28 Şubat 2022 Pazartesi

Yuva

Bin beş yüz parçalık bir yapboz tablo. Yaslandığı duvardan adama bakıyor. Tablonun camına yansıyor adamın öfkesi. 

"Duvarda leke kalmış," diyor adam. "Neden silmedin?" diye hesap soruyor. Tablo öfkenin kendisine yöneldiğini ancak o zaman anlıyor. Çakmak çakmak oluyor gözleri. Dikiyor bakışlarını adamın üzerine. Kaçırmıyor gözlerini. Öylece dimdik, göz değil iki kara oyuk karşısında. Şefkatten yoksun. Kadının geceler boyu acısını, üzüntüsünü, isyanını unutup oya gibi dizdiğini, bir araya getirdiğini, kendini iyileştirdiğini nereden bilecek o? Tablonun henüz tablo olmazdan önce bile kadını sarıp sarmaladığını, ana kucağı gibi sıcak tuttuğunu, uykudan önce içilen bir bardak ılık süt gibi rahatlattığını ne bilecek? Tek istediği tablo duvara hiç asılmamış gibi bulmak evi, aynı beyazlıkta... 

Kadın burada değil. Hattın öbür ucunda. Tablo ne dediğini duymuyor, bilmiyor ama tüm birleşme noktalarında hissediyor bu hesap sormanın yarattığı huzursuzluğu, rahatsızlığı. Şaşkın da üstelik. Bu adam bilmiyor mu? Olan olduysa bir kere, değiştiremeyeceğini... Yaşananların muhakkak bir iz bıraktığını. Tablo bıraktığı ize bakıyor. Sarı bir leke gibi parlıyor boşluğu kadının ve onun. On kat boya sürse kapanmayacak bir boşluğa baktığının farkında değil adam. Eline sünger alıp siliyor sarılığı. Ne kadar ovalasa ağarmıyor. 

Öfkeden deliye dönmüş tablo sakin şimdi. Hâlâ adama bakıyor, yaslandığı duvardan. Sahibini arıyor gözleri. Diğer eşyalarla birlikte yeni evine gideceği günü bekliyor. Duydu toplanırken. Bir giriş katıymış. Pembe zakkumlar açarmış pencerenin önünde ve kedilere yuvaymış balkonun hemen altı. 

Güneş vurmasın suya

Hava gri puslu. Bir bahar sabahı. İki, üç saate kalmadan güneşe kesecek. Şimdi bir bulut tarlası uzanıyor denizin üzerinde. Güneş damlaları henüz düşmesin diye hamak gibi gerili denizin üstünde. Deniz ısınmasın, çocuk uyanmasın. Şşşş çok yorgunlar. İçeride uyuyorlar. Mavi bir beşiğin içinde. Dalgalar, akıntılar beşiği sallıyor. Ve çocuk mışıl mışıl uyuyor, Göğsünde, koynunda anasının. Uyusun da büyüsün ninni, tıpış tıpış yürüsün ninni. Kolları güçsüz çocuğun, ciğerleri su dolu. Suyun altında nefes almayı henüz bilmiyor. Az sonra deniz kızları saracak etrafını. Nefesini üfleyecek biri ağzından içeri, diğeri anılarını silecek, ana karaya ait ne varsa yitip gidecek. Tüm o aşılan yollar, korkular, yükselen dalgalar, çığlıklar... Silmek zaman alıyor. O yüzden bulutlar sımsıkı el ele... Güneş ışınları suyun derinlerine inmesin. Çocuk ısınıp uyanmasın. Küçük balıklar neşeyle ve merakla sokulmasın. Önce solungaçları çıkmalı boynunun kenarından. Elleri, bacakları yüzgeçlere dönmeli, vücudu pullarla kaplanmalı. Daha vakit var. Biz, dışarıdakiler, üşüyelim biraz daha. 

Marteniçka, dilde kafiye ve diğer şeyler

Yarın 1 Mart. 
Balkanların güzelim geleneği marteniçkalar bileklere takılacak. İlk leylek görüldüğünde çıkarılıp çiçek açmış bir ağacın dalına bağlanacak. Kızımla marteniçka bileklikleri örmeye başladık. Hayli kolay. Yine de tüm sınıfa yetecek marteniçkayı hazırlamak için bu akşam biraz daha çalışmamız gerekecek. 
Sonrası iyilik, güzellik, umut. Marteniçkalar bileklere, güzel dilekler gönüllere... Marteniçkayla gelmezse dilenen sırada Hızırellez'in olduğu bilgisiyle. 

Kelimeleri devirmek, dili kafiyeli hâle getirmek ne sık başvurduğumuz bir oyun. İçerik zayıf olduğunda kulakta yaratacağı ahenkten güç kazanmaya çalışıyor belki de yazan kişi. Orada tekrarlayan ritmin içi boş olanın önüne geçmesi gayesiyle. Bazen bilerek, bazen bilmeden başvurduğumuz kestirme yollardan biri. Gece yarısına kadar bununla beraber yazacağım üç yazı kaldığı için bu küçük kusur, bu kolaycılık affedilir diye umuyorum. Üstelik üzerine düşünülecek dilsel bir mesele de var şimdi. 

Konu yazmak ve yayımlanmaya gelince meselelerin ardı arkası kesilmiyor. Bir tanıdığım örneğin, bana yayınevi açtıklarını, bundan böyle kitaplarımı basmaya talip olduklarını, dahası kitaplarımı indirimli basabileceklerini söyledi. Sosyal medyadan da satarız, dedi. Zamanım dardı. Kitapları bastırmak için para ödemediğimi, üzerine de telif aldığımı söyledim. Tanıdığa bastırmak, sosyal medya yoluyla sattırmak, çevresi olan biri için birkaç haftada bin kitabı elden satmak, dağıtmak hiç sorun olmayacaktır. Ve fakat benim talip olduğum şey bu değil. Yazanlar arasında hangi yayınevlerinin parayla kitap bastığı, hangilerinin yayın kurulu onayıyla bastığı elbette biliniyor. Derdim eşe dosta hatıra kitap bırakmak olmadığına göre hangi yoldan sapmadan yürüyeceğim de belli. Yazdıklarını paylaşmak, bir kitap bütünlüğünde görmek sabır işi. Bu yazı  dilerim bir yerlerde sabrını yitiren, onları bir matbaadan öte olmayan bir tabela yayınevine doğru çekilenlerin önüne çıkar ve kendisine yeniden yazmak, gözden geçirmek için cesaret ve ilham verir. 

Yolun başında yayımlanmak yazar adayı için hem muğlak hem de sürekli kulak kabarttığı bir alan. İşittikleri arasında neler var? "Her yer atölye oldu. Her atölyeye giden yazıyor. Yayınevleri dosyalarla dolup taşıyor." Sonra kimi editörler çıkıp gelen dosyalarda rastlanan yaygın hataları sıralıyor: "bitmemiş dosyalar", "yeniden okunmamış dosyalar". İş çocuk edebiyatına geldiğinde buna "eğitsellik, didaktiklik" ekleniyor. Yazar adayı için bunların hepsi oldukça kapalı ve kafa karıştırıcı. Özellikle de didaktik metin konusu. Sorular daha da çoğalıyor. "Bir metni didaktik olmaktan uzak tutan şeyler nedir? Editör dostu metinler nasıl olur, nasıl yazılır?" Yazar adayı bu kez bu sorulara yanıt bulmak için atölyelere gidiyor. Sıklıkla da kafasındaki soruya tatminkar bir yanıt bulamıyor. Dolaylı bir genellemeye varıyor sonra. "Tanıdık yoksa kitap yayımlatmak çok zor." 
Bu soruların yanıtını biliyorum. Az sonraaaa! 
Klişe biliyorum ama editör dostu metin yazmak, yazdığınızın gerçek niteliğini bilmek ancak ve  ancak iyi metinleri okuyarak geliştirebileceğiniz bir beceri. Yazdığınız türün iyi örneklerini okudukça, onlara yakından baktıkça, oralardaki yaratıcılığı, özgünlüğü, kurgudaki başarıyı gördükçe anlıyorsunuz neden dışarıda bırakıldığınızı. Edebiyatta kanon diye bir şey vardır, olacaktır ancak dışarıda tutulmayı yalnızca bu kanona bağlı olmamaya bağlamak tehlikeli ve kendini kandırmayı sağlayan bir şey. O yüzden yazdıklarınıza âşık olmayın.  Yakınlarınızdan gelen alkışlar gözlerinizi bağlamasın. En yakındakiler genellikle bambaşka şeyleri takdir ederler. Örneğin iş hayatınızı sürüdürür, bir ailenin sorumluluğunu taşırken yazmaya vakit ayırabilmenizi ya da ilerleyen yaşınıza rağmen edebiyatla yakın ilişkinizi, belki ilk kez kurup çaba göstermenizi. Ama sıklıkla metnin gerçek içeriğine gelmez bu alkışlar. Çabanıza, harcadığınız emeğe, yürüdüğünüz yola düzülen övgülerle yayınevlerinin sessizliği arasındaki tezat keskinse, yazdıklarınızı bir kenara kaldırın ve yepyeni bir şey yazın. Çalışın. Ve kendinize gerçek yazı müttefikleri bulun. O zaman işler umduğunuz gibi ilerleyebilir. 






Kim av, kim avcı...

Şubatın kısa çektiğini unuttum. Blogtaki eksik yayınları tamamlamak için önümde yaklaşık on dört saat var. Bu da her dört saatte bir buradan bir ileti yazıp paylaşmak demek... Blog yazılarını e-posta yoluyla alanların önüne sıkça düşeceğim anlaşılan. O zaman sabah kahvemi yudumlarken yazdığım bu ileti sizin de sabah kahvenize yetişsin. 

Geçen haftayı pek çokları gibi Netflix'te yayımlanan "İnventing Anna" dizisiyle geçirdim. Gerçeğe dayalı bir kurmaca. Kendisini Alman bir ailenin zengin varisi gibi tanıtan Rus asıllı Anna Soraokin NewYork'a gider. Anna Dewey ismiyle sosyetede boy gösterir. Herkes onu miras fonunda 40 milyon avrosu olan genç bir kadın olarak tanır. Anna Devey Vakfı aracılığıyla eşi benzeri olmayan bir sanat kompleksi kurmak istemektedir. Bunun için fon ve kredi bulmaya çalışmaktadır. Pahalı zevkleri vardır. Sanata, modaya, yemeye, içmeye dair incelikli bir zevki olduğundan girdiği ortamlarda parıldar. Kendine has bir çekim gücü de vardır. Sahte çeklerden bozdurduğu 100lük banknotları bahşiş olarak dağıtır, etrafındakilerden borç alır, geri ödemez, pahalı otellerde kalır kredi kartları çalışmaz. Bu şaşaalı hayat birkaç otelin şikayetiyle çöker. Dava süreci başlar. Hakkındaki dolandırıcılık ve dolandırıcılığa teşebbüs iddialarından suçlu bulunur ve hapis cezası alınır. Mahkeme sürecinde itibarını yitiren bir gazeteci onun hikâyesiyle ilgilenir. Bir dedektif gibi hikâyenin eksik parçalarının izini sürer ve kapsamlı bir makale yazar. Makale ve Anna'nın mahkemelerde giydiği tasarım kıyafetler ilgi toplar. Anna Devey'in arzu ettiği ün bu mudur bilinmez ama hikâyesi ağızdan ağıza yayılır. Netflix dizisiyle popülerliğinin daha da arttığı muhakkak. 

Dizi gerçek bir olaya dayanan kurmaca bir yapıt. Mahkemenin henüz başladığı sırada davanın gazeteci kadının radarına girmesiyle başlayıp olayın şahitlerine ulaşma, derinleşme çabasıyla sürüyor. Biz de bu şahitlikler aracılığıyla Anna'nın hikâyesini yavaş yavaş öğreniyoruz. Ortada gerçek bir fonun olduğunu gösteren elle tutulur bir belge olmamasına karşın saati binlerce dolar olan avukatla çalışması, yaşadığı şaşalı hayat, hayalleri, ona ulaşmaktaki ısrarı, tutkusu, inancı, gerçeği gizlemesi, her seferinde bir yolunu bulup sıyrılmaya çalışması... Tüm bunlar izleyiciye tatminkar, sürükleyici bir seyir deneyimi sunuyor. Merak, şaşkınlık, anlama ihtiyacı hepsi dimdik ayakta. Henüz tanışmamış olanlara tavsiye edeyim. 

Anna Sorokin'in hikâyesi üzerine Tinder Avcısı'nı eşzamanlı olarak izledim. Tinder uygulamasında kendisini bir elmas şirketinin varisi olarak gösterip  kadınlardan on binlerce dolar para toplayan adamın hikâyesi de hayli ilginç. Kadınları lüks restoranlara, yurt dışı tatillere götürüp onlara âşık olduğunu söylüyor. Kısa sürede birlikte yaşamayı vaat ediyor ve kadın ikisinin birlikte yaşayacağı evi seçerken kötü adamların peşinde olduğu, kredi kartını kullanamayacağını, nakit paraya ihtiyacı olduğunu söyleyerek para sızdırıyor. Birinden aldığı parayı öbürüne harcayarak bir çeşit saadet zinciri yaratıyor. Hikâye iki, üç kadının şikayeti üzerine patlıyor ve uluslararası boyutu ortaya çıkıyor. Bu kadınlardan en çok foyası ortaya çıktıktan sonra esas oğlanın yakalanmasını sağlayan, adamdan tasarım kıyafetlerini toplayıp satacağını söyleyen kadını sevdim. Bu satışlardan elde ettiği para, kaptırdığından hayli düşük olsa da bir nevi eşitlenmeyi sağladığı için onu da kurban olmaktan çıkartmıştır diye düşünüyorum. Ne derler intikam soğuk yenen bir yemektir. 

Kolay yoldan para elde etme, şatafatlı bir yaşantı sürme arzusu herkesin içinde var mıdır? Bir zafiyet midir? Bu konuda ahkam kesmek istemem ama birisi sizin gözünüzü harcadığı para, sağladığı şatafatla boyuyorsa, devamının gelmesi için ona çekinmeden istediğini veriyorsanız orada av ile avcı da biraz karışmış demektir. Ava giderken avlanmamak için aman dikkat! Beyaz atlı prenslere karnımız tok. Başkalarının masalının prensesi olmaktansa kendi hikâyenin kahramanı olmak yeğdir. 

* Kimdi giden kimdi kalan sözlerinde devşirme başlığın şarkısıyla baş başa bırakayım sizi.




25 Şubat 2022 Cuma

Çocuk kitabı umut demek

Kaan Elbingil'in yeni çocuk romanı "Kardeş Mardeş Deme Bana!" Dil Dernği Beşir Göğüş 2022 Çocuk Romanı Ödülü'ne değer görüldü. Kaan Elbingil ile yazarlık serüveni ve ödüllü romanı hakkında konuştuk. 



Biyografinize baktığımızda Bilkent Üniversitesi Müzik Fakültesi Şan Bölümü mezunu olduğunuzu, şimdilerde İstanbul Devlet ve Operası’nda görev yaptığınızı görüyoruz. Müzikal geçmişinizin edebiyat anlayışınız ve yazım süreciniz üzerindeki izdüşümüne dair neler söylemek istersiniz?

Yaklaşık yirmi sekiz yıllık profesyonel opera sanatçısıyım. Bunun yazarlığıma bir etkisi var mıdır? Vardır tabii. Müzik ve edebiyatın birbirine benzeyen esrarengiz kuralları var bir kere. Motifler, alçalmalar, yükselmeler, minik tüyolar, tepe noktaları vs. İki dal da yeri gelir birbirlerinin içine geçer. İyi bir metni okurken, bir müzik, bir ritim hissedebilirsiniz mesela. Ya da sözsüz bir müzik dinlersiniz ama notalar konuşur, bir şeyler anlatır. Böylesine bir içiçelik... Sahne sanatçısı olmanın bir avantajı da, yazarken karakterleri seslendirip, sahneleri oynayabilmek.

Pozitif köpek eğitmenisiniz ve çocuk kitaplarınızdan önce “Dedektif Köpek Cash” adlı müzikal oyun seyirciyle buluştu. Bu iki farklı alanda seyirciyle ve okurla buluşmak arasındaki farklılıklar ve benzerlikler nedir? Sanatçıya ne sağlar?

Tiyatroda canlı reaksiyon alabilmek yazar için büyük avantaj. Seyirciyi eleştirel bir gözle takip ederseniz, değişikliğe ihtiyacı olan yerler konusunda geri dönüşler almış olursunuz. Oysa kitap basıldığında, yazıldığı haliyle donar kalır. Ancak yine de, hayallerinizin içinde dolanmış insanlarla buluşmak apayrı bir şey. Siz, bir çılgın, uçurumun kenarından bir yerlere bağırdınız. Okurla buluştuğunuzda, bu kez sesinizin yankısını duyarsınız.

Sözü yavaş yavaş son romanınız “Kardeş Mardeş Deme Bana!”ya getirmek istiyorum. “Berk Mucit Oldu”, “Berk Operacı Oldu” ve “Berk ve Çıp Çıp Detektif Oldu” birbirini takip eden bir üçleme idi. Bu üçlemenin ardından daha büyük yaş grubu için özgün karakterler yaratmak, daha oylumlu bir eser ortaya koymak sizin için nasıl bir yazma deneyimiydi?

Daha önce üç öykülük Berk dizisini yazmıştım. Yeni kitabımsa bir roman. Dil ve kurgu açısından giderek derinleştiğimi, olgunlaştığımı hissediyorum. Büyüyor insan. Birikimi, kalemi, sevdikleri değişiyor. Romanıma da diğerleri gibi, büyük bir merak ve istekle başladım. Ancak tıkanıp karamsarlığa kapıldığım anlar oldu. Yok dedim, kıvıramayacağım galiba. İnat ettim yine de. Notlar aldım, antenlerimi açtım. Güvendiğim kişilerin fikirlerini dinledim. Daha farklı düşünmeye çabaladım. Bazen de kontağı kapatıp başka şeylerle uğraştım. Bir gün bir baktım, romanım ete kemiğe bürünmüş.

Kardeş Mardeş Deme Bana!”, “Kardeş” başlıklı bir kompozisyon ödeviyle başlıyor, aynı ödevin yeniden yazılmasıyla bitiyor. Biz de okur olarak bu iki ödev arasında romanın kahramanı Salih Emre’nin geçirdiği değişimi izliyoruz. Yazmaya başlarken bu değişimin ne kadarı planlıydı? Yazarken sizi şaşırtan ayrıntılar belirdi mi?

 

Yüzde yüz netleşmiş bir kurguyla yazmaya başlayan biri değilim. Keşke olsaydım. Yazarken fikir değiştiririm, meraktan ya da çıkış yolu bulamadığımdan yeni yollara saparım. O yüzden kitabımdaki bazı yerler planlıydı ama bazı yerler bana da sürpriz oldu, diyebilirim. Çok emek vererek yazdığım bazı bölümleri de çıkardım mesela. Hikâyede yeri olmadığını hissettiğimden. Kurguyu aranmaktan çok keyif alan biriyim ben. Kendi kendime konuşurum, karakterlerle açık oturumlar düzenler onları konuştururum. Yürümek önemli bir kaynak benim için. Yürürken konuşur, düşünür notlar alırım.

Hikâye boyunca iflas, haciz, kayıp, aile içi çatışmalar, tartışmalar, aidiyet/aidiyetsizlik, yalnızlık, karşı cinsle yakınlaşma çabası gibi pek çok zor konunun içinden geçiyoruz. Buna karşın Salih Emre’ye acımak aklımızın ucundan geçmiyor. Bunu sağlayan en önemli unsur anlatının mizahla dengelenmesi zannediyorum. Mizah, olmazsa olmazınız mıdır?

Bana sorsanız, “Kardeş Mardeş Deme Bana!”, daha ziyade hüzünlü bir kitap derim. Ve doğru, Salih Emre’ye acımıyoruz pek. Hızla gelişen olaylar, okura çok fazla içe kapanma fırsatı vermiyor olabilir. Salih Emre’nin o ya da bu şekilde meseleleri çözebileceğine güveniyor da olabiliriz. Aslında komik bir şeyler yazdığımın farkında değilim. Mizahi dil benden doğal olarak çıkıyor galiba. Bilmiyorum. Henüz yolun çok başında görüyorum kendimi. Belki kalemim gittikçe değişime uğrar, ileride koyu dramlar yazarım. Gerçekten bilmiyorum. 

Değişim öğrencisi Hans hikâyede önemli bir kahraman. Onun, Salih Emre ve ailesi için yaptıklarına tanık olmak bir nevi “Sevgi emektir,” sonucuna götürdü beni. Romana başlarken ortaya çıkarmak istediğiniz belirgin bir niyetiniz var mıydı?

Hikâyemde bana bir olay lazımdı, sorunlara bulaşmalı, kapana kısılmalıydım. Öyle bir noktaya gelmeliydi ki konu, her şey çıkmaza girmeliydi. Öyle de oldu. Ancak, çocuk kitabı umut demek. Son sayfada umutla veda etmeliydim okura. Yüz kırk dört sayfadaki en büyük derdim, hayat gibi yazmaktı sanırım. Kimse tamamen iyi ya da kötü değil. Yeri geldi Salih Emre, Hans’ın kafasına heykel fırlattı. Hans yalan söyledi, Sabit Usta alacaklısını yüzüstü bıraktı. Oysa hepsi iyi insanlar özlerinde. İşte hayat da aynen böyle... Yazarken eğlenmek, şaşırmak istedim sanırım. Bozuk yollara bile isteye kırdım direksiyonu. Ama yine de sonunda umutla bitirdim.

Okuru umutlu bir yerde bırakmak bilinçli bir tutum olsa gerek. Buradan yola çıkarak çocuk ve gençlik edebiyatında zor konuları da ele almaktan çekinmeyen bir yazar olarak başka hangi unsurları gözettiğinizi öğrenebilir miyim?

Gözettiğim unsurları, inanın bilmiyorum. Planlı bir, şunu da içine koyayım, şuna da değineyim, bu konuyu da hatırlatayım durumu olmuyor bende. Bazen kitaplarımla ilgili heyecan duyduğum açılımlar duyuyorum. Oysa onların farkında bile olamamışım yazarken. Ama sonuçta öyle bir şey ortaya çıkmış mı? Evet çıkmış. Benim önceliğim başka bir şey. Bir ya da birkaç olay ve değer verdiğim karakterler lâzım bana. Sağduyumu elden bırakmadan, belli belirsiz duyduğum sese doğru yaza yaza ilerliyorum. Hepsi bu.

Bir kitapla vedalaşmak, okura emanet etmek ve sonrasına dair merak ettiklerim var. Bir proje bittiğinde hemen yenisine koyulabiliyor musunuz? Orada hâkim dilden uzaklaşmak için zamana gereksinim duyuyor musunuz? İki proje arasında en çok hangi kaynaklardan besleniyorsunuz?

Bir kitap basıldığı anda, artık sizden tamamen çıkmış oluyor. Kimi yazarlara göre ölüyor hatta. Kafasında sürüyle proje dolandıran biriyim. Kimi kitap oldu kimi alıştırma olarak bir köşede kaldı. Kimi de hâlâ kafamın içinde, hadisene diyor. Sağı solu çok belli bir yazma serüvenim olmadı benim. O gün nasıl davranmaya ihtiyacım varsa öyle davranıyorum. Ancak ne yaptığının bilincinde olmak gerek. Gerekirse silkelenmek, kendini bir toparlamak. İnsan yazdığını ezberleme, ona aşık olma eğiliminde olabiliyor… Yeni kitaba geçme aşamasında, okumak, izlemek, kendimi düşünmek, rutini, en olmadı kafayı biraz değiştirmek iyi geliyor bana.

Sırada ne var diye sorsam…

Yeni bir romana başladım.

* Bu söyleşi ilk kez 24 Şubat 2022 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır 

Büyümek: Birlikte Kazanılacak Bir Mücadele

 



Her ihtiyacının hemen yerine getirildiği ilk çocukluk döneminin ardından üç altı yaş aralığı çocuk dünyayı keşfetmeye koyulur. Nispeten özgürleşir, sosyalleşir. Birey olma yolunda ilk adımları atar. Kendi kararlarını almaya, uygulamaya başlar. Giderek sınırlarını genişletmek ister. Neden sonuç ilişkilerini kurmaya, eylemlerinin sonuçlarını öngörme becerileri edinmeye başlar. Deneyimler yoluyla gelen “yapabiliyorum, başarabiliyorum” düşüncesiyle kendini daha etkin ve güçlü hissetmeye başlar. Yetişkinlerin koyduğu kurallar, ne yapması gerektiğine dair işittikleri ile ve kendi kararlarını hemen şimdi uygulamak isteği arasındaki çatışma hem çocuk, hem ebeveynler için zorlayıcı olabilir. Önceden belirlenmemiş kararlar, yaklaşımlar ebeveynlerde tutarsız davranışlar, çocuğun kafasını karıştırdığı gibi, davranışlarında, kararlarında ısrarcılığa yol açarak çatışmayı daha da güçlendirebilir. Bu çatışmadan güçlü ve işlevsel bir işbirliği yaratmak, çocuğun büyüme mücadelesi verirken iç dünyasında olan biteni kavramak, ona karşı değil, onunla beraber hareket etmek isteğimizi doğru şekilde iletmek… Ebeveynlik niyetimiz bu olduğunda bile ne yapacağımızı tam olarak bilemediğimiz zamanlarda uzmanlar tarafından yazılmış, eğitsel nitelik taşısa da çocuğa iletmek istediği mesajı kafiyeli bir dille ileten, hikâyede ve görsellerde yer alan gerçeküstü ögelerle hayal dünyasını zenginleştiren örnekler işimizi kolaylaştırıyor.

“Ne Zormuş Büyümek” bu kategoriye giren bir seri. Üç altı yaş aralığındaki çocuklar için yazılmış yedi kitaplık bir seride “Küçük Kardeş İstemiyorum!”, “Her Şeyi İsterim, Kral Benim!”, “Yemeyeceğim İşte!”, “Kendi Yatağımda Uyumayacağım!”, “Kurallardan Nefret Ediyorum!”, “Okula Gitmek İstemiyorum!”, “Nereden Çıktı Bu Kardeş!” adlı kitaplar yer alıyor. İtalya’nın ödüllü gelişim psikoloğu ve çok satan kitapların yazarı Alberto Pellai ile çocuk psikoloğu ve pedagog Barbara Tamborini’nin ortaklaşa yazdığı seriyi İtalyanca aslından Bahar Ulukan çevirmiş. İlgilenenlere tavsiyemdir. 

18 Şubat 2022 Cuma

Z raporu

Bu ara okumalar, kendim için not almalar, yeni öykü taslaklarıyla geçiyor zaman. Öyle olunca okumaya ve yazmaya epey mesai harcadığım halde bloğu boşlamış gibi görünüyorum. Bloğun ilk yıllarında olduğu gibi öykülerimi ilk kez buradan paylaşmaya varmıyor elim. İstiyorum ki, bir kitap bütünlüğünde okurla buluşsun öyküler. 2022 bu muradımın gerçekleştiği yıl olur mu henüz bilmiyorum ama arka planda buradaki boşluğun ve sessizliğin aksine çalıştığım biline... 

Okumalar da bu niyetten payını alıyor, daha çok faydacılık tutumuyla, kendimi beslemeye yönelik, bazen bir öykü kitabından yalnızca birkaç öyküyle sınırlı, tekrar tekrar, yoğun okumalar hâline dönebiliyor. Dünya öykülerle dolu hepimiz biliyoruz. Oralarda bir yerlerden öykü fikri çekmek, kurmacayı kendine çağırmak telaşı gütmeden sessiz ve sakin bir okuma yapmak istedim dün. Elim Beyaz Kitap'a gitti. Kısa bir anlatı. Bir oturumda, odaklanarak, hiçbir amaç olmaksızın kendimi okumanın keyfine bırakmak hoşuma gitti. Sabah bir fotoğraf çekip koydum instagram hesabıma. Üzerimde pijamalar, koltukta oturup birkaç dakika içinde aklımda kalanları döktüm satırlara. Her zaman bir kitap hakkında dolu dolu sayfalar yazamıyor insan ama unutulup kalsın da istemiyor. Kitabın parçalı yapısına uygun okuma notları oldu doğrusu, kısa ve boşluklu... Orada kalıp unutulmasın diye buraya da almak istiyorum. 



Han Kang Varşova'da kaldığı iki, üç aylık dönemde kentin yıkıntılar arasından yeniden doğmuş suretine bakarken aynı rahmi paylaştığı doğumdan sonra yalnızca iki, üç saat yaşayan ablasını, aile travmasını, doğumdan beri taşıdığı yükü anımsar. Beyaz Kitap Varşova sokaklarını örten kar beyazından ölü bebeğin beyaz suretine bir hat çeken, o aralıkta salınan, kronolojik ve bütünü göstermekten ziyade yazarın kendi yaşantısından kanırtan anları öne çıkartan parçalı bir anlatı. Ben ve O Kadın adlı iki bölümden oluşuyor. Bireysel yastan Varşova sokaklarında tutulan toplumsal yasa bakıyor, karşılaştırıyor, anlamlandırıyor, yaşama şansı bulamayanı onurlandırıp ikame çocuk olmanın yükünü yazı yoluyla sağlatıyor. 

Beyaz Kitap 

Han Kang 

April Yayıncılık 

Çeviri Göksel Türközü 



14 Şubat 2022 Pazartesi

Engelleri aşan kadın: Marie Curie

 Birleşmiş Milletler, 2015 yılında kadınların ve kızların STEM (fen, teknoloji, mühendislik ve matematik) alanında eğitim ve araştırma faaliyetlerine katılımını teşvik etmek amacıyla 11 Şubat gününü “Bilimde Kadın ve Kız Çocukları Uluslararası Günü” olarak ilan etti.

Elbette kız çocuklarının ve kadınların eğitim alma, bilimsel araştırma faaliyetlerine katılmasının önü kendiliğinden açılmadı. Kız çocukları ve kadınlar bu uğurda inançla, azimle, kararlılıkla çalıştı, çabaladı. Çoğu zaman başarıları istisna olarak görüldü, yok sayıldı. Yine de yılmadılar, kendilerinden sonra gelenler için yolu açmaya, ilerlemeye devam ettiler. Size karşısına çıkan engelleri yılmadan aşan, öncü bilim kadınlarından Marie Curie’nin hikâyesini anlatan bir çocuk kitabından bahsetmek istiyorum.

“Marie Curie ve Atomların Sırrı” Luca Novelli’nin yazdığı, Süheyla Kaya’nın çevirdiği, Can Çocuk’tan yayımlanmış bir biyografi kitabı. Kitapta kronolojik sırayla Marie’nin çocukluğu, eğitimi, kocası Pierre Curie ile tanışması, fizik çalışmaları, karşılaştığı engeller, ona ün kazandıran bilimsel başarıların yanı sıra ilk Nobel ödülü alan kadın olması, hiçbir kadının alınmadığı kurumlarda çalışmayı başarması gibi tarihe düştüğü ilkler anlatılıyor. Kitap Marie’nin hayatını on dokuz bölüme ayırıyor. Her bir bölümün başında üçüncü tekil şahıs anlatıcı, o bölümde okuyacağımız içeriğe dair genel bilgi sunuyor. Sonra Marie dile geliyor ve ben anlatıcının olanaklarından faydalanarak bize ilk elden biyografisinin ayrıntılarını sunuyor. Bu ayrıntılar neşeli siyah beyaz karikatürlerle belirginleşiyor, daha da ilgi çekici hâle geliyor. Anlatının sonunda yer alan radyoaktif sözlük bölümünde ise kitap boyunca karşılaşılan terimler ve bilim insanları hakkında bilgiler yer alıyor.

Gelelim Marie Curie’nin ilham veren hikâyesine:

Marie Curie, 7 Kasım 1867’de Polonya’nın başkenti Varşova’da Maria Sklodowska adıyla dünyaya geldi. O tarihlerde günümüz Polonya toprakları Rusya, Prusya ve Avusturya-Macaristan’nınegemenliği altında idi. Varşova, Çarlık Rusya’sı işgali altındaydı ve halkın ana dili olan Lehçe’yi öğrenmesi yasaktı. Maria’nın babası Wladyslaw lisede matematik, annesi Bronislawa ise bir kız okulunda müdürdü. Maria daha liseyi bitirmeden ablalarından biri tifodan, annesi ise tüberkülozdan öldü. Babası yanlış bir yatırım nedeniyle tüm parasını kaybedince aile zor günler geçirdi. Maria başarılı bir öğrenciydi. Yasak olmasına karşın Lehçe okumayı ve yazmayı da öğrendi. Liseyi birincilikle bitirdiği halde o günlerde kızların üniversiteye gitmesi engellendiği için “Uçan Üniversite” denilen bir oluşumla öğretimine devam edebildi. Bu oluşuma “Uçan Üniversite” deniyordu çünkü öğretmenler kızlara gizlice evlerde ders veriyor, polis baskınına karşın da bu evler sürekli olarak değişiyordu. Maria öğretmenleriyle Avrupa’da dolaşan yeni fikirler üzerine konuşmaktan hoşlansa da yurt dışına giderek gerçek bir üniversite eğitimi almaya kararlıydı. Bunun üzerine ablası Bronia ile bir anlaşma yaptılar. Ablası Paris’te tıp okurken Maria mürebbiye olarak çalışacak ve ablasına para gönderecekti. Ablası doktor olup para kazanmaya başladığında ise okuma sırası Maria’ya gelecekti. Maria önce Varşova’da, sonra kırsalda mürebbiye olarak çalıştı. Kırsalda çalıştığı evin oğluyla yakınlaşınca aile, oğullarının drahoma getiremeyecek yoksul biriyle evlenmesini istemedi. Yeniden Varşova yolunu tutan Maria, kuzenlerinden birinin gizlice kurduğu fizik ve kimya kursuna başladı. Mendeleyev’in öğrencisi olan kuzeninden çok şey öğrendi.

Paris’e gitme sırası geldiğinde seçimi belliydi. Maria, Sorbonne’da fizik bölümüne kaydolurken ismini Marie olarak değiştirdi. Sorbonne’dan birincilikle mezun oldu. Burs alarak Ulusal Endüstriyi Geliştirme Derneği adına belirli çelik çeşitlerinin manyetik özelliklerini incelemeye başladı. Bu araştırma için Endüstriyel Fizik ve Kimya Okulu laboratuvarı başkanı fizik doktoru Pierre Curie ile tanıştı. Ortak ilgi alanlarının da etkisiyle yakınlaşan çift 26 Temmuz 1895’te evlendi. Bu tarihten sonra Marie Curie adını aldı. Curie, doktora konusu olarak Bekerel ışınımını seçti. Araştırmaları sonucunda bu ışınıma radyoaktivite adını verdi ve polonyum ve radyumu keşfetti. Radyumun keşfi, tıp alanında kullanılabileceğinin tespit edilmesi onlara büyük ün kazandırdı. Bu araştırmayla Marie Curie, eşi Pierre ve doktora hocası AntoineHenriBecquerel ile Nobel Fizik Ödülü’nü aldı. Tarihte Nobel ödülü alan ilk kadın oldu. Keşiflerinin tüm insanlığın yararına kullanılması için patent almaksızın, ticari kaygı gütmeksizin araştırmalarına devam ettiler. 1906 yılında Pierre kaza geçirip ölünce Marie Curie, Sorbonne’da profesör olarak çalışan ilk kadın oldu. Pierre’in ölümünden sonra ismi haksız skandallarla anılıp itibarsızlaştırılmaya çalışılsa da Marie Curie çalışmalarını sürdürdü. 1911 yılında bu defa Nobel Kimya Ödülü’nü alarak tarihte iki Nobel Ödülü’ne sahip ilk insan oldu. Çalışmaları bununla sınırlı kalmadı. Birinci Dünya Savaşı sırasında yaralanan askerlerin vücudunda kalan şarapnel parçalarını bulmak için röntgen ışınlarından faydalanma fikrini düşündü. Kızı Irene ile cephelerde bulundu. Uzun yıllar radyoaktif maddelere maruz kaldığı için 1934’te kan kanserinden öldü.

Marie Curie radyoaktivitenin atom bombasının geliştirilmesinde kullanıldığını görmedi. Ölümünden sonra radyoaktivite alanındaki gelişmeler, nükleer santrallerin kurulması, nükleer tıp gibi uygulamalarla devam etti. Pierre ve Marie Curie buluşlarının insanlığın iyiliğine kullanılmasını arzu ediyor, aksi bir durumdan endişe ediyordu. Nitekim Pierre Curie 1905’te Nobel Fizik Ödülü aldıkları törende görüşlerini şöyle dile getirmişti:

“Radyum canilerin elinde çok tehlikeli olabilir… Kendimize şu soruları sormamız gerekiyor: Doğanın sırlarını bilmek insanlığa gerçekten yarar sağlayacak mı? İnsan bu yeni bilgilerden faydalanmak olgunluğuna erişti mi?” Pierre Curie iyimserdi. Sözlerini şöyle sürdürdü: “Fakat ben de Nobel gibi, insanlığın, her şeye rağmen yeni buluşlardan zarardan çok yarar sağlayabileceğini düşünüyorum.” Tarih bize Pierre Curie’nin sözlerinin kehanet gibi gerçekleştiğini gösterdi. Dilerim bundan böyle yeni buluşların zarardan çok yarar getirme konusunda daima haklı çıkar.

*Bu yazı ilk kez 11 Şubat 2021 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır.