29 Mart 2023 Çarşamba

Günün izi: 2

Aynı küçük sokağı paylaşan bireyler gibiyiz, şunun şurasında. Eve girip çıkarken karşılaşıyoruz. Kimi zaman başımızı eğerek selamlaşıyor, kimi zaman ayak üstü konuşuyoruz. Haliyle birbirimizin eksikliğini hissediyoruz. Diyeceğim o ki, görüşmeyeli özlemişsinizdir, özlenmişsinizdir. Yeni aya girerken hızlıca bir özet geçeyim. Kalbinize değen, sizi düşündürten yerler olursa ne mutlu bana. 

20 Mart

Misafir

Dün ailemizin en büyüğünü ağırladık yeni evimizde. Onun hatırına Laz böreği bile pişirdim. Daha hafif olsun diye orijinal tarifi değiştirdim. Birkaç versiyon daha var aklımda. Denenecek. Kızım en çok kıymalı böreğimi severdi. Bu, onun önüne geçti anne, dedi. Kökleri yüzünden bence. Yukarıya doğru uzamak için aşağıda güçlü kökler arıyor insan. Aidiyet güçlü ihtiyaç. Boşuna taş yerinde ağırdır, demiyorlar. Son deprem ne çok insanı yerinden, yurdundan etti. GSM operatörleri 300 bin abonenin telefonunu kullanmadığını tespit etmiş. Bir de yaşlılar var. Hayatının son demini evinden, bahçesinden, kapı önü muhabbetlerinden, alışkanlıklarından uzak geçirmek zorunda kalanlar. Bu ülke uzun zamandır üzüyor bizi, çok yoruyor. Bu bahar hak ettiğimize kavuşmak, en büyük hayalim, hayalimiz. 

Değişim

Uzun yıllardır bloğumu aynı temayla kullanıyordum. Geri planda boy boy ciltli kitaplar seçiliyordu. Ağırlıklı olarak okumak yazmak üzerine yazdığım için uygun gelmişti. Birden bire değiştirme isteği geldi. Yeniden baktım kitaplara, uzun uzun. Tozlu bir kütüphaneyi çağrıştırdı. Kapısı asırlardır açılmayan tozlu bir kütüphane. Usulca açtım kapıyı. Nemden kabarmış kitaplar ağlamaklı. Her adımda kalkan toz burnumu kaşındırınca pencereleri açtım. Koşar adım dışarı çıktım. Orayı temizlemesi için bir ekip çağırdım. O güne değin turuncu rengin, dairelerin, spirallerin enerjisi bizi sarsın. 

21 Mart 

Bugün Çanakkale mektuplarının dördüncüsü havalandı. Kaldı dokuz mektup. Mektuplarıma abone olmak ya da benimle yazı alıştırmaları yapmak için buraya

Bugünlerde almayı umduğum haber için gözüm epostamda. Uzun yıllar önce bir yerlerde okumuştum. "Beklediğin haber gelmiyorsa hayır demektir." En iyisi gözlerimi geleceği kesin olana çevirmek. Bahar geliyor benden söylemesi. Minnak bahçemi ısırganlar, ebegümeçleri, papatyalar bastı. 



22 Mart 

Yeni eve geçen yaz taşıdık. Zemin kat dairemize ait minik bahçenin sınırlarını bir çit veya beton duvarla belirlememiz yasak. (Öyle olsa çok daha iyi olurdu tabi) Genel bahçe düzenlemesi esnasında inşaat firması bizim bitki çitini de üstlendi ancak dikim yaz aylarına sarkınca o bitkiler, sarardı, soldu. Birkaç ay önce yenilenmek üzere söküldüler. Bizim Sani'ye de gün doğdu. Her bir bitkiye yuva olacak derin çukurların içinde günlerce hopladı durdu. Eve girmesi için seslendiğimde içine atladı, sarı kafasını yana çevirip benimle göz temasından sakınıp aklınca saklandı. Çukurların yanından kendiliğinden papatyalar fışkırdı, ebegümeçleri, ısırganlar. Bahçenin bu dağınık ve çılgın hâli hoşuma gidiyor, yalan yok. Ama bir sınıra da ihtiyacım var. İçini bir nebze ben kılabilmek, gül, lavanta dikebilmek için. Baktım tık yok, öyle toplu mezar gibi açılmış bekliyorlar, her baktığımda içim bir fena oluyor. Yöneticiye "Ne zaman dikilecek?" diye sordum. İnşaat firması yakınlarda başka bir binayı bitirmek üzere olduğu için epey bitkiyi istiflemiş. Oradan seçelim dedi. Dün sabah gittik, seçtik. Sabah kahvaltı yaparken bitkiler taşınıyordu. Akşam göreceğim yeni hâlini. İçim pek bir kıpır kıpır. Hızırellez öncesi güzel bir yediveren gül dikmeyelim mi yani. 

23 Mart 

Hiçbir çiçek 

Gül kadar suçlanmadı 

Gülün bütün günahı 

Azıcık kanatmaktı 

Kokusunu savunmak için *

Kokusunu savunan bir gül alayım, dedim. Seracı hangisinin kokulu olduğunu bilemedi. Öylece yığmışlar bahçeye. Sihirbazından vereyim, dedi. Sihirbaz gül de varmış meğer. Tomurcuğa tutmuş bir tane aldık. Bir o renk açacakmış, bir bu renk, kimi zaman aynı dalda çift renk.

* Şiiri Sezai Sarıoğlu'ndan duydum ama dizeler kime ait bilmiyorum. 

Yılın ilk leyleğini gördüm bu arada. Hem de havada. 



24 Mart 

Masamda Hotel Grand Saigon'a ait plastik oda anahtarı duruyor. Onu saklıyorum çünkü o gece de dediğim gibi, anahtarı kaybetmedim, nerede olduğunu hatırlamıyorum. İkisi arasında fark var. İkinci kart iade edilemeden sırt çantamda benimle bir başka kente, sonra yurda geldi. Beyanımın gerçekliğinin, bir niyetin nişanesi! Saklamaya değer. Her suçlamayı üstüne almamak da bir niyet olarak girmeli çünkü hayatımıza. Bir kas gibi geliştirmeliyiz bunu, suçluluk ve utanç duygularının pençesine düşmemek için. Her koşulda zeytinyağı gibi üste çıkmak ya da bencil, umursamaz olmak değil, bahsettiğim şey, anladınız.

25 Mart 

Kızım ve annemle iş çıkışı çarşıda dolandık. Çarşıda dolanmanın da ayrı bir keyfi var. Pastanelerin, sokak lezzetlerinin, aktarların, züccaciyelerin, perdecilerin önünden geçmek aklına gelmeyen eksiklerin zihninde belirmesine yol açıyor. Kısa günün karı ya da cepte açılan gediği... Bir pantolon, bir tuval, bir BJK bilekliği, tomurcuk basmış ağaca bırakılmış bir marteniçka, bir kahve, bir soda, üç dürüm, üç ayran, bir tutam yıldız anason, bir tutam kakule... Chai latte denemem iyiydi, eksik malzemeler de tamamlanınca daha iyi olacak. 

26 Mart 

Netflix'te izleyecek bir şeyler aramak, bazen pazar tezgâhında seri sonu marka ürün aramaya benziyor. Kalabalık, gelişigüzel... Eşelenmek sıktı. Atiye'yi izleyeyim dedim. Şu ilk sezonunu yıllar önce izleyip gerisini merak etmediğim dizi. Hafta sonu ikinci ve üçüncü sezonu izledim, durdum. Güzel kadınlar, yakışıklı erkekler, şık kıyafetler, lüks evler, İstanbul, Mardin, Göbeklitepe manzaraları, mistik olaylar, sürekli dışsal yardımla şifre çözen kahramanlar... Birkaç bölümüne denk gelen kızım, "Bence konuyu oyuncular da anlamamıştır, ezberleyip söylemişlerdir," dedi. Çocuk haklı. Nokta.  

27 Mart 

Sevgili Ceren günün tortusunda Eflatun (Platon)'dan alıntı yaparak aşka dair düşüncelerini yazmış. Beni etkileyen kısım şurası: 

"... aşk bize yapamayacağımızı/ yapmayacağımızı sandıklarımızı yaptırır, sınırlarımızı bulanıklaştırır, inanç ve kalıp yargılarımızı sarsar ve bu sayede ruhumuzu hiçbir başka deneyimin getiremeyeceği bir hızla, bir noktaya getirir. Bu noktanın hangi nokta olduğu, yani iyi ya da kötü bir nokta olduğu ise, ruhun yapısında yatar. Ruh açık, hafif, güçlü ve olgun bir ruhsa, aşk, onu bilgeliğe kadar getirebilir. Ruh henüz çok genç, huzursuz, cahil ve korkak bir ruhsa, onu mahveder, kendi kendini yok etmesine ya da güzel bir şeylere zarar vermesine neden olur..." 

Bu nokta kızım elbette. Kızımın babası ile tanıştığım dönem ve koşullar... Tam bir "yapmayacağımı sandıklarımı yapma" hâliydi. Öncesinde ruhumu çok zorlayan bir fırtınanın içinden geçmiştim. O fırtınanın bir esinti olduğunu düşündürtecek günler, aylar, yıllar yaşadım sonra. Uzunca bir süre yük ettim sırtımda. Son yıllarda taşımıyorum eskisi gibi. Bıraktım. Ya da öyle sanıyorum. Benim gibi değişimden hoşlanmayan birisini ancak aşk harekete geçirebilirmiş zaten. Kızımın doğması için babasıyla tanışmam, öncesinde ve esnasında o zorlukları yaşamam kaçınılmazmış, kaderimmiş. Hiçbir şey iyi ya da kötü değilmiş. Her şey olması gerektiği için olmuş. Böyle düşünmek sence de çok ferahlatıcı değil mi?  (Olanın olduğu esnada verdiğimiz tepkilerin, yaptığımız eylemlerin, her bir seçimin bizi bugüne taşıdığı doğru. Kimi tepkilerimizden, eylemlerimizden, seçimlerimizden memnun olmayacağız haliyle. Başka türlüsü mümkün müydü diyeceğiz? Üzerine düşüneceğiz. Öyle pişman olup sararıp solmak için değil elbette. Bir sonraki sefer daha iyisini yapabilmek için. Yaşımız büyürken, yüzümüz kırışırken ruhumuz da olgunlaşsın diye. Yoksa yaş almakla bilgelik kazanılmıyor. Olmak ve pişmek zaman istiyor, deneyim istiyor. Tevekkül dediğimiz "Bugün bu kadarını yapabildim. Deniyorum. Daha iyisi için çabalıyorum," kabulü değil mi? Önümüzdeki günler, aylar, yıllar hepsi yeni bir fırsat olarak bizi bekliyor. 

28 Mart 

Dün lodos vardı. Hava çırpındı durdu gün boyu. Sani'yi de eve sokmak mümkün olmadı. Her girdiğinde bir yolunu bulup kaçtı. Serseri mayın gibi döndü dolaştı. Bazen bana da olur, ne yere sığarım ne göğe... Üzerime ağırlığı çöker lodosun, kalbim sıkışıp durur. İlk kitabın adı Lodos Çarpması oradan anla. O ağırlık öyle şıp diye gitmez. Lodos sabır ister, gözü yaşarana dek beklemek. Gece inceden başladı  yağmur. Pencereyi açtım. Seslendim. "Sani, Sani." Koştura koştura zıpladı içeriye. Üzerinde bir tuhaf haller... Kanepeye yayıldı. Patilerini burdu, yattı. Gece ben yatarken bile yerinden kıpırdamadı. Öyle heykel gibi, donuk... Gökyüzü ağladı gece boyu. Yeni diktiğim bahar dalının, sihirbaz gülün, kendiliğinden açan kır papatyalarının üzerine. Sabah daha ferah uyandım, uyandık. Bir ferah kahvesi içmeyeyim mi yani diye yayıldım balkonuma. Sefam olsun!

29 Mart 

Siber aylaklık çok zamanımı alıyor. Aynı anda onlarca işi yapmaktan çok yoruldum. İş dışında hiçbirini tam odaklanarak, tüm mevcudiyetimle yapamıyorum gibi geliyor. Cep telefonlarının, internetin bizi her an ulaşılabilir yapması sınırları çizmeyi de zorlaştırıyor. Bu hafta sonu evde yalnız kalma ihtimali var. Şeytan diyor, kapa interneti. Çalışma odasından başla, düzenle, hafifle. 


15 Mart 2023 Çarşamba

Günün izi:1

11 Mart 

Açıkladım

Bloğu açtığım günden beri hedefim, her ay 8 ileti yayımlamak. Ne eksik ne fazla. Bunun gerçekçi ve sürdürülebilir bir hedef olduğunu düşündüğüm için uyguladım. İlk anların yazma coşkusuyla bloğu doldurup hevesim, motivasyonum düştüğünde günlerce, haftalarca ara vermeyeyim, kendime koyduğum bir hedef, verdiğim bir söz olmadığı için yazmayı bırakmayı düşünmeyeyim diye aldığım bir prensip kararıydı. Aradan geçen bunca süre (kasım 2013'ten beri) bana haklılığımı gösteriyor. Bunun iyi yanları var. Muhakkak o sözü tutmak için ama orijinal uzun bir yazı, ama bir alıntı hiç olmadı bir Youtube videosu koydum ve paylaştım. Alışkanlıklar, pratik yaparak oturuyor neticede. Geldiğim nokta, yazmakla iyi kötü, hemen her gün ilişki kuruyorum. Yazı masasına oturuyorum. Kötü yanı kimi zaman yazılar sağanak gibi geldiğinde, hâlâ yazmak isterken yerim kalmıyor. O yüzden ayın kalanında, bahsetmek istediğim her şeyi buraya günlük notlar halinde yazacağım ve toplu olarak paylaşacağım. Bu yöntem hoşuma giderse, devamını getiririm. Hem avantajları da var. Paylaşmak istediğim ama uzatamayacağım kimi düşünceleri, okuduklarım, izlediklerim, gördüklerim hakkındaki kimi notları kısa kısa da olsa aktarma fırsatı bulurum. 

12 Mart 

Okudum

Hafta sonum iki arkadaş kitabıyla geçti. İşte ilki hakkındaki yorumum:



Tuhaf Şeyler Oluyor 

Notabene Yayınları'ndan çıkan, Yetgül Karaçelik'in yazdığı Ege Karadayı'nın resimlediği "Tuhaf Şeyler Oluyor" 4 yaş üstü okura iki kardeş üzerinden birbirini tanımaya, anlamaya, önyargıları kırmaya dair eğlenceli bir hikaye sunuyor. Erim, arkadaşı Görkem ile buluşmaya giderken annesinin zorla peşine taktığı küçük kardeşi Tuna’nın varlığından memnun değil. Onu yıldırmak ve kaçırmak üzere kafa kafaya verseler de, planları ters tepiyor. Tabiri caizse ava giden avlanıyor. Hikayenin başından sonuna kadar başı dik, yüzünden gülümsemesi eksik olmayan Tuna, bize cesaretin yalnızca bir şeylerden korkmamak değil aynı zamanda her koşulda kendin kalabilmek olduğunu da gösteriyor. Yetgül'e dair en canlı hatıram "yor dilinden kurtul Tuğba, oluş diline geç" nasihati olsa gerek. Haliyle salık verdiğini yapmış kendi metninde. Sinema televizyoncu olduğu anlatmayıp göstermesinden belli. Tekrarlayan sahnelerle çocuk okurda bir ritim yakalıyor. Hikayenin sonunda kazanan en küçük ve zayıf olan. Bu da çocukların en sevdiği şey neticede. 

Diğeri Filiz Gündoğan'ın yazdığı Başıma Gelen En İyi Şey

Onu da sonra yazarım. 

13 Mart

İzledim

Faraway 



Netflix'te yayında olan film, Türkiye'den Almanya'ya yerleşmiş bir ailenin etrafında dönüyor. Sonradan Hırvatistan'da bir adada olduğunu öğrendiğimiz taş evin içinden bir kadın görüyoruz. Bize her şeyi baştan anlatacağını vaat ediyor. Almanya'da bir evde buluyoruz kendimizi. Hemen cenaze arifesinde. Yaşlı komşu, kahramanımıza, Hırvat annesinin kendisine doğduğu adadan aldığı evin tapusunu ve Hırvatça yazdığı günlüğünü teslim ediyor. Annenin vasiyeti Katolik merasimle defnedilmek. Haliyle konuşma yapmak kızına düşüyor. O ise bu görevi kocasına devrediyor. Gel gör ki, kocanın aklı o sıra beş karış havada, kalbi mutfakta yeni işe başlayan Alman çıtır için hızlı hızlı çarpmakta olduğundan töreni de, konuşmayı da unutuyor. Öfkeyle kendisini kocasının restoranında bulan kadın onları kafa kafaya vermiş çalışırken ve gülüşürken görünce arabaya atlıyor ve yeni evini bulmak üzere yola çıkıyor. Çünkü bu, uzunca süredir kendisinden esirgenmiş, içten bir kahkaha, yaşam dolu, canlılık dolu. Her kaçış hikâyesinde olduğu gibi sonunda kendisine varıyor. Romantik komedi unsurları, nefis manzaralar eşliğinde anlatılan hikâye dört dilli. Almanca, Türkçe (çok az), İngilizce ve Hırvatça. 

14 Mart

Başladım 

Çigong 

Meryem, Cem Şen eğitimlerinde çigong yaptıklarını söylemiş, basit, tüm vücuda etki eden, meridyenleri harekete geçiren bir seri olduğunu, günlük pratiğine eklediğinde kendisini çok daha stabil, merkezde hissettiğini söylemişti. Dün bir öfke seli üzerimden geçip kumlarını bıraktığında aklıma geldi. Vardır bir yerlerde dur bir bakayım, dedim ve Youtube'ta Tarık Tekkan'ın 100 günlük açıklamalı, uygulamalı videolarını buldum. Ve denedim. Altı hareket. Ağaç pozu beni zorladı. Onun dışında yapılabilir. Yaşlılar ve fiziksel engelliler için oturarak yapılan versiyonu da var. 15 uygulama, her biri 6 gün olmak üzere erişime açık. Şifa niyetine bir adım attım. Bakalım gerisini getirebilecek miyim?

15 Mart 

Çektim

Bir melek kartı. Hem de Athena. Pallas Athena. 

Yunan mitolojisinin en garip doğum hikâyelerinde biri Zeus ve Metis'in kızı, akıl, sanat, strateji, barış ve savaşın tanrıçası Athena'ya ait olandır. Zeus, zeki ve bilge karısı Metis'ten ve ondan doğacak çocukların kendi iktidarını sarmasından korkar ve karısını yutar. Bu sırada Metis, çoktan Athena'ya hamile kalmıştır. Zeus'un kafasında bir şişlik belirir, gün geçtikçe de büyür. Çektiği şiddetli baş ağrılarına dayanamayan Zeus, Ateş tanrısı Hephaistos'tan en güçlü balyozuyla kafasına vurmasını ister. Hephaistos'un içinden miğferi ve zırhıyla Athena belirir ve "Ben Pallas Athena. Diğer tanrılardan saygı bekliyorum," der. 

Buna mitolojik bir hikâye diyerek geçmek mümkün değil. Zira erkekler kadınları yutmaya devam ediyor. Onları susturmaya, sindirmeye devam ediyor. Onların başarısını görmezden gelmeye, istisna olarak görmeye devam ediyor. Bilimin, sanatın, edebiyatın yanlı tarihini yazmaya devam ediyor. Hâl böyleyken kadının (çoğu zaman) ona tanınan özel alandan çıkması, aklıyla, yapıtlarıyla yer almaya cüret etmesi, kendisini o aklın yaratıcısı erkek zihninin içerisinden doğurarak ve farkına varmadan oradan gelecek onayı, saygıyı bekleyerek gerçekleşiyor. Bu erkeği otoriter kılıp kadınlara yönelik tacizin, mobbingin, ayrımcılığın önünü açıyor. Kadının susturulması, kendisini güçsüz, anlaşılamamış, hissederek eylemsiz kalması, dona yazması da bir cinayet değil midir? 

Çektiğim kart öfkeyle ilgiliydi. Öfkeyi iyileştirmekle ilgili. Öfkeyi sel olup kusmadan ona kulak verebilmek, onun yakıcılığından korunup iletmeye çalıştığı mesaja ses verebilmek büyük ölçüde anlaşılmak, duyulmak ile ilgili. Bu karta hamilik edenin Athena olması bunları çağrıştırdı. İçimdeki kızgınlık hem arttı hem de farklı bir yerden bakmamla yatıştı. Beni yatıştıran, içime dinginlik, huzur veren bir ezgiyi de çağırdı.

İkimiz birden dinleyebiliriz. 

Dinledim








10 Mart 2023 Cuma

Katil kim?

Çalışma odasındayım. Dişlerimi sıkmamak için yeni bir yol deneyeyim, uyku öncesi biraz gevşeyeyim, hafif alkollü bir meyve suyu içeyim, dedim. O andan itibaren buzdolabının kapağını her açışımda heyecanlanan Sani ile kovalamaca başladı. Burnunu bardağımın içine sokmak istiyor, tadına bakmak istiyor, ben bilgisayarda bir şeyler yaparken canı pencereden dışarı bakmak, bunun için klavyenin üzerinden yürümek istiyor. İstiyor da istiyor. İtirazım yok. Akşamları beni apartmanın bahçesinde karşılaması, henüz evden çıktığı halde "Annem gelmiş, annem gelmiş" edasıyla koşarak yanıma gelmesi yeter. Ama her içeceğimi de onunla paylaşmak istemiyorum. (Edit: içeceğimi yuvarladım gitti, kavga bitti) 

Masaya "Edebiyatımızda Kadın Yazarlar Sözlüğü" için istenen bilgilerimi yazmak için oturmuştum. Sonra auzefte bahar döneminin başladığı aklıma geldi. Hadi dedim, bu son dönemin, bu defa son dakikaya bırakma, bir bak bakalım derslere, dedim. Erken Çocukluk Eğitiminde Montessori Yaklaşımı dersinin ilk videosunu açtım. Kısa anlatım videosunu sıkılarak izledim. Ünite notlarına atlaya atlaya göz gezdirdim. Lisans yerine önlisans seçtiğim için çok mutluyum. Hevesim çok önce kaçtı ama başladığım için de bitiriyorum bir şekilde. Kalmış şurada bir dönem, dört ders. Ben altı yıl boyunca Marmara Diş Hekimliği'nin her türlü mobbingine, yıldırmasına maruz kalmışım, bunu mu bitiremeyeceğim! Adı heves mi, kendini bilmezlik mi emin değilim. Bazen zihnimin bir projeden diğerine daldan dala atlayan maymun misali geçtiğini görüyorum. Anlık haz maymunu iş başında. Bugünden kısa bir kesit: İnstagram'da dolanırken Balkanlarda bir yazar evinde burslu konaklama imkânı gördüm. Goethe Enstitü'nin kayıt sayfasına kadar gittim. Goethe deyince, Almanya'ya yerleşme planı yapan bir diş hekimi arkadaşım aklıma geldi. Bey kişisi de tanıdığından ona bahsettiğim zaman bana "Sen de Almanca öğrensene gidersiniz," dediği aklıma geldi. Arama motoruna tıkladım. Online Almanca Goethe yazdım. Önüme çıkan ilk sayfaya tıkladım. Kayıt hakkında bilgi almak için istenenleri de yazdım. Sponsorlu mu yazıyordu orada, ne dil okuluymuş, aman neyse... Akşamına arandım tabi. Hattın ucundaki kadın kendini tanıttı, ben de Goethe Enstitüsü yazmıştım, gogılda ücretli öne geçmişsiniz, yanlışlıkla sizin sayfanıza girdim, dedim, olan buydu çünkü. Karşımdaki nedense çok incindi. Lütfen bir yanlışı düzeltelim, biz çok iyi bir kurumuz, binlerce öğrencimiz var, size bir bayan olarak bu üslubu hiç yakıştıramadım, dedi. Ücret karşılığı meslektaşlarının önüne geçmek, bir başka kurum ismiyle aratma yaparken onun dahi önüne geçmek açıkça reklama girer baaa-yan demedim. Dil okulu değil, sağlık kuruluşu olsaydınız, meslek örgütünüz disiplin soruşturması açar, bu eylemin karşılığında para cezası öderdiniz de demedim. Sandığım kurum olmadığınızı söylemememin kadın olmamla ne ilgisi var da demedim. Teşekkür ettim, kapattım. Kadın ardımdan muhtemelen sövdü. Kurumları temsil eden, müşterilerle (bizim için hasta elbette) ilk teması, iletişimi sağlayan, telefonda konuşan kimselerin yaklaşımı önemli. Karşısındakinin söylediklerini kişisel olarak almamayı bilmeli, çağrıyı gerektiği yerde kibarca sonlandırabilmeli. Kıssadan hisse. 

Bugün lise whatsapp grubuna bir halı yıkamacıyla müşterisi arasında geçen telefon konuşması kaydı geldi. Adam, müşteri leb demeden leblebiyi anladı, gerekli açıklamayı yaptı ama konu sündü, sündü, sündü. Telafisi olmayan tek şey, zaman. Bu saçma, gereksiz zaman israfları, yaşamımızın sonuna eklenmeyeceğine göre, mümkün mertebe bir yere varılamayan konuşmalardan, konuşmacılardan uzak durmak lazım. 

                                                                      *

Akşam üstü kızımla konuşurken geçen gün okuduğum kompozisyonuyla ilgili yorumlarımı söyleme fırsatım oldu. Savaşın kötülüğünü, bakın işte savaş ne kadar da kötüdür didaktizmiyle anlatmak yerine hikâyeleştirme çabasını, iki farklı anlatıcı ve zamanda ileriye sıçrama şeklinde anlatım fikrini benimsemesini beğendiğimi söyledim. Hikâyeyi ortasından anlatmaya başladım, dedi. Alnından öpmedim tabi, izin vermez ama epey gururlandım. "Evet," dedim. "İn medias res". Hikâyeler ortasından başların ne anlama geldiğini açıkladım. Şimdiye değin yazdıkları içinde en çok beğendiği yazının bu olduğunu, en çok zamanı buna ayırdığını söyledi. Bu konuda da haklıydı. Yazmak, yazarak gelişir çünkü. Zeynep Cemali Öykü Yarışması'na özenmesini, yazmasını, kendisini sınamasını çok istiyorum doğrusu ama müdahale etmiyorum elbette. İçinden gelmeli. Tabi haberdar da olmalı. Sınıfta yazılanların konuşulduğu, yaratıcılığa alan tanındığı ortamlar hazırlanmalı, Türkçe öğretmenleri aracılığıyla. Bizim okullarda olan ise, kitap listeleri vermek, oradan soru soracağım diyerek okumayı zorunlu kılmak, okuma keyfini bir ders, sınanma aracına çevirmek. Okuma hazzının böyle verilemeyeceğini okullar da bugüne değin öğrenmiş olmalıydı. Kitaptan bölümleri birlikte okumak, sınıf içinde tartışmak, hakkında konuşmak, yazarı tanıtmak, ilginç bilgileri öne çıkarmak, onlarca yol varken denenecek, hâlâ kitaptan soru soracağım ısrarı çok anlamsız. Kitap okumayı sürdürmemizin en önemli sebeplerinden birisi merak. Okumayı en sevmeyen çocuk bile ilgisini çeken, bir sonraki sayfada ne olacağını merak ettiği bir kitap bulduğunda okuyacaktır. Neticede takip ettiği şey, ilgisini çeken hikâye. Kitap okumayı sevmeyen çocuk olabilir ama eğlenceli, komik, akıcı, merak uyandıran bir hikâyeye sırtını çevirecek çocuk var mıdır acaba? İş, kitapların da bir hikâye sunduğunu gösterebilmek, izlediği filmler, çizgi filmler, oynadığı oyunlarda olduğu gibi. Polisiye doğru bir tür olabilir örneğin. 

                                                                  *



Kâğıda gelen zam, en çok kitaplarda kendini belli ediyor, bir de çok af edersin tuvalet kâğıdında. İkisinden de vazgeçecek değiliz. Ama storytel gibi uygulamalar da fena halde göz kırparken kızım da demez mi, "Anne ekitap uygulamaları çok kitap satın alanlar için daha ucuz aslında." Çocuk haklı ama hâlâ kararsızım. Kitap satın alma hızım da okuma hızım da yavaşladı zira. Evde okunmayı bekleyenler varken yenilerine de, daha az gidiyor elim. Bu ara en çok okuyabildiğim, en rahat okuyabildiğim çocuk kitapları. Baş ucumda güzel bir yığın var. Şimdi bu yazıyı burada bırakıp Pera Palas'ta Onbir Gece'yle buluşacağım örneğin. Çocuklar için sıkı bir polisiye. Kahramanı Agatha Christie'nin kendisi olunca, içinde polisiye yazmak üzerine de tatlı notlar var. Kadim sorunun yanıtını arıyoruz hep beraber. Katil kim? Bayan Christie okuru şaşırtmak için önden numaralarını çekip biri kendi olmak üzere muğlak, muallak sahnelerle birkaç hedef gösterdi. Yanıltmaya çalıştığı kesin. Bakalım dedektiflerden önce katili bulabilecek miyim? En iyisi sözümü balla kesip romanla buluşmak. Daha alacak çok yol var. 


9 Mart 2023 Perşembe

Normal neydi?



(İlkbahar kapıda. Bu fotoğrafı gelmekte olanın müjdesi niyetine paylaştım.)

Güne her zamanki gibi başladım. Sani sabaha karşı gelip nazikçe dürttü. Beni yataktan kaldırmak için nazikçe ayak parmaklarıma dişlerini geçirdi. Ayağımı yorganın içine çekip sola döndüm. Kızımı gördüm. Ne zaman geldiğini düşünmeden yeniden gözlerimi kapadım ve biraz daha uyumaya çalıştım. 

Önce kızımın telefonunun alarmı çaldı. On dakika sonra benimki. Kalkınca telefonunun şarja takılı komodinin üzerinde yattığını gördüm. Sabaha karşı uykusu bölünüp spontane gelmemiş belli. Eni konu hesaplı kitaplı. İki yaşında verdiğim uyku eğitimi neredesin? 

Canlı yoga dersi teknik bir arıza nedeniyle on beş, yirmi dakika geç başladı. Görüntü bulanık, ses pek bir derindendi. Benim de işe on beş dakika daha erken gelmem gerekince, yarıda bırakıp çıktım. Derse içeri alınmayı beklerken koltuğun üzerinde dün akşam bey kişisinin kadınlar günü olduğu için katlayacağını beyan ettiği ama pek de elini sürmediği belli olan çamaşırlara giriştim. Giriştim de ne demekse artık. Kedi bahçede. Seslendim. Gelmedi. Çıkınca da bulamadım, göremedim. Kim bilir hangi böceğin peşinde koşturuyordu? 

                                                                                  *

Sürekli yazmak istiyorum. Canım o kadar sıkkın, o kadar ağlamaklıyım ki, ancak yazarsam hafiflerim sanıyorum. Öyle de olmuyor. Buraya yalnızca günlerimi nasıl geçirdiğimi yazabiliyorum. Her ne işe yarayacaksa. Kadınlar Günü vesilesiyle meslek örgütüm için iki, üç yazı yazmam gerekti. Çadır kentlere gönderilip elden dağıtılacak iç çamaşır ve kadın pedi paketlerinin üzerine yapıştırılan sıcak, samimi sözler, hepimizden bir selam, en nihayetinde. Umarım bir tebessüme yol açabilmişimdir, ya da dayanışma, güven hissine. Bir normalleşme lafıdır, gidiyor. Her şeyini kaybeden biri ne zaman normale döner? 99 depreminden sonraki yaz, sonraki yaz (kaç yıl sürdü sahi?) yazlığa giderken prefabrik konutların önünden geçtik. Minibüste bir durak ismiydi yıllar boyu. Sabahtan beri buruğum, canım sıkkın, ağlamaklı. Neyim var bilmiyorum. Belki yayına hazırlanan deprem sayısının röportajlarını okuduğumdan bilmiyorum. Hiçbir işe yaramıyorum hissi ne boğucu. Buradayım ve hiçbir işe yaramıyorum hissi ne yakıcı. Sahi bir işe yaramak için ne yapmak lazım? Ne kadar vermek? Neler yapmak? 

                                                                                   *

Dün oda bölgemizde çalışan gönüllü kadın diş hekimleriyle aynı Kadınlar Günü mesajını okuduk ve sosyal medya hesaplarımızda paylaştık. (Söz konusu metin: Depremin üzerinden bir ay geçti. Normal hayatın içinde bile yükü ağır olan kadınlar, çok daha dar alanlarda, yetersiz koşullarda hayatta kalmaya, bakım vermeye, sağlıklarını korumaya çalışıyor. Barınma, beslenme, hijyen gibi temel ihtiyaçlara erişim hâlâ güç, hâlâ yetersiz. Bir kez daha ekonomik krizlerden, doğal afetlerden, savaşlardan, göçlerden en çok etkilenen kesimin kadınlar ve çocuklar olduğunu görüyoruz. Hem acılıyız, hem de umutlu. Türkiye'nin dört bir yanından kadınlar, depremden etkilenen kız kardeşlerinin yaralarını sarmak için, hayatı yeniden kurmak için el ele veriyor. Çanakkale Diş Hekimleri Odası Kadın Diş Hekimleri Komisyonu olarak depremden kaçarak kentimize gelen kız kardeşlerimizin yanında olduğumuzu, ihtiyaçlarının takipçisi olacağımızı hatırlatıyor; 8 Mart Dünya Kadınlar Günü'nü umut ve dayanışmayla kutluyoruz.) 

Metni açtım. Telefonu karşıma koydum ve kayda geçtim. Bir kez çektim ve paylaştım. Videoyu izlerken dişlerimi sıkmaya bağlı, çene yüz bölgemde gelişen değişimleri net olarak gördüm. Çenem köşeleşmiş, sivrileşmiş, yüz kaslarım gergin, dudak köşelerim eşit çekilmiyor. İmdat! Minnoş minnoş yaşamak, kendi küçük hayatlarımızla meşgul olacağımız, sıkıcı hayatlar sürmek neden bu kadar zor? Tanpınar neden hâlâ haklı? "Bu ülke evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor," sözünü kastediyorum, anladınız. Bu ülke duygusal olarak ihmal eden, suistimal eden ebeveynler gibi davranıyor dersem çok abartmış sayılmam herhalde. O yüzden hiçbir sohbetin, hiçbir güzel geçirilen ânın etkisi kalıcı olmuyor. Duygusal olarak dengede kalmak, ip üstünde yürüyen akrobatın işinden zor kimi zaman. Gelecek cumartesiyi boş bıraktım o yüzden kendime. Kısa bir mola vermek ve biraz topraklanmak, gevşemek, rahatlamak için. Ne yapacağım şimdilik belirsiz. 

7 Mart 2023 Salı

Bizi ne iyileştirir?

Hollywood filmlerinde gerilimin zirveye taşındığı anlar vardır bilirsiniz. Süper kahramanımız yine bir gün insanlığı kurtarırken, patlamaya saniyeler kala mavi düğme mi kırmızı mı sorunsalını çözer ve insanlık rahat bir nefes alır. Bir sonraki sefere kadar. Malûm insana hiç rahat yoktur kendisinden. (Bu da hakkında yazdığım pek hoş bir kitaptır aynı zamanda. Gözden kaçtıysa şuradan okunabilir yazı). Süper kahramanın yanlış düğmeye bastığı vaki değil ama ben bastım. Bu bir film olsaydı gerilimi askıya almak için yeni bir sekansa geçerdim. Veyahut kapı çalardı, telefon çalardı ama böyle ucuz Hollywood numaralarına girmeyeceğim elbette. Yerim dar bir kere, yazının olanakları görsel sanatlara göre daha sınırlı. Yazının olanakları demişken kızım geçen gün yazdığı kompozisyonu göstermek istedi bana. Sen yazarsın ya, belki okumak istersin, dedi. Okudum. Ufak tefek imla hataları, kelime tekrarları vardı ama düzayak bir teknik değildi kesinlikle. Kompozisyon savaşın kötülükleri hakkında idi. Bunu didaktik bir şekilde anlatmak yerine örnek bir olayla, yıkılan hayatları, hayal kırıklıklarını gösteriyordu. Muazzam bir kutlamanın, mutlu bir ânın hemen içinde başlayan anlatı iki kahramanın ağzından sırayla anlatılıyor, kayıpla devam ediyor, zaman atlamasıyla kaybedilen ve telafi edilemeyen bir sevgiye bakıyordu. Aferin kızıma dedim içimden. Dışımdan diyemedim çünkü babasıyla kedili, bebekli, komikli videolara dalmıştı. Kaldı.
Yarım kalan tek şey bu değil. Düğmeler diyordum. Bloğumu wordpresse taşıma esnasında bloğu içe aktar, dışa aktar diye iki seçenek çıktı. Emin olamadım ikisini birden seçtim. Bloğum hop diye havalandı wordpresse yerleşti, blogspotta da ikiye katlandı. O günden beri ara ara, elim değdikçe mükerrer yazıları siliyorum. Hâlâ silinecek, 140 civarı yazı var. Az kaldı, bitecek. 
Az kaldı, bu fazlasıyla uzun sürmüş sultanlık da bitecek. Ötekileştirdiği kim varsa, aynı çatı altında, cumhuriyetin 100. yılında indireceğiz tek adamı, çok kişi olacağız, bütün başkanlara "hayır" diyecek, yeniden parlamenter sisteme döneceğiz. Yeri gelmişken Hüsnü'cüğüm Arkan'ımı da dinleyelim. 




(Hüsnü Arkan'ın yalnızca müzisyen olmayıp romanlar da yazdığını biliyor musunuz?)

Roman demişken dün Timaş Genç'ten yeni kitaplarım geldi. İçinden okumak bizi iyileştirecek notu da çıktı. Bir iyimserlik, bir hoşnutluk yayıldı bünyeme. Gece yarısına doğru yerleştim yatağa, yığının içinden ilk kitaba başladım. Kayahan Demir'den "Pera Palas'ta Onbir Gece"
Pera Palas gibi sembol bir mekânın anlatının merkezinde olmasını, kent ve kentlilik bilincine de hizmet etmesi açısından anlamlı buldum. Agatha Cristie'nin roman kahramanı olması, birinci tekil ağızdan hikâyesini anlatması hoşuma gitti. Dil keyifli. Merak uyandırıcı. Vaadini yerine getirecek bir roman gibi duruyor. Başlangıç olarak benden kesinlikle geçer not aldı. Bitirmeden kitap tavsiye etmek belki yersiz ama paylaşmak istedim. 
Okumanın güç olduğu zamanlar var. Yine onlardan birinin içindeyiz. Çocuk ve gençlik romanları bu odaklanamama meselesini aşmamda daima yardımcı oluyor. Çocuk kitaplarından öğreneceğimiz çok şey var aslında hem okur hem de yazar olarak. Okur olarak iyiliğe, umuda, dayanışmaya inancımı arttırıyor, yazar olarak da "olay örgüsünü ihmal etme kızım!" diyor. İçimde bir yerlerde roman, mümkünse çocuk ya da gençlik romanı yazma isteği var, eylemi olmasa da. Uzun yazmaktan imtina eden yanımla uzlaşmam gerek bunun için. Ve kafamı toplamam. Ve bir çalışma planı bulmam, yazmaya koyulmam. Şu an o dönem değil, farkındayım ama günün birinde yazarım belki. 

Bu yılın muradı arasına girer mi emin değilim. Bu yıldan en belirgin muradım her hafta bir arkadaşımla buluşmak, sohbet etmekti. Akşam epeydir görüşmediğim bir arkadaşımla buluşacağım. Fincana kahveler koyup boşaltacağız çünkü insan insanı iyileştirir. 



5 Mart 2023 Pazar

Zemheri kış ve kimi okumalara dair notlar

Sevgili okur, 
Uzunca bir süredir yalnızca bloğa zihnime üşüşenleri yazıyorum. Şubat ayında Çanakkale mektuplarının üçüncüsünü yolladım. Hepsi bu. Bir zamanlar öyküler yazdığıma kim inanır, Kadir İnanır. Soğuk espri gülümsetmekten dahi uzak biliyorum ama şaşkınlığım baki. Yazdıklarıma yabancılaşmış durumdayım. Üç kitap, iki bekleyen dosyanın ardından yazma mevsimim tam anlamıyla zemheri kış. Her şeyin üstü buz tutmuş gibi. Kış uykusu gibi gelmiyor ama bu suskunluk. Döngüsel bir zaman gibi değil. Kışın ardı baharmış gibi değil. Sanki bir şey oldu, dünyanın çivisi çıktı, iklim değişti, bir anda her taraf buz tuttu, öyle bir donma hali gibi. Yazar tıkanıklığı romantikliği değil anlayacağın. Çirkin Ördek Yavrusu masalının  Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabındaki versiyonunu hatırla. Çirkin kovulur hani köyünden, kışı geçirdiği göl donar, kanadını çırpamaz hale gelir ya, öyle bir donma hali bu ara üzerimdeki. Çiftçinin tekinin gelmesini, buzu kırmasını mı bekleyeceğim bu durumda? Bilmiyorum. Ama her şeyin bir mevsimi varsa, bir döngüsü, yaratıcı yazma kısmında tam anlamıyla zemheri kış sürüyor. 
Neyse ki bloğum var, buraya yazmak, hiçbir şey yazmamaktan iyi geliyor. Hiç aklımda yokken buraya yazarken çıkan kimi öykü fikirlerini, taslaklarını anımsayıp sevinebilirim ya da hiçbir şey ummadan iç dökmeyi sürdürebilirim. Biliyorum yazmak kadar yazmamak da hayata dahil. Biliyorum formül basit: yazarsan yazarsın yazmazsan yazmaz. Biliyorum okur varsa yazar da vardır. O yüzden sayıklamayı kesiyorum, kendim hakkında şikâyet etmeyi de. 
Puslu bir Çanakkale öğleninden merhaba!
Hava hayli kapalı, yağmurlu. Süslü kelimelerle betimlemiştim manzarayı ama sildim. Yeri değil çünkü. Hava yağmurlu. Evde kalıp kitap okumalık, film izlemelik bir hava. Arkada çamaşır makinesi çırpınıyor. Mutfakta beyaz lahana, ıspanak, pırasa beklemekte. Yufka da istiyorum demiştim manava. Poşetin içine koymamış. Eve gelince fark ettim. Yoksa ıspanaklı börek olacaktı fırında. Yanına tavşan kanı çay. Beyaz lahanayı KFC usulü lahana salatası için aldım. Dün mayonez kavanozunun dibini sıyırıp yaptım. Az oldu haliyle. Kız, arkadaşlarıyla dışarıda. Söylesem alır belki. Biraz daha yaparım. Kalanıyla da kapuska. Zeytinyağlı pırasa, ıspanak borani. Sebzeleri bekletmeden bugün pişirmek istiyorum. Olamaz mı olabilir. 

Ancak o zaman evin, şu yağmurlu günün keyfini sürebilirim belki ama önce biraz yazmak, masamda oturmak, ara ara pencereden dışarı bakmak, yeşil tarlaları, karşı tepelere inen sisi izlemek ve yeniden yazmak istiyorum. Bey kişisi dizi izliyor, çamaşır makinesi gurul gurul. Sani beni arabadan inerken görünce arkadaşıyla beraber koşa koşa yanıma geldi. İkisine de mama vereyim diyene kadar kız arkadaşı kayboldu ortadan. Balkondan bahçeye inen merdivenlerin altında yağmurdan korunuyor olabilir. İyi anlaşıyorlar. Herkes kendi türüyle, kendi benzeriyle arkadaşlık etmek istiyor neticede. Şefkatli Ebeveyn Günlükleri'nin 47.sinin çevirisini yaptım dün gece. Uçaklarda oksijen maskesini önce kendinize takın uyarısı vardır ya, o türden bir ipucuydu. Çocuğundan empati almayı bekleme. Eşin de her zaman bunu sana vermeyebilir. İhtiyaç duyduğunda sana empati verecek arkadaşlarını ara, diyordu. Hazır çevirmişken günlüğü de yazmaya başlayayım dedim ama pek tadım yoktu. Tam da empati ihtiyacı duyduğum türden bir akşamüstü yaşamıştım. Arayabileceğim bir arkadaşım deprem bölgesine gönüllü gitmişti bir başkası antidepresana yeni başladığını etkilendiğini söylüyordu. Onun çocuğu, berikinin bilmem nesi derken elimin boş kalacağını hissettim. İkinci kez izlediğim Good Place dizisinin son sezonunu açtım. Chai latte yaptım. Ilık, baharatlı, sütlü içecekler de şefkat dolu neticede. Ardından uzunca bir banyo keyfi gelebilirdi belki. Uykum vardı, yatağa gittim. Eve Dönmenin Yolları'nı bitirdim. Bugün için okuyacağım kitabı seçtim. 
Bir çocuk kitabı: Arkadaşlık Beklemez. Kırmızı Kedi'den. Kitaplı, kedili, pastel renklerde resimli, sakin, insanı sarıp sarmalayan bir kitap belli. 
Bu yıl güya okuduğum kitapları İnstagram'dan paylaşacaktım. Yalan oldu. Yazmayınca neler okuduğumu da hatırlayamıyorum. İşte aklımda kalanlar: 

Muhtelif Evhamlar Kitabı
Ömür İklim Demir'in 2015'te yayımlanan ilk öykü kitabı. Ondan okuduğum ilk kitap oldu. Konu seçimleri renkli, zengin. İlk iki öykü Onat Kutlar'ın ağır yaralandığı, hastanede hayatını kaybettiği The Marmara'daki patlamayı, oteli kendisine mekân seçiyor. Birbirine bağlı, sonu şaşırtmacalı. Genellikle büyük şaşırtmacalar var öykülerin sonunda. Bir şeyler hiç de göründüğü gibi değil. Öykünün sonunda aslında hiç de öyle olmadıkları belli oluyor ama her zaman sezmek de mümkün değil. İlk kitaplara özgü, kendi gerçekliğinin ötesine geçememek, kendi içine dönmek gibi şeyler yok. Bununla beraber dildeki kimi benzetmeler biraz tuhaf, birbirine hiç de benzemeyen, karşılığını oradan aramayacağın türden ve dikkat çekecek kadar fazla. İlk elin günahı olmaz, derler. Hem okur da sevmiş, onuncu baskıydı, okuduğum, kime ne, bana ne o halde. 

Mavi Kanatlar 
Jef Aerts'in yazdığı Genç Timaş'tan çıkan bir çocuk romanı. Kızımın ocak ayı okuma listesindeydi. Vietnam'a giderken götürdüğümüz kitaplardandı. (Sahi biz Vietnam'a gitmiştik. Ne güzel bir geziydi. Etkisi sürerdi daha, yazardım buraya izlenimlerimi deprem olmasaydı eğer.) Benzerini çok okuduğum türden bir kitap. Boşanmış ve yeniden evlenmiş ebeveynler, yeni aile, gıcık üvey kardeş, hiperaktivite, dikkat eksikliği, öğrenme güçlüğü vb. özellikleri olan bir çocuk, onun istemeden yol açtığı karmaşalar, verdiği zararlar, önyargılar, ikinci kurulan ailenin neredeyse parçalanma aşamasına gelmesi, sevginin gücü, önyargıların yıkılması, verilen zararların telafi edilmesi, mutlu son. Benzer bir seyri izleyen kitapta öğrenme güçlüğü yaşayan büyük ağabey, yaralı bir turna kuşuna uçmayı öğretmek için küçük erkek kardeşinin çatıdan düşmesine, bacağının kırılmasına yol açınca bakım evine yatırılması gündeme gelir. İki kardeşin buna hiç niyeti yoktur. Yaralı turna kuşunu da alarak kuşların göç ettiği güneye doğru yol alırlar. Onların kaçışı, ailenin iz sürmesi, güçlü kardeşlik bağı, üvey kız kardeşin onlar için endişelenmesi, aralarındaki bağa imrenmesi, yeniden bir araya geliş, mutlu son. 

Mösyö ve Arşidük 
Verda Sönmez Anıl'ın yazdığı bir çocuk kitabı. Kırmızı Kedi Çocuk'tan. Hippo yaz tatilini halasının çiftliğinde geçiren bir çocuk. Bir gün tavan arasında eski bir kitap bulur. Sayfaları çevirir ve kendisini oraya çok benzeyen ama başka bir zamanda bulur. Bu eski kitabın içine hapsolmuş Mösyö adlı kedi ve Arşidük adlı çocuğun sıkıştıkları sayfadan kurtulması için hikâyelerinin yazılması gerekmektedir. Hippo her gün eski kitabın sayfaları arasına girer ve hikâyeyi sürdürür. Hippo reel dünyada uslu uslu oturur. En büyük yaramazlığı halasının ağzına tıkıştırdığı yemekleri yememek için tavan arasına kaçmakken macerayı bu paralel evrende yaşar. Pek sevmedim açıkçası. 
Maceranın ancak yazılmakta olan bir kitabın sayfalarında yaşanıyor olması, bizim yerli yazarlarda çokça gördüğüm türden bir seçim. Eğer bir macera varsa, evden uzaklarda birtakım riskli işler yapılacaksa bu, çoğunlukla gerçeküstü bir yerde yaşanıyor. Kendi yazdığım çocuk kitabında, çocuğu hep aile bireyleriyle yazdığımı ancak kitap yayımlandıktan sonra fark ettim. Çocuklar için yazarken bile onları koruyup kolluyoruz. Nefesimiz her daim enselerinde. Devam kitabını yazarken neyse ki bunun farkına vardım. Pelin'i arkadaşlarıyla evin dışında, okul bahçesinde arkadaşlarıyla da yazabildim. 

Eve Dönmenin Yolları
TDB Dergi'ye yazmak için yeniden okuduğum bir kitap. Üst kurmaca. Yazılmakta olan bir romana ve romanın yazarının yaşadıklarına, roman hakkındaki düşüncelerine bakıyoruz. Yazılmakta olan roman çok daha ilgi çekici. Roman yazarının yaşadıkları lineer bir zaman seyri izlemiyor. Elbette gün gün, saat saat okumayacağız olanı biteni ama fazla kesik kesik geldi bu ikinci okumamda. Hiç de öyle ilk seferdeki gibi ayılıp bayılmadım. İçinde okur yazar olmaya dair tatlı anektodlar var, örneğin okurken yüzünü kapamak, yazarken yüzünü açmak gibi. O yüzden roman içindeki yazarın, yazdığı romanın içinde yüzünü açarak kendinden bir şeyler yazdığını da öne sürmek pekala mümkün. Pinochet rejiminin sarstığı insanları 1985'te yaşanan çok az can kaybına yol açan bir depremle kıyaslamak, birlikte anlatmak çok güzel bir seçim olmuş. Depremde zemine duyduğunuz güveni kaybediyorsunuz, diktatörlüklerde her şeye duyduğunuz güveni. O kısımlarda da tatlı benzetmeler, sizi düşündürecek yerler var. Ağır bir deprem hikâyesi değil. İçinden geçtiğimiz günlerin ağırlığı sizi okumaktan alıkoyamayacaktır, merak etmeyin. Ama şuna hayıflanacağınız kesin. Şili gibi çok yoğun sismik hareketlerin olduğu bir coğrafyaya konuşlanan, dünya üzerinde kaydedilen en büyük depremin yaşandığı küçük, ekonomik olarak bizden hiç de ileride olmayan bir ülke, depremleri küçük maddi hasarlarla atlatırken biz 7'yi geçen her depremde neden on biner, on biner ölüyoruz? 6 Şubat'ın bir milat olması, Türkler bu depremden çok ders aldı diye anılabilmeyi içtenlikle temenni ediyorum ama daha yazarken biliyorum ki bu ancak ve ancak bir ütopya. Kelimeler geldi yine kendiliğinden, depreme bağlandı. Bu haldeyken ocak ve şubat ayı okumalarımdan aklımda kalan dört kitabı özetleyebilmem büyük başarı doğrusu. 
Ya sen nasılsın? Kitap okuyabiliyor musun? Dikkatini okuduklarına verebiliyor musun? Yoksa kendini sosyal medyayla, dizilerle mi uyuşturuyorsun? Severek okuduğun kitaplar, izlediğin filmler varsa önerilerini duymak isterim. Sevdiğin, sevmediğin kitaplardan, kendinden, kaygılarından bahsetmek istersen buradayım. Malûm çocuklarımız, eşlerimiz, ailelerimiz her zaman bize empati vermek için uygun değil. Telefonun ucunda değilsem de, klavyenin bu yanından kelimelerimizle birbirimizi sarabiliriz. Kendine karşı sevgi, anlayış ve şefkatle dolu olacağın bir pazar günü geçirmeni dilerim. 
Not: Kız aradı. Bizi gelip sen alsana. Marketten mayonez de alırsın hem, dedi. Çocuk haklı. En iyisi üzerimi değiştirip çıkmak. 
Sizi bilmem ama eski Yeşilçam şarkılarını dinlemek hoşuma gidiyor. Bu da ara ara dilime takılanlardan. Pazar neşesi olarak gelsin. 









4 Mart 2023 Cumartesi

Bir köpeği özlemek ya da ikisini

Dün akşam bir hastamın bileğinde marteniçka gördüm. Geçen yıl kızımla tüm sınıfa yetecek kadar marteniçka hazırlamışlığımız olmasına karşın bu sene içimde zerrece istek yok. Hoş bu Balkan adetini ilk kez geçen yıl yapmıştım. Dileğimi net olarak hatırlamasam da muhtemelen olmadı. Neyse hevesimi Hızırellez'e saklayayım. Ben zaten Hıdırellez insanıyım. 

Gelmiş geçmiş en güzel Hıdırellez kutlamam pandemi mayısına denk düşüyor, karavanı sahile çektiğimiz bahara. Kumsalda ateş yakıp üzerinden atlamıştık. Dileklerimizi kağıda yazmış, çizmiş, gül ağacına asmıştık. Kamp yerinde üç aile, dört çocuk, üç köpek, iki, üç kedi idik. Çocukları tembihlemiştim. Sabah uyanınca dileğinizi gül dalından alıp denize atacaksınız ve kimseyle konuşmayacaksınız diye. Ertesi sabah birer pandomimci gibi hareket eden, konuşmamayı güç bela başaran çocuklar mekik dokuyordu gül ağacıyla sahil arasında. Ne günlerdi ama! 




En çok tüylü dostumuz Cips'i özlüyorum. Hiç de köpek insanı olmamıza karşın kızımla kurduğu duygusal bağı, sabahları karavanın önünde uyanmamızı beklemesini, yemek yerken ayaklarımızın dibine yatmasını... Çocukların onun için bestelediği şarkıyı. 

"Cips! Cips! Ben şapşal bir köpeğim. Paşa'nın sevgilisiyim. Ben onu sevmem ama ..." Gerisini hatırlamıyorum. Hafıza dediğimiz şey gedikli bir yapı neticede. O bahara değin bir ismi dahi olmayan bu tatlı arkadaş, Paşa ile çiftleşsin diye kaldığı taş atölyesinden kamp yerine geldi. O bahar şantiyede kirlenmiş tüylerinin epeyce beyaz olduğu da anlaşıldı. Ve de kulaklarının ağır işittiği. Paşa ve Cips sevgili olamadı. Cips'in ilk günden gönlü yoktu. Ama yaz sonu Paşa'nın ailesine katılıp uzaklara gitti. Onu aileye teslim eden şantiye şefi arkadaşımızdı. Çiftleşmesi için oğullarına dişi Jack Russel arayan aileye bırakırken sonrası konuşulmamıştı ama şantiye şefi de mutluydu. Daha nezih bir yere taşındığı için, serbestçe koşturacağı için, çocuklarla oynayacağı için. Cips yeni ailesiyle taşınmadan önce onu bir hafta sonu misafir etmeye karar verdiğimizde karavanı kamp yerinden çekeli iki, üç hafta olmuştu. Cips ile vedalaşmak, onunla birkaç gün birlikte olmak istedik. Regl olduğu, biraz huzursuz olduğu söylendi bize. Şantiye şefi onu kamp yerinden aldı, kızımın yanına götürdü. O saatlerde çalışıyordum. İlk karşılaşmalarına tanık olamadım. Annemin ifadesine göre kızımı görür görmez kuyruğunu sallayarak koşturmuş, patilerini dayamış, sevinçle yalamış onu. Doğrudur. Misafirliği boyunca hep yanımızdaymışçasına uyumlu ve uysaldı. Sevgisini, özlemini hep gösterdi. Hem o hafta sonu hem de kamp yerinde konakladığımız süre boyunca. Yürüyüşlerde eşlikçimiz, mangalda masa altında ya da şezlongta sabırla bekleyenimiz. Kızımla hâlâ arada kulaklarını çınlatıyor, onun gitmesine seyirci kalmakla hata yaptığımızı düşünüyoruz. Özellikle de yürürken. 

Hafıza dediğimiz şey, dipsiz bir kuyu. Hangi kelimenin, imgenin hangi kapıları açacağını, hangi anıları çağıracağını tahmin etmek mümkün değil. Hiç aklımda yokken Cips'i hatırladım, dostluğumuzu. Onunla tanışmazdan yalnızca altı, yedi sene önce köpeklerden ölesiye korktuğumu, görünce karşı kaldırıma geçecek denli ürktüğüm bilinsin. 



Korkumu yenmeme sebep, yine bir kamp yerinde tanıştığımız Golden retriever idi. Onunla ilgili zihnime en çok kazınan sahne, çocuklarla beraber hop diye denize atlaması, kızım simidinin içinde yüzerken onun kuyruğunu bir dümen gibi tutması, Bal'ın da hiç itirazsız yüzmesi... 

Köpek korkumu yendiğim için memnunum. En büyük motivasyonum kızıma hayvan korkusu yerleştirmemek, onun hayvanlarla dost olmasının önünü açmaktı. Bunu sağlayabildiğim için kendimi takdir ediyorum. Hatırla! Birkaç gün önce "Dünya İltifat Günü"ydü. Dolayısıyla kendime birkaç övgü yollamamda bir sakınca yok. Canım ben! Ne iyi ettin de köpek korkunu yendin! 

Sizin de canınız kendinizi övmek ya da iyi ki ile başlayan cümlelerinizi sıralamak isterse yorumlarda buluşalım. 


1 Mart 2023 Çarşamba

Bu darlığı alın artık üstümüzden

Başlangıç için bir güzel türkü. Türküler ne derse, doğru der, çünkü. 

"Sen bizden daha yükseksin

Daha yakınsın Hakka

Seslen ona söyle 

Bu darlığı alsın artık başımızdan"




Yeni bir ay, martın biri. 

Zor, çok zor bir ayı geride bıraktık. Hâlâ yapacak çok iş var. Hâlâ çadır, battaniye, gıda gibi temel yardımlara ihtiyacı olanlar var. Bir yandan da stkların, kurumların, derneklerin orada sağlıktan, travma sonrası desteğe kadar geniş bir alanda destek sağlamak üzere organizasyonlarını tamamladığını, çalışmalarını başlattığını izliyoruz. Türk Diş Hekimleri Birliği olarak biz de artık sahadayız. Şimdilik Antakya merkez ilçe, Adıyaman ve Kahramanmaraş'ta dört konteynır, iki otobüs toplam on bir ünitle acil diş hekimliği hizmeti vereceğiz. İsmimi gönüllü listesine yazdırdım. Ayrıntıların belirginleşmesini, hizmet zamanımı ve yerimi öğrenmeyi bekliyorum. Bir yandan gitmeyi, orada sağlık hizmeti sunmayı, bölge diş hekimleri odalarının, meslektaşlarımın yanında olmayı çok istiyorum. Bir yandan da korkuyorum. Ya duygusal olarak zorlanırsam, çuvallarsam, beceremezsem gibi kaygılar yokluyor ama denemeden bilmenin imkânı yok. Oradaydım, sorumluluk aldım, yardım ettim demenin vicdani bir yanı var, hele bizimki gibi doğrudan halk sağlığını ilgilendiren mesleklerde. Umarım zannettiğimden güçlüyümdür ve bir işe yararım.

                                                                              *

Laptopum sos veriyor. Bir hastamın müdahalesi günü kurtarmıştı ama bambaşka tuhaf arazlar veriyor. İmleç bıraktığım yerde durmuyor. Bir de bakıyorum kelimeler karışmış, hem de ne karışmak, üç beş cümle öncesine gidiyor kimi, kimileyin ileriye atlıyor. Acımasız bir editör gibi siliyor cümlelerimi. Oysa benim alışkanlıklarım var. Ben yazılarımı doğrudan bloğun içine yazarım. Bu sayede evde, işte yazılarımı sürdürmek mümkün oluyor. Ama taslağın içinden hop diye kesilince, geriye koca bir beyaz boşluk kalıyor. Yeniden yazmak mümkün elbette. Şu anda yaptığım gibi ama tam olarak aynısı olmuyor. Nazlı, yorgun laptopumla uzlaşmam gerek. Onu ıskartaya çıkarmanın hiç sırası değil. 

                                                                              *

Evet, evet, bu laptop kesinlikle beni sınıyor. Yoksa üçüncü kez niye silsin şu paragafı! 

                                                                            *

Vardır bir kerameti diyerek o mevzuya girmeyeyim en iyisi. Yoksa geçen ay hemen her gün yoga yapabildiğimi, daha dik durduğumu, kendimi daha güçlü hissettiğimi, çoğunlukla çalışan anne yemeği pişirmeme karşın bu akşam tutumlu anne yemeği pişirdiğimi dinleyecektiniz mazallah. Oh sessizce çekilebilirim buradan. Çek yeni bir paragraf. 

                                                                        *

Bu aralar kimi güzel kimi eh işte dedirten pek çok çocuk kitabı okudum. Belki bu ay çocuk kitapları hakkında yazmaya geri dönebilirim. Unutmazsam eğer! Niyet olmadan eylem gerçekleşmez ne de olsa. 

                                                                       *



Bugün "Dünya İltifat Günü" imiş. Pek güzel günmüş. Sevdim doğrusu. Takdir edilmek, onaylanmak, kabul görmek önemli ihtiyaçlar. Çoğu zaman iyi olan hakkında tek kelime etmiyoruz da eksik kalanları bir çırpıda sayıyoruz. Oysa, bugün 1 Mart. Hadi sevgili okurum, evde ailenle, arkadaşlarının yanında her neredeysen, övgü, iltifat toplarını at. Çünkü sen tanıdığım en şefkatli, duyarlı, oyuncu okursun. Göreyim seni. Övgülerinden kendin de nasiplenmeyi unutma lütfen!