31 Aralık 2020 Perşembe

MUTLU YILLAR

 


Gülay ve Murat

 Konuk yazar: Deniz Gürbüz


Günlerden pazardı. Gülay bir pazılın üzerinde yoğunlaşmıştı. Annesi ödevlerini hatırlatınca "Birazdan yaparım daha zamanım var" dedi. Öyle eğleniyordu ki zamanın farkına bile varmadı. Saati gören Gülay hemen ödevini yapmak üzere odasına gitti. Kitaplarını açmıştı ki annesi mutfaktan bağırdı. 

"Gülay masayı kurmama yardım eder misin?" 

Gülay, "Ödevimi yapmam lazım ama gelirim" diye geveledi. Masayı kurdu. Yemek yemeye başladılar. O sırada televizyonda en sevdiği program olan "Rafadan Tayfa"yı görünce izlemeye daldı. Annesi tekrar ödevini hatırlatınca ışık hızıyla odasına gitti. Ödevleri yapmaya koyuldu. Daha matematiği bitirmişti ama annesi yanına geldi. Yatmasını söyledi. Yatağına yattı ve uyudu. 

Aynı saatte Murat şunları yapıyordu: 

Arkadaşlarıyla oynuyordu. Annesinin yemeğe çağırışı ile eve gitti. Yemeğini yedikten sonra annesi ödevini yapıp yapmadığını sorar. 

"Çoktan yaptım" der. 

"Aferin benim oğluma" der annesi. 

"Çizgi film izleyebilir miyim?"  diye sorar Murat. 

"Elbette oğlum. Kuru yemiş de ister misin?" 

"Evet!" diye bağırdı Murat. 

Gece olunca uykuya dalar. 

Ertesi sabah okula giden kahramanlarımıza ödevlerini getirmeleri söylenmiş. Bütün sınıf tabi ki ödevlerini getirmiş. Öğretmen tahtaya kaldırmış. Önce Gülay'a sormuş öğretmen. Gülay yutkunmuş ve cevaplamış soruyu. 

"Öğretmenim ben pazıl yaptım. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Ödevlerime başlayacağım zaman akşam yemeği oldu. Yapamadım." 

Öğretmen "Ödevlerini önce yapmalıydın!" diye kızdı Gülay'a. "Peki sen ödevini niye yapmadın Murat?" dedi. 

Murat "Öğretmenim benim kardeşim hastalandı. Hastaneye gitmemiz gerekti. O nedenle yapamadım."

"Geçmiş olsun Murat. Şimdi daha iyi mi kardeşin?" der öğretmen. 

"Evet daha iyi oldu."

Bütün sınıf "Geçmiş olsun" diye cikledi. 

Öğle yemeği olunca herkes Murat'ın yanına doluştu. Kardeşi hakkında soru yağmuruna tuttular. Tam o anda karnına bir ağrı saplandı. "Ah!" dedi. Tuvalete gitti. Nedenini anlamamıştı bu ağrının. 

O gece Gülay ödevlerini bitirdikten sonra okuduğu kitabı açtı ve okumaya başladı. Okudu... okudu... okudu... En sonunda annesinin sesiyle irkildi. Annesi yatmasını yoksa okula geç kalacağını söylüyor. Biraz daha diye yalvarıyor Gülay. Tamam tamam biraz daha oku der annesi. En sonunda öyle geç yatar ki sabah annesinin sarsmasına rağmen uyanmıyor. 

Pazartesi gecesi Murat ise bilgisayar oyununa dalmıştı. O da Gülay gibi geç yatıp uyanamadı o gün. Uyandığında ilk dersi kaçırdığı kesindi. Koşa koşa giyindi. 

Sınıfa girdiklerinde öğretmen çok sinirlendi. "Neden bu kadar geç kaldınız?" dedi. 

Murat "Babamın arabasının lastiği patladı. Geç kaldım" dedi. 

Gülay ise geç yattığını, uyanamadığını anlattı. Öğretmen Gülay'a kızdı. "Erken yatmalısın" dedi bıkkın bıkkın. 

Öğle yemeği olunca Murat'ın annesi okula geldi. Murat'ın beslenmesini koymayı unutmuştu. Koridorda yürüyüp sınıfa girdi. Murat'a yemeğini verip dönüyordu. Koridorda öğretmen Murat'ın annesini gördü ve Ayten Hanım merhabalar. Kızınız hastalanmış. Geçmiş olsun" der. 

Ayten Hanım "Ne? Kızım mı hastalandı?" der şaşırarak. "Benim kızım turp gibi." 

"Öğretmen "Ayten Hanım öğretmenler odasında biraz konuşabilir miyiz lütfen?" 

"Elbette elbette" der Ayten Hanım. 

Öğretmenler odasına girerler. Öğretmen "Oğlunuz Murat bana pazartesi günü ödev yapamadığını çünkü kardeşinin hastalandığını söyledi. Bu doğru mudur?" 

Ayten Hanım "Hayır kızım hastalanmadı.  Bana da pazar günü ödevini yaptığını söylemişti" dedi şaşırarak. 

Öğretmen "Peki bugün okula neden geç geldi?" diye sordu. 

Ayten Hanım "Dün çok geç saate kadar bilgisayara bakmıştı."

"Bana babasının arabasının lastiğinin patladığını söyledi." der öğretmen. 

O gece Ayten Hanım Murat'a çok kızdı. Murat da o günden sonra yalan söylemedi. Tabi Gülay da ödevlerini yapıp daha erken yatmaya başladı. 













20 Aralık 2020 Pazar

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 32

  Bilmek isteyen yola çıkar. 

Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.
İpuçlarının çevirisi bana ait.

Şefkatli Ebeveyn İpuçları
Çocuğunuza (ya da bir başkasına) talepte bulunduğunuz zaman, aktif ya da pasif bir çeşit direnç görebilirsiniz. 
Hepimiz için hayatta kendi seçimlerimiz yapmanın, bir başkasına boyun eğmemenin ne kadar önemli olduğunu fark ettiğimizde bu çok mantıklıdır. 
Çocuğunuzun neden uyumsuz olduğunu merak ediyorsanız, bir talepte mi bulundunuz ya da o bunu bir talep olarak mı görüyor kontrol edin. Kendinize sorabilirsiniz: Benim iyiliğime katkıda bulunmaya istekli mi yoksa benden korktuğu için mi söz dinliyor? 

Ben ne düşünüyorum? 
Pandemide dokuzuncu ay bitti. Tek kelimeyle yorgunum. Anneler, babalar, çocuklar hepimiz dışarıdaki sosyalleşme, rahatlama alanlarımızı yitirdik. Çocukların durumu bize göre çok daha zor. Yaz ayları hariç sokağa çıkmaları kısmen ya da tamamen yasaktı. Şimdi de sürüyor. "Aman yakamdan düşsün de" diyerek telefon, tableti ellerine tutuşturmadığım için benim ilgime çok daha fazla ihtiyaç duyuyor. Ve fakat ev içi ve ev dışı sorumluluklarım aynı. Hatta yaz aylarından beri artan iş yükü ve bulaş riskiyle burun buruna çalışmanın yol açtığı bedensel ve zihinsel yorgunluk, belirsiz ekonomi, artan giderler, kaygı hep bir teyakkuz halinde yaşamama yol açtığını söyleyebilirim. Bu ruh hâlinde bazen sırf yalnız kalmak için çocuğa şunu yap, bunu yap diye buyurabiliyor insan. Biraz kafa dinlemek, rahatlamak, kendi zevk aldığın şeyleri yapabilmek için... 

Deniz'le nasıl paylaşıyorum? 
Bazen kendime ait zaman yaratabilmek için ya da onun oyun oynama isteğini kendi içimde taşımadığım için, onu meşgul tutmak için ya da artık ötelenemez olduğu için onu ödev yapmaya, banyo yapmaya ya da odasını toplamaya yolladığımda bazen direnç gösteriyor. Bu direnç, en çok yalnız kalmaya ya da sevdiğim bir işle meşgul olmaya ihtiyaç duyduğumda beni rahatsız ediyor. Bunu fark etmek, önceliğimin onun ne yapacağına karar vermek değil, benim neye ihtiyaç duyduğumu söylemenin çok daha iyi bir strateji olduğunu kavramama yol açtı. 
Bir saat yalnız kalmaya ihtiyacım var, yazı yazacağım ya da sevdiğim bir programı izleyeceğim diyerek odama çekilmek ve kapımı kapatmak, Deniz için yeterince net ve anlaşılır. 

Deniz'in geri bildirimi ne? 
Ona ne yapacağını buyurduğumda itiraz ettiği, benden çekindiği için gönülsüzce ve özensiz yaptığı zamanlar oldu. Doğrudan kendi ihtiyacım için ricada bulunduğum zamanlar da sorun çıktığını hatırlamıyorum. Hepimizin içinde mevcut olan bir başkasına katkıda bulunma ihtiyacı korkudan ya da mecburiyetten çok daha güçlü sanırım. Kapımı kapatmış çalışıyorken ya da başka bir şeyle meşgulsem muhakkak kapıyı çaldığını, "Bir şey söyleyebilir miyim?" diye izin istediğini görmek sağlıklı sınırlar çizmeyi öğrendiğimizi düşündürtüyor, onunla gurur duyuyorum.

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum? 
Oksijen maskesini önce kendime takmaya devam! Kendimi rahatlamış hissetmezsem, onunla geçireceğim zamanların tadı tuzu kalmayacak çünkü. İçten gelen hevesle, gönüllülükle yapılan aile içi etkinlikleri çok daha keyifli hem de. Hele şimdi yeni yıla sayılı haftalar kalmışken, yapılacak nice yaratıcı el işi varken. 

Kendimi nasıl değerlendiriyorum? 
Pandemide onuncu ayın içinde girerken çok şükür ne hastalandık ne de delirdik. Belli rutinleri sürdürmeyi, şartlar değiştikçe yenilerini belirlemeyi, dışarı çıkabildiğimiz (şu an haftada bir iki saatten ibaret) sınırlı zamanı güzel ve beklenesi kılmayı becerebildik. Eh öyleyse kocaman bir aferini ve alkışı hak etmişiz. 

Eski günlüklere buradan ulaşabilirsiniz





19 Aralık 2020 Cumartesi

Kadın Akademisyenler Edebiyat Tarihini Yeniden Yazmalı *

*Ekmekvegül'Ün "Edebiyat dünyasından kadınlar anlatıyor" serisinde yayımlanan yazım:

*Yazın alanının erkek egemen yapısı son dönemde kadın yazarların sosyal medyada ortaya koyduğu taciz anlatılarıyla daha görünür hale geldi. Genellikle erkeklerin “usta yazar, eleştirmen, jüri üyesi” olduğu edebiyat dünyasında bir kadın olarak var olmak ne demek? 

Okudukça, okuduklarına daha yakından baktıkça başlıyor her şey; sevdiğimiz, öykündüğümüz, usta bildiğimiz yazarlar gibi yazma hevesiyle yontuyoruz kalemin ucunu, elimizi kolumuzu bağlayan, bizi çekiştiren onca meşguliyete rağmen üstelik. Bu dünyada kadın olmak, kadın olarak yazmaktan fazla da bir muradımız yok. Yazmak ne sevilmek için, ne para ne de şöhret için. Olsa olsa yara izlerimizden devşirdiğimiz öykülere söz geçirmeyi bilmediğimizden ya da onları görmezden gelirsek renklerimizi yitirdiğimizi deneyimlediğimizden.

*Edebiyat dünyasının hangi dinamikleri sizce kadınlara yönelik taciz ve ayrımcılığı besliyor? 

Yunan mitolojisinin en garip doğum hikâyelerinden biri  Zeus ve Metis’in kızı, akıl, sanat, strateji, barış ve savaşın tanrıçası Athena’ya ait olandır. Zeus, zeki ve bilge karısı Metis’ten ve ondan doğacak çocukların kendi iktidarını sarsmasından korkar ve karısını yutar. Bu sırada Metis, çoktan Athena’ya hamile kalmıştır. Zeus’un kafasında bir şişlik belirir, gün geçtikçe de büyür. Çektiği şiddetli baş ağrılarına dayanamayan Zeus, Ateş Tanrısı Hephaistos’tan en güçlü balyozuyla kafasına vurmasını ister. Hephaistos’un darbesiyle Zeus’un başının içinden miğferi ve zırhıyla Athena belirir ve “Ben Pallas Athena. Diğer tanrılardan saygı bekliyorum,” der.

Buna “mitolojik bir hikâye,” diyerek geçmek mümkün değil. Kadının ona tanınan özel alandan kamusal alana çıkması, aklıyla, yapıtlarıyla yer almaya cüret etmesi, kendisini o aklın yaratıcısı erkek zihinlerin içerisinden doğurarak ve farkına varmadan oradan gelecek onayı, saygıyı bekleyerek gerçekleşiyor. Bu da erkeği otoriter kılan, kadınlara yönelik taciz ve ayrımcılığı besleyen en büyük damar bana kalırsa.

Sizce bu nasıl değişir?

Dergilerin, kitap eklerinin editörlerinin büyük çoğunluğunun erkek olduğu, erkek yazarların yapıtlarının daha çok incelendiği, ödüllendirildiği, ölmüş erkek yazarların isimlerinin edebiyat tarihine daha kalın puntolarla geçtiği bir ortamda, kadın akademisyenlerin edebiyat tarihini yeniden yazma, sesi kısılan, görmezden gelinen kadın yazarları diriltmesi, akademinin sınırları dışına çıkarma çabası çok değerli, değişimi başlatacak denli de güçlü.

Kadınlar olarak kadın yazarların yapıtları için yapılan “duyarlı kadın diliyle çocukları ve kadınları yazıyor,” klişesinden daha gür, eleştirel bakış açılarını ortaya koymamız şart.

Yaz aylarında sosyal medyada başlatılan #erkekyerinibilsin başlığı altında kadının, yıllarca maruz bırakıldığı cinsiyetçi söylemi erkeğe yönelterek mizaha çevirmesi, bu yerleşik bakış açısının gülünçlüğünü ortaya koymak açısından yerinde bir girişimdi. İlgi çektiğini ve farkındalık yarattığını düşünüyorum.

Son olarak Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği işbirliğiyle kimi okullarda yürütülen gençlere duygusal ilişkilerdeki baskı, kontrol, şiddet davranışlarını eşitlikçi bir bakış açısıyla değerlendirmelerini sağlamayı hedefleyen “Güç Değil Eşitlik” temalı eğitimlerin yaygınlaşması büyük fark yaratacaktır.

 

 


11 Aralık 2020 Cuma

Av Filmi Üzerine Notlar

Danimarkalı yönetmen Thomas Vinterberg imzalı Jagten (The Hunt) 2012 yapımı bir film. 
Filmin ismi daha afişte seyirciye, içeride izleyeceklerinin "Av" ve "Avcı" imgeleri üzerinden yükseleceğini ima ediyor. Bu yüzden Türkçeye çevrilirken Onur Savaşı isminin tercih edilmesi anlamı daraltan, yönetmenin tercihine uygun düşmeyen, isabetsiz bir seçim olmuş. 






Film ormanda av sahnesiyle başlıyor ve ana kahraman Lucas'ın sıradan, günlük hayatına yöneliyor. 
Lucas, karısından boşanmış, çocuğunu görme konusunda sıkıntılar yaşayan bir adam. Çalıştığı okul kapandığı için kasabanın ana okulunda öğretmenlik yapıyor. Köpeği Fanny ile yaşıyor, büyük bir erkek avcı grubunun üyesi. Ormanın hemen kıyısına kurulmuş küçük kasabanın erkeklerinin en büyük eğlencesi hafta sonları geyik avlamak, av sonrası beraber yemek, içmek. Geyik avı için eğlence demek hafif kaçıyor aslına bakarsanız. Filmin sonlarına doğru belli bir yaşa gelen erkek çocukların avcılık lisansı almasının bir tür kutlamaya döndüğü sahne yüzünden buna bir tür erginlenme töreni de diyebiliriz. Belli bir yaşa gelen erkek, avcıya dönüşür ve ava çıkar. Oysa filmin sonunda yönetmenin tam tersini yaptığını, bize avcının ava dönmesini anlattığını göreceğiz. 

Giriş sahneleri Lucas için sıkıntılı dönemin yavaş yavaş sona ereceği izlenimiyle başlıyor. Arkadaşlarıyla eğleniyor, çocuklar ona bayılıyor, eski karısıyla iletişim kurmanın bir yolunu buluyor, oğlu onunla daha sık kalmak üzere yanına geliyor. Çalıştığı ana okulundan bir mesai arkadaşıyla romantik bir ilişkiye giriyor. Tetiği çekecek olan yakın arkadaşı Theo'nun küçük kızı Klara.

Klara, Lucas'a hayanlıkla karışık sevgi besliyor. Ona bir kalp hediye ediyor ve günün birinde oyun esnasında ölü taklidi yapan Lucas'ı uyandırmak için onu dudaklarından öpüyor. Lucas'ın Klara'ya yalnızca anne babaların birbirini dudağından öpeceğini söylemesi, cebinde bulduğu kalbi ona geri vererek bunu bir başka arkadaşına hediyesi etmesini  önermesi küçük kızın kalbini kırıyor ve arkadaşları gittikten sonra müdürün odasında annesinin onu almasını beklerken müdüre Lucas'ı sevmediğini, onun kötü ve aptal olduğunu söylüyor. Müdür nedenini irdeleyince, bir süre önce ergen ağabeyinin ona gösterdiği penis görselinden yola çıkarak, Lucas'ın cinsel organının bir beyzbol sopası kadar sert olduğunu söylüyor. Yaşının ötesinde bir cinsel bilgiye sahip olması müdürün kafasını karıştırıyor ve olayı doğru olarak ele alıp suçlamayı yapanın kimliğini de gizleyerek Lucas ile konuşuyor. Olaylar hızlı bir şekilde çığırından çıkıyor.

Oysa biz seyirci olarak Lucas'ın masum olduğundan çok eminiz. Bizi ikna etmek için yeterli gerekçeleri öncesinden sunmuş. Örneğin tuvalete götürdüğü çocuğun poposunu silme konusunda çocuğu yüreklendirse de, ancak bunu başaramadığında ona yardım etmesi, Klara'nın ona olan ilgisini fark edince geri çekilmesi, onu dudağından öptüğünde yalnızca anne babaların dudaktan öpebileceğini söylemesi gibi ayrıntılar Lucas'a inanmamız için yeterli zemini sağlıyor. Ayrıca Klara'nın anne babasının ilişkisinin pek de iyi gitmediği, sık sık kavga ettikleri, çocuğu okula getirip götürme konusunda aksaklıklar yaşandığı, çocuğun kendisini ihmal edilmiş hissettiğine dair imalar, Klara'nın öğretmenine duyduğu hayranlığın nedenini göstermeye yetiyor. 




Klara okulda geniş hayal gücüyle tanınsa da, niye böyle bir konuda yalan söylesin ki mantığıyla müdürün okula çağırdığı uzman, yönlendirici sorular sorarak, Klara'dan öğretmenin onu okulda taciz ettiği beyanını alıyor. Müdür henüz olay aydınlanmadan velilere bilgi veriyor, çocuk istismarıyla ilgili broşür dağıtıyor ve bir kurban varsa daha çoğu da olabilir mantığıyla  uyanık olmalarını istiyor. Bu noktadan sonra Lucas'a çocuk istismarcısı etiketi takılıyor ve yakın bir arkadaşı ve oğlu dışında ona kimsenin inanmadığı, dışlandığı, duygusal ve fiziksel şiddete uğradığı hayli güç günler yaşıyor. Olayın viral etkisinin yetişkinler kadar çocuklar arasında yayıldığı görülüyor. Pek çok çocuk  Lucas'ın kendisini evinin bodrumunda kanepe üzerinde taciz ettiğini söylüyor. Lucas tutuklansa da delil yetersizliğinden beraat ediyor. Evinin bir bodrum katı da yok üstelik. Klara, çok sevdiği öğretmeninin başına gelenleri görünce "aptalca şeyler söyledim, bana bir şey yapmadı" dese de etrafındaki yetişkinler onun korktuğu için inkar ettiğini düşünüyor ve Lucas'a olan düşmanlıklarını sürdürüyor. Lucas'ın maruz kaldığı muamele karşısında dik duruşunu korumaya çalışması hayli etkileyici bir seyir sunuyor izleyiciye. Temponun bir an olsun düşmediği, zaman zaman bu kadarı da olmaz diyerek sizi yerinizden sıçratan sahneler de mevcut. Kasım ayında başlayıp Noel arifesinde zirveye çıkan olaylar Lucas'ın çırpınışıyla bitiyor ve bir zaman atlamasıyla ertesi yıla sıçrıyoruz. Lucas'ın oğlu Marcus av lisansını almış, kutlamaların ardından ormanda ava çıkılıyor. Tam her şey yoluna girmiş diye düşünürken arkası dönük Lucas'ı nişan alan kurşunun omzunu sıyırıp geçmesi her şeyin tam olarak da yoluna girmediğini görmemizle film sona eriyor. 
Çocuk istismarı gibi ağır, can yakan bir konu karşısında "Peki ya bu ifade yanlış olsaydı ne olurdu?" sorusuyla yola çıkarak, tersine mağduriyetin yol açabileceği arazları göstermek cesur bir seçim. Yönetmen bu zor seçimin altından kalkıyor ve etkisi kolay unutulmayacak bir film ortaya koyuyor. Film hakkında söylenmemiş bir şey bırakmadığımın farkındayım ama yönetmenin ne yaptığını bilsek bile nasıl yaptığını izlemek üzere de geçiyoruz ekran karşısına, onun yol üzerinde serpiştirdiği metaforları bir bir toplayıp kendi okur yazarlığımızı parlatmak üzere. 
İyi seyirler... 


 






7 Aralık 2020 Pazartesi

Nasıl Yazıyorlar? (27)

 Yazarların okuma alışkanlıkları okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. 

Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim.
İşte yirmi yedincisi: Oya Baydar


Yazmaya Başlamadan Önce 

Yazmaya başlamadan, bilgisayarın karşısına geçtiğimde ilk yaptığım iş okumaktır. Önce internet sitelerinde dolanırım; günün gelişmelerine, güncel konularla ilgili yazılara, değerlendirmelere, açıklamalara bir göz atarım. Yazdığım konuyla, ya da dünyanın-ülkenin halleriyle ilgili bir haber ya da makale bulursam okurum. Sonra evi toplarım, gerekiyorsa yemek falan yaparım, yazın köyde bahçe ile uğraşırım. Bu bana iyi gelir, çünkü o sırada aklım yazacağım metindedir. Mesela roman yazıyorsam, mutlaka bir yere takılmışımdır; ev işiyle, bahçe işiyle uğraşırken metin kafamda berraklaşır, takıldığım şeyi çözerim. 

Sonra yazmaya otururum. Bu defa da yazdıklarımı okurum. Çoğunlukla beğenmem, bir gün önce yazdığımı düzeltirim, değiştiririm bazen de silerim. Ama sonra hiç ara vermeden saatlerce çalışırım. Çalışırken dünya ile ilgisini kesen, yazı mekânına kapanan, gözü yazdığından başka şey görmeyen yazarlardan değilim. Böyle yazarlara imrendiğim oluyor, "İşte kendini ciddiye alan gerçek yazar böyle olur!" diye düşünüyorum bazen. Ama ben yaşamın çok boyutluluğunu hissetmeyi, insanlarla birlikte hayatın içinde olmayı seviyorum. İnsanların hikâyeleriyle besleniyorum. Acılara, sevinçlere ortak olmak hem beni hem de edebiyatımı zenginleştiriyor. Belki de yoğunlaştığım konular gerektiriyor bunu. Şu haksız, adaletsiz, berbat dünyada insanın trajedisini yazmaya çalışıyorum. 

Sadece edebi metinler, romanlar, hikâye, deneme değil siyasal-toplumsal değerlendirme yazıları da yazıyorum. Bir yandan da barış, adalet, özgürlük mücadelelerine elimden geldiğince katılıyorum. İnsana, doğaya, yaşama dair hiçbir şeye yabancı olmamalı diye düşünürüm. Bunların tümünün edebiyatımı beslediğini hissediyorum. 

Unutmadan söyleyeyim; bilgisayarın başına oturmadan ilk yaptığım iş çayımı içip televizyonda hayvan belgeseli seyretmek... O belgesellerden hem keyif alıyorum hem de canlıya dair çok şey öğreniyorum. 

Bunca "ilk" işten sonra ne zaman yazmaya başlıyorsun, gece yarısı mı diyecek olursanız, ben sabahın altısında yedisinde kalkan, "Ölünce nasıl olsa çok uyuyacağız" diyen erkencilerdenim. 

Kaynak: Rağmen Kitap Dizisi: "İlkler"




2020 Edebiyat Soruşturması

Onur Çalı'nın yönettiği Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanan çok katılımlı 2020 Edebiyat Soruşturması için verdiğim cevaplar. 

Yıl içinde yayımlanan ve beğenerek okuduğunuz ama yeterli ilgiyi görmediğini düşündüğünüz kurgu kitap ya da kitapları (telif ya da çeviri), beğenme nedenlerinizden de kısaca bahsederek bizimle paylaşır mısınız?

Pandemiyle beraber gelen içine kapanma, herkes gibi beni de etkiledi. 2020’yi yeni kitaplar edinmekten ziyade var olan kitaplarıma yönelerek, onların içinden ilk kez/yeniden okumalar yaparak geçirdim. Dolayısıyla 2020 yılında yayımlanan kitaplardan ziyade, bu yıl okumaktan memnuniyet duyduğum kitaplardan oluşacak listem.

Fındık Kabuğu, Algernon’a Çiçekler,Gecegezen Kızlar, Asılı Dağ’ın Kahini,  Böcek Çocuk gerçek olayların, tarihten ve mitolojiden kesitlerin, masalların, klasiklerin yeniden yazımı üzerine düşünmeme olanak sağladığı için okumaktan hoşnut olduğum kitaplar arasında.

Size göre 2020 yılının önemli edebiyat olayları nelerdi?

2020 yılı her anlamda zor geçti. Pandemiyle beraber keskin bir duraklama süreci başladı. Yayımı planlanan kitapların basımının ertelendiği, okura ulaşmanın daha da zorlaştığı, kitap fuarlarının, edebiyat etkinliklerinin iptal edildiği, kültürel faaliyetlerin durduğu sürecin ardından söyleşiler, uluslararası yazarların katılımıyla gerçekleşen edebiyat festivalleri, atölyeler çevrimiçine dönerek okurlara ve yazarlara nefes aldırdı.  Mesafe, sağlık, yoğunluk gibi pek çok nedenle fiziksel olarak bir araya gelemeyecek insanları aynı ekranda toplayabilmek, özellikle benim gibi edebiyatın taşrasında yaşayanlar için kıymetli.

Dikkate değer bulduğum bir diğer oluşum iseekoloji alanında üretim yapan Ekofil Yayınları.Alternatif bir yayına hazırlama ve dağıtım modeli oluşturan yayınevinin, yaz aylarında, topluluk desteğiyle üçüncü kitaplarını yayımladı.

Edebiyat ortamımıza baktığınızda ne gibi sorunlar, eksiklikler ve sıkıntılar görüyorsunuz?

Malum, elimizde sosyal medya gibi bir imkân var, artık. Yayınevleri ve varsa yazarı temsil eden ajans tarafından yürütülmesi beklenen tanıtım faaliyetlerinin yazarın bizzat yapması gereken bir işmiş gibi algılanması, her an ürünlerini ve hayata nereden baktığını duyurma çabasını giderek daha tuhaf ve yorucu buluyorum.

Okura, kitabı okumadan hazırlandığı düşüncesi veren, arka kapak ve künye bilgisinin ötesine geçmeyen tanıtım yazıları ve söyleşilerin giderek artması, hamarat ev hanımı misali arkadaşının yeni yayımlanan kitabına dair hem tanıttım, hem söyleştim yazıları da yine tuhaf bulduklarım arasında.

Bunların arasından sıyrılan ortak düşünme ve üretme eylemini esas alan her türlü girişimi, çabayı değerli buluyor, özlemini çekiyorum çünkü her yazarın bir müttefiğe ihtiyacı olduğuna yürekten inanıyorum.