30 Eylül 2021 Perşembe

Nasıl yazıyorlar? (30)

Yazarların okuma alışkanlıkları okurun ilgisini çeken bir konu Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim. 

İşte otuzuncusu: Murat Gülsoy 



Çalışmak için masanın başına oturduğumda yanıma büyük bir bardak su veya çay alırım. Eskiden kahve de içerdim ama şimdilerde çay daha iyi arkadaşlık ediyor. Müzik de oluyor çoğu zaman. (Ama hep aynı müzikler... Bir tür klasik koşullanma örneği.) Bir de notlarımın olduğu defter. Eğer yeni bir metne başlayacaksam her şey biraz daha zor olurdu eskiden. İlk cümlelerin, yazılacak metnin tüm dokusunu belirlediği gibi bir saplantım vardı. Bu nedenle de gerilirdim. Aklımdaki hikâyeyi anlatmak için oturduğum masanın başından tek satır yazmadan kalktığım olurdu. O giriş kısmını, ilk cümleleri düşünürken hikâye zihnimde eskir, değerini kaybeder, artık ilgimi çekmez bir hale gelirdi. Bunu aşmak için daha az karmaşık bir teknik denemeye karar verdim: Yazmaya balıklama dalıyorum. Boş bir sayfa açıyorum bilgisayarda ve hemen başlıyorum. İlk cümleyi falan beklemeden. Bazen yazdıklarımın tamamını silip baştan başlıyorum. Bazen hiçbir şey yazmamış olarak kapatıyorum bilgisayarı. Bazen de aynı metnin birden çok giriş dosyası oluşuyor: Ama çoğu zaman, o eşik atlandıktan sonra su bardakları hızla boşalıyor (bunu söylemek utanç verici ama mademki biz bizeyiz), küllükler doluyor, yazı üremeye başlıyor. Bazen beni bile hayrete düşürüyor planladığım, tasarladığım, kurallarını belirlediğim yazının içindeki dünyanın benden bağımsız bir gerçeklik kazanmaya başlaması... Bir süre sonra yazdığımın ayırdında olmadan, tek tek sözcükleri, cümleleri düşünmeden kendiliğinden yazı akmaya başlıyor. Bu, yazmanın en zevkli ânıdır.

Bir başka yazıya başlama ânı: daha önceden başladığım bir metni sürdürmek için bilgisayarın başına geçtiğim zamanlar... Çoğu metni bir oturumda yazmam. Günlere, aylara, bazen de yıllara yayılırlar. Kendiliğinden olan bir şey. Belirli bir yöntem izlemiyorum zamanlama konusunda. Bir metnin bitişi çoğu zaman kendini belli ediyor zaten. Bu ara aşamalarda yazmaya başlamak yeni bir metne girişmekten daha kolay oluyor. Çünkü önce nerede kalmış olduğumu hatırlamak ve metnin dünyasına girebilmek için o âna kadar yazdıklarımı baştan sona okuyorum, düzeltiyorum, değişiklikler yapıyorum. Eğer yazdığım çok uzun bir metinse ve sadece bir gün ara vermişsem bir önceki oturumda yazdıklarımı okuyorum. Bir bölüm bittikten sonra tüm yazdığım bölümleri okuyorum. Bu bazen tüm bir çalışma zamanını kaplayabiliyor. 

Bu bilgisayar başında geçen yazma anları akşamüzeri dört sularında başlayıp gecenin ilerleyen saatlerine kadar sürebiliyor. Duruma göre değişiyor. Sonra gün bitiyor. Uykusuz kalmaktan nefret ettiğim için erkenden (gece yarısı) yatağıma girdiğimde başucumda o gece okuyacağım kitaplar oluyor. Eğer gündüz karmaşık kurmaca bir metin üzerinde uğraştıysam asla başka bir kurmaca metin okumuyorum; parça parça okuyabileceğim deneme ve inceleme kitapları ya da ansiklopedi ciltleri alıyorum yanıma. Bir de yukarıda çokça anlattığım defterimi. Çünkü en güzel düşünceler bu yatmadan önceki okuma anlarında geliyor aklıma. Onları da heyecanla not ediyorum. ... 

Kaynak: Büyü Bozumu: Yaratıcı Yazarlık Kurmacanın Bilinen Sırları ve İhlal Edilebilir Kuralları Murat Gülsoy Can Yayınları Deneme 

Kayıp kelimelerin peşinde...

Bilgisayarda yazmanın bazı dezavantajları da var. Bir metni yanlışlıkla silmek örneğin. Ana fikir, kimi cümleler aklında kalsa da asla aynı şekilde yeniden yazamayacağını bilmek, kayıp metni bir yanıyla kusursuz yapıyor. Asla ulaşamayacağın söz diziminin tüm çağrışımlarından yoksun buluyorsun kendini bir anda. Az evvel yazdığım, içime sinen bir altı dakikasını kaybetmenin hüznü bana bu satırları yazdıran. Nasıl olduğunu anlamadan kelimelerimin buharlaşmasının sebep olduğu şaşkınlık... A noktasından B noktasına bir şekilde vardırdığım kısacık bir metin.  Altı dakika içinde yazdığım. Bir altı dakika da imla hatalarını düzeltmek, tutarlılığı sağlamak için uğraştığım. Toplamda on iki dakikada bir şaheser çıkaramayacağım aşikar. Bilinçaltımdan çıkan kavramları, fikri, metaforu, benzetmeyi unutmadım, unutmayacağım. Aklımda. Yeniden yazmayı deneyebilirim ama ne derler bilirsiniz kaçan balık büyük olur. 

Madem altı dakika yazımı kaybettim. Ve buraya, iki ileti daha girmeliyim, ay ekime dönmeden, böyle parçalı  parçalı yazarım ben de. Kelimelerin ve çağrıştırdıklarının peşine düşerek. Bilinçakışıyla bir öykü yazmayı denemek istiyorum. Aklıma gelen her şeyi, her çağrışımı yazdığımda bilinçakışı olmayacağının, görünenin aksine zorluğunun pekala farkındayım. Bakalım rastgele savrulmuş, karışık, iç monoloğun hâkim olduğu bir metin yerine tastamam bir öyküye varabilecek miyim? Arka fonda Jehan Barbur'un "Kendine Zaman Ver" şarkısının çalması pek manidar. "Biraz uzaklaşınca anlaşılır eksiklikler/ Biraz yakınlaşınca görülür fazlalıklar" Yazmak çabası da böyle işte. Uzaklaşmak, yaklaşmak, yeniden yeniden bakmak, kaybolan ve henüz açığa çıkmayan kelimelerin peşinde dolanıp durmak... Ve kendine zaman vermek... 




29 Eylül 2021 Çarşamba

Görebilmek

Günün kelimesi. Gizem verdi. Her gün bir altı dakikası yazalım, dedi. Yazmaya başlamak için bir eşik oluşturması, kapı açması için. O kapının ardına geçmek için ve ilerlemek için. Bazen bir anahtar gerekiyor çünkü ilerlemek, yürümek yol almak için. 

Açılması gereken kapılar, aşılması gereken eşlikler hep orada, bir yerlerde duruyor, görülmeyi, duyulmayı bekliyor. Hep aynı yerlere bakmak, aynı yolları yürümek, aynı işaretlere bakmak bizi kör ediyor.  Bu yüzden başkalarına muhtacız. Yolumuzu, nerede olduğumuzu anlamak ve anlamlandırmak için. 

Deniz bir kardeş istediğinde, "Yakın arkadaş senin seçtiğin kardeştir," demiştim. O gün, günü kurtarmak için öylesine söylediğim bir şey değildi bu. Hâlâ aynı şeyi düşünüyorum. Yakın arkadaş, kendimizin seçtiği kardeştir, en iyi yoldaştır. Sana seni heyecanlandıran şeyleri gösteren, ışık olan, ayna olan, bize kendimizi, geleceğimizi bildirendir, omzuna başımızı koyup teselli edendir, her şey bittiğinde elimizde kalandır belki de. Emek vermeye değer olanı gördürendir. 

Görebilmek bana Körlük kitabını anımsatıyor. İlk okuduğumda çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Filmini de seyretmiş, uyarlamaya da bayılmıştım. Bu hevesle Saramago külliyatını oluşturmak istedim, eksik bırakmaksızın. Yitik Adanın Öyküsü'nü okudum. Görmek, İstanbul yollarında unutuldu gitti. Okunmuş olan hevesle, hayranlıkla okundu. Ama o evre geçip gitmiş gibi. Saramago okuru olmaya hazır hissetmiyorum, eskisi gibi. Onun o kendine has dili, grameri görebilmemi zorlaştırıyor. Çünkü daha açık seçik olanı görmeye yakınım bugünlerde. O yüzden en iyi yoldaşım çocuk kitapları bu ara. Ya sen bugünlerde neler görüyorsun? Ya da nelere sırt çeviriyor, görmezden gelmek istiyorsun? 


Rastgele...

Dün yeniden küçük okuma kulübü toplantılarımız başladı. 

Pandeminin en büyük nimeti her türlü kültür, sanat hatta bedenle ilgili sportif çalışmaların çevrimiçi ortama taşınması, normal şartlarda ulaşamayacağımız hocalarla çalışma, seminerleri, sunumları dinleme fırsatına kavuşmamız oldu. Hem de bir yerden bir yere yetişme, çocuğu nereye bırakacağım derdi olmaksızın. Evde kal günlerinde yoğun katıldığımız çevrimiçi etkinlikler eski tadı vermiyor, kabul edelim. Yine de uzakları yakın kılması, benzer zevkler etrafında toplanan bireyleri bir araya toplaması ve yeni arkadaşlıkların filizlenmesine el vermeleri sebebiyle paha biçilmez ve de bu yönüyle artık hayatlarımızda kalıcı. 

Geçen sene bu zamanlar elimde eski, işe yaramaz dediğim taslaklar hariç hiç öykü yoktu. Bu işe yaramaz taslakların ikisini Beliz Hoca'nın "Artık Yazıyoruz" modülünde yeniden yazdığımda ve metinlerin düzayak anlatımdan çıkıp nereye geldiğini (elbette kendi sınırları dahilinde bir gelişmeden bahsediyor burada yazar) gördüğümde, eski, bildik, bir oturuşta yazıp teknik düzeltmeleri yapmakla yetindiğimde ne büyük imkânları kaçırdığımı gördüm. Yazının yalnızca yazılmadığını, çalışıldığını fark ettim. Bir seferde çıkması bazen kendiliğinden gerçekleşen kendi çapında küçük bir mucize ancak yazarsak ve yazıyorsak yazın hayatımızı bu türden mucize anlarının bize gelmesini bekleyerek geçiremeyiz kanımca. Bu tür mucizeler de yazarken, çokça yazarken geliyor üstelik. Defter tuttuğum dönemlerde bu çalakalem yazıların içinden arada bir iyi bir öykü çıktığına ben de rastgelmişimdir. Ama bu rastgeleliğin ardında yazılan elli, altmış... yüz sayfa olmasa, etekteki taşlar dökülmese, o öykünün birdenbire filizlenmeyeceğini de iyi biliyorum. Hayatta hiçbir şey birdenbire olmuyor, keza yazıda da öyle. 

Dün yeniden küçük okuma toplantılarımız başladı. 

Bu toplantılar başladığında elimde yalnızca iki bitmiş öykü vardı. Bugünse sekiz. Umudum, bu sonbahar, kış okumalarının dört öykünün daha doğuşuna el vermesi... İlk yorumları yapmak, yeniden çalışmak, yazmak. Ne derler bilirsiniz, hayat biz plan yaparken başımıza gelen şeylerdir. O zaman denize açılan balıkçılara söylenen temenniyle başlatalım ve bitirelim bu yazıyı. Rastgele... 

27 Eylül 2021 Pazartesi

Umuyorum

Uyku düzenimin bozulduğu günlerden geçiyorum her nedense. Akşam saatlerinde çöken uyku, gece buharlaşıp gidiyor. Göz kapaklarımın ağırlaşmasına karşın, bir türlü uykuya geçemiyorum. Yanımdaki hırıltılı nefese kayıyor dikkatim, uyandırmaktan çekinerek sağa sola dönüyor, susadığımı fark ediyor, ev içinde turluyorum. Tuvalet, salon, mutfak... Yatağa ilk giren ben olursam daha kolay uykuya dalıyorum. O zaman uykum bölünmeden sabahın erken saatlerine kadar uyuyabiliyorum. Hava ağarırken gözlerim kendiliğimden açılıyor. Uzun yıllar, yazmak için geç saatlere kadar oturma alışkanlığı edindiğim için bozuk, belki de uyku düzenim. Bilemiyorum. Ben ayarlarımla ne kadar oynasam da, sabah insanı olduğum aşikar. Günlerin kısalmasıyla bedenimin buyruklarına uyabilmeyi umuyorum. 

Ev kendi başına büyüyen gelişen bir organizma gibi. İçindekiler bir anda kontrolden çıkıyor, aritmetik olarak büyüyor. Tüketim alışkanlıklarına dikkat ettiğimi düşünsem de, bana alan bırakmayan bir fazlalık mevcut şu sıra. Yavaş yavaş ayıklamayı, ihtiyacı olanlara ulaştırarak yeniden kullanıma sokmayı umuyorum. 

Bu ay yenie dergisinde bir öyküm yayımlandı. Daha sık öykü ya da kitap değerlendirme yazısı yazmak ve yayımlanmak üzere dergilere yollamak da umut ettiklerim arasında. Farklı yayın kurullarından onay almanın, ürünlerini yeni okurlarla buluşturmanın insanı heveslendiren, yüreklendiren bir yanı var. Bu hevesi kaybetmemeyi umuyorum. 

Dört, beş yıldır kendime ait bir odam var. Sınırlarını korumak bazen pek de kolay olmuyor. Ayrı bir oda da olsa, masanın üzerindeki dağınıklığın Çağlar'ı rahatsız ettiğini görebiliyorum, ya da Deniz'in kendi masasında yer bulamadığı, ya da yanımda olmak istediği için masamı ödev masası olarak kullandığını... Yeni taşınılacak evde, üçüncü odanın kime ait olacağı konusunda çekişmeler şimdiden başladı. Kendine ait oda, kendine ait atölyeye evrilecek bu gidişle. Neyse bu da umut edilenler arasına girsin ve yerini korusun. Bir gün gerçekleşeceğini görebilmeyi umuyorum. 

Lodos Çarpması, aralık ortasında yayımlandığında, aralık ayının bir kitap çıkarmak için pek de uygun bir zaman olmadığını düşünmüş, bir sonraki kitabı bahar aylarında yayımlatmayı hayal etmiştim. Kendisiymiş Gibi tam da hayal ettiğim gibi bahar aylarında çıkmak üzere yayına hazırlandı. Kitap 2020'nin mart ayında, pandeminin ilan edildiği, eve kapanmaların yoğun olduğu günlerde matbaadan çıktı. Bir kitapçı rafında rastlamak, okurla buluşmak mümkün olmadı. Galiba kitap çıkartmakla ilgili çok da ideal bir zaman yok. Bunlara takılmadan yazmaya, çizmeye, üretmeye devam etmek, kitabın son kullanma tarihi olmayan bir ürün olduğunu, benden bağımsız yürüyüşünü sürdüreceğini ve okurlarla buluşacağını umut etmek en iyi seçenek. Bu inancımı kaybetmemeyi, aklımda, kalbimde tutmayı umuyorum. 

Şimdi Kendisiymiş Gibi yayımlanalı 1,5 yıl geçtiğine göre, yeni dosya üzerinde çalışma zamanı geldiği düşüncesiyle heybemi açtım. Sekiz öykü cepte. Görünen o ki, şimdiye değin yazdığım en uzun öyküler bu dosyada yer alacak. Metnin uzunluğu elbette önemli değil. Öyküler bitmesi gerektiği yerde bitmeli ancak uzun yazmaktan imtina atmek, aşılması gereken bir eşik gibiydi benim açımdan. O yüzden uzun yazma korkumu yendiğime memnunum ve daha oylumlu metinler yazmayı da umuyorum. 


23 Eylül 2021 Perşembe

Kızıyorum, okuyorum

Çift doz aşıların yaygınlaşmasıyla normalleşmeye dönüyoruz. Ama hiçbir şey tam olarak eskisi gibi değil. Okulların açılması, çocukların tam gün okula gitmesi hepimiz için hem rahatlatıcı, olmasını istediğimiz hem de tedirgin edici bir durum. Deniz'in okulunun değişmesi, süreci tanımadığım, aşina olmadığım kişilerle yürütmek beni zorluyor galiba. Cumartesi günkü online veli toplantısı bilgi edinmememe, dolayısıyla güven kazanmama vesile olacaktır ama hissettiğim şey rahatlama değil, kızgınlık.
Okulun toplantı ilanını üç, dört gün önceden duyurmayı yeterli görmesine kızıyorum. Cumartesi günleri, ebeveynlerin çalışmadığı ön kabulüyle alınıyor sanki bu kararlar. Cumartesi dört ile beş arası  herkes müsaittir, en azından anneler evdedir, çalışmıyordur varsayımının sonucunda çalışma saatlerimde son dakika değişiklikleri yapmak zorunda olmaya kızıyorum. Annelerin çocuklarla ilgilenmesinin bireysel seçim olarak görülmesine kızıyorum. Her sabah servise çocuğunu maskesiz götüren anneyi gördüğümde kızıyorum. Birini muayene ederken yanında gelen kişilerin evdeki, mahalledeki birilerinin sorunlarına tedavi planı ve bütçe çıkarmamı beklemesine kızıyorum. Aynı anda konuşan insanlara kızıyorum. Karşısındaki insana söz hakkı tanımayan insanlara kızıyorum. Konuşma iştahına kapılarak karşısındakinin ruh hâlini okumayan, umursamayan insanlara kızıyorum. Hep bir kurtarıcı bekleyenlere kızıyorum. Hep şikayet edenlere kızıyorum. Ruhumu sıkanlara kızıyorum. Kızdığım şeylerin listesi uzar gider. Biraz da iyi şeylere bakmalı, beni neşelendiren, rahatlatan, heyecan veren şeylere. Yeniden sonbaharın gelmesi örneğin. Okuma, yazma mevsiminin başlaması. Yaz döneminde kapıldığım rehavet, bitirememek, odaklanamamak güzün gelmesiyle geçip gidecektir diye düşünüyorum. Yeniden okumak, yazmak, yazdıklarım üzerinde çalışmak, onları toparlamaya başlamak, hevesle bekliyorum. Okumalara Deniz'in okulunun verdiği okuma listesiyle başladım. Okuduklarım üzerine kısa kısa notlarım ise şöyle: 



Greta'nın Thunberg'in hikâyesi, çocukları küresel iklim krizi hakkında bilgilendirmekle kalmıyor, onun kararlılığı ve adanmışlığını bir örnek olarak sunuyor; büyük şeyler yapmak için çok küçük olmadıklarını hatırlatıyor ve eyleme geçmeye çağırıyor. Çocuktan çocuğa güçü bir davet bu. Sınıf ortamında birlikte okumalarının doğuracağı eylemliliği şimdiden merak ediyorum. 




Sınıftan Yükselen Sesler'i severek okudum. Aynı sınıfı paylaşan hepsi kendi içinde birtakım sırlar, sıkıntılar barındıran, kabuğunun içine saklanan, bazen aksi davranan çocukların sınıflarına yeni ve yenilikçi bir öğretmenin gelmesinin ardından sırayla dile gelerek ilerlettikleri hikâye hem merak unsuru barındırıyor, akıcı bir tonda ilerliyor, hem de yazarı bu kitabı yazmaya iten meseleyi hiç sıkmadan, didaktizme düşmeden okurun kucağına bırakıyor. Paylaşmak, birbirinin ardını kollamak, olumsuz etiketlerin ardına bakarak oradaki hikâyeyi öğrenmek, güzelliği keşfetmek üzerine tatlı bir kitap. Serinin devam kitaplarını da almayı düşünüyorum. 




Oh Ne Ala Memleket, Sınıftan Yükselen Sesler ile benzer bir temayı ele alıyor. Kitabın dili akıcı. Yer yer mizahi ögeler de var. Okulu hiç sevmeyen bir grup öğrenci, hasbelkader müdürün yerine geçiyor ve karar alma mekanizmasına sahip oluyor. Ancak işler hiç de umulduğu gibi ilerlemiyor. Çocukların lehine, oy birliğiyle alınan her kararın sonucu bir felakete dönüşüyor. Çocuklar eski, bildik yöntemlerin ve kuralların bir sebebi olduğunu anlarken hikâye yeni ve yenilikçi, çocukların hâlinden anlayan bir müdürün gelmesiyle bitiyor. Hakkında çok olumlu yorumlar okudum ancak benim okuma deneyimim benzer sonuçlanmadı. Çocuğa yetişkin dünyasını, yetişkine çocuk dünyasını anlatmayı, göstermeyi amaçlamış gibi hissettiren, çocuk tarafından baksa da doğal bulamadığım, çok uçucu bir tat bıraktı bende. 




Bir hayal kırıklığı daha. Vladimir Tumanov'un dilimize çevrilen diğer kitaplarını okumuş, hatta Asılı Dağ'ın Kahini üzerine bir yazı da yazmıştım. Onun fantastik unsurlarla çevirili kurgusuna aşinayım. Sorgulamıyorum. Tumanov'un kahramanı çocuklar birdenbire kendilerini bir belanın ortasında buluyor, çoğu kez zamana karşı bir yarışla çözüm arayışına giriyor. Fantastik olaylar yaşıyor. Maceranın dozu giderek yükseliyor ve kurtuluş geliyor. Haritada Kaybolmak kitabının devamı olarak yazılan ve yayınevi tarafından "Gizemli Haritalar" dizisinin ikinci kitabı olarak sunulan kitapta kimi kelime tercihleri beni rahatsız etti. Örneğin; yüzey ya da çeper yerine cidar, geri dönüşüm yerine geri kazanım kelimeleri gibi. Onun dışında çocuklar dozu çok yüksek bir macera yaşasa da, sıkıştıkları her anda bir kurtarıcının, birdenbire onları çözüme ulaştıracak araç, gereçlerin belirmesi pek de hoşuma gitmedi. Kitabın küresel iklim değişikliğiyle ilgili iletmek istediği bir mesaj olduğu aşikar. Çocukların yaşadığı felaket, suların yükselmesi, bazı kara parçalarının sular altında kalması, deniz akıntılarındaki ve iklimdeki değişiklikler, küresel ısınmayı 1,5 C ile sınırlayamadığımızda olacakların bir projeksiyonu. Bununla beraber bunu gidermeye yönelik bir çözüm önerisi sunmuyor. Bir haritada beliren bilmecelere doğru cevap verilmesiyle suların çekilmesinden öte bir söz söylemesini bekledim sanırım. Gerçeğin bilgisinden yola çıkarak kurmaca yapıtı eleştirmek ne kadar doğru emin değilim. Belki de çocuk okur, yalnızca maceraya kapılıp gidecek, eğitimci küresel iklim krizi hakkında bir sohbeti başlatabilecektir. 




10 Eylül 2021 Cuma

Sevinelim



Sonbahar geldi. Ardından elini tutup kışı getirene kadar havaların biraz serinlemesinin, sıcaktan bunalmadan bir yerden bir yere gitmenin, yeniden kırtasiye alışverişi yapabilmenin, daha erken yatmanın, çocukların okula başlamasıyla kendimize ayırabileceğimiz küçük zaman dilimlerinin doğmasına sevinebiliriz. Sevinelim. 

Kırklı yaşlar, hemen herkesin yaşamının bir dökümünü yaptığı, bu zamana kadar sürüklenerek geldiğini fark ettiği, isyan bayrağını çektiği, artık kendisi için bir şeyler yapmak istediğini ilan ettiği yaşlar bana kalırsa. Sebebi belli. Hâlâ gençsin, sağlıklısın ama önünde bir bu kadar zaman kalmadığının da farkındasın. Sana esaret hissi veren ne varsa kurtulmak istiyorsun hayatın biricikliği karşısında. Dileklerini, içinde ukde kalanları yerine getirmeye çalışıyorsun. Bunun farkına varmak, değişimi bir yerden başlatmak istemek çok anlaşılır bir şey. Ancak bazen, anlık haz maymunu devreye fazlasıyla girerse sert bir rüzgârın önüne kattığı yapraklar misali oradan oraya amaçsızca savrulmak da pekala mümkün. O yüzden benim kendime tavsiyem sakinleşmek, gerçekte ne istediğini bulmak, el uzatmak üzere olduklarının bu amaca hizmet edip etmediğini fark etmek ve odaklanmak. Yolun kalanı için muradım çocuk ve gençlik edebiyatı ürünleri vermeye devam etmek olduğu için yönümü biraz daha çocuğa çevirmek istiyorum. Bu yüzden ikinci üniversite denilen nimeti, bir tıkla başvuru imkânını kaçırmak istemedim. İstanbul Üniversitesi Açık ve Uzaktan Eğitim Fakültesi çocuk gelişimi ön lisans programına kaydoldum. Her şeyin dijitalleştiği bir çağda uzaktan erişimle öğrenci olmanın neye benzeyeceğini tahmin edemiyorum şimdilik. Temennim keyfinin, katkısının bol olması. Merak duygusunun, öğrenme hevesinin zihni zinde tutmasına, kolay yoldan mutluluk sağlamasına sevinebiliriz. Sevinelim. 

Annemin evinin karşısında büyük bir tarla var. Bir sene ay çiçeği, bir sene buğday dikiliyor. Bu yıl buğday senesiydi. Biçerdöverin sürdüğü tarlada açılan sarı sarı yollara bakmanın mutluluk veren bir yanı var, bir mevsimin bittiğini, emeğin karşılığının alındığını hissettiren bir yan. Hepimiz kendi hayatlarımızın da çiftçileriysek eğer, bizim için de hasat zamanı sayılmalı şu günler. Bahar ve yaz aylarında verdiğimiz emeğin karşılığını aldığımız, yeniden emek vermenin zamanını beklerken dinlendiğimiz ve düşündüğümüz zamanlar... Ektiğimizin, emeğimizin karşılığını almayı beklememize sevinebiliriz. Sevinelim. 

Ömür öyle ya da böyle geçiyor. Günün ya da ömrün sonunda hangi ayrıntıları yazıyorsak, niteliği, duyguyu o belirliyor esasında. O yüzden Pollyannacılık oynamaya çok da burun kıvırmadan, zihnimizin içinde güzel, sevinçli ayrıntıları çoğaltmak mümkün. Hangi duygunun içindeysek, öyle yaşıyoruz zira. Mutlu, heyecanlı, hevesli hatıralar biriktirmeye karar vermemize sevinebiliriz. Sevinelim. 

Arkadaşlarımızın olmasına, onlarla birlikte kanatlanmaya sevinebiliriz. Sevinelim. 

*Görsel: Dee Nickerson




2 Eylül 2021 Perşembe

Nasıl Yazıyorlar? (29)

Yazarların okuma alışkanlıkları okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim.

İşte yirmi dokuzuncus: Hikmet Hükümenoğlu 


Yazma düzenim değişti. Eskiden romanın en kaba ilk müsveddesine "birinci taslak" derdim. Ne yazacağım, birinci taslakta ortaya çıkardı. Atmaca'dan beri detaylı bir özet çıkarıp kafamdaki fikrin başını-ortasını-sonunu derli toplu görmedikçe yazmaya başlamıyorum. Eskiden böyle yazmak ilham kaçırır diyordum ama karar değiştirdim. Eskiden böyle yazmak ilham kaşırır diyordum ama karar değiştirdim. Ayrıca zaman kazandırıyor. Yeni roman için kafamda şahane bir fikir vardı, çok heyecanlıydım, parmaklarım kaşınıyordu ama özetiyle boğuşurken anladım ki hikayenin sonu bir türlü içime sinmiyor. Daha doğrusu sonu yok. Çöpe attım. Çöpe attım ama bir kısmını kurtarıp başka bir özet çıkardım - dönem değişti, karakterler değişti ve bu sefer hikayenin beni tatmin eden bir sonu oldu. Artık ilk taslağı yazmaya başlayabilirim. (Kafamdaki kıl maymun, ne gerek var bu kadar zahmetli roman yazmaya, git başka bir özet hazırla, diyor üç gündür.) Taslak, özet, müsvedde... bu kavramlar kafa karıştırıyor ama işin özün şu: Hepsini boş verin nasıl rahat ediyorsanız öyle yazın. Nasıl rahat ettiğinizi zamanla keşfediyorsunuz ve alışkanlıklar bazen değişiyor. 
* Bu yazı, yazarın Hikmet Hükümenoğlu adlı bloğundan alınmıştır.