31 Aralık 2023 Pazar

Yeni yıl arifesinden selamlar

Yılın bitimine sayılı saatler kala, ayın ve de 2023 yılının son blog yazısını yazmak üzere masamın başındayım. Herhangi bir hazırlığım, planım olmadan, eski taslaklardan yazı devşirmeyi düşünmeden, eskiyen yılın, eski karikatürlerde beli bükülmüş, ak sakallı, bastonlu bir dedeye benzetilen yılın son akşam üstünde buradayım sevgili okur. Yenisini beklerken sana bu anın içinden yazıyorum bu satırları. Sen neredesin, ne zaman okuyacaksın bilmiyorum. Belki evinde sofra hazırlıkları sürüyor, belki tatlı telaşların içindesin, belki adına nezaket denen, zorunluluk denilen prangaların içinde, içinde bir sıkıntıyla bu geceyi kazasız belasız geçirmeye bakıyorsun. O gecelerden epeyce deneyimledim. İyi bilirim fotoğrafa yansıyan tebessümlerin, gülen gözlerin ardında çarpışan, çelişen zor duyguları, müşkül durumları.

Bizim evde sükunet var sevgili okur. Epeyce de dağınıklık. Yılın son günü ve yeni yılın ilk gününün ele vermesiyle oluşacak iki günlük tatili bekliyordu yapılacak pek çok iş. Sabah mevsim normallerinin hayli üstünde bir güne uyanınca, hovardalık yapmaya davet ettim kızımı. Hovardalık dediysem, lafın gelişi, aile çay bahçesinde simit ve çaydan oluşan kahvaltı, kordonda yürüyüş, Metis ajanda temini, Starbucks'ta kahve yeni yıl temalı mini mini iki kurabiye, iki filtre kahve. Laflamaca, yeniden kordon, eve dönmece... 

Bugün ev işiyle geçirdik günü ana kız. Yatak odalarımızı topladık. Sildik, süpürdük, toz aldık. Benimki saatler evvel bitti. Çamaşır makinesi iki kez çalıştı, kurutma da keza öyle. Çamaşırlar katlandı, kaldırıldı. Hazır yeni yıl sofrasına oturacak olmanın rahatlığıyla kuruldum yerime. Yılın son yazısını bitirmek üzere. Masamın üstü hayli dağınık. Kızımın odasından def ettiği birkaç kutu da çalışma odasında şimdi. Yarına kalacak toplamak. Yarım günlük iş olsa, neden iki günlük tatili bekleyeyim, öyle değil mi? Yarın yeni yılın enerjisiyle çalışma odasını toplayacağım. Zor kısım, raflara sığmayan kitaplara yer bulmak. Bir kısmını elden çıkarmam gerektiğinin farkındayım. Sonsuza kadar biriktirmek diye bir şey yok. Evlerdeki dağınıklığın en büyük sebebi de, bu biriktirme alışkanlığı zaten. Herkes bir şeyler biriktiriyor evinde. Yıllar evvel bulaşık makinesini kullanmayıp içinde boş pet şişe, yoğurt, peynir kabı biriktiren birini görmüştüm örneğin. Bir başka tanıdığım, ziyaret ettiği ülkelerden topladığı oyuncak bebekleri kutulara koyduğunu söylemişti. Bir heves başlanan pek çok koleksiyon gibi işler çığırından çıkınca, sergileyecek yer bulamayınca kutuların içine çekilen, yatak altlarında, dolap üstlerinde istiflenen yığınla eşya, nesne bağımlılığımızın bir neticesi değilse nedir? Bizdeki dağınıklık daha çok kâğıt türevi. Tutulan notlar, kullanılmış defterler, okunmamış kitaplar, okunmuş ama bir daha bakılmayacak kitaplar. Bir zamanlar kendine ait kitaplığın genişlemesine vesile olan, koltuklarını kabartan, artık üst üste yığılı kitaplar... Bu bloğun okurları için aşina bir manzara olduğuna eminim. Japonların bu okunmamış kitap kuleleri için taktığı ismi bilirsiniz tsundoku. Tsundokular içinde yaşıyoruz çoğumuz. Sadece kitaplardan oluşmuyor kuleler. Bize artık hizmet etmeyen deneyimleri de biriktiriyoruz. Bu deneyimlere bağlı korkuları, kaygıları, şimdi şu anda ihtiyacımız olmayan şeylerle donatıyoruz evlerimizi, zihinlerimizi. Yıllar evvel bulaşık makinesini kullanmayıp içinde boş pet şişe, plastik yoğurt, peynir kabı biriktiren yaşlı bir kadına denk gelmiştim. Bir başka tanıdığım ziyaret ettiği ülkelerden topladığı oyuncak bebek koleksiyonunu evin içinde sergileyecek yer bulamadığı için kutulara kaldırdığından bahsetmişti. Hepimiz bir şeyler topluyoruz, nesneler, yılda yalnızca birkaç kere kullanacağımız eşyalar. Bu gün kahve içerken karşılaştığım arkadaşım, mayo almak üzere eline aldığı sepetin içini yığınla ıvır zıvırla doldurduğundan şikayetçiydi. Mayo 300 liraydı, sepetin o anki meblağı 3 bin. Biraz sohbet edip ayrıldık. Yeniden karşılaştığımızda sepetini onaylamıştı, içinden yalnızca kamp yatağını çıkarabilmişti. Biraz pişman gibiydi. Ne de olsa yılbaşının ardından zam yağmuru bizi bekliyordu. Adına yapay zeka denen algoritma günlerce karşısına kamp malzemeleri çıkarak muhtemelen, bir hafta sonu çadır tatili yapma olasılığına karşın istiflenecek malzemeler. Hepimizin yaptığı gibi. Ayda, yılda bir kullandığımız nice nesne dolduruyor evlerimizi. Neredeyse bize yer bırakmıyorlar sonra. Daha geçtiğimiz haftalarda iki, üç torba kıyafet, oyuncak vermiştim. Üç çanta  dolusu daha çıktı sonra. Yarın kim bilir daha neler neler çıkacak. Her zaman sahiplendirmek de mümkün değil üstelik. Kimisi çöpü boyluyor. Tuhaf anılarım var bu eşyaları sahiplendirmekle ilgili. Bir keresinde kızımı minikken yıkadığım devasa plastik bebek küvetinin içine doldurduğum kıyafetlerle mülteci derneğine girmiş, içindekiler göz hizamı geçtiği için toplantı yapılan bir odada bulmuştum kendimi. Şaşkın ve mahcup. Elleri boş, ufku açık kızımın "Anne orası değil" nidaları eşliğinde. Hanımefendi büyüdü. Kendi odasını temizliyor şu anda. Koridora yığdığı eşyaları bir an evvel evden çıkarmalı. Yeni yıl kapıda iken, yeninin enerjisine alan açmak, biriktirme hastalığından kurtulmak için. Annemden gelecek telefonun eli kulağında. O odasını topluyor hâlâ, ben bu satırları yazıyorum. Sıcak şarap yapmak için ikimizden birinin arabaya gitmesi ve meyve sularını getirmesi gerek. Ricam karşılık bulacak mı, meraktayım. Olmadı, orada hazırlarız. Hayatta pek çok şeyin telafisi var ne de olsa. Yeter ki biz bir stratejiye yapışıp kalmayalım. Bu satırları yazmayı sürdürmenin iyi yanları olsa gerek. Bu sayede beni kızım bir meyve suyu getirecektin arabadan, bak anneannene geç kalacağız diye dır dır etmekten alıkoyuyor. Hem aynı ertelemecelik ikimizde de mevcut. O odası için emek veriyor, ben ayın ve de yılın son yazısı için. Emek önemli. Süreklilik de. Blogta on yılı bitirmek, süreklilik değilse nedir? Öyleyse kendimi takdir edip yavaşça kapıyı çekip çıkayım. 

Ortaokul, lise yıllarında yeni yılı kutlamak üzere hazırlandığımız saatlerde TRT radyayu açar, yılın en sevilen şarkılarını dinler, eksik kalan şarkıları kaydetmeye çalışırdım. Karışık kasetlerin, ev yapımı mix, best of etiketlerin altın çağı diyeyim, siz anlayın. O zamanlardan kalma bir şarkı düştü aklıma çıkar ayak. Paylaşmasam olmaz. Neşesi hepinizi sarsın. Seneye görüşmek üzere o halde... 



Yeni yılda görüşmek üzere. 



27 Aralık 2023 Çarşamba

Geçen günlere dön bak

Malum yılın son günlerindeyiz. "En" ile başlayan listeler havada uçuşuyor, yılbaşı sofrası için, yeni yıl hediyeleri için öneriler önümüze önümüze düşüyor,  kimi tedarikçilerimden yıl sonu sayımındayız, ayın ikisine kadar çıkış yapamıyoruz telefonları geliyor. Hâl böyleyken ben de yıl sonu trendine uyayım. Bir nevi yıl sonu stoğumu çıkarayım ve sizlerle paylaşayım. 

Bu yıl 38400 kez tıklanmış, şanslıysam bir o kadar da okunmuşum. 

133 yorum gelmiş. Yılın en çok yorum alan yazısı eylül ayından. "Anlat bana. Biz nasıl tanıştık?" olmuş. Bana iyi geldi nasıl tanıştığımızı bilmek, dilerim size de iyi gelmiştir. Şairin dediği gibi, eski tanışmalarımızın üzerinden çok şiirler, çok şarkılar geçti. Dolayısıyla yeniden tanışmaya dair davetim her zaman geçerli. 

En çok okunan 10 yazı sırasıyla şunlar olmuş:

Unutulan Hikâyesi Üzerine Notlar  (7 Aralık 2013)

Ağacın Hafızası Üzerine Notlar (30 Ocak 2020)

Masal ve Efsanelerdeki Yaratıklar (25 Şubat 2015)

Çocuk Olmak Zor (mu acaba?) (16 Aralık 2018)

Diş ve Diş Ağrısı Nedir Bilmeyen Adam (5 Ekim 2015)

Bir Öykü Yazalım mı? (11 Haziran 2014)

Anlat Bana. Biz Nasıl Tanıştık? (27 Eylül 2023)

Wahran El Bahia Derler Bana (3 Mart 2014)

Günün İzi: 7 (19 Ağustos 2023)

Şahmeranın Hikâyesi (16 Nisan 2015)

Yazıların yalnızca ikisi bu yıla ait. "Unutulan Hikâyesi Üzerine Notlar" tüm zamanların birincisi zaten. Şaşırmıyorum. Blogspotun en güzel yanı bloğa girdiğinizde, ay ay, yıl yıl gezinmenin, her bir yazıya erişimin mümkün olması. Kısa süreli wordpress maceram bu yoksunluk yüzünden sona erdi aslında. Onca yazı (şu anda tam olarak 975) bütünüyle görünür değildi orada. Etiketlere tıklayarak yazılara erişmek mümkün gibi görünse de okur kronolojik sırayla, hepsini bir arada göremiyor(du), keza blog yazarı da. 

Bu benim için hafızayı kaybetmek gibi bir şey. Çünkü bu kadar uzun süre blog yazınca kronoloji de, arşive giren her bir yazı da benim için değerli. Dolayısıyla wordpress'in epostayla takip, okuyucudan kolay ulaşım gibi avantajlarına rağmen yarenliğimiz uzun sürmedi. Dakika başı parayla bir şeyler satma çabası da usandırdı. Döndüm kürkçü dükkânına. 

Okumak, yazmak işlerinden muradımı bulamadım, doğrusu. Bir kitabım daha yayımlanır diye umuyordum. Epeyce iyimserdim de üstelik.  Ancak sıfıra sıfır, elde var sıfır. Bahaneyi yayıncılık seköründeki ahbap çavuş ilişkilerine, yükselen maliyetlere, yayınevlerinin küçülmesine bağlamayacağım. Neticede yayıncılık da bir tür ticari iş sahası ve artan maliyetlere karşın hacmini koruyor. Dosyaların tercih edilmemesinin vardır bir hikmeti, sebebi. Arif olan anlar belki ama ben arif değilim. Kendi kendimin editörü olmanın da bir sınırı var. Yeniden yazım aşamasında o sınıra ulaştım. Seçilmiyorsan ya değişeceksin (yani yazdıklarını değiştirecek) ya da jürini değiştirecek. Akıl küpüme düşen tüm jürilere ulaşmaya çalıştım ancak çabam karşılıksız kaldı. Kitaplarımın şaheser olduğunu iddia edecek değilim. Bununla beraber her bir dosyada bir öncekinin üzerine çıktığıma samimiyetle inanıyorum. Elbette her dosyanın üzerinde çalışılması gerekir, bir editörün gözetiminde kendi çıtasını daha da aşar, yazar. Buna itiraz eden bir yapım yok. Editör yazar çalışması içine girip cümlelerime deliler gibi sarılıp çalışmayı zora sokacak da değilim. Üç kitaptan sonra, kapı kapı dolaşıp yayıncı aramama gerek kalmadan, benim için bu emeğin harcanmasını yürekten dilerdim. Bu biraz hayal kırıklığı yaratıyor, doğrusu. Evet, kendim için yazmayı sürdürüyorum. Bundan sonra tek kelimem bile yayımlanmayacak olsa, yazmaktan da vazgeçmem. Ama insanın yazdıklarını bir kitap bütünlüğünde görmesi tatmin edici bir his. Birilerinin okuduğunu, okuyacağını bilmek, ah evet, ben de böyle hissediyorum demesi, şu koca insanlık durumunu, deneyimi birkaç cümlede nasıl da geçirmiş demesi, kimi satırların altını çizmesi, çizecek olması... Tatlı hayaller, bunlar. Bu aralar ufuk çizgisi gibi uzağıma uzağıma düşen hayaller. Dilerim, 2024 bu anlamda şeytanın bacağını kırdığım yıl olur. 

Yayımlanmamanın verdiği hayal kırıklığı üretim hâllerime de olumsuz yansıdı zannediyorum. Parşömen Edebiyat'a severek hazırladığım Çocuk Edebiyatı köşesi için ne bir kitap tanıtım yazısı yazabildim bu yıl ne de bir söyleşi. Eski yazıların içinde gezinmek isteyenler buraya 

Bırakın Parşömen için düzenli yazmayı, münferit bir yazım, bir öyküm dahi yayımlanmadı. Türk Diş Hekimleri Birliği Dergisi hariç. Oraya kimi kitap tanıtım yazıları ya da sağlık politikalarıyla ilgili olarak yazılmış kitaplara dair söyleşiler hazırladım. Ve fakat edebiyat aleminde lal oldum, suspus oldum. Dergilere öykü yollama hevesimi yitirdiğimi de iddia edemem. Notos'a öykü yolladım birkaç kez. Bu yıl mıydı o, yoksa bir önceki mi, anımsamıyorum esasında. Posta kutum da çok doldu. Bana yanıt vermeyen dergilere, yayınevlerine yolladığım epostaları sildim. Bir nişan gibi taşımaya ne gerek var!

Oda yönetiminde son dört ay. Sonra seçim var. Devam edip etmek istemediğimden hâlâ emin değilim. Bazen bırakmak ağır basıyor, bazen devam etmek. Gönüllülük esasıyla yürütülen işler, zaman ve emek istiyor. Belki de edebiyata yetemeyen zaman oraya gidiyor şu an. 

2023 en çok gezdiğim yıl olabilir. İlk kez Portekiz, Vietnam ve Polonya'ya gittim. Her birine de bayıldım. İlk kez gittiğim Uzakdoğu seyahati en büyüleyici, en farklı olanıydı, doğrusu. (Gezi yazılarımı okumak isteyenler Ocak 2023 yazılarına ışınlanabilir.) Üzerinden neredeyse koca bir yıl geçtiğine inanmak zor. 

2024'te beni neler bekliyor bilmiyorum. Umudum, beklentilerim, hayallerim var elbette. Allahın bildiğini kuldan saklamaya gerek yok. Hem ne derler bilirsiniz, söz yaratır. Kelimelerin çekim gücüne sığınayım ve 2024'e dair hayallerimi sıralayayım. 

Cem Şen'in İçsel Simya Derslerinin ikinci modülüne devam etmek. Zira ikinci modül stres üzerine. 

Gürcistan'a gitmek. Batum'u (mümkünse Tiflis'i de) görmek. Gürcü şarabı içmek, leziz yemeklerini yemek, hırçın Karadeniz sahilinde yüzmek. 

Daha çok okumak, yazmak, okuduklarıma dair daha etkin notlar almak, yayımlanmak (en azından bir öykü, değerlendirme yazısı) 

Daha hareketli bir yaşam sürmek. Hareketten kastım fiziksel egzersiz, elbette. Onun dışında sorunun bir parçası olup hareketsiz kalmak yerine çözüm üreten, eyleme, harekete geçmeye hazır bir ben de hareketli yaşamın sınırları içinde sayılmalı. 

En az bir konser, bir tiyatro oyununa gitmek. 

Mesleki yeterliliğimi arttırmak üzere eğitimlere gitmek. 

Kızımla beraber yataklı trenle Sofya'ya gitmek. Gece boyu yanımızdaki atıştırmalıkları kemirmek, sohbet etmek, oyun oynamak (bir ergen ve ciddi bir anneyle ne kadar olursa artık) 

Yeni arkadaşlar edinmek. 

Sanatçının Yolu, Dinleme Yolu, Bir Dilek Tut Hayatın Değişsin gibi rehber kitaplardan birini seçerek öngördüğü şekilde 8 haftalık, 10 haftalık vaadi, içeriği neyse onu uygulamak ve hasadını toplamak. 

2024 hasat yılı olsun istiyorum benim için. Bu aralar gerçekten pek çok konuda çok çalıştığımı, çok emek verdiğimi görüyor, bizzat deneyimliyorum. Eh kimilerinin hasadını toplamak nasip olur inşallah. Tarımla uğraşanların birbirine dediği gibi: "Bereketli olsun." 

Dilerim, 2024 her birimiz için bereketli olur. Emeğimizin karşılığını aldığımız bir yıl olur. Sabit değerlere, basma kalıp düşüncelere yapışmadığımız, direnç göstermediğimiz, geleni olduğu gibi gideni de kabulle karşıladığımız, yeni tohumların filizlendiği, tatlı gelişmelerin yaşandığı, gezmeli, tozmalı, arkadaşlıklarla dopdolu bir yıl olur. AMİNN! 

İşte böyle efendim. Geçtiğim yıla, geçen günlere baktım bir akşam vakti, sizinle beraber. Başlığı bir o koydum, bir bu. Hiçbiri de içime sinmedi. Zihnim zorlarken arka fonda çalan şarkı yardıma koştu. Yeni yıl hediyesi niyetine sizinle de paylaşayım. 








24 Aralık 2023 Pazar

Otuz iki saatin hikayesi

Bu ay ikinci kez, mesleki bir eğitim için İstanbul'dayım.  İlkinde bana annem ve ablam da eşlik etmişti. Ben gün boyu eğitimdeyken onlar da İstiklal'de gezmişti. İyi ki beraber gelmişiz çünkü üç kişi arabayla gelmek daha ekonomik ve konforlu olduğu için otobüsle gelme fikrini elemiş, ilk kez arabayla tek başıma İstanbul'a gelmiştim. Araba kullanmayı İstanbul'da öğrendiğim halde ayrıldıktan sonraki gelip gitmelerde hep yan koltuğa kurulmuş, İstanbul'da araba kullanılmaz düşüncesine giderek daha fazla tutunmuştum. Yalnız ebeveynlik, bu mesnetsiz düşünceleri çöpe atmayı, gereksiz kaygıları büyütmemek ve inançlara dönüştürmemek için eyleme geçmeyi gerektiriyor. 

Bu sebeple bu yaz ilk kez arabayla Dedeağaç'a gidip geldim. Sınır kapısında kuyrukta perişan olsam da değdi. Çünkü insanın kendisine yapabilirim diyebilmesi şahane bir şey. Velhasıl ikinci kez arabayla İstanbul'a geldim. Navigasyonla yolları buldum. Bu kez tek başımayım. Pera'da bir otelde. İki günlük uygulamalı kurs bitti. Sertifikam ve taze bilgilerim cepte. 

Dün sabah erken saatlerde yola çıkarak dört saatlik yolculuğun üzerine gün boyu eğitim biraz yorsa da duş alıp kendimi İstiklal'e attım. Hep yaptığım şeyleri yapmak istemedim. Geçen gelişte tesadüfen keşfettiğim Minoapera'ya gittim örneğin. Meşrutiyet Caddesi'nde tarihi bir binada yer alan iki katlı bir kitabevi ve kafe.... Kitaplar ve bitkilerle dolu bir mekan. Tavandan sarkan ampullerin üzerini kanat açmış gibi örten kitaplar gibi tatlı detaylar var. Merdiven basamakları arasından ciltli kitaplar seçiliyor. Masalara yayılmış insanlar var, kimi sohbet ediyor, kimi bilgisayarını açmış çalışıyor, kimi yalnızca içeride dolaşıp fotoğraf çekiyor. Bir önceki sefer bizim de yaptığımız gibi. 



Bu defa oturdum. Felafel panini söyledim kendime. Yanımdaki çocuk romanını bitirdim. 




Hollandalı yazar Anna Woltz'un yazdığı Köpekbalığı Dişleri ince bir roman. 91 sayfada anlatıyor derdini. Bisikletle yola çıkmış iki ayrı çocuğun çarpışma anı, küçük kazanın  ardından yaşadıkları şaşkınlık, didişme, yolların ayrılması, yeniden birleşmesi, önce birbirine zorunlu tahammül, sonra sahici bir yol arkadaşlığı hikayesi sunuyor okura. Yola çıkan her kahraman gibi yolda dönüşüyor, birbirlerine de merhem oluyorlar. Yabancı yazarlar zor meseleleri daha çok konu ediyorlar kendilerine. Boşanmış aileler, hastalıklar gibi. Acı gerçeklerden kaçan bu iki çocuğun macera dolu ve birbirlerine iyi gelmelerini hikaye eden kitabı bir çırpıda bitirdim. Kitaplarla dolu o kafede. Üzerine kahvemi içtim, İstiklal'de bir ileri, bir geri yürüdüm. Otele döndüm.  Epeyce yorulmuşum. Uyudum. Pera'nın kalbinde kalmak demek dışarıda devam eden cumartesi eğlencesinin seslerinin odaya girmeye devam etmesi demekmiş. Yoldan geçen araba, motor, insan sesleri sızdı gece boyu içeri içeri. İki adımda Galatasaray'a, Tünel'e, Şişhane'ye ulaşmanın bedeli. Seslerle didişmeden, uyudum. 

Pazar sabahı eğitimin yapıldığı eski Alman Hastanesi yeni Kent Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi'ne yürürken dünkü kalabalıktan eser yoktu. Boşluk binaların, caddenin güzelliğini daha da belirgin kılıyordu. İstiklal'de yeni şeyler vardı, kimi eski şeyler de, elbette. Her tarafı basan, kocaman vitrinli, baştan aşağı rengarenk şekerlemelerle, lokumlarla bezeli eskiden olmayan, tarihi 19. yüzyılı gösteren dükkanlar yeniydi örneğin, bir de kokucular... Gençliğimde olmayan yerler ... Eğitime geç kalmamak için pergelleri açtım. Hasta üzerinde uygulamamı yaptım. Hollanda'dan gelen genç bir hekimden denklik alma ve yerleşme hikayesini, günlük çalışma pratiklerinin neye benzediğini dinledim. Hocaları dinledim, başka hekimleri dinledim. Dersliğe kaçak girmiş bir sokak kedisiyle göz göze geldim. Onca boş sandalye varken mantomun üzerine yayılmış yaramaz. Kucağıma davet ettim. Hop diye atladı, okşattı kendini, boğazından yükselen mırıltılar ninni gibiydi, rahatlatıcı. Hoca vakalarımızı değerlendirmese ben de kapardım gözlerimi ama uyanık kalmalıydım. Oyunbozanlığımdan hoşnut kalmayan kedi kucağımı terk etti. Zıpladı eski yerine, mantomun ve çantamın üzerine. Rahatını kaçırdım en sonunda, ders bittiğinde. Hava hâlâ aydınlık ve güzeldi. Cadde kalabalık. On yedi yıl önce bir apartmanın dış kapısı önünde, bir yazı atölyesinin kapısında tanıştığım arkadaşımla buluştum. Yeni yerler, yeni tatlar cazipti, Hint yemekleri lezzetli, sohbet bir o kadar zevkli. Kahve içmek için tekrar Pera'ya çıkarken Sen Antuan'ın önündeki kalabalık bizi de içine çekti. Süslemelerle bezeli ağacın önünde poz verdik, mumlarımızı yaktık. 



Narmanlı Han'da feneri söndürdük ve dağıldık. Ben bir otel odasındayım, arkadaşım evinde. O ne yapıyor bilmiyorum ama ben son 32 saatte ne yaptığımı anlatıyorum, çok da lüzumu olmadığı halde. 

21 Aralık 2023 Perşembe

En uzun geceden kısa bir kesit

Yaklaşık on yıldır kullandığım gmail hesabım ağzına kadar dolmuş. Her gün beni yeni eposta alamamakla tehdit ediyor, yer aç ya da satın al, diyor. Ben de inatla satın almıyorum. Boyuna siliyorum reklamları, saklanmaya değer olmayan yazışmaları, arşivde yer kaplayan manzara ve kedi fotoğraflarını... 
Eposta değil, su alan, batmakta olan bir tekne mübarek... Kovayla su alan tekneyi, çorba kaşığı ile boşaltmak gibi nafile bir çaba sanki. Arşiv de arşivmiş hani. İçinde yok, yok. 

Ne çok bültene kaydolmuşum, daha şefkatli bir birey, anne olmak isterken. Tarihler hayli eski. Kızımın kreşi bitirdiği yılla başlıyor, ilkokul günleri ile devam ediyor. Bir masal kahramanı gibiyim. Az gitmişim, uz gitmişim, dere tepe düz gitmişim, bir de bakmışım ki bir arpa boyu yol almışım. Şikâyetçi değilim. Aksine minnettarım. Çünkü o arpa boyu yol sayesinde, kızımla pek çok akranının aksine annesiyle konuşuyor, okulda neler olduğunu anlatıyor. Anlattıkları duyguları daha çok. Onu güldüren, kızdıran, şaşırtan, hayal kırıklığına uğratan hâller... Bunları ağzından kerpetenle almak zorunda değilim. O zaman iyi ki yolları yürümeye, aşmaya, arpa boyu yol alma pahasına ilerlemeye, moral bozmamaya cüret etmişim, cesaret etmişim. he

Ne çok dergiye öykü, ne çok yayınevine dosya yollamışım, yazar olmak isterken. Tarihler hayli eski. 2013 sonbaharında başlıyor. Sessiz kalanları, olumsuz yanıt verenleri, akıl fikir sorduğum, tepeden bakan aklıevvelleri sildim. Ellerime sağlık. 

Blog için yaptığım yazışmalar, söyleşiler, kıyamadım onlara, duruyorlar. Çoklar, gerçekten pek çok. Eh, uzun yıllar "Nasıl Yazar/Şair Oldum?" adında bir bölüm hazırladım. Kitap söyleşileri yaptım. Öykücülere sordum başlığı altında öykü evreni yaratmanın ipuçlarına dair öykü yazarlarına sorular yönelttim. Blogların altın çağıydı galiba. Eposta ile takip edilebildiği günler. Sosyal medyada paylaştığım, paylaşımımın paylaşıldığı günler... Şimdi daha içe dönük yazılar yazıyorum. Kendimden bahsediyorum. Eskisi kadar odaklanarak, dikkatimi vererek okuyamıyorum sanırım. Pek çok kitaba başlıyorum, keyif alıyorum ama bırakıyorum, o arada bir başkasına başlıyorum. "Çok kitap az kitaptır" iyi biliyorum. Bir günü yaşama şeklim değişince alışkanlıklarım, zaman yönetimim, önceliklerim de değişti. Değişim için en iyi zaman, en uygun koşullar diye bir şey pek yok. Nerede, ne zaman fark ettiysen, oradan başlatmak gerekiyor değişimi, bir küçük adımla. Örneğin ben, bu gece, yılın en uzun gecesinde, bu yazıyı sonlandırıp, bir önceki yazıya gelen yorumları yanıtlayıp yatağıma gideceğim ve bir çocuk romanına başlayacak, birkaç gün içerisinde bitireceğim. Bakarsın okumakla yetinmez, bir de küçük yazı iliştiriveririm. Belli mi olur. 

20 Aralık 2023 Çarşamba

Bir değişim meselesi

Dün akşam Cem Şen'in İçsel Simya Dersleri 1. Modülü bitirdim. 

Sekiz online dersin yalnızca sonuncusuna girerek kendimi bir hayli şaşırttım. Çünkü ben herhangi bir eğitime katıldığımda, bundan kaytaracak, dersleri aksatacak bir tip değilimdir, bildiğin inek öğrenci modunda, öğrenmeye aç ve meraklı girer, takip eder, notlarımı tutarım. Ancak İçsel Simya dersleri mevzubahis olduğunda, hakikaten hayat bir türlü canlı derslere katılmama izin vermedi. Kayıttan dinlemekle yetindim. Bir radyo tiyatrosu gibi. Çünkü ders kayıtları, ses kaydı olarak paylaşılıyor.

Bu dersler ne hakkında, ne öğrendin, ne işine yaradı, tavsiye eder misin diye soracak olursanız. Yanıt muazzam bir berraklıkta gelmeyecek. Augustine'e zamanı sormuşlar. "Sormazsanız biliyorum, sorarsanız söyleyemem," demiş. Benimki de işte o hesap. Yine de deneyeceğim. 

İçsel Simya dersleri değişim vaadini taşıyor. Zihnimizin bize hizmet etmeyen, zamanımızı, enerjimizi çalan, aklımızı bulandıran, bizi alaşağı eden yanlarını geride bırakıp daha şefkatli, meraklı, özenli, dikkatli, esnek, sevgi dolu ve cömert olmaya davet ediyor örneğin. 

Sorunları, o sorunları üreten zihinle çözemezsiniz, diyor. 

Zihnin, en iyi, en nazik arkadaşımız olmadığını hatırlatıyor. 

Açık ve şefkatli bir kalple dinlemenin önemini üstüne basa basa hatırlatıyor. Dinle! Aradan düşüncelerini, önyargılarını, tahminlerini, varsayımlarını çek ve dinle. İşte bu yüzden bir ağzın ve iki kulağın var. Kulaklarını hakkını ver. 

Olanı, olduğu gibi kabul etmeyi kavrayamamak gerçek bir baş belası. Belirsizliklerle (dolayısıyla da sonsuz potansiyelle dolu bir dünyada) bize iyi geleceğini düşündüğümüz, inandığımız değerlere sımsıkı yapışmak, onlara sımsıkı tutunmak yalnızca endişe, kaygı ve korkuyu tetikliyor. Bu bir tuzak gibi önümüzde uzanırken, uyanık olmak, içine düşmemek için yoğun çaba gerekiyor. Anımsanması gereken mühim meselelerden birisi daha! 

                                          




Bunların hepsi doğru. Hiçbiriyle ilk temasım değil, elbette, keza sizin için de öyle olmalı. Bununla beraber bir bilgiyi, kelime kelime bilmek, alıntılamak, cümle içinde kullanmak, onu gerçekten de kavradığın, hayatına uygulayabildiğin anlamına gelmiyor. Kabul edelim, zihin iyi bir uşak ama kötü bir efendi. Yoksa bize neden sürekli yetersizsin, beceriksizsin, tembelsin desin; başkalarına kulp taksın, bol keseden negatif etiketler yapıştırsın. "Amma da düşüncesiz, hödüğün teki, kaba, sarsak, sinir bozucu..." Çoğaltmak mümkün. Bu yargılardan ve de önyargılardan sıyrılıp her defasında adeta sıfır noktasına gelmek ve yeniden berrak bir bilinçle, sevecen bir kalple, anlayışla başlamak, her bir güne, her bir ilişkiye. Şiddetsiz İletişim'de yaptığımız bir alıştırma vardı. Karşındakine bakıp pek çok insanlık hâllerini tekrarlıyordun. "O da tıpkı benim gibi. Acı çekmiş.", "O da tıpkı benim gibi ..." diye diye. Bir masal vardır hani, bir kadın çocuğunu kaybetmiş, acıdan aklını kaybedecek gibi bir bilgeye başvuruyor. Tamam, diyor bilge, sana yardım edeceğim, acını bitireceğim ancak bana hiç yas tutulmamış bir evden bir kâse süt getir. Acılı anne, ev ev dolaşıyor. Acılı bir ev bulamıyor ama her bir hanede soluklandığında işittiği hikâyeler, ona yaşadığının bir insanlık hâli olduğunu anımsatıyor, acısı hâlâ içinde ancak kalbi ferah bilgenin yanına dönüyor. Alıştırmanın etkisi de tam o hesap. Kişinin içini şefkatle, anlayışla dolduruyor. Şefkatli, anlayışlı ve empatik kişiliğe sahip olmak, herkesin doğuştan sahip olduğu nitelikler değil maalesef. İzleyerek, görerek öğrenilen şeylerden. Anadil gibi belki biraz. Birinin bize öğretmesi lazım. Yoksa o anlayışsızlığın, şefkatsizliğin içimize içimize batması, ok gibi, bıçak gibi, kaçınılmaz. Korunmak için örülen duvarların ardında yalnız ve kimsesiz kalma riski de cabası.


13 Aralık 2023 Çarşamba

Ayinesi iştir kişinin

Bu akşam üstü dört arkadaş yılbaşı seramik süsleme atölyesine katıldık. Yılbaşı temalı hazırlanmış ham bisküvi seramikleri gönlümüzce dekore ettik. Yılbaşı temalıdan kastettiğim çam ağacı, kalp, daire, yıldız ve kedi figürleri.. . Birinin eline kalem, fırça ve boya verip başla demek zor. Öğrenmek ve denemek gözleme dayanıyor. Biz de  atölye ürünlerini inceledik, gogılladık. Elimizde kurşun kalem çizmeye başladık. 

Anlatmaya değer bulduğum şey, tam da bu işte. Çalışma hâllerimiz. İş yaparkenki seçimlerimiz, eyleme geçme zamanımız, eylem esnasındaki tavırlarımız, ruh hâllerimiz ve ortaya koyma biçimlerimiz. İki, üç saatlik zaman diliminde, basit bir yılbaşı etkinliğinde ruhumuzun haritasını seriyoruz aslında ortaya. Denerken rahat ve meraklı mısın? Fazla  mı mükemmeliyetçisin?  Titiz misin? Müşkülpesent mi? Karar vermekte zorlanıyor musun? Yaptığın içine siniyor mu? Yoksa sık sık pişman olup başa mı dönmek istiyorsun? Hızlı mısın? Aceleci mi? Yavaş ve titiz misin? Tutuk ve kararsız mı? Denemek senin için nasıl bir deneyim? Eğlenmek için mi oradasın? Sonuç odaklı mı? Bu kadar soru sorup kendi çalışma biçimimi gözlemlemediğimi düşünmezsiniz herhalde. Örnekleri inceledim, gogılladım. Elime kurşun kalem aldım. Kendimce eskizimi çizdim. Renkleri seçtim. Fırçaları denedim ve işe koyuldum. Seçimimi sadelikten, basitlikten yana kullandım. Kendimi zora koşmadım. Kendime meydan okumadım. Ay berbat oldu, beceremedim de demedim. İşlerimle kolay vedalaştım. İlk bitiren de ben oldum zira. Yeri gelmişken bir büyük soru da kendime: Hızlı mıyım? Aceleci mı? Yanıtlar aceleye gelmez. O arada benim işlere bir göz atın.

Bunlar da benim parçalar. Üzeri sırlanacak, renkler parlayacak, çizdiğim desenler şeffaf, cam gibi parlak bir tabakanın ardından kırmızı, yeşil, sarı, mavi  parlayacak. Kim bilir kaç sene yeni yıl ağacını süsleyecek?



 

12 Aralık 2023 Salı

Şans, zihnin oyunları ve bir davet...

12/12/2023 saat 11.22'de gözüm bilgisayarın saatine takıldı. Numerolojiye düşkün değilimdir. Bırakın düşkün olmayı, bilgi sahibi bile değilim. Bununla beraber böyle tekrarlayan, uyumlu rakamlara denk gelmek gün içinde yüzümü gülümsetiyor, kendimi şanslı hissediyorum. 

Şans yüzüme gülüyor/gülmüyor demek biraz da kişisel bir seçimmiş gibi geliyor bana. Yanımda çalışan ve kendini şanssız olarak nitelendiren bir çalışanım vardı. Ben de ona niye öyle diyorsun, bak bir işin var, evine çok yakın, kendi ayaklarının üstünde duruyorsun, der. Hayatında olumlu sayılabilecek yönlere dikkatini çekmeye çalışırdım. Çalışanım belki de haklıydı. Çünkü bir cumartesi gecesi hiç de adetim olmadığı halde, tamamen tesadüfen muayenehanenin önünden geçerken içeride ışığın yandığını fark etmem, onun açısından da benim açımdan da final oldu. O saatte orada olmayacağımdan emindi muhtemelen. Benden izinsiz, içeride kendi yakınının dişlerini temizlerken yakalanmak, nereden baksan yüzbinde bir ihtimaldi ve oldu. İşten çıkartmak zorunda kaldığım için ben de üzüldüm. Bu olay yaşanmasa, başka ufak kusurları görmezden geliyor, bunu da normal sayıyordum. İş ilişkilerinde bu türden bir emeğin verilmesi gerektiğine inanıyorum çünkü. Sonra başka başka çalışanlarda göz yumduğum farklı, beni aslında kızdıran davranışlar geldi aklıma. Bayağı tutmak, bırakamamak ile ilgili meselem olduğuna kanaat getirdim bu olaylardan sonra. 2023 farklı farklı şekillerde bu meseleyi önüme çıkardı ve sordu. Hadi şimdi de mi bırakamıyorsun? Bıraktım haliyle. Zorlandım biraz. Yeniden uyum sağlamak zaman aldı.

Şanstan, tutamamak/bırakamamak meselesine hiç de düşünmeden, planlamadan geldim. Zihnimin oyunları... Ne derler bilirsiniz. Zihin iyi bir uşak, berbat bir efendidir. Düşüncelerinin peşine kapılmadan, varsaymadan, tahminde bulunmadan, yani zihne kul köle olmadan yaşamayı başarmak başlı başına mesai istiyor. Fark etmek istiyor. Geçenlerde beni rahatsız eden türden bir konuşmaya denk geldim. İki kişi arasında geçen konuşmada başvurulan kişiydim ancak karşımdaki kendini rahatsız eden şeyi konuşmak yerine ötekini anlatıyordu. İçimi huzursuzluk kapladı. Konuyu daha sonra hep beraber konuşmak üzere kapattım. O an, aslında bizi rahatsız eden pek çok meselede aslında neyin rahatsız ettiğine dair net olmadığımızı fark ettim; kjonuşurken aslında ne diyeceğimizi bilmediğimizi. Kendi merkezimizde kalmak, bizi rahatsız eden şeyleri dile getirmek yerine karşı tarafa suç atmak en kolay yaptığımız şey galiba. Kendimizi dinlemiyoruz, başkalarını dinlemiyoruz. Dinlemedikçe aslında gerçek ve önemli olanı ifade etmeyi de başaramıyoruz. Velhasıl dinlemek mühim mesele. 

Yeri gelmişken bir de kitap önereyim. Julia Cameron'ı duymuşsunuzdur. Sanatçının Yolu kitabıyla on yıllardır, hayatında tıkanıklık yaşayan yazarlara, sanatçılara ve dahi insanlara 10 haftalık bir egzersiz programıyla yol gösteren çok satan ve pek çok dile çevrilen kitabın efsanevi yazar, bu kez de Dinleme odaklı bir yolculuğa davet ediyor. Derin dinlemeye dayalı, yaratıcılığı tetikleyen, kişisel dönüşümü hedefleyen bir kitap bu. Sabah sayfaları ve sanatçı buluşmaları sabit. Bunların yanı sıra her haftaya özgü ödevler ve de görevler var. Çevrelerini, kendilerini ve sessizliği dinleyerek gerçekten duymanın gücünü keşfetmek isteyenlere duyurulur. 

Bir de davet! Eğer kitabı temin eder ve haftalık çalışmaları benimle eşzamanlı yapmak isterseniz lütfen haber verin. Yeni yılla beraber bu yolculuğu birlikte deneyimler, kazanımlarımızı, fark ettiklerimizi konuşuruz. Teklifim cazip geldiyse, benimle iletişime geçebilirsin. 


















11 Aralık 2023 Pazartesi

Günün izi: 13

Yılın son ayı geldi, kapıya dayandı. Ayı yarılamasına az kaldı üstelik. Ancak bu blog yazarı, ne anlatacağını, nereden başlayacağını bilemedi. Son üç günün dökümüyle başlayalım yeni aya. Dileyelim de gerisi çorap söküğü gibi gelsin. 

9 Aralık

Haftanın son iş günündeyim. Mesai öncesi bilgisayarımı açtım, yazmaya koyuluyorum. Kalbimde dile gelmek isteyen duygular, zihnimde onları susturmak isteyen bir yan var. Hangisi galip gelecek henüz bilmiyorum, bu satırların nereye varacağını da.

Güne hayli erken başladım. Pireler uçuşurken diye tabir edilen saatlerde. Kediler ve insanların sirkadiyen ritmi aynı değil. Sani'ye kalk da avlan diyen iç saat, bana yorganı başına çek ve uyu, diyor. Ama yer çekimi diye bir şey var. Tüylü evlat önce yerlere bir şeyler devirerek bildiriyor, onun için günün başladığını, besin ve dışarıya çıkma ihtiyacında olduğunu. Güzellikle anlamazsam, yorganın altına süzülüyor ve ayak parmaklarımı dişliyor. En temizi ilk tıngırtıda yerimden kalkmak ya da en başta onu çalışma odasına hapsetmek... Kimi zaman kesintisiz bir uykuya çok ihtiyaç duyduğumda çalışma odasının kapısını kapatıyor, derin bir uykuya dalıyorum ama çoğunlukla da onu kapalı kapıların ardına kapatmaya vicdanımın el vermediğini görüyorum. Niye böyle bilmiyorum. Yanıt üzerine düşünmedim. Yanıtlar aramak yerine soruları çoğaltıyorum, sağanak yağmur gibi iniyorlar üzerime. Kimi yersiz sorular oluyor aralarında. Sorudan çok kendime yönelik negatif yargılar... İşte kalbimden çıkmayı bekleyen bir his, ihtiyaç, her ne dersen. 

Etrafımdaki insanların bende övdükleri kimi özelliklerim var. Başkalarında gördüğümde meziyet sayacağım özellikler üstelik. Kendim sahip olduğumda ise "E ne var bunda. Zaten olması gereken bu!" diyerek omuz silkiyor, burun kıvırıyorum. Benmerkezci tiplerden olmayacağız elbette ama kendini takdir etmek, kendinin yakın arkadaşı olma çabası gütmek de şart galiba. Yoksa çok yoruluyor insan, tükeniyor, kimileyin. Bunu yapan yalnızca ben değilim, iyi biliyorum. Çoğu kadın yapıyor. Hayranlık uyandıracak pek çok niteliği varken tüm bunların farkında değilmiş gibi davranıyor. Fazla tevazu başa bela! Bu satırları okuyan herkesi kendini takdir etmeye davet ediyorum. Kendinizi pamuklara sarıp sarmalamayı ihmal etmeyin.  

10 Aralık 

Marvel Stüdyolarında çekilen filmleri izliyoruz sırayla. Fikir kızımın. Geçen pazar Kaptan Amerika ile başladı serüven. Cumartesi gecesi Kaptan Marvel'ı, pazar sabahı da Demir Adam'ı izledik. Demir Adam, Demir Adam olmadan önce tam bir pislik. Zeki, yetenekli, yaratıcı ama umursamazın, vurdumduymazın, hedonistin teki. Dönüşüm hikâyesi yer yer klişe. Çünkü Hollywood. Ama ziyadesiyle yerinde, ikna edici, yer yer gülümseten. Kızımın ilgi alanını paylaşmanın tatmin duygusu da cabası. 

Dışarıda tam anlamıyla kış güneşi vardı. Masmavi, açık bir gökyüzü, insanı dışarıya çağıran bir hava. Ancak ikimiz de yorgun ve meşguldük galiba. Yapılması gerekenler listemiz uzundu. Pazar onları bitirmek için en uygun gündü. Dolayısıyla evden dışarı adım atmadan bitirdik koca günü. Uzun kahvaltı, evde sinema keyfi, çamaşır, temizlik, dinlenme... Kendim için yaptığım yegane şey, uzun bir banyo keyfi sürmek oldu ancak. Ilık suyun ve beyaz banyo sabununun şefkatine bıraktım kendimi. Saçlarımı kuruttuktan sonra bir de içim geçti, şekerleme yaptım. Oh değmeyin keyfime. 

11 Aralık 

Kediyle ikinci yılbaşımız. İlkinde de ağacı son gece kurmuştuk. Bu yıl da planım, o. Ev ne kadar süssüz ise iş yeri o kadar ışıl ışıl. Yılın son günü ağaç eve gelecek. O zamana değin antredeki doğalgaz borusundan aşağı süsleri sarkıtmakla yetineceğiz. Bugün de elim değmeyecek gibi ama en geç hafta sonu o süsler şağı aşağı sarkacak, Sani'nin zıplayamayacağı yükseklikte elbette. 

Çarşamba günü ise kendi yılbaşı süslerimi tasarlayacağım. Bir seramik atölyesine gideceğiz beş arkadaş, yemeli, içmeli, boyamalı bir kış etkinliği, en keyiflisinden. Eh, yılın en tatlı ayı geldi, çattı. Yeni yıl ruhunu taşımayacağız da ne yapacağız! 

Çocukluğumdan beri bu böyle benim için. Kışı sevmesem de  aralık ayını seviyorum. Işıl ışıl vitrinler, simli yeni yıl kartları, çam ağaçları, Noel Babalı figürler, yılbaşı çekilişleri, hediye paketleri... Hepsi içimi iyimserlikle dolduruyor. Aralık ayının sekmez Noel filmlerini zevkle izliyorum, en klişe olanlarını bile. Bu yılın ilk filmi bir Netflix yapımı oldu: Noel Ziyafeti. 

Sizinle bu satırları paylaştıktan hemen sonra kahvemi, çikolatamı alıp yeni bir film daha izleyeceğim. Yeni seçimim: Sıradan Bir Noel.

 Veda etmeden önce en sevdiğim kış şarkılarından birini dinleyin.