31 Mart 2022 Perşembe

Bahara doğru



Ayın son günü geldi çattı. Leylek görmeye gidemediğimizden mütevellit marteniçkalar bileklerimizde. Bu adetlerin çıktığı dönemlerde yaşam alanları bu kadar betona kesmediğinden doğa, leylek görmek zor iş olmasa gerek. Şimdi ayrı bir mesai, çaba gerektiriyor. Öyle başını göğe kaldırmakla bitmiyor. Hem kim kaybetmiş de ben bulayım başı göğe kaldırıp uzun uzun bekleyecek zamanı. Güneş görmeden kapalı mekânlarda çalışıyorum. Doktora son gittiğimde bol bol güneş alın, dedi örneğin. Kendini de kattı işin içine. Siz de bizim gibi kapalı yerlerde çalışıyorsunuz, dedi. Doktorları dinlemeli. 

Neyse ayarladım işi gücü. Yarın güneş almaya çıkacağım. Çocukların sınavları başladı. Bugün matematik sınavı var. Pazartesiye kadar mola. Kutlamaya değer bir gün. Kızları okuldan alıp sahile gideceğiz işte. Top oynayıp koşturacağız ortalıkta. İlkokullara çıkan ikindi kahvaltısında gözleri kalmış. Pişi yapamam ama mozaik pasta çantada keklik. Kendime de kot almalıyım, kadifelerden kurtulup. Yapacak iş çok. Mevsim geçişleri kolay değil. Uyumlanmak çaba istiyor. Gözlerimin kızartısı, seri hapşuruklar da azaldı. Bu yıl da yırttım galiba bahar alerjisi denen illetten. 

Köye gidip leylek mi görelim, sahilde zaman mı geçirelim ikilemini çözdü Deniz. Mart devrilince 1 Nisan günü marteniçkaları çıkarıp çiçeklenmiş ağaca iliştirmek caizmiş meğer. Çiçeklenmiş ağaç bulmaya kaldı iş. Şehirde hâlâ rastlıyoruz. Nesli tükenmedi daha. Buluruz elbet. Koskoca sahil. Olmadı apartmanın bahçesi var. Yan binadaki erik de pek heybetli. Sabah sarktım pencereden. Kızın arkasından bakıyorum. O tarafta çiçekli ağaç yok. İki binanın arasına sıkışmış fıstık çamı anca. Çocuklar da bahara uyuyor bu ara. Huyları pek terelelli. "Benimle hiç kibar konuşmuyorsun anne," dedi biri. Dinlemek istediğimden değil. Kulak misafirliği. Annenin sesi alçak, çocuk ısrarcı. Çocuklara karşı kibar olmak gerek. En kolay onlara karşı nezaketimizi yitiriyoruz nedense. Bir de kendimize. Akılda tutayım bunu. Lazım olur.

Dün editörüm aradı. Öykülerimden birinde geçen bir hayvanın adını sordu. Akşam telaşı içindeydik ikimiz de. Neydi o, orni, bir hayvan vardı, dedi. "Ornitorenk mi?" derken yanıt bulundu. Ben yazmadım, dedim. Ben bu kelimeyi ilk kez senin öykünde duydum, Yemin ederim ama ispatlayamam, dedi. Gülüştük. Yazmadığıma eminim ama ısrar etmedim. Editörleri kırmamak gerek. Onlar da gün ışığı görmeden çalışıyor. Ornitorenk ismini duymuşluğum var ama neye benzediğini kat'a bilmiyordum. Evdekilere sordum. Ornitorenk nasıl bir hayvan diye. Hemen bildiler. Gogıl sağolsun eksikleri söyledi. Sürüngenden memeliye geçişin ilk örneklerinden sevimli bir hayvanmış. Yavruları yumurtadan çıkıyor, ama memeli. Meme ucu da yok allah sizi inandırsın ama süt veriyor. Yavrular meme derisinden akan kesintisiz sütü yalayarak karınlarını doyuruyor. Memelilere göre vücut sıcaklığı yaklaşık yedi derece düşük. Gaga gibi görünen bir ağzı, kunduz gibi bir kuyruğu var. İyi bir de yüzücü. Tek delikliler diye anılmasının sebebi cinsel organ, idrar yolu ve boşaltım sistemi kloak denen tek bir delikte toplanması. Fen, matematik mezunu olup diş hekimliği eğitimi almama rağmen biyoloji bilgim eksikli gedikli. Canlıların hayatta kalmak, yaşadıkları doğaya uyum sağlamak için gösterdikleri çaba muhteşem. Kıssadan hisse de lazım bunca kelimenin ardına. Karanlığı bilimle fethetmek için "Evrim Ağacı" izleyin. Hisseyse hisse işte!

* Bu şahane görseli şuradan aldım. 

Zamanı var daha ama neşeli bir Hıdırellez şarkısı çekti canım. Sizden de esirgemeyeyim.





28 Mart 2022 Pazartesi

Küp içindekini sızdırır*

 


Kekeme Hamlet 10 yaş üstü okur için yazılmış bir ilk gençlik romanı. Yüzeyde liseye yeni başlayan, kekemeliği nedeniyle dışlanmaktan korkan, tiyatroyu çok seven, en büyük hayali sahneye çıkmak olan bir çocuğun kendi içindeki güçlü çatışmaları ailesi, yeni sıra arkadaşı Turgut ve adaşı Hikmet öğretmenin de yardımıyla yendiğini gösteren bir iyileşme, büyüme hikâyesi. Bu hikâye aynı zamanda olağandan farklı görünenlerin maruz kaldıkları alaycılığı gösterirken, sanatın duygulara hitap eden, birbirini anlamayı kolaylaştıran, iyileştirici yönüne de vurgu yapıyor. Doğrudan Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar ve William Shakespeare’in Hamlet’iyle bağ kuran romanı, yazarı Doğukan İşler ile metinlerarasılık ve yeniden yazım üzerinden konuştuk.



 

Kekeme Hamlet on yaş üstü her okurla farklı seviyede konuşabilen bir metin. İçine bunca edebi oyunu sığdırdığı halde asıl hikâye dışlanmaktan korkan, içinde güçlü çatışmalar yaşayan bir çocuğun aile, arkadaşlık ve sevgi sayesinde hayallerine kavuşması hikâyesi. Hikâye nasıl doğdu, gelişti?

Romanın asıl çıkış noktası, “ilk gençlik” diyebileceğimiz hedef yaş grubuna hitap edecek kitapların büyük bir çoğunluğunun çeviri eserler oluşu ve birkaç yazar dışında, edebiyatla gerçekten ilgili kalemlerin bu hedef yaştaki okurlar için pek de bir şey yazmamasıydı. Çocuk-genç kitapları editörü olarak çevremdeki birçok yazar dostuma, gençlik romanları yazmalarını tavsiye ediyor veya onlarla beraber yürütebileceğimiz projeler sunuyordum. Maalesef, edebi anlamda, çocuk ve gençlik yazını pek ciddiye alınmıyor, birçok “ciddi yazar” tarafından. Fakat sonrasında, neden nitelikli kitaplar okumuyor çocuklar-gençler, hep kötü veya çeviri romanlar, wattpad kitapları okunuyor vs. diye de yakınıyoruz… Baktım ki çevremdeki pek çok yazar yanaşmıyor, ben neden oturup bir şeyler yazmaya gayret etmeyeyim diye düşündüm ve ortaya nihayetinde Kekeme Hamlet çıktı. Biraz kendi ilk gençliğimdeki tiyatrocu olma hayallerim, biraz engeller, biraz umut, biraz metinler arasında gezinen kalemim, hem özelde hem de mesleki anlamda biriktirdiklerimle umarım ki güzel bir roman çıkmıştır ortaya.

Roman Tehlikeli Oyunlar’dan bir epigrafla başlıyor. Daha ilk sayfada Oğuz Atay’ın roman ve hikâye kahramanları gibi entelektüel, dilin doğru kullanımına önem veren, aksi örneklerde hemen bir parantez açarak içeriye doğrusunu yazan bir ben anlatıcıyla karşılaşıyoruz. Okurken benim aklıma kimi Oğuz Atay hikâyeleri de geldi. Bir de sizden duyalım. Hikmet Altay’ın nam-ı diğer Kekeme Hamlet’in yüzeyini kazısak altından hangi kurmaca karakterler çıkar?

Oğuz Atay her anlamda en çok etkilendiğim, bile isteye taklit etmekten ve hatta parodisini yapmaktan da çekinmediğim bir yazar. Gurur duyarım, mutlu olurum. Tehlikeli Oyunlar da döne döne ve çok özel anlamlarda, sürekli olarak okuduğum tek roman. Elbette hem duygu anlamında, hem de teknik anlamda ilhamını daima içimde taşıdığım Oğuz Atay ve onun kurmacaları, yazdığım metinlerde belli belirsiz hep gezinmekte. Hikmet Benol karakterinin de Hamlet’ten mülhem yanlarının oldukça fazla olduğunu, biraz altını eşeleyince zaten rahatlıkla görüyoruz zaten. Biraz Hamlet, biraz Hikmet Benol, biraz Selim Işık… Hatta belki biraz da kurmaca birer karakter olarak zihnimde ayrıca yaşayan Oğuz Atay ve Doğukan İşler’den doğan bir Hikmet Altay (nam-ı diğer Kekeme Hamlet) var karşımızda.

Kekeme büyükbaba karakteri anlatıda kilit bir yer tutuyor. Hamlet oyunundaki bir gelen bir kaybolan ve gerçeği ifşa eden kralın hayaleti gibi bir büyükbaba bu. Evin içinde sessiz. Odasının kapısı hep kilitli. Nadiren görünüyor ama Hikmet’in kafasındaki soruların yanıtları da onda. Kilitli kapıların merakı diri tutan, gerilimi sürdüren bir yanı da var doğrusu. Yazarken bütün bunları baştan tasarlayıp planlayarak mı yol aldınız?

Küp içindekini sızdırır, derler. Edebi metinlerle, yazarla, karakterle dolu bir oyun bahçesi gibi zihnim. Ne kadar tasarlarsam tasarlayayım, klavyenin başına geçip tuşlara basmaya başlayınca, parmak uçlarınızdan sızanlara çoğu zaman siz de şaşırıyorsunuz. Elbette muhteşem bir yazarım, dahi çocuğum anlamında söylemiyorum bunları. Ne kadar tasarlarsanız tasarlayın, belki bir saat önce yazmaya başlasanız bambaşka olacak bir metin çıkabiliyor ortaya. Her an, yeni bir yazar yaratılıyor, sanki. Büyükbaba karakterini, Joseph Campbell’ın meşhur Kahramanın Sonsuz Yolculuğu eserinde modellediği aşamalardan biri olarak, bir “rehber” olarak tasarladım. Hikmet’e “büyülü nesne”yi sunacak kişi. Biraz farklı olarak, belki, ikisi de birbirine rehber oluyorlar aslında nihayetinde.  

 

Romanı tek kelimeyle tanımlamam gerekseydi “oyun”u seçerdim. Kurgu oyunlarla dolu. Hikmet’in oyun izlemeyi sevmesi, romanın içinde sahnelenen oyun, Hikmet’in düşlerinde kurulan oyun, yazarın metne çağırdığı roman ve hikâye kişileriyle kurduğu oyun… Oyun içinde oyun kurmak metnin önemli bir meselesi gibi görünüyor. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz?

Frithjof Schuon’un çok güzel bir tanımı vardır: “Kâinat, rüyalarla örülü bir rüyadır.” der. Elbette bu havalı bir söz gibi dursa da mânâ olarak durup belki de asırlarca düşünülmesi gereken bir hakikatin özeti… Oyun kavramını, “rüya” kavramıyla eşdeğer görüyorum çoğu kez. Neyin tetiklediğini pek de kestiremediğimiz, neye gebe olduğundan gafil olduğumuz bir “an”da yaşıyoruz nihayetinde; ama geçmişe takılıp kalarak, gelecekten endişe duyarak, “an” oyunları icat ediyoruz sürekli kendimize. Yani, geçmiş hülyası ve gelecek düşlerinden ördüğümüz bir rüya (bir oyun) oluveriyor hayat. Bu oyunlardan sıyrılabilmenin, bu oyunların karşısında bir nebze de olsa durabilmenin bir yolunun da oyunlara karşı başka başka oyunlar kurabilmekten, bu oyunları da biraz ironi ile güçlendirmekten geçtiğini düşünüyorum. Ciddiye aldığımız değil, ciddiyetle oynadığımız oyunlar kurabilmekten. Rüyalarımızı, gördüğümüz anda tevil edebilmekten…

Her sanatçı kendisinden önce üretilen sanat yapıtlarıyla konuşur. Okuyabildiklerinin, ulaşabildiklerinin içinden geçerek ilerler, üretir. Siz bu bağı saklama gereği duymadan, edebiyat tarihine geçmiş iki büyük eserle bayağı doğrudan konuşan bir roman oluşturmuşsunuz. Arkaya böyle iki güçlü metin alarak yazı masasına oturmanın yazarken size sağladığı avantaj ve dezavantajlardan bahsedebilir misiniz?

Eğer ortaya özgün bir eser koyma iddiamı gerçekleştirdiysem, beslendiğim ya da bağ kurduğum eserleri saklamaya gerek duymam. Bu da oyunun bir parçası aslında: Çok güzel oynanmış, kaleme alınmış iki eserden-oyundan yepyeni bir eser-oyun yapabilme oyunu. İşin avantajlı tarafı, aslında yazar ve okur olarak kendinizi bir sınavdan geçirebilmeniz, terazinin diğer kefesine gerçek ağırlıklar koyup kendinizi tartmanız oluyor, diyebilirim. Böylece, hem bu eserlerin hakkını veren hem henüz okumamış okura bu eserleri işaret eden bir metnin ortaya çıkması (yani, sadece bir köprü olması hasebiyle) bile işe yarar bir şey yazmış olarak kabul ediyorsunuz kendinizi. Dezavantajı var mıdır, bilemem. Kötü bir taklit, kötü bir parodi, karikatür kalabilir tabii metniniz. Terazinin aynı kefesinde, ağırlıkların altında ezilebilir. Umarım ezilmemiştir Kekeme Hamlet.

Lisans eğitiminiz sinema televizyon ve Türk Dili ve Edebiyatı üzerine. Uzun yıllardır da yayıncılık sektöründe çalışıyorsunuz. Editörlük ve çocuklar, gençler, yetişkinler için yazmak el ele gidiyor. Tüm bunlar birbirini nasıl besliyor? Nerelerde ayrışıyor?

Elbette hem eğitimim, hem mesleki görgüm ve birikimlerim, hem yazarlığım, hem okurluğum; hepsi birbirine mündemiç aslına bakarsanız. Bir ecza dolabı gibi düşünürsek, hepsi ilaç benim için ama hangi durumda, hangi dozlarda kullanılması gerektiğini bildiğim ilaçlar. Editörlük yaparken, yazarlığımı ne kadar ortaya koymalıyım ya da yazarken kendime ne dozda editörlük yapmalıyım, bunları ayrıştırıp dozajlarını ayarlayabiliyorum sanırım. Ya da bir çocuk öyküsü yazarken, belki daha rahat olduğum yetişkin öykü dilimi nasıl dizginlemeliyim… Elbette sınırların birbirine karıştığı, yanlış ilaç ve dozajların şifa yerine hastalık verdiği de oluyordur. Yazar, okur ve editör dostlarımın fikirlerine danışmak, cümlelerimin başka gözlerde ve gönüllerde oluşturduğu hissiyatı öğrenmek de ayrıca çok önemlidir benim için.

Yayıncılık faaliyetleri yazmaya ne ölçüde izin veriyor? Bu aralar üzerinde çalıştığınız bir dosya var mı? Okurla ne zaman buluşacak?

Yazmak için kimseden izin almamak gerekir, yayıncı da olsanız başka bir meslekte de, hele ki kendinizden. Çöpe gideceğini bilerek de olsa, birkaç satır da olsa, her gün yazmalı bir yazar. Sadece seçtiğim değil, kaderim olduğuna da neredeyse emin olduğum bir şey benim için yazmak.  Ben de bilgisayarımın ya da defterlerimin başına oturacak vakit bulamazsam bile, zihnimde yazmaya hep devam etmeye çalışıyorum. Üzerinde çalıştığım dosyalar ise hiç tükenmiyor. Yetişkin tarafında da çocuk-gençlik alanında da dosyalarım epeyce birikti. “Okul öncesi” diye tanımladığımız 3+ yaş grubu için yazdığım bir öykü var en ön sırada, resimlenmesi de tamamlandı, baskıya gitmeyi bekliyor, bakalım ne zaman yayımlanacak… Kekeme Hamlet bittiğinden beri düşündüğüm, Hikmet’in arkadaşı Turgut’un hikâyesi ise zihnimde çoktan yazıldı, kâğıda dökülmeyi bekliyor.

 * Bu söyleşi ilk kez 24 Mart 2022 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır. 

 

 

26 Mart 2022 Cumartesi

Macera kimi çağırıyor?

Bir diziye başlayınca su içer gibi bölümleri deviriyoruz kızımla. Üç, beş sezonu birkaç hafta içinde bitirmek, karakterle bağ kurmaya, onların gösterdiği gelişmeyi, değişimi, aldıkları riskleri, kazanımlarını kısacık bir zaman dilimi içine sığdırmaya vesile oluyor. Kendi hayatımızı yaşarken sahip olmadığımız türden bir tanıklık bu. İmkânları da çok. En önemlileri de nedensellik bağını görmek ve  geleceği tahmin etmek bana kalırsa. Okurluğun, izleyiciliğin en zevkli yanı bizi bir kahine çevirme kapasitesi. Bu sıkı tanıklık, bir tür tanrı/ça ya da kahin gibi izlemek neticesinde vedalaşmak da bazen zor geliyor. Kafamızda yeni çözülmeyi bekleyen soru işaretleri, gizemler oluyor. Evde dizi keyfi sinemaya gitmek gibi değil. Durduruyorsun, vırvır konuşuyorsun bir kere tahmin yürütürken, heyecanını sesli dile getiriyorsun. Derslerin, ödevlerin, işlerin arasına serpiştirilen ödüllere dönüyor. 

Dün Netflix'te yayımlanan Good Witch'i bitirdik. Son sezonda sıkı bir define avı vardı. Oradaki kahramanların bulmacaları çözmesi, her çözümün boşa çıkması, yeni bir ipucuyla denemeye devam etmeleri bizde de heves yarattı. Macera kitaplarını bu heves yüzünden seviyoruz. İçinde yaşadığımız görsel çağa rağmen çocuklar kendilerine sahici bir macera sunan, akıl yürütebileceği bilmeceler, oyunlar vaat eden kitaplara "hayır" diyemiyor. O yüzden radyonun, televizyonun, bilgisayarın, internetin, video oyunlarının keşfi kitap okurluğunu yeryüzünden silip atamıyor. Hepsinde ortak olan "hikâye" onları sayfalara bağlıyor. 

Niye bunları düşündüm ve yazdım şimdi? En büyük sebep, içimde giderek çoğalan çocuklara gerçek  macera vaat eden kitap yazma hevesi. İçimdeki korumacı ebeveyni önümden çekip çocuk kahramanlarımı maceranın, heyecanın, tehlikenin içine dalmasına izin verdiğimde o eşikten geçeceğimi fark ettim galiba. Ekran karşısında kızımla yan yana oturmuş izlediğimiz bölümler hakkında konuşurken, dizi Netflix Türkiye için final yaparken olan şeyin yazıya dökülmüş hâli bu işte. Gerisi iyilik, güzellik... Ve de arayış. Yar bize yeni dizi gerek!

23 Mart 2022 Çarşamba

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri 41

 Bilmek isteyen yola çıkar. 

Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.
İpuçlarının çevirisi bana ait.

Şefkatli Ebeveyn İpuçları 
Gücenmiş hissettiğinizi fark ediyorsanız "verme" eylemeniz bir şarta bağlı olabilir ve bunun sonucunda herkes acı çekecektir.
Bir şarta bağlı olmaksızın vermenizin bir yolunu bulmaya çalışın. 

Ben ne düşünüyorum? Ne yapacağım?
Çocuklarımız için yaptığımız her eylemin, onlar için yaptığımız her seçimin onlar üzerinde bir sonucu olduğu doğru. Kimi seçimlerin hoşlarına gitmediği de... Bununla beraber biz ebeveynlerin de her eyleminin, her seçiminin ardında onların iyiliği, ilerlemesi için en iyi bildiğimiz yolun "bu" olduğu, buradan gidildiği takdirde yolun bizim için daha güvenli olduğu bilgisi yatıyor. Ve fakat çocuklar her zaman bizim yürümeye aşina olduğumuz yola bağlı kalmıyor. Kendi patikalarından gidiyorlar, kendi çukurlarına düşüyorlar, kendi duvarlarına tosluyorlar. Kendimi en gücenmiş hissettiğim anlar, onu kendi duvarına toslamış, kendi çukuruna düşmüş incinmiş hissettiği yerlerde onu oradan çıkarmaya uğraştığım ve başarısız olduğumu düşündüğüm anlar. Verme eylemim, bir şarta bağlıysa eğer, bu şart yalnızca onun kendini daha iyi hissetmesi ve bunu göstermesi olabilir ancak. Çok masum görünüyor ama yine de bir müdahale. Sorunların içinden benim umduğum kadar hızlı çıkmadığında ya da uzun süre takılı kaldığında ben de benzer bir şekilde konunun çözümüne saplanıp kalıyorum. Sanırım en çok da kendimi onun duygularından sorumlu tutmak yanılgısına düşüyorum. Onun (ya da bir başkasının) duygularından (ve de davranışlarından) sorumlu olmadığım gibi bazen bana yansıtılan negatif duyguların, durumların yalnızca güvenli bir ortamda paylaşma, rahatlama isteği olabileceğini de unutuyor gibiyim. Bazen sadece dinlemekle yetinebileceğimi unutuyorum. Akıldan çıkarılmaması gereken bir öğüt: "Söz gümüşse sükût altındır." Fazla söze de hacet yok. Ebeveynlik sonsuz bir verme, kendinle sınanma, öğrenme alanı... 

21 Mart 2022 Pazartesi

Hepimiz biraz alaylıyız

Hayatta en sevmediğim şeylerden biri güne alarm sesiyle uyanmak. 
Yataktan çıkmak için alarm kurmak gibi bir zorunluluk varsa uyuma-uyanma düzeninde bir dengesizlik var demektir ama konumuz bu değil. İşe sabah onda başladığım için uzun yıllar boyunca alarm kurmam gerekmedi. Deniz eve yakın bir kreşe gittiği için, kahvaltıyı da orada yaptığı için, uyandığım zaman onu da uyandırıp giydiriyor ve okuluna bırakıyordum. Bu da genellikle saat dokuz civarında olsa da zaman zaman biraz daha uykuya yenik düşüp gecikmek sorun olmuyordu. İlkokulla birlikte bu canım düzen bozuldu. Sabahları erken kalkmak, kahvaltı hazırlayıp yaptırmak dahil oldu. Ama cumartesi, pazar, ara, sömestr, yaz tatiller geldiğinde, yeniden kendiliğimizden uyanma zamanı geldiğinde zevkle alarmı kapattım. Düşünüyorum da bu hoşnutsuzluğun en büyük sebebi karanlıkta kalkmak galiba. 
Uzun kış günlerinde kör karanlıkta sıcak yataktan çıkmak zorunda kalmak eziyeti bitti nihayet. Bu kış uzun sürse de, mart ayı ülke genelinde kara kışa teslim olsa da, günler uzadı. Nihayet sabahları gün ışığında kalkma lüksüne kavuştuk. Kahvaltı hazırlarken, kahvaltı masasında otururken lamba yakmak zorunda değiliz artık. Yakında kuş sesleriyle uyanayacağız. Ufaktan kuş sesleri duymaya başladım sanki. Henüz nereye yuva yaptıklarını anlayabilmiş değilim ama apartmanın dış cephesinde uygun bir köşe arıyorlardır kendilerine. Geçen bahar balkona çıktığım zaman karşı binanın balkon demirinden ağızlarında taşıdıkları çer çöple bizim alt kata doğru pike yapmaları dün gibi aklımda ne de olsa. Yakında erkek kuşlar dişilere kur yapacak, dişiler yumurtanın üstüne oturacak, güçsüz olanlar yuvadan düşecek, en iyileri güçlenip uçmayı öğrenecek ve bu böylece sürüp gidecek. Baharın gelmesi bu döngüyü hatırlatıyor bize. İyi geliyor yeniden kırlara çıkmak, papatyalarla, karahindibalarla buluşmak... 
Marteniçkalar hâlâ bileklerimizde. Eve en yakın leylek yuvasının yerini biliyoruz. Artık şehrin içine karışmak üzere olan köye gidip göreceğiz ve bileklerimizden çıkardığımız marteniçkaları çiçek açmış bir ağacın dallarına vereceğiz. Deniz ağaç yerine annemin balkonundaki begonvile asmak istiyor, o da baştan aşağı çiçekleniyor diye. Eğrisi doğrusu var mı bu işlerin bilinmez. Hepsi umut ve inanç en nihayetinde. 
Bu hafta orman  haftasıymış. Ben de içinden orman geçen bir çocuk hikâyesi yazıyorum şu sıra. Çok eskiden yazdığım bir hikâyeyi yeniden yazmaya çalışıyorum demek daha doğru. Ona bir form kazandırmaya çalışıyorum. Yeni yeni parçalar ekliyorum. O zaman o öyküyü yazan ben'in üstünden çok bahar geçti çünkü, beğenileri değişti. Neden yayınevlerince beğenilmediğini şimdi biraz daha iyi anlıyorum galiba ve yeniden uğraşıyorum. Deniz bu yeni hâlinin girişini beğendi. Çocuk kahramanları iş üstünde görmek onu neşelendirdi. Çocuklar büyüdükçe okudukları kitaplardaki akranı kahramanların eyleme geçmesini, bir şeyleri değiştirmesini daha çok bekliyor. Hakları elbette. Kurallarla çevrili reel dünyadan hikâye evrenine geçtiklerinde dünyanın vaat ettiğinden daha çok özgürlük umuyorlar. Kendi gençliğini hatırlayan ve oralardan enstanteneler anlatan yazarlara prim vermiyorlar. Ama okuma listelerine girebiliyor bu türden yayınlar. Oflaya poflaya okumaları gerekebiliyor. Deniz'in bu ayki okuma kitabı bu türden. Elinde süründüğünü görebiliyorum. Hafta sonu uyumadan önce kitap okuyalım hadi biraz dediğimde, bu kitabı okumak istemiyorum, çok sıkıcı, dedi. Ona hoşlanabileceği bir kitap verdim ve bunu hile olarak görmezsen kitabın kalanını senin için okur ve sana özetlerim, dedim. Bitirmeme de gerek yok aslında, öğretmen sormuyor, dedi. Ama Murphy Kanunları gereği ilk kez bir kitabı okumadığında bunun sınıfta konuşmaya açılma olasılığından bahsettim. Murphy Kanunlarını bilmiyormuş, gogılladık, okuduk ve güldük. O seveceği bir kitap aldı, okudu. Son birkaç sayfaya geldiğinde tam da benim o kitapla ilgili final hazzını azaltmış dediğim yerde bütün çaba bunun için miymiş yani dedi. Anladım ki beğenilerimiz benziyor. Ve o adını koymasa da, tam dillendirmese de içinde bir yerde, yalnızca çok okumaktan, iyiyi okumaktan dolayı neyin aksadığını görüyor. Evde hikâyelerime yapıcı eleştiriler getirecek bir editör var ve çekirdekten kendini yetiştiriyor. Edebiyat söz konusu olduğunda galiba hepimiz biraz alaylıyız. 

 

20 Mart 2022 Pazar

Kar: Bir Polisiye

Kar John Banville'den okuduğum ilk roman. Bir polisiye. Ana kahramanı dedektif St. John Strafford Benjamin Black takma adıyla yazdığı The Secret Guests'in de kahramanı. Banville bu romanda aynı kahramanın bir başka hikâyesini yazmakla kalmıyor, aynı zamanda Benjamin Black'i de öldürmüş görünüyor. 

Kar polisiye kurguların olmazsa olmazıyla başlıyor. Bir cinayet işlenmiş. Olay yerini çözmesi için bir dedektif çağrılıyor. 1957 yılının Noel arifesinde İrlanda'nın Wexford ili kırsalında geçen hikâyenin maktulü bir rahip. Katolik Protestan ayrımının çok belirgin bir çekişme sebebi sayıldığı bir dönemde emekli Protestan bir albayın evinde ensesinden bıçaklanarak öldürülen ve hadım edilen rahibin cinayetini aydınlatmak üzere karlar altındaki kırsala giden dedektifin işi zordur. Hem cinayeti aydınlatması hem de olayın ayrıntılarının basına yansımasını istemeyen yetkililerle uğraşması gerekmektedir. Dahası Albay Osborne da isminin ve evinin basında yer almasını istememekte, dedektifi cinayetin dışarıdan birileri tarafından işlendiği yönünde manipüle etmektedir. Cinayetin işlendiği gece rahip malikanede misafirdir. Çünkü sahip olduğu at albayın ahırında bakılmaktadır ve iki adam sık sık beraber ata binmekte ve avlanmakta, rahibin atına albayın seyisi bakmaktadır. Olay günü albay, ikinci eşi, kızı, oğlu, hizmetçi ve seyis dışında eve girip çıkan olmamıştır. Dedektif görgü tanıklarıyla konuşurken cinayet sebebini de açığa çıkartmaya uğraşmaktadır. 

Uzun zamandır polisiye okumamıştım. Oysa iyi bir polisiyenin kurmaca yazan birine hatırı sayılır vaadi vardır. Kar da bu vaatleri yerine getiren bir okuma sundu doğrusu. İşte sebeplerim:

Öncelikle bir polisiyede işler her zaman göründüğünden fazladır. Dedektif de görgü tanıklarıyla, kasabalılarla, papazın kız kardeşiyle görüşüp hem maktulü, hem de şüphelileri daha yakından tanımaya çalışıyor. Ortaya saçılan, birbiriyle ilgisi yokmuş gibi bilgi kırıntılarından gerçeğe giden yolu arıyor. Sizi de bu soruşturmanın bir parçası yapıyor. Dedektifin soruşturması sadece rahibin ölümüyle de sınırlı değil üstelik. Sık sık neden avukatlık yerine polis departmanında çalıştığını, başkalarıyla yakınlaşmama sebepleri, içinde yaşadığı toplum, Katolik Protestanlık çekişmesi üzerine düşünüyor. Tüm bu hesaplaşmalar ve katili bulmaya yönelik soruşturma devam ederken dil işçiliği es geçilip hikâye salt meraka yaslanmıyor. 

Mekân ve atmosfer kullanımını çok sevdim. O soğuğu iliklerinde hissettiriyor yazar. Kahramanlar ormanda yürürken o dallar bizim de yüzümüze değiyor. Çizmelerin altında çıtırdayan buzlar, insanın iliğine işleyen soğuk... Hepsini bedenimizde biliyoruz adeta. 

Doğa betimlemeleri nefis. Eylemler anlatılırken nerede olduğu sanki zihninde pırıl pırıl belirginmiş gibi hissettim. Bir illüstratörün eline verseler romanı sahne sahne çizebilirmiş gibi canlı mekânlar, kahramanlar ve ayrıntılar, öylesine somut, yaşayan... Kahramanların fiziksel özellikleri, tikleri, davranışları, hepsi anlatıda doygunca yerini koruyor. 

Dedektifin olayı aydınlatmadan önce bilgisizlik anını tarif ederken kullandığı kimi cümleler polisiye nasıl yazılır'ın metaforlar yoluyla anlatımı gibiydi. Haliyle hoşuma gitti. 

Roman rahibin arkadan bıçaklanma anında bedeninde hissettiklerini, düşüncelerini, ölüm anına kadar geçen kısacık sürede olan bitenin rahibin ağzından anlattığı birkaç sayfalık bir girişle başlıyor. Dedektifin olay yerine varıp soruşturmasıyla devam ediyor. Bu bölümde gerilim, şüphe yükseliyor, bizde de kimi bilgi kırıntıları birikiyor ve "aslında ne oldu?" sorusunun yanıtlarını bulur gibi oluyoruz. Gerçeğe yaklaştığımızı hissediyoruz hatta. Üçüncü bölümde on yıl geriye gidiyor yine rahibin ağzından artık sezmeye başladığımız cinayet sebeplerini duyuyoruz. Dördüncü bölümde bu bilgiyle dedektifin soruşturmasında biz de hâkim bir pozisyona çıkıyor, sonra taşların yerli yerine oturmasını izliyoruz. Dava çözülüyor. Dedektif kasabadan ayrılıyor. Son bölümde on yıl sonraya gidiyor, aslında ne olduğuna dair eksik parça kaldı mı diye kontrol edebileceğimiz bir karşılaşmaya, diyaloğa tanık oluyoruz. Bu bölümden sonra bile hâlâ bilmediklerimiz, asla emin olamayacaklarımız kalıyor. İşin içinde insan faktörü olunca 2+2 her zaman 4 etmiyor ne de olsa... 

Son olarak ele aldığı konuyu cesurca işliyor.

Bu yazı da fazlaca spoiler vermeden bitiyor. 

Kar 

Yazar John Banville 

Çevirmen Levent Göktem 

Sia Kitap roman 















13 Mart 2022 Pazar

Çocuk kitabı yazmanın püf noktaları

Arama motoruna ".... nasıl  yapılır?" ile başlayan bir soru cümlesi yazmanın ve önünüze gelen yanıtlar arasında size gerçekten fayda sağlayanlarının peşine düşmek, dijital çağın olmazsa olmazı. Bilgiyi toplama yerimiz artık çoğunlukla internete kaydığı için, dil de biliyorsanız ana dilinizde ulaşacağınız sonuçlardan farklı, işe yarar şeyler bulmanız olası. 

Can sıkıntısıyla yazdığım "How to write picture book" sorusuna cevap arayan bir makaleden bulup çıkardıklarımı sizin için özetleyeceğim. Yazının orjinaline buradan ulaşabilirsiniz. 

John Matthew Fox yazar, editör ve eğitmen. 2006 yılından beri yazdığı Bookfox adlı blog daha iyi yazmak isteyenlere yönelik pek çok içerikle dolu. Diliniz olanak veriyorsa sitenin içinde gezinmeyi ve ilham almayı ihmal etmeyin. Bu çeviri bittiğinde ben de kendime orada mola alma fırsatları tanıyacağım. 

İşe harika bir fikir bularak başlayın

Muhtemelen bir fikriniz vardır ancak onu çok daha rafine bir hâle getirin. İnternette bu konuda yazılmış kitapları aratın. Özetlerini okuyun. Sizin kitabınızın basılmış kitaplardan ne gibi bir farkı olacak? Yazmaya koyulmadan önce çok zamanınızı almayacak bu araştırmaya ve kitabınızı rakiplerinden ayıracak farklılığı bulmaya zaman ayırın. Bu konuda daha önce yazılmış olması kötü bir şey değildir. Okurların bu konuya ilgi duyduğunu gösterir. Nasıl fark yaratacağınızı düşünün. Kahramanınızın farklı olabilir. Hitap edeceğiniz yaş grubu farklı olabilir. 

Ana karakterinizi geliştirin 

En iyi çocuk kitaplarının kahramanlarının hepsi bir şekilde tuhaftır. Komik bir alışkanlığı vardır. Değişik görünürler. Diğerlerinden farklı konuşurlar. 

Kahramanlarınız başkalarının tamamen aynısı olmasın. Ayırt edici bir özelliği olmayan kahramanınız varsa bu durum sizi endişelendirsin. Kahramanınızı ortaya çıkarmak için sorular sorun. Yanıtlar arayın. 

Doğru uzunlukta yazın 

Yazacağınız yaş grubuna uygun kelime sayısında bir metin ortaya çıkarın. Eğer resimli bir kitap yazıyorsanız kelime sayınız 1000 kelimenin altında olmalı. 

Yaş gruplarına göre kelime uzunlukları ise şöyle: 

0- 200 kelime 0-3 yaş board book

200- 500 kelime 2-5 yaş early picture book

500- 800 3-7 yaş resimli kitap 

600- 1000 kelime 4- 8 yaş geç older picture book

3 bin - 10 bin kelime 5- 10 yaş chapter book

10 bin- 30 bin kelime 7- 12 yaş middle grade

Hikâyenin içine hızlı girin

Pek çok yayımlanmamış kitap çok yavaş ilerlediği için çocuğun (ve ebeveynin) dikkatini çekmez. Eğer hikâyeniz sirke katılan bir çocuk hakkındaysa birinci veya ikinci sayfada sirke girmiş olmalı. 

Zemin hazırlamak için arka planda çocuğun hayatını ya da hikâyenin hangi mevsimde geçtiğini anlatmayın. Sirk bir an evvel şehre gelsin ve çocuk bir palyaço, ip cambazı veya aslan terbiyecisi olsun. Çocuk kitabı yazarken hikâyenizi yazmak için az yeriniz var. Zaman kaybetmeyin. 

Ana problemi çözün 

Her kahramanın bir problemi vardır. Bu bir gizem, kişi ya da bir çatışma olabilir. Bu problem, tüm kitap boyunca kahramanın neyle mücadele edeceğini belirler. Kitabın büyük bölümü kahramanın bu problemi çözene kadar karşılaşacağı engellerdir. 

Yazmaya yeni başlayan yazarların bu konuda yaptığı ana hatalar şu şekildedir:

Kahramanın problemi çok hızlı çözmesi

Kahraman problemi çözene kadar gerçekten uğraşmalı, en az üç kez (daha büyük çocuklar için daha da fazla, beş kez) başarısızlığa uğramalıdır. 

Çok sayıda engel olmaması 

Kahraman tek bir engelle karşılaşıp onu çözmeye uğraşmamalı. Önüne tek engel çıkartıp hop diye çözüme kavuşturmayın. Örneğin kahraman bir uzay gemisi yapıp uçuracaksa, parçaları kaybetsin, annesi yemeğe çağırsın, arkadaşı bunun işe yaramayacağını söylesin, yağmur yağsın vs. 

Kahramanın problemin çözümünü yeterince önemsememesi 

Bu büyük bir sorun olmalı. Çocuk ölüm kalım meselesi gibi hissetmeli, sorun bir kayıp düğme olsa bile. Kahraman bunun büyük bir sorun olduğunu hissettiği sürece okur da öyle hissedecektir. 

Tekrarları kullanın

Çocuklar tekrarı sever. Ebeveynler tekrarları sever. Yayıncılar tekrarları sever. 

Çocuk kitaplarında kullanabileceğiniz üç çeşit tekrarlama yolu vardır:

Belli kelime ve kalıpların aynı sayfada tekrarı 

Belli kelime ve kalıpların kitabın genelinde tekrarı 

Hikâye yapısının tekrarı

Hikâyedeki unsurların, yapının tekrarı dil bazındaki tekrardan daha önemlidir. 

İllüstratörler için yazın 

Başarı için yazarken illüstratöre ne vereceğinizi de düşünün. İllüstratörler ilgi çekici görseller yaratmak ister. İyi illüstratörler kitabınızı radikal bir şekilde geliştirebilir ama onların verdiğiniz metinle çalıştığını unutmayın. Daha fazlasını sunun. 

Mekân olarak eğlenceli yerler düşünün. (Okul yerine onları yeşil bir binanın içine yerleştirin) 

Çizmesi komik karakterler düşünün. (Bir lemur çizmek, bir köpek çizmekten daha eğlencelidir)

İçeride olmaktansa dışarıya çıkartın. (Buğday tarlaları bir yakat odasından daha eğlencelidir)

İllüstratör için dışarıda çok daha fazla özgürlük vardır. Unutmayın yayıncı kitabınızı yalnızca sizin kelimelerinizden geliştirmiyor. Hikâye ve görsel arasında bir denge kuruyor. 

Hikâyeyi uzatmadan sonlandırın 

Hikâye bir kez bittiğinde (kedi bulundu, zorba özür diledi, iki kız yeniden arkadaş oldu) kitabı bitirmek için bir ya da iki sayfanız var. 

Hikâyenin bitip okur için gerilimin sonlanması onu okumaya teşvik eden şeyin bitmesi demek. O zaman onlara bir iyilik yapın ve kitabı mümkün olduğunca hızlı bitirin. 

Temelde tatmin edici bir son yaratmaya ve hikâyeyi bağlamaya çalışıyorsunuz. 

Benim en sevdiğim bitirme numarası komedyenlerin "yeniden çağırma-call back" dedikleri teknik. Gösteri başladığında yaptıkları bir şakaya gönderme yaparak bitirmek. 

Bunu çocuk kitaplarında da yapmak mümkün. Kitabın ilk beş, altı sayfasında görünen ve kaybolan bir ayrıntı yeniden belirebilir. 

Başlık seçin 

Yazarların çoğu kitaplarının ismini yazmaya başladıklarında bilmez. Geçici bir başlık bulun. Hikâye bittiğinde çarpıcı ve doğru olanı bulana kadar onu sayısız kez güncellemekten çekinmeyin. Başlık seçerken kelimelerin ilk harflerinin aynı olması gibi dil tekrarından faydalanabilirsiniz. Kitabın içeriğini açıklayan bir başlıktan kaçının. Başlığınıza enerji verin. Başlığınız bir eylem içerebilir. Gizemden faydalanın. Başlık okura içeride neyle karşılacağını tamamen söylüyor mu, merak mı yaratıyor? Koymayı düşündüğünüz başlığı arama motorunda arayın. Başlığınız daha önceden kullanılmış mı? Kontrol edin. Başlığınız kullanıldıysa bunu hâlâ yeniden kullanabilirsiniz. Başlıkların telif hakkı yoktur. Ama sizin kitabınızı diğerinden ayırmak güç olacağı için en iyi fikir değildir. Başlığınızı çocuklar ve yetişkinler üzerinde sınayın. İlgilerini çekiyor mu bakın. 

Yenileme stratejisi: yazdıklarınızın üzerinden geçin 

Pek çok yayımlanmamış kitap lafı uzatır. Eğer yayıncı ve editörle konuşabilseydiniz size lafı fazla uzattığınızı, bunun reddedilme sebeplerinden birisi olduğunu söyleyebilirdi. 

Hikâyenizi tekrar okurken kendinize "eğer burayı atarsam hikâyem hâlâ anlamlı mı?" diye sorun. Hikâye o kısım olmadan da anlamlıysa o kısmı silip atmaktan çekinmeyin. 

Bir editör nasıl bulunur

Yazmayı bitirdikten sonra bir editörle çalışın. Yazdığınız şeyi sevdiğinizi ve değiştirmek istemediğinizi biliyorum ama metninizi çok daha iyi hâle getirecek pek çok yol vardır. Bir editörle çalışmak size bu imkânı verecektir. İki tip editör vardır. Birincisi içerik editörü. İçerik editörleri hikâyenin tamamına bakar. Olay örgüsü, karakterler, diyaloglar, geliştirilmesi gereken ne varsa... Sonra bir redaktörle çalışmanız gerekir. Redaktör dili metninizi dil bilgisi, üslup ve gerekli diğer ayrıntılar üzerinden değerlendirir. 

Bir illüstratör nasıl bulunur

Bu yazımın ardından gelen en önemli aşamadır. İyi bir resimli kitap için iyi bir illüstratöre ihtiyaç vardır. İllüstratör ne kadar uzun çalışırsa ortaya o kadar iyi bir işi çıkar. 

Not: Son iki maddede ABD'inde bu işlerin hangi kurumlar aracılığıyla yürüdüğüne dair ayrıntılar var. Türkiye'de metin bir yayınevi tarafından kabul edildiğinde editöryel çalışma ve illüstrasyon işi yayınevi tarafından yürütüldüğü için daha fazla ayrıntı vermeye gereksinim duymadım. 


9 Mart 2022 Çarşamba

Kişilikler Tek Bir Kalıba Sığmaz*

 



Her kız çocuğu bir gün erkeklerin egemen olduğu bir dünyada yaşadığını ve oğlanlarla eşit muameleye tabi tutulmadıklarını fark eder. Bunda bir yanlışlık, eşitsizlik olduğunu anlar.

İnsanlığın başlangıcı kadar eski bir hikâyeye dayanır bu eşitsizlik. Ailesini vahşi hayvanların saldırısından koruyan, avlanan, bunun için de güçlü ve cesur olması gereken erkekler, tarih değiştiğinde kamusal alanda söz sahibi olurken, kadınlar özel alana, evin içine mahkûm edilip neslin devamını sağlamaya, bebeklerin, çocukların, yaşlıların bakımını üstlenmeye, evi çekip çevirmeye, herkesi beslemeye devam etmiştir.

Bu asırlar öncesine ait bir düzendir. Toplum değişmiştir. Öyleyse bu eşitsizlik neden devam etmektedir? Kız çocuğu anlamak ister. En temel soru bellidir: “Dünyada yaşlılar, gençler, çocuklar, kadınlar, erkekler, siyahlar, beyazlar, engelliler olduğu halde neden iş hayatında, eğitimde, siyasette, toplumsal yaşamda erkeklerin sözü daha fazla geçmektedir?” Bu soru bir kez sorulduğunda, hiçbir şey aynı kalmayacaktır. Yalnızca cinsiyetinden dolayı değersiz görülmeyi, ikinci sınıf kabul edilmeyi reddedenlerdir değişimi başlatan.

Değişim hiçbir zaman hızlı ve kolay değildi. Bugün çok olağan görünen okumak, meslek edinmek, çalışmak, oy kullanmak gibi hakların hiçbiri bize, toplumu yöneten erkekler tarafından bahşedilmedi. Bu hakları bizden önce yaşayan kadınların mücadelesi sayesinde kazandık. Zarif ve narin kafalarımızın öğrenmenin yükünü kaldıramayacağının düşünüldüğü günler geride kaldı. Politika gibi karmaşık bir şeyi anlayamayacağımız için,  değil yönetmek, oy verme hakkımızın olmadığı günler de keza öyle… Yine de yasaklar bitmiyor. Nasıl konuşacağımız, giyineceğimiz, yaşayacağımız konusunda uzun bir listesi var ellerinde muktedirlerin. Öfkemiz erkeklere değil, erkekliğe… O yüzden ihtiyacımız var birbirimizin hikâyelerini dinlemeye…

NotaBene Yayınları’ndan çıkan, Ana Romero’nun yazdığı, Valeria Gallo’nun resimlediği, Mehlika Sürhay’ın çevirdiği “Nosotras/ Nosotros” tam da bunu yapmaya talip bir kitap. Kızlar ve oğlanlar, onları yetiştiren anneler, babalar, öğretmenler, büyükanneler, büyükbabalar için yazılmış bu feminist hikâye adını İspanyolcada dişil ve eril çoğul işaret zamiri “biz”den alıyor.  Kitabın iki kapağı ve iki hikâyesi var. Nosotras’tan başladığınızda kadınların hikâyesini okuyorsunuz. Doğum yapan, yemek pişiren, herkesin bakımını üstlenen, dayanıklı olmak zorunda kalan, ev içlerine hapsedilen, okuma, oy verme, çalışma hakları olmayan, yasaklarla kısıtlanan kadınların hikâyeleri  yasaklara uymadıkları, kendi kişiliklerini korudukları bilgisiyle bitiyor. Nosotros’ta ise erkeklere biçilen toplumsal cinsiyet rollerini görüyoruz. Duygularını bastırmak, her daim güçlü ve cesur olmak zorunda kalan, ülkeleri yönetenler için savaşan, kadına özgü etiketler taşıyan tüm eylemlerden kaçınmaya zorlananerkeklerin de tıpkı kadınlar gibi yasaklara ve zorlamalara rağmen kişiliklerine sahip çıktıklarını, çünkü kişiliklerin tek bir kalıba sığmadığını, sığamayacağını görüyoruz.Böylece kadınların ve erkeklerin hikâyeleri birleşip aynı sokağa, meydana doğru akıyor.

Aynı sokak ya da meydan demem yersiz değil. Nosotras/ Nosotros’un boyutu genel kitaplardan hayli farklı. Eni dar, dikey boyuta sahip kitabın arka kapağı yok, bir arka kapak yazısı da… Onun yerine her iki yana açılıp ebatını dörde katlayarak okuru adeta bu mücadelelerin verildiği sokaklara, meydanlara taşıyan, kadınların ve erkeklerin birbirini anladığı, dinlediği, cinsiyet üzerinden baskı kurmadığı, ortak mücadele verdiği şenlikli, umutlu orta sayfası var. Güçlü bir de öğüdü:

“Kalıplar veya etiketler sadece araştırma yaparken işimizi kolaylaştırır. Oysa bizi gerçekten mutlu eden şeyler, fiillerdir ve isimlerdir, onlar bizim eylemlerimiz ve sevdiklerimizdir.”

* Bu yazı ilk kez 8 Mart 2022 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır.