25 Kasım 2016 Cuma
24 Kasım 2016 Perşembe
ÖYKÜCÜLERE SORDUM:10
"Eserin ilk hâli bok gibidir"
demiş Ernest Hemingway.
İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek.... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Ben okur tarafından başkasına anlatılarak tüketilebilecek türden öyküler yazmayı sevmiyorum. Başka bir ifadeyle, salt ilginç olduğu için kaleme aldığım olaylara, ‘gelecekte beni farklı bir şekilde esinleyebilecek not’tan başka paye vermiyorum. Yazarken kaçak oynamadığımdan emin olmak istiyorum. Yazdığım metni okuyanın kalemin bana ait olduğunu tahmin edebilmesini hedefliyorum. Hepsi bir araya geldiğindeyse tuhaf bir haz duyuyor ve öykünün bittiğini seziyorum. Buna rağmen kitaplaşacak öykülere ilave işçilik gerekebiliyor. Bir dergide ya da kitapta önceden yayımlanmış olsa dahi, tekrarlar, kakafoni, gereksiz açıklamalar ve benzeri, ne varsa, ki olabiliyor, onlara müdahale etmekten hiç kaçınmıyorum.
Reyhan Yıldırım
Yazdığım öyküler kitapta yayımlandıktan sonra, onlarla ilgili yazma sürecim de zihnimde tamamlanmıştır ama yine de kitaba göz attığımda, kendimi bazen şu cümle şöyle daha iyi olmaz mıydı diye düşünürken bulurum. Ben yapı olarak da zor yazabilen biriyim, taslak tamamlandıktan sonra üzerinde oynamayı, eksiltmeler yapmayı ve sesli okumalarla özellikle diyalogların doğal bir akış içinde olup olmadığını kontrol etmeyi severim. Dergilerde yayımlanan öykülerimi kitaba alırken az ya da çok mutlaka değişiklikler olur, kitaplarımın yeni baskılarında da minik dokunuşlar yapma gereğini hissetmiştim. Metnin dili, ritmi ve atmosferi benim için önemli olduğundan, üzerinde titizlikle çalışılması ve hak ettiği zamanın verilmesi gerektiğini düşünürüm.
Suzan Bilgen Özgün
İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek.... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Yazdıklarımda değişiklik yapma isteği
benim için belalı bir takıntıdır. İster artık tamamlandığını düşünüp bir
dosyaya attığım öyküler olsun, ister yayımlansın her okuyuşumda bir aksaklık,
hoşuma gitmeyen bir yan bulurum yazdıklarımda. Daha iyisini yapabilirdim
duygusu kemirir içimi. Bu yüzden öykülerimi yayımlandıktan, kitaba
girdikten sonra okumaya korkarım. Korka korka okurum yine de.
Aysun Kara
Bir öyküyü bitirdiğim ilk an, müthiş bir
eser ortaya koymuşum gibi hissederim kendimi. Rahatlama, mutluluk, başarmanın
gururu gibi duygular içimden gelip geçer. Birkaç gün sonra geri dönüp
baktığımda aynı Hemingway’in güzel tanımı gibi düşünürüm. “Bu ne lan? Sen ne
yazdığını sanıyorsun? Buna öykü mü diyorsun?” gibi sözlerle kendimi sigaya
çekerim. Dönüp dönüp düzeltirim en sonunda ne ilk ne de ikinci ruh halini
hissederim, sadece öykünün tamamlandığını hissederim.
Dönüp dönüp bakmalar, kendini
kaptırırsan hiç bitmez çünkü mükemmel metin yoktur. İçime sindiği zaman biter
diyeyim. Bu bazen oldukça kısa sürede olur bazen de yıllar sürer. Dergilerde
yayınlanan öykünün günahı olmaz diye düşünürüm, yani günahı olsa da Allah
affeder. (Okur affetmez o ayrı… J) Bir öyküyü kitaba alırken ya da kitabın
sonraki baskılarında öze ilişkin radikal değişiklik yapmayı, kendi adıma uygun
bulmuyorum. Ama imla ve anlatımda ufak tefek değişikliklerle mükemmel olmasa da
en iyisine ulaşmaya çabalarım.
Mehmet Fırat Pürselim
Aslında önemli olan eserin son halinin
bok gibi olmaması.
“Daktilonun (bilgisayarın/kağıt-kalemin)
çağrısına hayır demeyi bilmedikleri için kendini dahi zanneden insan sayısı
çok,” diyor aynı zamanda Hemingway.
Günümüzde bakıyoruz hâlâ ilk hâl gibi
duran öyküler, kitaplar var. Yazarın vazgeçemediği sözcükler, cümleler var. En
kötüsü vazgeçemediklerini bizim de biliyor olmamız. Öykünün fazladan bir
sözcüğe tahammülü olmadığı biliniyor mu, çok emin değilim.
Ben silmem. Silgi kullanmam.
Kusursuzluğumdan değil. Tükenmez kalemle yazdığımdan (Ah! emojiler
neredesiniz?). Yanlış kullandığım sözcüklerin veya eksiltileceklerin üstünü
çizip yanına, altına, boş bulduğum bir alana, düzelttiğim sözcüğü yazıyorum.
Böylelikle metindeki çapaklı ve yanlış sözcüklerime de sahip çıkmış oluyorum.
Metin bir kez daha okunduğunda o cümlenin/sözcüğün yenisini eskisiyle birlikte
görmek, insanın metninde nasıl bir yol izlediğini de göstermesi açısından
önemli diye düşünüyorum.
Metni bozup yeniden yazma hâli bitecek
bir hâl değil. Bunun bende abartılı bir hâl aldığını kabul ediyorum. Ama
kendimi bunu yapmaktan da alıkoyamıyorum. Dergiden ziyade kitap baskısına kadar
bu tekrar okumalar, düzeltmeler bitmiyor. Sonra da diyorum ki; “Öykü de biraz
kusurlu olmalı, tıpkı hayat gibi”, çok kurcalama Murat…
Murat DarılmazBen okur tarafından başkasına anlatılarak tüketilebilecek türden öyküler yazmayı sevmiyorum. Başka bir ifadeyle, salt ilginç olduğu için kaleme aldığım olaylara, ‘gelecekte beni farklı bir şekilde esinleyebilecek not’tan başka paye vermiyorum. Yazarken kaçak oynamadığımdan emin olmak istiyorum. Yazdığım metni okuyanın kalemin bana ait olduğunu tahmin edebilmesini hedefliyorum. Hepsi bir araya geldiğindeyse tuhaf bir haz duyuyor ve öykünün bittiğini seziyorum. Buna rağmen kitaplaşacak öykülere ilave işçilik gerekebiliyor. Bir dergide ya da kitapta önceden yayımlanmış olsa dahi, tekrarlar, kakafoni, gereksiz açıklamalar ve benzeri, ne varsa, ki olabiliyor, onlara müdahale etmekten hiç kaçınmıyorum.
Reyhan Yıldırım
Yazdığım öyküler kitapta yayımlandıktan sonra, onlarla ilgili yazma sürecim de zihnimde tamamlanmıştır ama yine de kitaba göz attığımda, kendimi bazen şu cümle şöyle daha iyi olmaz mıydı diye düşünürken bulurum. Ben yapı olarak da zor yazabilen biriyim, taslak tamamlandıktan sonra üzerinde oynamayı, eksiltmeler yapmayı ve sesli okumalarla özellikle diyalogların doğal bir akış içinde olup olmadığını kontrol etmeyi severim. Dergilerde yayımlanan öykülerimi kitaba alırken az ya da çok mutlaka değişiklikler olur, kitaplarımın yeni baskılarında da minik dokunuşlar yapma gereğini hissetmiştim. Metnin dili, ritmi ve atmosferi benim için önemli olduğundan, üzerinde titizlikle çalışılması ve hak ettiği zamanın verilmesi gerektiğini düşünürüm.
23 Kasım 2016 Çarşamba
USTA ÖYKÜ ANLATICI ÜZERİNE
Herhangi bir şeyin ustası olmak birkaç yıl, hatta bir on
yıl değil, bir ömür ister. Tamamen sanata dalmak ister. Sadece yirmi ya da en
çok otuz yıldan sonra “ustalık” iddiasında
bulunmak, bireysel anlatıcılar olarak bizim ya da bir bütün olarak bu
alanın kendini beğenmişliğidir.
Usta bir öykü anlatıcı kendini gösterdiğinde, bu konuda
hiçbir kuşku olmaz. Hemen tanınabilen, muhtemelen anlatması zor bir niteliği olur. Yıllarca ya da bir ömür boyu belli bir
öyküyü yaşadıktan sonra o öykü
anlatıcının psişesinin bir parçası
haline gelir ve anlatıcı öyküyü içeriden anlatır. Bu nitelik pek sık
görülmez.
Beceriklilik yeterli değildir. Ustalık rahat konuşmakta,
hünerde, izleyicinin katılımını sağlama numaralarında değildir. Öykü sevilmek için, para ya da şöhret için anlatılmaz.
Ustalık başka insanların öykülerini anlatmak değildir. Öykücü izleyiciler
arasında belli birini ya da belli
birilerini memnun etmeye çalışmaz; kimseyi memnun etmeye çalışmaz. Öykü anlatmak,
kendi iç sesinize kulak vermek, sonra da sadece bir anekdot ya da şaka bile
olsa, her öyküye yüreğinizi ve ruhunuzu koymaktır.
Usta bir anlatıcı
performans sanatlarında; harekette, zarafette, seste ve diksiyonda
yetenekliolmalıdır. Şiirael açıdan usta, "dili germeye" çalışır. Büyüsel açıdan usta, ilk sözcükten son bıktırıcı imgeye kadar bir büyü
kurmalıdır. Dünyadaki çalışmaları ve hayatı en
eksiksiz şekilde yaşayarak kazandığı
anlayış sayesinde anlatıcı izleyicinin
kim olduğuna ve ihtiyaçlarının ne olduğuna
dair esrarengiz bir duyuma sahip olur. Gerçek bir usta , izleyici için o
anda tam olarak doğru olan öyküler seçer.
Bu seçimleri yapabilmek çok geniş
ve önmeli bir repertuvar gerektirir. Usta
bir anlatıcıyı diğerlerinden en çok ayıran şey, repertuarın yelpazesi ve
niteliğidir.
Büyük bir repertuvar yavaş yavaş kurulur. Mükemmel anlatıcı öykünün içini dışını bilmekle kalmaz, öykü hakkındaki her şeyi de bilir. Öyküler bir boşluk içinde var olmaz.
Steve Sanfield
Şair ve öykü anlatıcısı
Kaynak
Kurtlarla Koşan Kadınlar
Vahşi Kadın Arketipine Dair Mit ve Öyküler
Yazan Clarissa P. Estes
Çeviren Hakan Atalay
Ayrıntı Yayınları
20 Kasım 2016 Pazar
Mehmet Fırat Pürselim ile Söyleşi
Mehmet Fırat Pürselim iki yeni kitaplar okur karşısında. Akılsız Sokrates (Alakarga Yayınları/öykü) ve Kumsalda korku hikâyeleri (Rodinya Kitap/gençlik korku)
Pürselim ile Türk dünyasının korku mitlerinden beslenen gençlik korku kitabı Kumsalda korku hikâyeleri üzerine konuştuk.
Fırat, Kumsalda korku hikâyeleri Rodinya Kitap’tan yayımlandı ve fuarda
okurlarla buluştu. Tebrik ederim. İlk tepkiler nasıl?
Çok teşekkürler Tuğba. Kitap çok yeni o yüzden ben de merakla tepkileri
bekliyorum. Sınırlı sayıda olmakla birlikte, çeşitli yaşlardan okurun
korktuğuna dair geri dönüşler aldım. Sonunun çok çarpıcı olduğunu, Kumsalda’yı
merakla ve bir solukta okuduklarını söylediler. Ha bu arada kapağı çok beğenildi.
Bu vesileyle kapak ve iç resimlerimizi çizen Selma Akaltun’a da teşekkür ve
sevgilerimi gönderiyorum. Kitabı ilk okuyanlardan biri de sensin, sen nasıl
buldun? (Röportajda çığır açtım, sanırım. J)
Türk dünyası,
korkunun mitleri bakımından zengin olmasına karşın, iş yazılı edebiyata
geldiğinde türün az sayıda, çocuk ve gençlik alt kategorisinde ise daha da az
sayıda örneği olduğunu görüyoruz. Bunu neye bağlıyorsun?
Az olduğunu biliyordum ama bu kadar da zannetmiyordum. Kitap
çıktıktan sonra tasnif edildiği fantastik/korku türünde ürün veren oldukça az
sayıda yerli yazarın bulunduğunu hayretle gördüm. Haklısının bizde korku mit ve
hikayeleri yaygındır ve evde, kahve, kumsalda (J) sıklıkla anlatılır.
Anlatırken bu denli sık olan bir şeyin yazarken seyrek olması yazıyla uzak
ilişkimizden kaynaklandığı kadar, bu türün edebiyatın içinde sayılmamasından da
-hele de gençlik alt kategorisinin tavuğun suyunun suyu gibi görülmesinden- kaynaklanabilir.
90’ların sonlarından itibaren tercüme eserleri ilk okumaya başladığımızda
yazıldığı dünya için bilindik kavramlar olan ama bizim çözmekte zorlandığımız
pek çok karakter ve kavramla karşılaştık: Elfler, cüceler, druidler, Sabbatht
ayinleri vs. Bunları yerine oturtana kadar canımız çıktı. Ben de daha bizden
Türk ve İslam mit ve kaynaklarından beslenen hikâyeler anlatmak istedim.
Kitapta yer
alan öyküler, sözlü halk geleneğine ait efsanelerden el alıyor. Kısa anlatılar,
uzun tasvirlere yer yok, daima şahitlikle açılıyor. Türk Dünyasının Mit, Masal
ve Efsanelerinin senin yaşamında ve yazın hayatında önemi nedir?
Öyküler aslında her birine masalcı da diyebileceğimiz kahramanlar
tarafından anlatılıyor. Tıpkı geçmiş zaman saz aşıkları, destancıları ya da dengbejleri
gibi. Halk edebiyatı geleneğinden gelenler kadar modern öyküler de var. Ama
özellikle öykü içinde öykü olarak adlandırabileceklerimiz tam da söylediğin
biçimde kısa anlatılar, az tasvirlerle olaya odaklanmış, geleneğe sırtını dayayan
metinler, çok sevdiğim masalcılara selam gönderme niteliğinde.
Masal ve mitlerin, okuduklarımda ve yazdıklarımda ne kadar önemli yerleri
olduğunu, -benim gibi bir masal aşığı olan sen de- çok iyi biliyorsun. Bu
konuda birlikte çalışmalar da yaptık. Sadece Türk Dünyası değil, tüm dünya
masal ve mitlerine karşı ilgim var. Bu konularda yoğun okumalar yaptığım gibi
Avrupa masallarıyla Anadolu masallarını karşılaştırıp kaynaştıran bir araştırma
yapıyorum. Binlerce sayfa okudum, yüzlerce sayfa yazdım; deli bir iş araya
başka projeler de giriyor ama günün birinde tamamlayacağıma inanıyorum. Dünya
üzerinde yazılmış pek çok büyük romanın özünde masal ve mite dayandığını, bu
kaynaklara inmeden değil edebiyatı hayatı anlamamızın bile zor olduğunu
düşünüyorum. Masalsı edebi metinlerimiz özellikle de öykülerimiz oldukça
sınırlı. Oysa büyülü dünyaları var. Son dönemde senin ve sevgili Berna
Durmaz’ın kimi öykülerinde bunu nefis biçimde becerdiğinizi görüyorum. Ellerinize
sağlık. Sizin yaptığınız öyküyle masalı birleştirmekti, ben de bu kitaptaki
kimi öykülerde korkuyla masalı / miti birleştirmeye çalıştım.
Kitapta, 1001 Gece Masalları’nda olduğu
gibi çerçeve öyküler var. Kitabın kahramanlarından biri ve anlatıcı olan Tufan,
bir yaz gecesi kumsalda, ateşin başında tanıştığı arkadaşlarının hikâyelerini
bize aktarıyor aynı zamanda öyküler arasında bir köprü vazifesi görüyor. Bu
anlatım tekniğinin, genç okurun zihninde kısa süreli de olsa kafa karışıklığı
yaratabileceğini düşündün mü?
Çatı hikâye ve onun altında sıralanan hikayeler ve hatta kimi
hikayelerin içinde de alt hikayeler var. Bu 1001 Gece Masalları’nda,
Decameron’da kullanılan teknikle benzer. Salt bağsız hikâyeler anlatmak
istemedim, bunları bir çatının altında toplayarak, tıpkı Şehrazat gibi hem
ilgiyi canlı tutmaya çalıştım hem de okura iki hikâye arasında soluklanma şansı
tanıdım. Belki bu tarza yabancı olan okur için bir kafa karışıklığı yaratabilir
ama çatı hikâyenin de boşuna olmadığını ve onun da aslında sırlar barındırdığı
fark etmeye başladığında bence taşlar yerine oturacaktır. Romanın sonunda,
okurun “Vay be!” diyerek hınzır bir gülümseyişle birlikte aydınlanma yaşamasını
isterim.
Şehrazat bu
öyküleri hayatta kalmak için anlatıyordu. Tufan neden anlatıyor?
Tufan… Tufan… Zor olacak ama sonunu söylemeden, cevap vermeye çalışacağım.
J Görüntü silinip de ses duyulmaya başlandığında en karizmatik kişi
en iyi hikâye anlatandır. İnsanlar kendilerine en iyi yalanı söyleyeni
başlarına yönetici yaparlar en yakışıklı olanı değil. Kadim zaman şifacıları,
kahinleri, bilgeleri en iyi hikâye anlatanlar olurdu. Hepimiz başımızdan şöyle
havalı, insanların ilgisini çekecek bir macera geçmesini isteriz. Hele de 18
yaşındaysak, kumsalda ateşin başında toplanmışsak, hoşlandığımız birilerinin
ilgisini çekmeye çalışıyorsak, herkes dehşetli hikâyeler anlatıyorsa, bizimse
anlatacak ilginç bir şeyimiz yoksa kendimizi çok soluk hissederiz. En soluk
resim Tufan bize hikayeleri anlattıkça renkleniyor, kitabın sonuna geldiğimizde
rengarenk bir kişiliğe bürünüyor. ‘Kanlı canlı’ derler hani öyle gözüküyor diyebilir
miyiz?... Neyse neyse daha fazla anlatmayacağım.
17 Kasım 2016 Perşembe
YAVAŞLADIKÇA ÇOĞALIYORUM(*)
Yazım süresinde bana eşlik eden müziktir:
Kurmacabiyografiler üç yaşında.
Bloğu açarken, ilk yazıyı yayımlarken, bu yolculuğun ne kadar süreceği, nerelere evrileceğiyle ilgili en ufak fikrim yoktu. Ağırlıklı olarak edebiyat ve yaşama dair yazılar paylaşmayı ve düzenli güncellemeyi amaçlamıştım. Herhangi bir yayın kurulununun onayını almadan, yayın listesine girdiği halde haftalarca, hatta aylarca beklediğim, akıbeti belirsiz metinlerin aksine, yazdığım anda paylaşabilmek büyük özgürlük olacaktı, hissedebiliyordum. Bu büyüye kapılıp peşi sıra yazıp sonra soluğum kesilmişcesine durmayacaktım. Ayda 8 yazı, ne eksik ne fazla... Hedefim buydu.
Çoğu, durgun bir nehir yatağında akar gibi gidiyor blog yolculuğu. Bazen sular çekiliyor, neredeyse kuruyor, biraz uğraşla, görev bilinciyle tamamlıyorum. Pek de hoşuma gitmiyor. Paylaştığım yazılar, tatsız tuzsuz, mekanikmiş gibi geliyor, hissetmemişim gibi, okuyanı kandırıyormuşum gibi... Tuhaf, tekinsiz hisler geliyor yakama yapışıyor. Niye ayda 8 yazı sözü verdim sanki diye didikliyorum kendimi. Tutmasam ne olacak ki diyorum. Ama oyun alanımı bırakıp gidemiyorum. Sanki burayı bırakıp gidersem, hepten yenileceğim. Sarı bir çiçek bir daha asla yolumu kesmeyecek yürürken. Kediler bacağıma dolanmayacak, kucağıma atlayıp yayıldıkça yayılmayacak. Gülüşlerimiz sararacak, solacak.
Dışarıda bu kadar zulüm, bu kadar şiddet varken yaşamak, kalın ve aşılmaz gibi görünen duvara toslamak gibi. Hep aynı düşünceler tekrarlıyor zihnimin içinde. Aynı yılgın düşüncelerle oturuyorum, düşünüyorum, konuşuyorum, ben kendimden bezmişken, içinden yeni bir anlam çıkmayacak cümleleri neden sıralayayım ki diye düşünüp küsüyorum kâğıda, kaleme... Okuyamıyorum, yazamıyorum, yaşayamıyorum, göğüs kafesimde bir ağırlık taşıyamıyorum. Haberleri izlemeyi, gazete okumayı bırakıyorum. Zevk alabileceğim küçük şeyler bulmaya çalışıyorum kendime. Hayatı sadeleştirmenin yollarını arıyorum, basit mutlulukların... Bu minik ihtimaller üzerine yürüyorum. Portakal, mandalina kabukları biriktirip evde yüzey temizleyici yapmayı deniyorum. Güzel bir film izliyorum. Arkadaşlarıma yemek pişiriyorum. Yavaş yavaş olağan ve normal olana yaklaşıyorum. Ancak o zaman kitap okuyabiliyorum. Dışarıyı, içeriyi, bedenimi, ruhumu her şeyi unutup, sayfaların içinde kaybolabiliyorum. Okuduğum metin bir anahtar, bende define avcısı... Ardı sıra kapalı kapıları açmaya çalışıyorum, bir oraya bir buraya savruluyorum. İşte en az kuraklık kadar verimsiz bir başka dönem kapıda. Coşkulu, hevesli, bir o kadar da maniğim çünkü. Onlarca parlak fikir, zihnimi kamaştırıyor. Not defterlerim yarım bırakılmış cümlelerle doluyor. Hiçbir fikrin sonu gelmiyor. Coşku yavaş yavaş soluyor, yerini hayatımın her alanına sirayet etmeye çalışan bir eylemsizlik hâli alıyor. Bir kızım olmasa, ona bakmam gerekmese, günlerce parmağımı kıpırdatmadan durabilirmişim gibi hissediyorum. Bunu deneyimleyebilmenin yolu yok ama merak ediyorum. Yavaşlığın sınırı ne? İnsan aynı pijamayı üzerinden çıkarmadan kaç gün yaşayabilir? Ya da evden hiç çıkmadan...
Yavaşlamak istiyorum. Beden farkındalığı atölyesi yardımıma koşuyor. Zihnimde hiç durmadan konuşan ve birbiriyle çarpışan sesleri susturmaya, beyaz bir boşluğun içindeymiş gibi sessiz, sakin, kıpırtısız oturmaya çalışıyorum. Zihnimin koridorlarının usul usul boşaldığını, tatlı bir esintinin hiçbir yere çarpmadan dolaştığını hayal ediyorum.
Dışarıdaki tüm kirliliğe inat ağır usul konuşmak istiyorum kendimle. Ruhumu hatırlasam bedenimi unuttuğum, bedenimle ilgilensem ruhumu görmediğim dönemlerin aksine ikisini bir arada tutmaya çalışıyorum. Bana fısıldayıp duranın yalnızca ruhum olduğuna inandım yıllarca. Şimdi kelimeleri unutuyorum, sözlük anlamlarını ve de mecaz anlamlarını. Bedenime bakıyorum, ona kulak veriyorum. Fısıldadıklarını işitebilmek için kelimelere ihtiyaç duymadan, anlamak çabasını bir kenara koyarak, sezmeye çalışıyorum. Ana dilini öğrenmeye çalışan bir bebekten farkım yok. İzliyorum ve dinliyorum.
*Yazının başlığı, Kjersti Skomswold'un Jaguar Kitap tarafından dilimize kazandırılan Hızlandıkça Azalıyorum romanından esinle konulmuştur.
Kurmacabiyografiler üç yaşında.
Bloğu açarken, ilk yazıyı yayımlarken, bu yolculuğun ne kadar süreceği, nerelere evrileceğiyle ilgili en ufak fikrim yoktu. Ağırlıklı olarak edebiyat ve yaşama dair yazılar paylaşmayı ve düzenli güncellemeyi amaçlamıştım. Herhangi bir yayın kurulununun onayını almadan, yayın listesine girdiği halde haftalarca, hatta aylarca beklediğim, akıbeti belirsiz metinlerin aksine, yazdığım anda paylaşabilmek büyük özgürlük olacaktı, hissedebiliyordum. Bu büyüye kapılıp peşi sıra yazıp sonra soluğum kesilmişcesine durmayacaktım. Ayda 8 yazı, ne eksik ne fazla... Hedefim buydu.
Çoğu, durgun bir nehir yatağında akar gibi gidiyor blog yolculuğu. Bazen sular çekiliyor, neredeyse kuruyor, biraz uğraşla, görev bilinciyle tamamlıyorum. Pek de hoşuma gitmiyor. Paylaştığım yazılar, tatsız tuzsuz, mekanikmiş gibi geliyor, hissetmemişim gibi, okuyanı kandırıyormuşum gibi... Tuhaf, tekinsiz hisler geliyor yakama yapışıyor. Niye ayda 8 yazı sözü verdim sanki diye didikliyorum kendimi. Tutmasam ne olacak ki diyorum. Ama oyun alanımı bırakıp gidemiyorum. Sanki burayı bırakıp gidersem, hepten yenileceğim. Sarı bir çiçek bir daha asla yolumu kesmeyecek yürürken. Kediler bacağıma dolanmayacak, kucağıma atlayıp yayıldıkça yayılmayacak. Gülüşlerimiz sararacak, solacak.
Dışarıda bu kadar zulüm, bu kadar şiddet varken yaşamak, kalın ve aşılmaz gibi görünen duvara toslamak gibi. Hep aynı düşünceler tekrarlıyor zihnimin içinde. Aynı yılgın düşüncelerle oturuyorum, düşünüyorum, konuşuyorum, ben kendimden bezmişken, içinden yeni bir anlam çıkmayacak cümleleri neden sıralayayım ki diye düşünüp küsüyorum kâğıda, kaleme... Okuyamıyorum, yazamıyorum, yaşayamıyorum, göğüs kafesimde bir ağırlık taşıyamıyorum. Haberleri izlemeyi, gazete okumayı bırakıyorum. Zevk alabileceğim küçük şeyler bulmaya çalışıyorum kendime. Hayatı sadeleştirmenin yollarını arıyorum, basit mutlulukların... Bu minik ihtimaller üzerine yürüyorum. Portakal, mandalina kabukları biriktirip evde yüzey temizleyici yapmayı deniyorum. Güzel bir film izliyorum. Arkadaşlarıma yemek pişiriyorum. Yavaş yavaş olağan ve normal olana yaklaşıyorum. Ancak o zaman kitap okuyabiliyorum. Dışarıyı, içeriyi, bedenimi, ruhumu her şeyi unutup, sayfaların içinde kaybolabiliyorum. Okuduğum metin bir anahtar, bende define avcısı... Ardı sıra kapalı kapıları açmaya çalışıyorum, bir oraya bir buraya savruluyorum. İşte en az kuraklık kadar verimsiz bir başka dönem kapıda. Coşkulu, hevesli, bir o kadar da maniğim çünkü. Onlarca parlak fikir, zihnimi kamaştırıyor. Not defterlerim yarım bırakılmış cümlelerle doluyor. Hiçbir fikrin sonu gelmiyor. Coşku yavaş yavaş soluyor, yerini hayatımın her alanına sirayet etmeye çalışan bir eylemsizlik hâli alıyor. Bir kızım olmasa, ona bakmam gerekmese, günlerce parmağımı kıpırdatmadan durabilirmişim gibi hissediyorum. Bunu deneyimleyebilmenin yolu yok ama merak ediyorum. Yavaşlığın sınırı ne? İnsan aynı pijamayı üzerinden çıkarmadan kaç gün yaşayabilir? Ya da evden hiç çıkmadan...
Yavaşlamak istiyorum. Beden farkındalığı atölyesi yardımıma koşuyor. Zihnimde hiç durmadan konuşan ve birbiriyle çarpışan sesleri susturmaya, beyaz bir boşluğun içindeymiş gibi sessiz, sakin, kıpırtısız oturmaya çalışıyorum. Zihnimin koridorlarının usul usul boşaldığını, tatlı bir esintinin hiçbir yere çarpmadan dolaştığını hayal ediyorum.
Dışarıdaki tüm kirliliğe inat ağır usul konuşmak istiyorum kendimle. Ruhumu hatırlasam bedenimi unuttuğum, bedenimle ilgilensem ruhumu görmediğim dönemlerin aksine ikisini bir arada tutmaya çalışıyorum. Bana fısıldayıp duranın yalnızca ruhum olduğuna inandım yıllarca. Şimdi kelimeleri unutuyorum, sözlük anlamlarını ve de mecaz anlamlarını. Bedenime bakıyorum, ona kulak veriyorum. Fısıldadıklarını işitebilmek için kelimelere ihtiyaç duymadan, anlamak çabasını bir kenara koyarak, sezmeye çalışıyorum. Ana dilini öğrenmeye çalışan bir bebekten farkım yok. İzliyorum ve dinliyorum.
*Yazının başlığı, Kjersti Skomswold'un Jaguar Kitap tarafından dilimize kazandırılan Hızlandıkça Azalıyorum romanından esinle konulmuştur.
16 Kasım 2016 Çarşamba
NASIL YAZIYORLAR? (5)
Yazarların yazma alışkanlıkları, okurun ilgisini çeken bir konu.
Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde
yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum.
Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da
not düşebilirim. İşte beşincisi: Edip Cansever
Yeni bir şiire başlıyorsam eğer, kafamda mutlaka sözcüklere dönüşmemiş bir söz akımı vardır. (Yokuştan çıkan bir kamyonun ağır temposu da olabilir bu, yüz metre koşan bir atletin hızlı temposu da). İlk birkaç dizeyi yazdıktan sonra, onları, içimde bulunduğum ruh haline yakınlaştırarak istediğim sesi ve kıvamı elde etmeye çalışırım. Çünkü ilk dizeler her zaman yabancıdır bana. Sanki dizeler benimle değil de ben dizelerle uyuşmak onları uysallaştırıp evcilleştirmek zorundayımdır.
Alıntı, Portreler belgeselinden
https://www.youtube.com/watch?v=6wyEvfvG3Fw
Yeni bir şiire başlıyorsam eğer, kafamda mutlaka sözcüklere dönüşmemiş bir söz akımı vardır. (Yokuştan çıkan bir kamyonun ağır temposu da olabilir bu, yüz metre koşan bir atletin hızlı temposu da). İlk birkaç dizeyi yazdıktan sonra, onları, içimde bulunduğum ruh haline yakınlaştırarak istediğim sesi ve kıvamı elde etmeye çalışırım. Çünkü ilk dizeler her zaman yabancıdır bana. Sanki dizeler benimle değil de ben dizelerle uyuşmak onları uysallaştırıp evcilleştirmek zorundayımdır.
Alıntı, Portreler belgeselinden
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)