27 Nisan 2023 Perşembe

Kan ve Kül Kokuları Altında Yakılan Bir Ağıt: Troyalı Kadınlar




 


                                                                      

Avrupa epik sanatının babası olarak bilinen Homeros, İlyada Destanı'nda Troya Savaşı'nın son on gününü anlatır. Destan, Apollon Tapınağı rahibi Khryses'in yakarışlarıyla başlar. Kızı Khrysesis, Agamemnon'un esiridir. Yaşlı adam "kurtarmalık" teklif eder ancak Agammemnon, Akhaların en büyük komutanı, ganimetsiz kalmak istemez ve yaşlı rahibi huzurundan kovar. Gözü yaşlı rahip, Apollana niyaz eder: 

“Gümüş yaylı tanrım. Oklarınla gözyaşlarımın intikamını al!”

Apollon’un okları dokuz gün boyunca Akhalar’ın üzerine düşer, veba ve ölüm olarak. Ta ki bu yanlıştan dönülene kadar. İlk sahneden itibaren Troya Savaşı’nın yalnızca Akhalar ve Troyalılar arasında geçmediğine tanıklık ederiz. Yunan tanrıları ve tanrıçaları sıklıkla işin içine karışır, savaşın seyrini değiştirir. En nihayetinde savaşı başlatan olay, Paris’in hakemliğinde gerçekleşen bir güzellik yarışmasıdır. Reddedilen Athena ve Hera Akhalar’ı desteklerken altın elmayı kazanan Afrodit, Paris’in ve Troyalılar’ın yanında yer alacaktır. Buna karşın on yıl boyunca ne Troya düşer ne de Akhalar işgalden vazgeçer. Savaşı bitiren koca bir hiledir. Surların önüne bırakılan devasa tahta atı, geri çekilmenin bir işareti, armağanı olarak gören Troyalılar şehrin yakılıp yıkılmasına yol açacak tarihi hatayı yaparlar ve atı kentin surları içine alırlar.

Apollon’un öfkesiyle açılıp Hektor’un defnedilmesiyle biten İlyada bize kentin nasıl yakılıp yıkıldığını, geride kalanları anlatmaz. İlyada daha ziyade bir savaş öyküsüdür çünkü. Savaşın güzelliğini dizelere döker. İlyada, savaşan kahramanların adeta ışıldadığı, silahlara, askerlerin hareketlerindeki estetik güzelliğe duyulan hayranlığın, övgünün bitmediği epik bir şölendir. Buna rağmen satır aralarından barışın ve yaşamın savaştan ve ölümden yeğ olduğu ince ince kendini belli eder. Akhalı komutanların tartışıp savaş meydanına gitmeyi erteledikleri yerlerde savaş bir süreliğine de olsa askıya alınır. Güçlü Akhileus er meydanına en geç inen komutandır, örneğin. Agamemnon ile tartışırken Troyalılar ile bir husumetinin olmadığını söyler. Yaşamın kutsiyetinden dem vurur şu ünlü tiradında:

“Canın yerini hiçbir şey tutamaz dünyada, ne bakımlı İlyon’un, Akhalardan önceki zenginliği, ne de okçu tanrı Apollon’un, taşlı Pytho’da, mermer tapınağında saklı hazineler. Sığırları, besili koyunları yakalar getirirsin, üçayakları, kızıl yeleli atları satın alırsın, ama ne savaşla geri gelir, ne de parayla, dişlerin arasından bir çıktı mı canın.”

Buna karşın savaş sürer, canlar yiter. Kadınların çığlığı daha dolaysızdır, daha keskin. Andromakhe, savaşmaktan yorgun düştüğü için surların içine giren kocası Hektor ile karşılaşınca gözyaşları içinde onu durdurmaya çalışır.

“Ah kocacığım, bu hırs yiyecek seni

yavruna, talihsiz karına acıma yok sende,

dul kalmama, biliyorum, az gün var,

Akhalar üstüne saldırıp öldürecekler seni.

Sensiz kalmaktansa toprak yutsun beni daha iyi.

Benim senden başka dayanağım yok,

Alıp götürdüğü zaman ölüm seni

Yalnız acılar kalacak bana.”

Hektor, yurttaşları savaşırken geride kalmayı gururuna yediremez. Üstelik şehir düşecek olursa karısının esir düşeceğini, kentten çok uzaklara götürüleceğini de iyi bilir. “Köleliğe sürüklenirken çığlığını duymaktansa/ Dağlar gibi toprak örtsün beni daha iyi,” der ve savaşa geri döner. Korkulanın neler getirdiğini bize bir başka tragedya anlatır.

Euripides’in yazdığı Troyalı Kadınlar Troya kentinin düşmesinin ardından yakılan, yıkılan, yenik düşen kentin görünümünü, halkın içine düştüğü ruhsal durumu gözler önüne serer. Erkeklerin yiğitliği, silahların ışıltısı yerine kadınların gözyaşlarını anlatır. Ana metnin bazı kısımları günümüze kadar ulaşamamıştır. Çevirilerde bu boşluklar … ile gösterilmektedir. Buna karşın metinde anlam yitimi söz konusu değildir.

Tragedya, alınışından iki gün sonra Troya harabelerinde başlar. Esir kadınlar çadırların içinde karanlıkta gözyaşı dökmektedirler. Düşmüş kentin kraliçesi Hekabe uyumaktadır. Çadırın üstünde Poseidon ve Athena belirir. Troya yağmalandığı, tanrıların tapınaklarına saygısızlık edildiği için her ikisi de Akhalar’a karşı öfkelidirler. Geri dönüş yolculuğunu zorlaştırmak için ellerinden geleni yapacakları konusunda işbirliği yaparlar ve gözden kaybolurlar. Tragedya Hekabe’nin uyanmasıyla devam eder. Anlatılan savaşın mağlup tarafında yer alan Troyalı kadınların hikâyesidir. Oyun süresince Troyalı kadınlar bir yandan savaş sonrası kimin kölesi olacaklarını, hangi Yunan kentine gideceklerini öğrenmeyi beklerken diğer yandan ölüleri ve yıkılan vatanları için yas tutarlar. Çünkü kadınlar dünyasında savaş ve ardından gelen mağlubiyet, tecavüz, katledilen çocuklar, kölelik ve sonsuz acı çekmekle eşdeğerdir. Hekabe, Kassandra, Andromakhe hatta savaşın başlama sebebi olarak görülen Spartalı Helen gibi soylu kahramanlar sahneye çıkar, kendi trajik hikâyelerini birinci ağızdan anlatırlar. Troya’nın soylu bir aileden gelmeyen ancak aynı kaderi paylaşan kadınlarının temsili ise koro aracılığıyla gerçekleşir. Sosyal statüler değişse de keder ve onları bekleyen akıbet aynıdır. Troyalı kadınlar, kocalarının, oğullarının, babalarının katillerine yatak arkadaşlığı etmek üzere Akha gemilerine doğru yürüyeceklerdir, vatanlarını ve ölülerini artlarında bırakarak. Boreas rüzgârlarının zenginlik getirdiği kent, kan ve kül kokuları altındadır. Her şey tersine dönmüştür. Çocuklar sokaklarda neşeyle oyun oynayamayacaktır, kadınlar İda dağındaki ağaçlardan yapılma tezgâhlarda dokuma yapamayacaktır. Kenti diriltecek, eski ihtişamlı günlerine kavuşturacak tek varis kalmamıştır. Priyamos’un mutluluk ve refah dolu kentinden geriye kalan, kadınların yanık ağıtıdır artık; binlerce yılı aşıp da gelen, gücü bir nebze olsun eksilmeyen.

Troyalı Kadınlar

Euripides

Tragedya

* Bu yazı ilk kez TDBD 202. sayıda yayımlanmıştır. 

 

 

 

25 Nisan 2023 Salı

Huzurlu Yaşam İpuçları: 2

www.nonviolentcommunication.com web sitesi Şiddetsiz İletişim ile ilgili Türkçede kaynakların sınırlı olduğu günlerde, ücretsiz belgelerinden sıklıkla yararlandığım bir dijital platformdu. Halen seyrek aralıklarla devam ettiğim Şefkatli Ebeveyn Günlükleri’nin ipuçlarını oradan alıyorum örneğin. O günlerde hevesle üye olduğum bültenlerin her birinden gelen ipuçları kıymetli esasında ama günlük hayatın hızı içinde, İngilizce bültenlere ilgimi, dikkatimi vermek, okuduğumu içselleştirmek her zaman mümkün olmuyor. O yüzden buraya ara ara bir başka serinin, Mary Mackenzie’den Huzurlu Yaşam Meditasyonu çevirilerini paylaşacağım. Her ne zaman, hangisine rastlar ve okursan dilerim şifa olur, ilham olur ve seni dönüştürür. 

                                                                *


İkinci gün 

Şiddetsiz İletişim süreci, zorlu koşullar altında bile insan kalma yeteneğimizi güçlendirir. Bize zaten bildiklerimizi - biz insanların birbirimizle nasıl ilişki kurmamız gerektiğini - hatırlatır ve bu bilgiyi somut olarak ortaya koyan şekillerde yaşamamıza yardımcı olur.

Marshall B. Rosenberg

Şiddetsiz İletişim (Şİ), Marshall B. Rosenberg. tarafından kırk yılı aşkın süre önce geliştirilen bir iletişim süreci ve yaşam modelidir. Dünya çapında 35 ülkede kullanılmaktadır. Şİ'in iki ana bileşeni şunlardır:

*Herkesin ihtiyaçlarına eşit değer veren ve insanlarla olan ilişkilere haklı olmaktan veya kazanmaktan daha çok değer veren bir yaşam süreci

*Bunu yapmamıza yardımcı olan bir dizi araç

Çoğumuza, güvensizlik ve kendini korumayı teşvik eden bir yaşam tarzı öğretildi. Buna karşılık, Şİ bize gerçek güvenliğin, kendimizle ve diğer insanlarla açık bir şekilde bağlantı kurma, kendi gerçekliğini yaşama ve tüm durumlara şefkat ve insanlıkla yanıt verme yeteneğimizde yattığını öğretir. Bu süreç, günlük olarak huzurlu yaşamayı teşvik eder.

Bugün davranışlarınızın veya tutumlarınızın “şefkat ve insanlık” yerine “güvensizlik ve kendini korumayı” teşvik ettiği zamanların farkında olun.

İlk haftanın ipucuna aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz. 

Huzurlu Yaşam İpuçları: 1

 


23 Nisan 2023 Pazar

Hacer Kılcıoğlu ile söyleşi*

 

    Sizinki hep çocuklarla iç içe geçmiş bir hayat. 20 yıl İngilizce öğretmenliği, ardından kurduğunuz çocuk evi ve çocuk ve gençlik edebiyatı yazarlığı... Çocuklarla uzun yıllar yakın ilişkide bulunmanın yazarlığınıza etkileri ile başlayalım isterseniz.

 

Çocuklarla ve gençlerle yakın yaşadım hep. Özellikle duygu yoğun çocuklardan beslenip yazmaya başladım. Hayatı sade, basit ama coşkulu yaşayışları, hayatın geri kalanına kayıtsız oluşları bana yeniden kendi neşeli çocukluğumu anımsattı. Çocukluğa, o altın ülkeye dönmek şahaneydi. İçinizde bir yazar varsa onu er ya da geç ortaya çıkarıyorsunuz.

   Everest Yayınları’ndan çıkan ilk iki kitabınız “Ben Eskiden Çocuktum” ve “Jale’yle Konuşmak”ta çocukluk ve gençlik anılarınız yer alıyor. Bir sonraki kitap “Perşembeleri Çok Severim” sizi Günışığı Kitaplığı ile buluşturan roman. Nasıl başladı bu yolculuk? Bir de sizden dinlesek.

Küçük bir kasabada, masal gibi geçen bir çocukluk benimkisi. Sokak ülkeydi bizim için. Hayatımızdaki her şey basit ve doğaldı. İnsanoğlu doğayı doğallıktan çıkarmamıştı henüz. Arkadaşlarımı kendimi sever gibi severdim. Oyunlar... Evcilikte adımı Jale olarak değiştirirdim. Beğenmezdim kendi adımı. Ve ben büyürken Jale ayrılmadı benden, içimde taşıdım hep onu. Jale çocukluğum demekti. Hayatımızın yönünü iç dünyamız belirliyor ya Jale çocukça yönetti beni. Mutlu çocukluğumu hayatımın üstüne serpmeme fırsat tanıdı. Yazmaya başladım bu güzel çocukluğu. “Ben Eskiden Çocuktum” çıktı Everest Yayınları’ndan. Ardından “Jale’yle Konuşmak” geldi. Sonra, “Haydi başka çocuklarla tanışacağız,” dedi Jale. Günışığı ailemle tanıştık. “Perşembeleri Çok Severim”, ardından peş peşe kitaplar. On birinci kitap “Bas Pedala Luna”ya kadar sürdü bu yolculuk.

     Kitaplarınızda yolculuk ve büyümek göze çarpan kavramlar. “Bas Pedala Luna” için de bir yol ve büyüme hikâyesi diyebiliriz. Yola çıkmak ve büyümek kavramlarının sizdeki, çocuk okurdaki karşılığı nedir?

Yola çıkmak her anlamda heyecanlandırır beni. Valiz gördüğümde bile yola çıkma isteği duyarım. İçime yaptığım yolculuklar da çok kıymetlidir. Kendimi bulmama yarar. Çünkü hayatta en önemli görevimiz kendimizi yönetmek, nasıl bir insan olacağımıza karar vermek. Çocuk için farklı anlamı var bu iki kavramın. Hemen büyümek ister çocuk. Kaç yaşında olduğunu sorsanız, illa ki bir yaş büyük söyler. Adına hayat dediğimiz o uzun yolda sabırsızca ilerlemek ister. Dünya uçsuz bucaksız bir tarladır onun için, özgürce koşmak ister. Oysa hayat dediğin böyle bir şey değil, büyüme yolculuğu uzun ve zorlu. Ayakkabınızın içine girmiş minik bir taşla yürüdüğünüzü düşünün. Yürürsünüz ama huzursuzca. Bildiğim bir şey varsa o da şudur, büyüme yolculuğu emek ve çaba ister. Tatlı, yemeğin sonunda geliyor.

    “Bas Pedala Luna” Süslü Kadınlar Bisiklet Turu’nun kurucusu Sema Gür’ün de kurgu karaktere dönüştüğü bir yol ve yolculuk hikâyesi anlatıyor bize. Kitapta da değinildiği gibi yola çıkmak kaybolmayı da göze almak, demek. Bununla beraber yola çıkmadan, kaybolmadan kendine varmak da mümkün değil. Her kitabın yazar için de bir yol ve yolculuk olduğunu düşünürsek siz nerelerde kayboldunuz? Kaybolduğunuz yerlerden nasıl ve hangi bilgilerle çıktınız?

Yolculuk hikâyeleri yazmayı seviyorum. Hikâyeler yeni arkadaşlar kazandırıyor. Bu kitabımda da güzel insan Sema ve sevgili Urim ile kesişti yollarımız. İyi ki. Kaybolmak dersek... Türkiye kalbimi kırıyor. Kötü yönetiliyoruz ve sanat, edebiyat gibi bizi biz yapan değerler karşılığını bulmuyor. Coğrafi şanssızlıklarımız da cabası. Acılara boğuluyoruz. Ama kaçıp gideceğimiz başka Türkiye yok. Toplumsal ve kişisel nedenlerle ben de sık sık kayboluyorum. Duygularım gerçekliğe uyum sağlayamıyor. Neyse ki kısa sürüyor bu durum. Hayat geri gelecek diyor, umuda sarılıyorum. Çünkü trajik olandan kaçmanın kendisi trajik. Ne derler aklın bahar olursa fikrin çiçek açar.

   Yolculukların en büyük kazanımı farklı kültürden insanları bir araya getirmesi, ön yargıları, klişe kalıpları kırarak kalpten iletişime açık hâle getirmesi. Okumak da bize oturduğumuz yerden bunu sağlıyor. Dolayısıyla kitapta en sevdiğim bölüm, Luna ve annesinin, Niko’nun ailesinin bahçesine sığınması ile başlayan kısım. Farklı kültürden, dilden, dinden iki aileyi buluştururken siz hangi unsurları gözettiniz?

Dünya büyülü bir yer. Ne var ki zaman zaman hayat bazı kavramların içini boşaltıp, birçok şeyi yerinden oynatıyor ve bazen dünya deliriyor. Savaşlar! Cehennem. Sartre, “Cehennem başkalarıdır,” demiş. Evet, cehennem başkalarıdır. Oysa insanlar arkadaş olmak, barış içinde, huzurla birlikte yaşamak istiyor. Aristoteles yüzyıllar önce, “İnsanoğlunun en vazgeçemediği şey arkadaşlıktır,” demiş. Bu durumu sık sık düşünürüm ve kitaplarımda herkesi kardeş, arkadaş olmaya çağırırım. “Bas Pedala Luna” kitabımda Luna ve Niko’yu, hatta iki bambaşka aileyi arkadaş etmek için epey çabaladım doğrusu.

17 Nisan 2023 Pazartesi

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 43

 Bilmek isteyen yola çıkar. 

Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.
İpuçlarının çevirisi bana ait.

Şefkatli Ebeveyn İpuçları
Şiddetsiz İletişim, kendi içimizde barışı nasıl yaratacağımızı öğrenmemize yardımcı olur. 
                                                                                                                              Marshall Rosenberg 

Çocuğunuzla empati kurmakta zorlanıyorsanız, bu genellikle sizin de empatiye ihtiyacınız olduğu anlamına gelir. Çocuklarınızın size empati göstermesine güvenemezsiniz. Eşiniz de empati için her zaman müsait değildir. Her ebeveynin empati arkadaşlarına ihtiyacı vardır. Birisi tarafından dinlenmeye ihtiyacınız olduğunda, telefonu kaldırır ve bunu yapabilecek birini bulursunuz. 

Ben ne düşünüyorum? Ne yapacağım? 
Yirmi üç yıldır çalışıyorum. Mezuniyetten dokuz yıl sonra artık İstanbul'da yapamayacağımı fark etmiştim. Şehir üstüme geliyordu. Sinirli, yorgun, bezgin hissediyordum. Pek çok kötü giden şeyin sorumlusu o şehir ve şehrin insanlarıymış gibi geliyordu. İstanbul'dan ayrıldım, ayrıldık. Neredeyse on üç koca yıl olmuş. Kafamı bir kaldırdım, dokuz yıl olmuştu, yeniden kaldırdım on üç yıl daha geçmiş gibi bir hâl. Öyle hızlı, öyle yoğun, öyle boş, hiçbir şey yaşanmamış gibi sanki. Bu kadar yıldır tanıdığım insanlar nereye kayboldu? Aslında varlar mı? Bir arkadaşımla yıllar yıllar önce dertleşirken, desteksiz kaldığımı düşündüğümü söylediğimde "yere yat, yer seni taşır" demişti. Çok bilgece gelmişti o anda sözleri. Hiç kimse olmasa yer var beni taşıyacak, bacaklarım var beni götürecek, kelimelerim var beni saracak, kitaplarım var benim içinde kaybolacağım, deniz kıyısı, parklar var kenarında, içinde yürünecek, huzurla, şefkatle beni içine kabul edecek. Var tüm bunlar kabul ama çok sıkıldığımda, gerçekten empati almaya ihtiyaç duyduğumda daha çok arayabileceğim arkadaşım olmasını isterdim sanırım. Bir kahve içmek için aradığımda "Aa ne güzel olurdu," diyenler yerine "Hadi gel" ya da "Geleyim," diyenlerin sayısı daha çok olsun isterdim sanırım. Bu yüzden, bu yıla girerken kendime en önemli hedef olarak bunu belirledim. Her hafta bir arkadaşımla buluşmak. Kimi zaman yüz yüze yapamıyorum hâlâ kabul ama uzun telefon sohbetlerine yer açıyorum. Skype ile farklı şehirlerden arkadaşlarımla buluşuyorum. Yine de ihtiyaç duyduğum sıklığa ulaşamıyor sanırım. 
Empati kurmanın önündeki bir engel de kronik ağrıymış meğer. Hevesimi, neşemi, dikkatimi, sabrımı azaltıyormuş. Ağrıyı kontrol altına alma çabam sayesinde kendimi daha sabırlı hissediyorum. Sabır derken sabır taşı olmaktan, kendini bastırarak ses çıkarmama hâlinden bahsetmiyorum. O zaten tepkiselliğin en büyük nedeni. Susup yutup dolmak ve taşmak döngüsüne yol açıyor. Daha çok kişisel almamak, varsaymamak, tahminde bulunmamaktan kaynaklanan daha sakin bir ruh hâlini koruma çabası bahsettiğim. Bu geliştikçe tetikleyiciler de azalıyor. Durumları, olayları algılama hâlimiz değiştiğinde eylemlerimiz, reaksiyonlarımız da değişiyor. Sabrın taşması, hevesin kaçması, yükselmeler daha az görülürken kendine ve diğerine şefkat de gelişiyor. 
Bunları yazarken bir Şiddetsiz iletişim alıştırması geldi aklıma. Katılımcılarla dolu salonda rastgele yürürken aynı anda durup karşındakiyle göz teması kurup içinden kimi cümleler tekrar ediyordun. 

Tıpkı benim gibi o da mutluluğu arıyor. 
Tıpkı benim gibi o da acıdan kaçıyor. 
Tıpkı benim gibi o da mutsuzluğu, yalnızlığı, çaresizliği biliyor. 
Tıpkı benim gibi o da ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyor. 
Tıpkı benim gibi o da öğreniyor ve büyüyor.  

Zorlayıcı, sabrın taşmaya yakın olduğu anlarda karşındaki bilmese bile onun gözlerinin içine bakmak ve içinden bunları söylemek tepkisel davranma dürtüsünü azaltıyor bana kalırsa. Bendeki tepkisellik genellikle kendimi suçlanmış hissettiğimde gelişiyor. Bunu denediğim birkaç sefer bir mikserle çalkalanmadan kalabildiğimi, iyi geldiğini hatırlıyorum. Kimi zaman insanlar hemen her olay, olgu için bir suçlu arıyor, gerçekten de suçlayarak konuşuyor, karşı tarafın sözleri suçlama içerdiğinde, o anın içinde onun çaresizce arayışta olduğunu kabul etmek, sözlerini suçluluk ve utançla üstümüze giymemek nasıl olurdu? Kısacık bir an suçlayana bakarak içimizden "şu an çaresizce sebebini, sorumlusunu anlamak, bilmek istiyor" diyebilmek ve kendimize odaklanmak nasıl olurdu? Şöyle şeyler çıkabilir: İşler şu an hiç de istediğim gibi gitmiyor. Bunları duymak hoşuma gitmedi. Suçlandığımı duymak içimde kızgınlığa yol açıyor. Kalbim sıkışıyor. Biraz daha sürerse hiç de hoşuma gitmeyecek şeyler söyleyeceğim. Şimdi buradan uzaklaşmaya ihtiyacım var. Anlayışa, takdire, rahatlamaya ihtiyacım var ve birazdan bu ihtiyaçlarımı gidermek için kendime alan ve zaman ayıracağım demek ve o anın içinden çıkar çıkmaz bir arkadaşı aramak, açık havada yürümek, kahve içmek, bir film izlemek, sıcak bir banyo yapmak gibi rahatlatıcı bir aktivite bulmak, bunu da güven duyduğun biriyle, bir hayvanla ya da doğayla ilişkilenerek yapmak... Kendine empatinin yollarını önceden bilmek, bulmak, deprem çantası hazırlar gibi el altında tutmak gerek belki de. 


13 Nisan 2023 Perşembe

Günün izi: 4

9 Nisan 

Gerilim tipi baş ağrısı ve bruksizme bağlı çene yüz ağrısından çok çekiyorum. Evde yoga ve meditasyonla, farkındalıkla hallederim desem de başa çıkamadığımı görünce Batı tıbbından da destek almaya karar verdim. Algolojiye başvurdum ve tetik nokta enjeksiyonuna başladım. İlk dozda occipital bölge enjeksiyonundan sonra midem bulandığı için temporali yapmadı doktor. Buna rağmen baş ağrım kesildi. Dün ikinci doz için giderken hazırlıklıydım.  Enjeksiyon noktalarına anestol sürdüm. Nispeten işe yaradı. Kimi yerlerde solüsyon hafif yaksa da şifasına inandığım için tamamını yaptırdım. Bu arada kas gevşetici ve gece uykularını biraz düzene sokmak için melatonine başladım.

Tetik nokta enjeksiyonu sırt, omuz, boyun gibi bölgelerde halk arasında kulunç denen fibromijalji düğümlerini bulmak ve içine 2-3 cc arası lokal anestezik ve serum içeren bir kokteyl yaptırmak. Bölgeye yapılan uyuşukluğun etkisi kısa süreli elbette ama doğrudan düğümün içine iğnenin girmesi de oraya mekanik olarak uyardığı için bir nevi akapunktur etkisi yaratıyor. Bende bruksizm de olduğu için şakak bölgesine de yaptırdım. Bu arada fibromiyalji üzerine etkili bir de ilaca başladım. Yüz kaslarım gevşemeye başladı. Sabah kısa süreli, hafif restoratif yogama da devam ediyorum. Hepsi birbirini etkisini arttırıyor bence. Kendimi daha iyi hissetmeye başladım.

Gerilim tipi baş ağrısı, migren, boyun ağrıları, fibromijalji, bruxizm hemen hepimizde mevcut olduğu için paylaşmak istedim. İhtiyacı olana şifa getirsin efendim. 

                                                                                 *

Evlat kişisi ramazana denk geldiği için pek hayıflandığı doğum gününü iki gün erken, pazar akşamı iftardan sonra kutlamaya karar verdi. Gerekçesi (daha doğrusu varsayımı) arkadaşlarının oruç tuttuğu idi. Sonuç olarak bir grup ergenle geçirdik pazar gecemizi. Çok sıkı tembihlendiğimiz için hizmet ettik ve ayak altından çekildik. Fazla konuşmadık. Rolümüze mutfak uyardı gerçi ama yemeğimizi balkonda yedik. Beklendiği üzere çocukların hiçbiri oruç tutmuyordu ama olgun ebeveyn olarak bunu kızımın yanında sormadım, ona da "Ben demiştim" demedim (henüz). Varsayımların zihni nasıl ele geçirdiğine, bizi sormaktan doğrusunu öğrenmekten alıkoyduğuna ve karşımıza yapay zorluklar, engeller inşa ettiğine dair bir konuşma yapmak isterim elbette ama bunun yolunu bilmiyorum, bulamıyorum. Ergenlik ne de olsa anne babanın pek de dinlendiği, kulak asıldığı bir dönem değil. Akla, fikre ihtiyacım var doğrusu. 

10 Nisan

Dün Ayla Akbuar'ın yazdığı Aile Dizimi: Atalarımızın Kaderi Kaderimiz Olmasın kitabını bitirdim. Yazar, bir diş hekimi aslında. 15 yıl hekimlik yaptıktan sonra psikolojiye yönelmiş, eğitimlerini tamamlayıp psikolojik danışman olarak hizmet vermeye başlamış. Türkiye Sistem Dizilimleri Enstitüsü'nün akreditasyonlu ilk danışmanlarından. Bu kitap, önsözüne göre  türkçede bu alanda yazılmış ilk kitap. Derli toplu bir şekilde Aile Dizilimi'nin ne olduğunu, ne olmadığını, çalışma prensiplerini, bilen alan, temsilci, danışan kavramlarını, atalardan miras kalabilecek belli başlı olayları, onları onurlandırmanın sistemi nasıl rahatlattığını kimi örnek vakalar eşliğinde anlatıyor. Aile Dizilimi'nin ne olduğuna dair kaynak kitap arayanlar için uygun bir seçenek olabilir. Son sayfalarını doğum günü kutlaması esnasında balkonda otururken bey kişisinin yanında okudum. Pek sinirlendi doğrusu. "Şu safsataları da okuyorsun!" diye çıkıştı. Oysa aile dizilimi bir tür psikodrama gibi aileni, geçmişini tepeden bakabileceğin bir resme çeviriyor. Sana mucizevi bir çözüm vaat etmiyor. Kimi farkındalıklar yaratıyor. Bunu vekil olarak dizimlere katılmış çok arkadaşımdan duydum. Orada beliren resmi görmenin kendi hayatlarındaki düğümlere da faydası olduğunu, şifa getirdiğini söyleyen çok insan bildim. Fark etmekle başlamıyor mu her şey? 

 11 Nisan 

Canım ben,

12 yıldır annesin. 

12 Nisan

Dün iş çıkışı bahçeye dikme niyetiyle aldığım balkondan öteye transfer edemediğim lavantayı, ada çayını ve iki adet papatyayı sonunda diktim. Sihirbaz gül tutmuş. Umarım ilerleyen yıllarda serpilir, büyür. Sımsıkı tomurcuğu açılmış. Renkleri belirgin şimdi. Kırmızı, sarı ıtırlı... Bakalım bir sonraki rengi ne olacak?


                                                                     (sihirbaz gül)


                                                         (bahçıvan yamağı Sani)



13 Nisan 

Pazar gecesi TRT Radyo 1 Gecenin İçinden programında Esme Aras'ın konuğu olacağım. Öyküleriyle ve söyleşileriyle tanınan Esme Aras, her ayın 3. pazarı konuk sunucu olarak programa katılıyor ve bir edebiyatçıyı ağırlıyor. Öykülerden, çocuk edebiyatından bahsedeceğiz.  İki kere radyo programına katılmışlığım var ama uzun zaman geçti. Bu kez stüdyodan değil evden telefonla bağlanacağım. Hayli heyecanlıyım. Umarım dilim dolanmaz. 

                                                                        *

Kısa bayram tatili kapıda. Tatile gitmek yerine evde dinlenmek istiyor canım. Dilediğim saatte uyanmak, sakince kahvaltı yapmak, yürüyüş yapmak, gelen baharı dingince karşılamak, bedenimi telaşla yüzlerce kilometre öteye taşımadan evin içinde, yavaşlayarak kalbimi ve ruhumu tatile çıkarmak istiyorum. 

                                                                      *

Ayın 13'ü olmuş bile. Çanakkale mektuplarının beşincisini yazmak için harekete geçmeli. Geçen ay Schliemann'ın Homeros'un izini sürerek antik Truva kentini bulmasının hikâyesini anlattım. Yenilerde Troyalı Kadınlar tragedyasını okumuşken belki oradan açar ve devam ederim. Kim bilir... Boş sayfaya bir iz düşeyim hele o yönünü bulur, elbette. 

                            






7 Nisan 2023 Cuma

Günün izi: 3

 30 Mart 

Civardaki kedi nüfusu nispeten arttı. Sani'nin geçimi fena değil. İrice, kirli suratlı bir erkek sarman hariç. Onu görünce donakalıyor. Pencereyi açıyorum örneğin, gece yatacağız artık, eve çağırıyorum. Durduğu yerle aram 1-1,5 mt. O kısacık kol mesafesini aşıp gelemiyor. Bu sabah benzer bir sahne tekrarlanınca kafama dank etti. Donmak tam da böyle bir şey. Dışarıdan çok çabasız bir yerdeymiş gibi gözüktüğün halde kıpırdayamamak, eyleme geçememek. 

Sabah evden çıkmak üzereyim. Pencereyi açıp seslendim. Beni gördü ama ezeli düşmanı ortalarda salındığı için eve yaklaşmak yerine kaçtı. Biliyorum, seslenmek işe yaramayacak. Dışarı çıktım. Kaçtığı yöne doğru yürüdüm. Duvara yaslanmış bir sıra irice seramik bloğun arkasına sinmiş. Küçücük bir girişi var sığınağının. Önünde birkaç şimşir, bir de zakkum fidesi... Sesimi duyunca minik kafasını dışarı uzattı. Biliyor kötü kedi oralarda. Çıkar çıkmaz yanıma gelmek yerine duvarın üstüne atladı. Demirlerin arasından geçiverdi. Bir kedi çevikliğiyle elimi uzattım. Ensesinden kavradım. Tutup aldım. "Ay sen korktun mu? Canım benim. Korkma geçti. Gel evimize gidiyoruz," dedim. Dişlerini geçirmek istedi önce. Sonra sakinleşti. İçeri girdik. Tehlike savuşmuştu. İki, üç silkelendi. Esnedi, gerindi. Kendime Türk kahvesi pişirirken biraz ayran içti. Balkona geçtik. Ben müzik dinleyip kahvemi yudumladım. O güneşe yayıldı. Gözlerini kıstı. 

Sıradan bir sabah değildi arkadaşım. Küçük bir a-ha anıydı daha çok! Bir anda okuduklarım, dinlediklerim yağdı üstüme. Sürüngen beyin, sempatik sinir sistemi, otonom sinir sistemi, parasempatik sinir sistemi, vagus'u yatıştırmak, savaş ya da kaç, don, yaranma tepkileri... Bu hevesle yeni kitap siparişleri verdim. Elime geçsin, okumaya başlayayım, yeri geldikçe paylaşırım. 

4 Nisan 

Şu yazıyı okuduğumdan beri evde vippasana deneme fikri dolanıp duruyordu. Hafta sonu kızım yatılı okul gezisine çıkınca fırsat bu fırsattır dedim. 24 saatliğine denemeye karar verdim. Dörtte iş bitti. Toparlanma, alışveriş, son dakika haber vermeler vs derken altıya doğru eve girdim ve başladım. Akşam bir önceki günden kalan yemekleri yedim. Balkonda oturdum. Sakince kahve içtim. Soda içtim. Dışarıyı izledim. En çok sıkılacağımdan korkmuştum. Sıkılmadım. Bulutları, çiçekleri, kelebekleri, sitenin havuzundaki suyun çırpınışını izledim. Mutfağı toparladım. Sani'ye iki üç kere seslenecek oldum. Kucağıma yayılmasına izin verdim. Ayaklarıma sokulmasına... Okşadım, yumuşacık tüylerini... Bulaşıkları kaldırdım. Çalışma odasındaki şifonyer çok dağınıktı. Hedefim onu toplamaktı. Oraya giriştim. Bolca kâğıt çöp çıkardım. Elime şiş geçince, hadi dedim, bir şeyler öreyim. Hiç de iyi değilimdir örgüde, düz örgü bilirim sadece. Beş sıra, bir bileklik öreyim, dedim. Koyuldum. Epey elimi oyaladı, zihnimi susturdu. Zannettim ki, susunca eski defterler açılacak ortaya, düşüneceğim, hayıflanacağım, hafifleyeceğim, ağırlaşacağım, pek öyle etkisi olmadı bende. Örgümü bitirdim. Vakitlice uyuyayım, dedim. Tamamen kesintisiz sayılmasa da uyudum. Sekizde kalktım. Biraz yoga yaptım. Kahvaltının ardından çamaşır yıkadım. Ütü yaptım. Bahçeye hanımeli diktim. Bitki çitinin diplerini çapaladım. Epeyce ısırgan söktüm. Çiçekleri suladım. Dinlendim. İki saat uyukladım Sani ile beraber. Kendime gün ortası dinlenmesi verebilmek ne büyük lüksmüş. Yemek yedim. Banyoyu temizledim. Bir anda saat altı oldu. Daha yapabileceğim yığınla iş vardı oysa. Telefonu aldım elime. İnterneti açtım. Dünya bensiz de dönüyormuş. Anladım. 

İlk deneme için 24 saat fena değil ama pek de  derinleşemedim. Akşam saatinde başlamam da etkisini seyreltti bence. Ertesi gün de kısmen ev işiyle geçti. Amaç bedeni yoğun ve meşgul tutup kendinden kaçmak değildir muhtemelen. Benimkisi daha çok dijital detoks oldu. Bir dahaki sefere en az 36 ya da 48 saat deneyimlemek gerekir diye düşünüyorum. Ya da ailece dijital detoks denenebilir. Cumartesi akşam giriş pazartesi sabah çıkış şeklinde. İnternet, telefon, ekranın olmadığı bir hafta sonu 

5 Nisan 

Bugün Euripides'in yazdığı Troyalı Kadınlar tragedyası hakkındaki yazıyı bitirebilmek için biraz araştırma yaptım. Euripides zengin bir aileden gelen, geçim sıkıntısını aşmış ve kendisini yazarlığa adamış birisi. Dönemin tragedya kurallarını da alt üst etmiş, pek çok yenilik getirmiş. Öyle ki, Euripides'in yapıtlarını tarihten alırsanız modern tiyatro doğmaz diyen araştırmacılar bile var. En önemli katkısı kadınları dile getirmek. Troyalı Kadınlar bugün okunduğunda bile savaşın asıl kaybedeninin kadınlar ve çocuklar olduğunu gösteriyor.

6 Nisan

Hapaka'da Feride Gürsoy'un verdiği Atalardan Gelen Şifa ve Aile Dizilimi seminerini kayıttan izledim. Yaklaşık iki saat süren seminerde aile diziliminin mantığı, atalardan gelen blokajların sonraki nesilleri nasıl etkilediği anlatıldı. Feride Gürsoy, aile dizilimini bir tür dedektifliğe benzetiyor. Kayıplar, kavuşamamalar, erken ve ani ölümler, göçler, depremler, tutulamayan yaslar, bunların her biri çözülmesi gereken meseleler... Aile dizilimini belki duydunuz, belki yaptırdınız, belki Zeytin Ağacı dizisinden biliyorsunuz. Uzun uzun anlatmaya gerek yok. Beni etkileyen birkaç yere değineceğim. Uzak Doğu gezimizde bir ölüm konvoyuna rastladığımızda konuşmuştuk arkadaşımla. Ölünün yanında çok bağırarak ağıt yakarak ağlamanın onu korkutacağını, yumuşak ve sakin bir sesle sen çok iyi bir ruhsun, elinden geleni yaptın, şimdi huzurla gidebilirsin diye uğurlanmasının çok daha doğru olacağını söyledi. Sıralı, beklenen, doğal ölüm bu imkânı tanıyor bize. Örneğin babam, yatağında, uykusunda sabaha karşı öldü. Ağrısı, sızısı yoktu. Beslenmeye takati yoktu artık. Bedenini yavaş yavaş ölüme hazırladı ve gitti. Yanına gittim, elini öptüm, kasılmış avcunun arasına parmağımı koydum. Fotoğrafını çektim. Vedalaştım. Bedeninin bütünlüğü bozulmamıştı. Yüzüne bakabildim. Bedeni acı çekmemişti. Yanından çıktım. Ağlayarak kuzenimi aradım. Hazırlıklara başlasınlar diye. Ama son deprem büyük bir toplumsal travmaydı. Hiç kimse bu kadar ağır beton bloklar altında ezilerek ölümü beklemeyi hak etmedi. Korku ve acı içinde ölümü beklemek ruhları için ne kadar ağır bir yük. Onların bu acılar içinde ölmeyi beklediğini bilmek geride kalanlar için ne büyük bir yük. Kimlik teşhisi için onlara son kez bakanlar, bu kareyi silmek isteyecek zihninden, çok acı verecek çünkü. Haklılar. Feride Gürsoy diyor ki, bu tür ölümler anılmak, hatırlanmak istenmez. Kalanlar pek konuşmak istemez. Onları anın, ölüm anlarıyla değil, öncesiyle anın, güzel anlarıyla, ruhları huzur bulsun ve ışıklı atalardan olsun diye anın, diyor. 

Seminerin sonuna doğru bir meditasyon da yaptırdı. Anneanne, anne dede, babaanne, baba dede, her birini ve onların anne babalarını andığımız bir meditasyon. Anneannem genç yaşta, kendisinden çok çok büyük, dul ve yetişkin çocukları olan dedemle evlendirilmiş. Dedemi hiç tanımadım. Ablam henüz bebekken ölmüş. Annem onu her zaman nüktedan, evlatlarına karşı mesafeli ama şefkatli biri olarak anlatır. Anneannemi tanıdım. Hayli katı ve inatçı bir kadındı. Çocukları arasında ayrımcılığı had safhadaydı. Dayıma açıkça düşkündü. Onun çocuklarını diğer torunlarına yeğ tuttuğunu söylermiş teyze kızlarıma, bunu edepli bir şekilde değil elbette. Dedemle evleneceğini duyunca elindeki tavayı attığı da yine çocukken duyduklarım arasındaydı. Meditasyon anneannemle ve onun atalarıyla başladı. Kendimi en rahatsız hissettiğim yer de burası oldu. Sanki boynuma bir el dolanmış da sıkıyor gibi bir konforsuzluk hâli bahsettiğim. Sebepsiz yere kendimi sıkkın hissettiğim kimi anlarda boynumdan bildiğim bir his bu. Gayri ihtiyari elim gider, oradaki elleri uzaklaştırır gibi silkeler. Anne dedeme baktığımda içim sevgiyle, minnetle doldu. Gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Onun ve soyunun desteğini istemek, onların atlattığı her türlü badireye rağmen, bugün 2023 yılındaki torunları Tuğba ve kızı ile soylarının devam ettiğini söylemek beni çok duygulandırdı. Bunu babaannem ve tanımadığım Hilmi dedem için de yaptım. Onlarla da hayali bile olsa temas bana iyi hissettirdi. Babaannem ve dedem şanslı. Yaşamımızın içinde, sık sık hatırlanan, düzenleri korunan ruhlar hali hazırda. Eh bu da hepimiz için iyi bir şey olsa gerek. 





3 Nisan 2023 Pazartesi

Kayahan Demir ile söyleşi*

Mart ayında boş durmadım sevgili okur. Parşömen Edebiyat çocuk edebiyatı köşesi için Kayahan Demir ile yaptığımız söyleşi, mart ayı verimlerinden. İçinde yazmaya dair hoş ipuçları var. Keyifli okumalar... 

                           "Polisiye edebiyatın matematiğidir"



Genellikle tarihi mekânların, sembol binaların, eserlerin, geçmişte yaşamış ünlü kimselerin de kurguya dâhil edildiği polisiye ve korku romanları, eğlenceli bilmeceler, matematik fıkraları yazıyorsunuz. Bahsi geçen türlerde çocuklar için verilen ürünlerin daha az olduğunu görüyoruz. Sizi bu alanlara iten, buradan yazmaya teşvik eden unsurlar neydi?

 

Aslında zamanında eksikliğini hissettiğim her şey... Ben polisiye okumaya ortaokul yıllarında başladım. Agatha Christie kitaplarıyla... O dönem keşke Agatha Christie’nin bir kitabı Türkiye’de, mesela İstanbul’da geçseydi diye düşünürdüm hep. O zamanlar polisiye türünde bizim kültürümüzü, şehirlerimizi, insanlarımızı anlatan kitap yok gibi bir şeydi. Haliyle görmediğiniz, bilmediğiniz kültürler, yaşantılar sizi tam olarak içine çekemiyordu. İnsan bazen okuduğu kitaplarda kendini evinde gibi hissetmek istiyor sanırım. Şu anda ben tam olarak bunu yapıyorum aslında. Benim yıllar önce duyduğum bu eksikliği özellikle ortaokul seviyesindeki genç okurlarım duymasın istiyorum. Kitaplarımı okurken aynı zamanda kendilerini evlerinde gibi hissetsinler.

Bir de özellikle analitik zeka ve hayal gücünün gelişimi için en verimli yaşlar ortaokul dönemine tekabül ediyor. Polisiye edebiyatın hem analitik zekâya hem de hayal gücüne çok ciddi katkıları var. Bilimsel bir gerçek bu... O sebeple ben polisiyenin özellikle ortaokul seviyesindeki çocuk ve gençlere okutulması gerektiğini düşünürüm. Ancak her polisiye kitap o yaş seviyesi için uygun olmayabiliyor. Kitaplarımda kullandığım kelimelerden tutun, şiddet sahnelerine kadar hassas olmamın en büyük sebebi de bu... İlk önce geleceğimiz olan gençlerimizin bu türü okumasını istiyorum. Yetişkinler zaten istedikleri her türden kitabı okuyabiliyorlar. Ki benim yediden yetmişe farklı yaş skalasında okurlarım var ve bu beni çok mutlu ediyor.

 

Son romanınız “Pera Palas’ta Onbir Gece”de Pera Palas Oteli anlatının merkezinde yer alıyor ve yalnızca bir mekân olmanın ötesine geçerek kahramanlaşıyor. Pera Palas’ın sizin hayatınızdaki yeri, önemi nedir?

 

Ruhu olduğuna inandığım Pera Palas’ın kalbimdeki yeri her zaman farklı olmuştur. Zira Pera Palas benim çocukluğum, ilk gençliğim... Hayatımın önemli bir bölümünde benim en büyük kahramanlarımdan... Bir yer, bir yapı kahraman olabilir mi? Benim için tam olarak öyle... Doğduğum, büyüdüğüm ve hala ikamet ettiğim evime dört beş dakika yürüme mesafesindedir Pera Palas. Çocukken ve öğrencilik yıllarımda önünden kaç kez geçtiğimi hatırlamıyorum bile. Sonrasında uzun bir süre restorasyonu yapıldığı için kapalı kaldı. Tekrardan açıldığındaysa bir otelden ziyade Beyoğlu’nun kültür merkezi haline geldi. Buraya boşuna Beyoğlu’nun incisi denmiyor. Özellikle edebiyat buluşmaları kapsamında birçok etkinliğe ev sahipliği yapmaktadır. Hatta tüm Avrupa’da organize edilen Kara Hafta Festivali her yıl Pera Palas’ta yapılır. İstanbul Kara Hafta Festivali, polisiye yazarlarını tek bir platformda buluşturan uluslararası bir organizasyondur. Hatta ben de üç dört yıl önce bu organizasyona konuşmacı yazar olarak katılmıştım. Tüm Avrupa’dan gelen yerli yabancı polisiye yazarlarla polisiye edebiyatı üzerine sohbet etmek harika bir duyguydu. Keza ‘Pera Palas’ta Gölge Oyunu’ kitabını bu organizasyondan esinlenerek kaleme almıştım.

Ama Pera Palas’ı sevmemin bir sebebi daha var. Az önce ortaokul yıllarımda bana polisiyeyi sevdiren yazardan bahsetmiştim: Agatha Christie... Bilen bilir, onun da Pera Palas’ta bir odası var. Ne zaman Türkiye’ye gelse Pera Palas’ta 411 numaralı odada kaldığı rivayet edilir. Son kitabım ‘Pera Palas’ta On Bir Gece’de Agatha Christie’nin bu gizemli hikayesini anlatıyorum. O 1926’daki meşhur kayıp on bir gününü...

Anlayacağınız Pera Palas’ı sevmem için o kadar çok sebebim var ki! Pera Palas’la ilgili yazdığım kitaplar da bu kıymetli otele karşı bir nevi vefa borcumdur.

 

Kitapta gerçek bir cinayet işleniyor, polisiyenin olmazsa olmaz sorusu “Katil kim?”in peşine de düşülüyor. Bunun yanı sıra romanın geneline yayılan, okura sık sık hatırlatılan bir başka cinayet türü daha var: “En büyük cinayet, bir insanın mutluluğunu ve hayallerini öldürmektir.” Roman bize bu cinayetin her zaman dışarıdan gelmediğini, kişinin bazen kendi hayallerinin de katili olabileceğini gösteriyor. Adeta okura “Ne cinayet işle ne de intihar et,” diyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

 

Bir insanın kendisine yaptığı kötülüğü başka hiç kimse yapamaz. Daha önce yaşadığımız acı tecrübeler, çevremizdeki insanların olumsuz yorumları, özgüven eksikliğimiz ve korkularımız içimizdeki yeteneklerin özgür kalmasını engelliyor. Birçok yetenek emin olun, sırf bu sebeplerle gün yüzüne dahi çıkmadan yok oluyor. Farkında olmadan kendi hayallerimize, mutluluklarımıza suikastlar düzenliyoruz. Veya çevremizdeki insanların hayallerimizi çalmalarına izin veriyoruz. Aslında bize, hepimize doğuştan verilen bir yetenek var: Hayal gücü... Bu yeteneği zamanla farkında olmadan yitiriyoruz. İşte hayallerimiz, mutluluklarımız da bu yeteneğimizle birlikte yok oluyor. Sonra bir bakıyoruz ki, istemediğimiz mesleklerde, kasvetli şehirlerde ve sevmediğimiz insanların arasında buluyoruz kendimizi. Kendi mutsuzluğumuzu tıpkı bir salgın hastalık gibi diğer insanlara da bulaştırıyoruz. İşte mutsuz toplumlar bu şekilde ortaya çıkıyor. Başta önemsiz sayılabilecek küçük bir kelebek etkisiyle...

Polisiyeyi sevmenin bir sebebi de bu aslında. Cinayet kavramını daha geniş ele alabilmeyi, olaylara farklı açılardan bakabilmeyi sağlıyor. Cinayet, sadece bir insanın öldürülmesi demek değildir. Hayvan, doğa katliamları ya da kendi hayallerimize karşı hunharca yaptığımız eylemler de cinayete giriyor. Sadece bu cinayetlerin yasalarda bir karşılığı yok, hepsi bu.

 

Elbette her tür için kurgu, yapıyı ayakta tutan bir iskelet sistemi gibi vazife görür ancak polisiye roman söz konusu olduğunda işin matematiği, okuru merakta bırakacak unsurların azar azar verilmesi, yanıtların ustalıkla geciktirilmesi, anlatıda nesnelerin, ayrıntıların yerleşeceği yerler çok daha önem kazanıyor. Lisans eğitiminizin matematik ve astronomi üzerine olması sizin için işleri ne ölçüde kolaylaştırıyor?

 

Büyük ölçüde kolaylaştırıyor. Hatta size şöyle söyleyeyim, eğer ben ortaokul yıllarımda polisiye okumasaydım muhtemelen üniversitede matematik eğitimi almazdım. Bana göre, polisiye edebiyatın matematiğidir. Genellikle matematik dediğimizde insanların aklına sayılar ve sıkıcı formüller geliyor. Oysa matematiğin olmazsa olmaz önemli bir alt dalı var: Mantık. Evet, aslında biz polisiye yazarları kitap yazarken aynı zamanda bir mantık sorusu da hazırlıyoruz. Yanıtını okurdan almak istediğimiz, cevap anahtarının kitabın sonunda olduğu bir eser... İpuçlarını tamamen mantık doğrultusunda doğru bir şekilde vermek polisiyenin altın kuralıdır. Eğer siz ipuçlarını doğru bir şekilde verirseniz, polisiye okuru analitik zekâsını da kullanarak katili dedektiften önce yakalayabilir. Ama bu konuda çok dikkatli olmak gerekiyor. Zira polisiye okuru çok zekidir. Yaptığınız en ufak bir mantık hatasında faturayı haklı olarak size, yani polisiye yazarına kesecektir.

Ben matematik bölümünde okurken bir dersimde dahi hesap makinesi kullandığımı hatırlamam! Tuhaf değil mi? Çünkü akademik matematikte mantık vardır, analiz vardır, teoremler ve ispatlar vardır. Yani işin özünde analitik zekâ vardır. Üniversite yıllarında edindiğim bu yetenek şu anda polisiye yazarlığı kariyerimde çok işime yarıyor. Aynı şekilde başka bir sayısal branş olan astronomi bölümü de bu konuda bana çok şey katmıştır. Oralardan edindiğim bilgilerle kitaplarımda matematiğin, astronominin eğlenceli taraflarını gösteriyorum aslında. Ama bu aramızda kalsın, zira birçok polisiye okuru matematiğin ve mantığın kurguda saklı olduğunu bilmiyor. Onlar sadece eğlenceli, heyecan verici bir roman okuduklarını zannediyorlar.

 

Çocuklar kendileri için yazılan kitaplarda, daha çok sahicilik arıyor, yetişkin muamelesi görmek istiyor. Oysa yazarlar kimi zaman kahramanları, arkadaş çevrelerini, içinde yaşadıkları aileleri fazla idealize edebiliyor. Kahraman bir çatışma yaşasa dahi anlatı boyunca onu hemen her şeyin çok steril olduğu bir atmosfer içinde izliyoruz. Sizin romanlarınız böyle değil. Cinayet, kan, entrika mevcut. Bu konuda çocuklardan aldığınız geri bildirimi merak ediyorum. Ne düşünüyorlar?

 

Hayatın bazı gerçekleri vardır ve edebiyat bu gerçekleri yansıtmada iyi bir ayna görevi görür. Hayatı sürekli toz pembe gibi gösterirsek bu durum belirli bir zamandan sonra bilinçli okur tarafından da yapay görünecektir. Polisiye hayatın gerçeklerini ve toplumsal sorunları yansıtmada mahir bir tür... Özellikle de insanın karanlık taraflarını çok güzel fısıldıyor yine biz insanların kulaklarına... Aslında bize bizi anlatıyor desek yalan olmaz sanırım. İkinci Dünya Savaşı’nda insanın insana verdiği zararı bizzat gözleriyle gören insan, polisiyeyi sevmeye başladı. Önceleri polisiye çok da sevilen, değer gören bir tür değildi aslında. Ama artık günümüz insanları kendisini tüm gerçekliğiyle anlatan eserlere yöneliyor ve bu çok normal bir durum.

Tabii çocuk edebiyatında bazı noktalara dikkat etmek gerekiyor. Polisiyenin genellikle çocuklara tavsiye edilmemesinin en büyük sebebi cinayet, kan ve entrikanın açık bir şekilde verilmesidir. Ben kitaplarımda bu noktaya dikkat etmeye çalışıyorum. Evet, bir polisiye kitapta cinayet, kan olması gayet normal. Ama bunu daha küçük yaştaki okurlarımın psikolojilerini de düşünerek kaleme alıyorum. Genellikle ben cinayet romanlarının biraz daha analiz ve çözümleme kısmıyla ilgiliyim. Yani Agatha Christie’nin de söylediği gibi küçük gri hücrelerimizi ne kadar çalıştırabildiğimizle ilgileniyorum. Kitaplarımın her yaştan okura hitap etmesinin sebebi de bu aslında ve genç okurlarımdan her gün çok güzel dönüşler alıyorum. Sadece genç okurlarımdan da değil, bilinçli öğretmenlerimiz, anne ve babalarımızdan da harika yorumlar geliyor, çok mutlu oluyorum. Tek sorun bir kitabı okuduktan hemen sonra yenisini beklemeleri... Polisiyenin böyle ağızda tat bırakma gibi bir huyu var. Bir kere o lezzeti aldınız mı, sürekli devamının gelmesini istiyorsunuz. Ben de kalemimin mürekkebi yettiği müddetçe sevgili okurlarımın bu kıymetli taleplerini karşılamaya çalışacağım.

 

Her yazar, kalem oynattığı türün iyi örneklerinin de sıkı bir okuru öncelikle. Siz bu türe emek verirken hangi yazarlardan beslendiniz, kimleri kendinize örnek aldınız?

 

Kesinlikle öyle. Bana göre kendi alanımızla ilgili bir yazıyorsak üç okumalıyız. Ben de polisiye yazarlığımın yanı sıra iyi, sıkı bir okur olduğuma inanıyorum.

İlk olarak bana bu türü sevdiren Polisiyenin Kraliçesi Agatha Christie’yi söylemek isterim. Birçok kitabını birkaç kez okuyan sıkı bir hayranı olarak ondan ve kitaplarından çok şey öğrendim. Zekasına hayran olduğum bir yazar ve muhtemelen bugün yaşasaydı birçok polisiye yazarı işsiz kalırdı! Salt polisiyede açık ara favorim diyebilirim. Benzer şekilde Sir Arthur Conan Doyle’u da bu listeye ekleyebiliriz. Meşhur Sherlock Holmes serisiyle salt polisiyenin mihenk taşı haline geldi. Ki gururla söylemeliyim ki, Sherlock Holmes külliyatını da ortaokul yıllarımda okumuştum.

Günümüz çağdaş polisiye yazarları arasında Grange ve Tess Gerritsen’ın kalemini beğeniyorum. Bilim ve teknolojiyi çok başarılı bir şekilde polisiyeye enjekte ediyorlar.

 

Okurlarınızın yakından tanıdığı dedektif Milas, Şifreli Dosyalar ekibi, tatsız espriler kralı Engin Ar bugünlerde neler yapıyor? Onları yeni bir maceranın içinde görecek miyiz?

 

Şu sıralar bizim Dedektif Milas’la Engin Ar’ın keyfine diyecek yok! Çünkü biraz karışık ama bol sürprizli, bol entrikalı yeni bir cinayet olayını çözdüler. O kadar yeni ki, henüz dumanı üstünde desem yeridir. Ama sevgili okurlarımın bu yeni maceraya şahit olması için biraz daha sabırlı olması gerekecek. Umuyorum ki, yazım sürecini yeni tamamladığım kitabım en kısa sürede değerli okurlarımla buluşur. Zira Dedektif Milas, henüz yeni çözdüğü bu cinayet olayını genç ve genç ruhlu hayranlarına anlatmak için sabırsızlanıyor.


* Bu söyleşi ilk kez 17 Mart 2023'te Parşömen Edebiyat'ta yayımlanmıştır. 

 

 

 

 

1 Nisan 2023 Cumartesi

Geriye Dönecek Evi Kalmayanların Hikâyesi *

 

Şili, yeryüzündeki depremlerin % 81’inin gerçekleştiği Pasifik Ateş Çemberi içinde yer alan, doğuda And Dağları ile batıda Büyük Okyanus arasına sıkışmış, ince, uzun bir şerite yerleşmiş, sık sık sallanan bir ülke, tıpkı Türkiye gibi.

İki ülkenin benzerliği sismik hareketlerle sınırlı değil. 1960’lı ve 70’li yıllarda siyasî kutuplaşmanın ve karmaşanın yoğun yaşanması,  Salvador Allende’nin kurduğu sol hükümetin 1973 askeri darbesiyle devrilmesi ve ardından yaşanan insan hakları ihlalleri, bize fazlasıyla aşina. Resmi rakamlara göre dikta rejimi döneminde 40 bini aşkın kişi, insan hakları ihlaline uğradı. Üç binden fazla ölü ve kayıptan sorumlu olan Augusto Pinochet’nin sağ askeri diktatörlüğü onlarca yıl sürdü. Şili, 1988 yılında yapılan referandumun ardından 1990 yılında sivilleşebildi. Şilili sanatçılar, yazarlar yapıtlarında askeri darbeye, dikta rejimi sırasında yaşanan hak ihlallerine, kayıplara, ölümlere sıklıkla değindi. Çağdaş Şili Edebiyatı’nın en önemli temsilcilerinden Alejandro Zambra da bu yazarlardan birisidir.

Askeri darbeden birkaç yıl sonra dünyaya gelen Zambra, hemen her yapıtında diktatörlük dönemini konu eder. Kahramanları çoğunlukla yazma eylemiyle yakından ilgili, ya yazar ya da edebiyat öğrenimi görmüş kimselerdir. Çocuklukları sessizliğin ve korkunun hâkim olduğu Pinochet döneminde geçmiştir. Büyükler ölürken, öldürürken ya da korkuyla sus pus otururken onlara düşen bir kenarda oturup resim yapmak, okula gidip okuma yazma öğrenmek, oyun oynamaktır. Çocuklukları süresince adını koyamadıkları hüzünlere, derin acılara, suspus olma hâline tanıklık etmişlerdir. Aileler arasındaki kutuplaşma onlara sirayet etmez. Kurbanların ve apolitik ailelerin çocukları arkadaştır ama büyükleri birbiriyle arkadaşlık etmekten, birbirine güvenmekten alıkoyan siyasî koşullar mevcuttur ve bireyleri derinden etkileyen, onlar arasında keskin yarıklara yol açan fay hatları gibi hareket etmektedir. Bu sebeple sevilen romanlarından biri olan “Eve Dönmenin Yolları”nda depremi anlatının merkezine oturtarak onu gerçekte yaşanan bir felaket olmanın yanı sıra toplumsal yarılmanın metaforu olarak kullanması şaşırtıcı değildir.

“Yardımcı Roller” adlı ilk bölüm, 5 Mart 1985 Santiago depreminde dokuz yaşlarında olan anlatıcının deprem gecesini hatırlamasıyla açılır. Bir duvarı, bir sıra çalılığı paylaştığı halde ülkenin geneline hâkim korku ve kuşku atmosferi nedeniyle birbirlerine yabancılaşan komşuların sokağa fırladığı o gece, anlatıcı, bekâr komşusu Raul’ün yeğeni Claudia ile tanışır. Claudia ile anlatıcının yolları bir süre sonra yeniden kesişir. Claudia birlikte yaşamadığı dayısını takip etmekle görevlendirdiği anlatıcı ile düzenli buluşarak rapor alır. Bölümün adının “Yardımcı Roller” olması sebepsiz değildir. Çünkü anlatıcı, Raul’ü neden izlediğini bilmez. İçten içe sezdiklerini ancak büyüyüp yetişkin olduğunda anlamlandırmakta, hafıza yoluyla açığa çıkardıkları üzerinden hem kişisel geçmişine hem de toplumsal geçmişe bakarak susmuş yetişkinler ile susturulmuş olanlar arasındaki farkı kavramaktadır. Onun, yazılmakta olan bir romanın kahramanı olduğunu ancak ikinci bölüme geçtiğimizde anlarız.

“Eve Dönmenin Yolları”, yazılmakta olan roman ve onu yazan yazarın yazma, yaratma eylemi üzerine düşünceleri, yazım esnasında yaşadıklarıyla akıp gider. Böylece romanın içindeki romanın içinde anlatılanlar, geriye dönecek evi kalmayanların hikâyeleri, daha da vurucu bir hâl kazanır. Yazılmakta olan romanın taslağı, iyi olduğuna inandığımız hafızayı, güvenli bildiğimiz evlerimizi, üzerine sağlamca bastığımız zannettiğimiz zemini tartışmaya açar. Ve bize şu unutulmayacak cümleleri armağan eder:

“Eğer çıkarılması gereken bir ders varsa onu çıkaramadık. Şimdi düşünüyorum da zemine duyulan güveni kaybetmek iyi bir şey, her şeyin bir anda tepetaklak olabileceğini bilmek şart. Ama biz bütün olan bitenin ardından öylece her zamanki hayatımıza geri döndük.”

Düşünme sırası şimdi bizde. Her şeyin tepetaklak olduğu, hâlâ her anlamda sarsıldığımız bu günleri nasıl atlatacağız? İleride neyi farklı yapacağız?



Eve Dönmenin Yolları

Alejandro Zambra

Roman

Notos Kitap

Çeviri Çiğdem Öztürk

* Bu yazı TDBD'nin (TDB Dergi) 201. sayısında (Mart 2023) yayımlandı.