ(*)


Herman K., Bohemya'nın güneyindeki Osek köyünde büyümüştü. Çocukluğu yoksulluk içinde geçmişti. Henüz yedi yaşındayken köyden köye dolaşarak mal satan bir seyyar satıcının arabasını iterek para kazanmaya başlamıştı. Gençliği hiç durmadan çalışarak geçti. Çalışkanlığı ve zengin bir biracının kızı olan Julie ile evliliği sayesinde Prag'ın merkezinde kendi iş yerini açma başarısını gösterdi. Karısı ile birlikte iplik, pamuk ve giysi ticareti yapıyordu. Üç kızı ve bir oğlu vardı. İki oğlu ise henüz bebekken ölmüştü.
Herman K. iri, heybetli, hoş görünümlü biraz katı mizaçlı bir adamdı. Çalışanları arasında çabuk
öfkelenmesiyle bilinirdi. Sık sık çocuklarına tüm hayatını yedi yaşından itibaren çok çalışarak geçirdiğini anlatırdı.1890'lı yıllarda Bohemya'da yaşayan bir ailede babaya cevap verme hakkı yoktu. Çocuklar hiç itiraz etmeden sonuna kadar dinlemek mecburiyetindeydi. Herman K. hikâyesini daima onlar için yaptığı fedakârlıkları hatırlatarak bitirirdi.
Bütün bir hafta yoğun çalışmasına rağmen dinlenmek yerine karısı, üç kızı ve oğlunu Slapy Gölü'ne getirmişti. Mayosunu giydi. Göle doğru yürüdü. Ayaklarını suya soktu. Su berrak sayılmazdı, ancak girilemeyecek kadar kirli de gözükmüyordu. Sıcağın etkisiyle alnında ve ensesinde biriken, aşağı doğru bir sicim gibi inen terleri sağ eliyle sildi. Eğildi. Avuçlarının içine aldığı suyla yüzünü, başını ve boynunu yıkadı. Su ayak bileklerine geliyordu. Birkaç adım daha attı.
Arkasına dönüp baktı. Franz yoktu. Oğluna yüzme öğretmeye çalışıyordu. Kendi heybetli bedeninin aksine oğlan çelimsizdi. Kolları fazla ince ve vücuduna göre uzundu. Geçen hafta sonu yüzme havuzuna gittiklerinde bir türlü kabinden çıkmak istememişti. En sonunda onu içeriden zorla çıkartıp alması gerektiğini hatırladı. “İtiraz yok. Yüzme öğreneceksin.” demişti. Julie'ye “Franz nerede kaldı?” diye sordu.
Julie, Herman K'nin öfkelenmesinden korkarak “Bir bakayım. Giyiniyor olmalı.” dedi. Kumda yere oturmuş oynayan çocuklara çarpmamaya çalışarak ilerledi. Kabine doğru seslendi. Bu esnada küçük çocuk, çoktan mayosunu giymiş, sıska kollarını gövdesine sarmış yerde oturuyordu. Kabinin hemen önünde oynayan çocukların yanından mayoyla geçme fikri onu ürkütüyordu. “Yürüyen bir kemik torbasıyım.” diye düşünürken annesinin kendisine seslendiğini işitti. “Franz baban seni çağırıyor. Giyindin mi?”
“Giyindim anne.” dedi kendisinin bile zar zor duyduğu bir sesle. Annesinin kabin perdesinin kenarından uzattığı plaj havlusunu aldı ve sarındı. “İtiraz yok. Düş bakalım annenin peşine.” diye geçirdi içinden. Dışarı çıktı. Başı öne eğik bir suçlu gibi annesini takip etti. Erkek kardeşlerinin daha bebekken ölmesi, çelimsiz bedeni, sanki hepsi onun suçuydu. Birazdan her şey daha da feci olacaktı. Babası ona yüzme hareketlerini gösterirken bir yandan korkusunu bastırmaya, öte yandan da aciz ve işe yaramaz, zayıf kolları ve bacaklarıyla hareketleri tekrarlamaya çalışacaktı. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, kendisini suya sırt üstü düşmüş debelenen bir böcek kadar gülünç ve çaresiz hissedecekti. Bu uğraş, babası sıkılana, ondan ümidi kesene ya da acıkana kadar devam edecekti. Babasının daha küçükken bir asker gibi rap rap nizami adımlarla yürüme talimleri yaptırdığını, bir
asker gibi yürümeyi başardığı veya selam verdiğinde ne kadar çok sevindiğini hatırladı. Onu sevindirmek ya da en azından bu zorunlu oyundan bir an evvel sıvışabilmek için kendisini doğru yapmaya zorlar, ancak her defasında adımları mutlaka karıştırırdı. Babasını hiçbir zaman memnun edemeyeceği hissi, onun karşısında kendisini “küçücük” hissetmesine yol açardı. Keşke bu mümkün olsaydı. Evde, sokakta, sinagogda, plajda, babasının onu göremeyeceği kadar küçülebilseydi.
Babasıyla göz göze geldi. “Gel Franz. Kollarını öne doğru uzat. Ellerimin üzerine yat. Bacakların yere paralel olmalı. Hadi çırp onları. Bir iki bir iki.” Yorgunluk, beceriksizlik, utanç, babasının gözlerindeki hayal kırıklığı, midesinden gelen gurultu sesleri...
“Babam neden isteksizliğimi göremiyor? Lanet olası ders ne zaman bitecek? Ben ne zaman bu
güzel havanın, gölün, şu ağaç gölgelerinin keyfini kendi dilediğim gibi çıkarabileceğim?” diye düşündü. Annesi sanki içinden geçenleri okumuş gibi Herman K.'ye seslendi: “Herman. Sosisli
sandviç ve biran hazır.” Babası sudan çıktı. Mayosunu değiştirecek ve yemeğini yiyecekti. Yüzme dersi işkencesi bugünlük bitmişti.
Babasının peşinden hemen sudan çıktı. Annesine doğru seğirtti. Babası gelmeden sosisli ve hardalllı sandviçini, çok sevdiği lahana turşusunu alıp uzaklaşmalıydı. Bir söğüt ağacının altına oturdu. Ağır ağır sandviçini yedi. Bulduğu bir sopayla kuma şekiller çizdi. Daire, bir daire daha, içiçe geçmiş çok sayıda... En küçüğünün içine adını yazdı. Çizdiklerini bozmadı. Sırtüstü yattı. Bulutları izledi. Üzerine hafif bir ağırlık çöktü. Gözleri yavaş yavaş kapandı.
Siyah pelerinli iri yarı bir adam üzerine üzerine geliyordu. Kaçmaya başladı. Ayakkabılarını giymeyi unutmuştu. Çıplak ayağına batan taşların ve dikenlerin yerinden kan sızıyordu. Bir an geri döndü. Arkasına baktı. Mesafe çok azalmıştı. Tüm gücüyle koşuyordu. Kalbi yerinden çıkacak gibi
çarpıyordu. Soluklanmak için kısa bir süre durdu. Derin bir nefes aldı. O esnada güçlü bir el onu
yakaladı ve havaya kaldırdı. Olanca gücüyle onu yakalayan adamın böğrüne tekmeler indirmeye çalıştı. Bakışlarını bacaklarına indirdi. “Aman Allahım ne olmuş bana?” diye düşündü. Gövdesinin çapıyla karşılaştırıldığında acınası incelikte çok sayıda bacak, gözlerinin önünde çaresizlik içinde, parıltılar saçarak sallanıp durmaktaydı.* Bedenini kavrayan parmaklar gevşedi. Sırtüstü yere düştü. Üzerine doğru gelen ayakkabının sert tabanından kaçış yoktu. Ter içinde uyandı. Yattığı yerden doğruldu. Başını iki elinin arasına aldı. Kendi kendine mırıldandı.
“Ne rüyaydı ama.”
  • Dönüşüm Franz Kafka Can Yayınları 37. baskı s. 19
  • Vanessa Bell'in Studland Beach tablosundan esinlenilmiştir.

* Bu öykü 12/01/2014 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlandı.

1 Şubat 2015 Pazar

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM?(8)


ÖYKÜ İLE DÜŞÜNMEYİ SEVİYORUM

Yazmak hele öykü falan yazmak aklımda hiç yoktu. Denememiştim de. Dönüm noktasının Xasiork-Ölümsüz Öyküler Yayınevi'nin 2002 yılındaki öykü yarışmasına katılmam olduğunu söyleyebilirim. 2002'deki yarışmaya üç öykü yollamıştım sanırım. Üçünü de yarışma için yazmıştım. Yani daha önceden bir şey yoktu elimde. O yarışmayı polisiye seven ve birbirimize polisiye romanlardan bahsettiğimiz bir arkadaşım haberdar etmişti. Bir şeyler yaz da, gülelim demişti. Yazdıktan sonra okuyup gülüştük. "Kötü öyküler ama gönder istersen belki kitap falan yollarlar." dedi arkadaşım. Ben de yolladım. Ödül töreni için aradıklarında aklıma hemen o arkadaşım geldi ve yanına gidip neden beni işletiyorsun, diye sordum. Anlamaz gözlerle baktı bana. Sonra yayınevinden yine aradılar beni ve gerçekten ödül aldığıma ikna ettiler. 
O yarışma için yazdığım öykülerden birini -Kara Erik Yazı- başka bir arkadaşım alıp Semih Gümüş'e okutmuş. Öyküyü Adam Öykü'de görünce asıl o zaman şaşırdım.
Ondan sonra yazmayı sürdürdüm.
Bir öykü kitabım çıksa inanılmaz olurdu derdim hep. Biraz zor bir süreç oldu ama kitap çıktı.
Ardından devamı geldi.
Yazarlık biraz beni aşan bir durum. Ben öykü yazmayı ya da öykü düşünmeyi daha doğrusu öykü ile düşünmeyi seven birisiyim. Bunun için yazmak da şart değil aslında. 
Ahmet Büke