29 Eylül 2022 Perşembe

Fotoğrafın hikayesi




Civardaki inşaatlardan sesler yükselmeden önce hala zaman var. Güneşin yükselmesini izlemek, kuş cıvıltılarını dinlemek için.

Kedi sütünü içer içmez bahçeye kaçtı. Duvarın üstüne zıpladı. Parmaklıkların arasında kafası şimdi. Güvenlik mi, özgürlük mü? Hepimizin başımızı arasından geçirip baktığımız parmaklıklar var. Soru aynı. 

Tüylü Dostlar

Evcil hayvan beslemenin çocuklar üzerinde onlarca olumlu etkisi var. Kimi kaygı bozukluğu yaşayan çocuklarda terapötük amaçlı kullanılmasına şaşırmamak gerek. Evcil hayvanlar çocuğa arkadaş olur, yalnızlığını azaltır, yeri gelir sırdaşı, en yakın oyun arkadaşı olur, bakımını üstlenmek sorumluluk duygusunu arttırır, geçiş dönemlerini kolaylaştırır. Saymakla bitmez... 

Bununla beraber kediyi, köpeği onun iradesi dışında eve getirmenin, onu doğal ortamından koparmanın ve dört duvar arasına hapsetmenin, her türlü ihtiyacı için bize bağımlı kılmanın da vicdani bir yanı, epey sorumluluğu, maddi manevi külfeti var. Velhasıl kolay alınacak bir karar değil. 

Deniz'e yeni eve taşındığımızda kedi alma sözüm vardı. Siz kediyi sahiplenmezsiniz o sizi bulur misali, henüz eski evdeyken bir nisan gecesi tanıştık Sani'mizle. Eski evimizde dışarı çıkma şansı yoktu. Dört duvar arasında, gündüzleri yalnız kalır, akşam oldu mu yolumuzu gözler dururdu. Hayvanları eve alıp onları hareketli doğalarından ayırmanın içe sinen bir yanı yok neticede. Tüylü dostlarımız için en güzeli hem evin konforu hem de dışarıda koşturup oynayabilme özgürlüğünü sunabilmek sanırım. Bir kedi alma işini yeni eve bırakmanın en temel sebebi de buydu aslında. Evden bahçeye ulaşması, biz evdeyken koşturup oynaması, içeri girmesi, mamasını yemesi, uyuması, bizimle oynaması... 



İyi haber bu düzeni tutturduk. Biz Sani'ye, o bize alıştı. Bir çocuğu kreşe alıştırmak gibi yavaş yavaş önce yanımızda çıkardık. Sonra kapı pencere açıkken evden kaçmalar başladı. Dışarı çıkıp peşine koşmalar yerini güvene bıraktı. Sabah rutinimiz şu hale dönüştü. Sabah uyan. Kahvaltı hazırlarken Sani'ye süt koy. Balkon kapısını aç. Kahvaltı hazırla, Deniz'i uğurla, işe hazırlan. İşe gelmek için çıkmam gereken saatte birkaç kez bulamadığım için kaygılandığım, ne yapacağımı düşündüğüm oldu ama her defasında onu bulmayı başardım. Şimdi dışarı çıkıp aramam bile gerekmiyor. Birkaç kez sesleniyorum. Mama kutusunu sallıyorum. Balkon pencerelerini kapatırken çıkan sürtünme sesini takriben bir yerden çıkıp geliyor. Özellikle son günlerde çok doğrudan gözlemlediğim bir şeye dönüştü, bu. İç saati var sanki, evden çıkacağımızı ya da gece içeri girme saatinin geldiğini anlıyor, biliyor ve geri dönüyor. Hayvanların zekası yabana atılır türden değil. Bu konuda Netflix'te yayımlanan Evcil Hayvanların Gizli Yaşamı belgeseline göz atmayı unutmayın. İyi hssettirme garantili, pek çok türden evcil hayvan ve sahipleri arasındaki bağa odaklanan bir yapım. Korkuları, kaygıları bir kenara bırakıp düzenin değişmesini göze alıp çocuklarla evcil hayvanları bir araya getirmenin yollarını bulmak da fayda var. Kaybedenin olmadığı keyifli bir dünya burası. 

27 Eylül 2022 Salı

İstikrarlı hayal hakikattir

Son zamanlarda yeterince okuyamadığıma, elime aldığım kitapları bitiremediğime dair bir algım var. Kendime yönelttiğim bir suçlama. Haklılığından emin değilim. Kimi kitapları bitiremediğim doğru. Durum kısmen aynı anda iki, üç kitaba el atmaktan kaynaklı. Bitiremediklerim daha çok kurgu dışı, kişisel gelişim kategorisine sokabileceklerim. Onların da güzel örneğini bulmak her zaman kolay değil. Çoğu zaman lafı evirip çevirip uzatıp klişelerle beziyorlar. Ama bir alıcısı var işte bu kitapların. İçindeki boşluğu dolduramamaktan, kimi yanlışlara ya da can sıkıcı kalıplara dönüp dönüp toslamaktan, bir değişim arzusu taşımaktan kaynaklı hiç bitmeyen, bitmeyeceği de kesin başlı başına bir sektör kişisel gelişim dedikleri. 

Liseden bir arkadaşım yıllar sonra, kariyerini bu alana doğrultmuş. Eğitimler veriyor, bir de kitabı var. Eğitimlerine katılmadım, kitabı da okumadım. Geçen gün çektiği bir videoyu paylaşmış, izledim. Çünkü arkadaşlar en azından bunu yapar.  33 milyon kişiye ulaştığını söylediği video, kabaca bardağın dolu ve boş tarafından hangisine bakmayı tercih ettiğinin hayatının kalitesini belirlediğine dair bir konuşma içeriyordu. Ve son derece sıradandı. İzleyecek onlarca, yüzlerce video varken sonuna kadar izlemeyi sağlayan unsur, sürenin kısalığı mı, arkadaşımın yıllara meydan okuyan gülümsemesi mi, emin değilim. Ve fakat kesin olan şu ki, hepimiz hayatımızın en azından belli dönemlerinde bu türden eğitimlere, kitaplara yakalanıyoruz. Benim de onlarca kitabım var Şiddetsiz İletişim ile ilgili. Dizdim, sırayla birkaç ayda bir okuyayım diyorum, gitmiyor işte, ilerlemiyor. Birkaç satır okuyup bırakıyorum sağa sola. 

Elimden bırakamadan okuduklarım çocuk romanları en çok. Bana macera vaat eden, lafı evirip çevirmeden, söz oyunlarına başvurmadan zihnime çizilen manzaranın peşine düşüp maceradan maceraya koşmak iyi geliyor. Ayaklarımı uzatıyorum, kah Baltık Denizi'nin en ucunda bir burunda, kah Almanya'da bir sokakta, kah Türkiye'de bir mahallede... Okuyorum, o hayata bir süreliğine misafir oluyorum. Bir yazarın başka bir yazarı okuması gibi değil, bir çocuğun okuma iştahıyla... Belki de daha çok kitap devirmek için, onları bir solukta yalayıp yutmak için bir çocuğun maceraya duyduğu heyecan gerek bize. Metni sökmek, metaforları görmek, içindeki manayı aramak iradesini göstermek yerine ayakları salmanın özgürlüğü... 

Bu özgürlük ile faydacılık arasında debeleniyorum galiba bir süredir. Ve bu ara kazanan özgürlük olsun istiyorum. Çünkü hepimizin çabasızlığa, fayda ummadan eyleme geçmeye, kazanımları, çıkarımları düşünmemeye ihtiyacı var. Yazın bittiği, sezonun benim için kapandığı şu anda, canım bu çabasızlığı en derinde hissettiğim eylemi yapabilmeyi çekiyor. Kendimi sırt üstü suya bırakmaktan bahsediyorum. Kollarım bacaklarım iki yana açık. Suyun beni taşımasını izliyorum, çabasızlığımı, nötr kalma hâlimi  ve gökyüzünü... Hayal bu ya, deyip geçmeyin. Ne derler bilirsiniz: "İstikrarlı hayal hakikattir."




 


26 Eylül 2022 Pazartesi

Sokrates aslında kimdi?

 "SOKRATES'İN ÖLÜMÜ Kahraman, Hain, Geveze, Aziz" 




Emily Wilson'un yazdığı türkçeye Özgüç Orhan tarafından çevrilen kitap Pinhan Yayıncılık tarafından okura sunulmuş.

Emily Wilson önsöz bölümünü "Konuşmak dışında hayatında pek az şey yapmış olan ve MÖ 399'da, 2400 yıldan daha uzun bir süre önce, bir Atina hapishanesinde zehir içmiş bir adamı neden hâlâ önemsiyoruz?" sorusu ile açıyor. Bu giriş bölümünde kitabın yazılma amaçlarını, metodolojisini, yüzyıllar içinde değişen Sokrates algısını, bugünkü modern akılla kavranışına ışık tutacağını iddia ediyor. Alt başlık Sokrates algısına dair güzel bir özet sunuyor. Kahraman, hain, geveze, aziz. Sokrates bunların hangisi? Çok da uzun sayılmayacak ömründe yazılı bir eser bırakmamış bir adamın ardından bunca çelişkili etiketin hangisi doğru? Ve neden önemli? 

Felsefe hakkında bilgisi oldukça sınırlı sıradan okur bile (benim gibi) Sokrates'in yaşadığı dönem boyunca yazılı bir metin üretmediğini, onunla ilgili bize ulaşan metinlerin ölümünün ardından öğrencileri tarafından, özellikle de Platon tarafından yazıldığını, kendisinin öğrencileriyle uzun uzun yürürken sohbet etmekten hoşlandığını, yanıtlardan çok sorularla ilgilendiğini, Sokratik yöntem adını verdiği bir yöntemle karşısındakine bilgi aktarmaktan çok sınayarak, sorarak onun içinden bilgiyi, düşünceyi çıkartmayı hedeflediğini, bunu da anne mesleği olan ebeliğe benzettiğini, huysuz bir karısı olduğunu (Bu etikete katılmak pek elde değil. Zira Sokrates gibi tüm günü dolaşarak, içerek, yiyerek geçiren ancak bu yiyeceği temin konusunda parmağını oynatmayan bir adamın ne denli sabrı  zorlayıcı olduğu ortada) bilir, kulağına çalınmıştır sağda solda. Kendisini bir at sineğine benzettiğini, bir at sineği kadar zararsız ve rahatsızlık verici olduğunu da işitmiştir bir ihtimal. Ama otoriteyi, iktidarı neden ve nasıl rahatsız ettiği, gençleri nasıl olup da yoldan çıkardığı, yozlaştırdığı algısının yaratıldığı o kadar da bilinmez. İşte kitap Sokrates'in bu bilinmeyen yönlerini derli toplu anlatıyor. 

Antik Yunan, sıradan Yunanlıların şaşalı tanrıların, tanrıçaların gölgesi altında yaşadığı, her türlü doğa olayını onlar aracılığıyla çözdüğü, bilinmezi "yarattıkları mitoloji" aracılığıyla açıklamaya çalıştıkları çok Tanrılı dinler dönemi. Tam da bu dönemde doğa olaylarını fizik yardımıyla çözmeye çalışmak, tanrı yasasından düşünce evrenine yönelmek, sorgulama yoluyla bunun önünü açmak, itaat etmek yerine sorgulayacak öğrenciler yetiştirmek... İktidarın neden hırslandığını, ünlü filozofa karşı bileylendiğini anlamak mümkün. Neticede her devirde birey, yerleşik alma meydan okumaya kalkıştığında, sebebi bilgiyi, özgürlüğü soruşturmak olsa da algı bu yönde olduğu için, sırf bu sebepten toplumsal lince çok açık. Bu bireylerin tek yaşamı açısından son derece üzücü olsa da, açtıkları yolun kapanması, geriye dönüş mümkün değil. O yüzden Sokrates'in ölümü çağları aşan, bugünü de ilgilendiren bir mesele olmaya devam ediyor ve meraklısıyla buluşmaya devam ediyor. 

Devrinin önünde düşüncelere, eylemlere sahip olduğu için katledilen gerçek demokrasi kahramanlarının anısı unutulmasın. Tam şu anda direnen İran'ın cesur kadınlarınınki de...  

22 Eylül 2022 Perşembe

Dünden sonra yarından önce

"Nereden başlasam, nasıl anlatsam?" diyor MFÖ o meşhur şarkısında. Boş sayfanın karşısına her geçtiğimde, benzer bir belirsizlik oluyor bende de. Ne anlatmalıyım, nereden başlamalıyım? Zihnimin içinde afacan maymunlar gibi daldan dala atlayan düşüncelerin hangisinin elinden tutmalı, hangisinin daha yükseğe tırmanmasına izin vermeliyim?

Çokça duygular yokluyor şu sıra beni. Ya da ben daha fazla kulak veriyorum onlara diyelim. Bu ara en baskın olan hayal kırıklığı sanırım. Belki yaş dönümü yüzünden. Yaş otuz beşin yolun yarısı olmadığında hemfikir olalı beri, biz kırklıklar kendimizi o kadar da kötü hissetmiyoruz. Ne de olsa kırklar büyüdüğün, iş hayatında yol aldığın, kimi isteklerine, hayallerin kavuştuğun, hala kendini genç, sağlıklı ve aktif hissettiğin yaşlar... Ve fakat kırkların yarısına yaklaşmak, orayı biraz geçmek birden yolun kalanı hakkında düşünmene sebep oluyor. Belki bir bu kadar daha olacaktır kalan yol ama bu kadar aktif değil, bu kadar sıhhatli değil, kayıplarla geçecek yolun kalan kısmı. Sevdiklerini kaybedeceksin, aile büyüklerini, arkadaşlarını, kronik hastalıklar edineceksin, ameliyatlar olacaksın, kalbin tekleyecek belki, dizlerin yarı yolda bırakacak, eskisi gibi yetişemeyeceksin her şeye, her yere, daha yorgun, daha zamansız, daha yalnız... Bu gelecek hayali ister istemez bir iç muhasebeyi getiriyor. Pişmanlıklar, keşkeler el ele veriyor. Yolun buraya kadar olan kısmı hızlıydı, ne olduğunu anlamayacak kadar hızlı. Derler ya, göz açıp kapayıncaya kadar geçti, işte öyle. Yolun kalanı da öyle geçecek biliyorum. Hüzün geçen zamanı sayamamaktan mı? Hayır, o değil. Başkalarına özenmekten mi? Hayır, o da değil. Daha iyi diye bir şey yok. Daha kötünün örneği ise çok, hem de pek çok. Hele kadınlar için bu denli adaletsiz bir dünyada yaşarken... Basit haklardan yoksun, basit özgürlükler için itilen, kakılan, dövülen, can veren kadınlar varken bu yakınmalar yersiz, çok yersiz ama bir o kadar da içten, daha samimi olana, daha kendin olabilme ihtimaline duyulan özlem. Başka neleri özler insan? Kavuşamadığını mı, yitirdiğini mi? Başkalarında imrendiği nedir? Kendinde bulamadığı, kaçırdığı mı? Hayat cevaplardan çok sorularla dolu. En çok çabasız, kendiliğinden olma hâline özlem duyuyorum galiba. Anahtar kilit modeli diye bir şey arardım gençken. Sonra yok böyle bir şey olamaz, dedim. Anahtar da, kilit de sensin, o, dedim. Buna inanmak istedim. Ama şimdi kendiliğinden, çabasız uyum diye bir şeyin varlığına inanıyorum yeniden. Kutsal annemiz Clarissa kendi ruhsal aileni yaratmaktan, onların yanına varmaktan bahsediyor. Keşke öyle kolay olsa. Kendini ait hissetmediğin, sana yük gelen, zor gelen tüm bağlardan öylece çekip gidebilsen, çabasız yan yana yürüyebileceğin kişilerle dolu bir yere varabilsen o zaman bu kalp ağrılarımız biter miydi? Ya da diş sıkmalarımız geçer miydi? Cevap verebilecek bilgelikte değilim ne yazık ki. Dünden sonra yarından önce bir yerlerdeyim yalnızca, hepsi bu. Ve bu an, öyle gerçekten her anına minnetle, kutsiyetle yaklaşılabilir, yanına varılabilir, öğrenilebilir bir şey mi hiç bilmiyorum. 



21 Eylül 2022 Çarşamba

Kim için yazıyoruz?

Bazen söyleşilerde, yazara "Kim için yazıyorsunuz?" diye sorulduğuna şahit oluyorum. Bu soru yazarlarda rahatsızlık mı uyandırıyor diye düşünmeden edemiyorum. Çünkü çoğu zaman yazarlar "Yazarken kafamda belli bir okur kitlesi olmuyor,", "Hayır, bir okurun varlığını düşünerek yazmıyorum," vb cevaplar veriyor. Bu hassasiyetin ve olumsuzlamanın ardından okurun beğenisine uygun yazmak algısından kaçınmak yatıyor belki de. Kim bilir. Oysa bir okurun varlığını düşünerek yazmakta çok da rahatsız edici veyahut utanılacak bir yan yok. Okurun varlığını bilerek yazmak, yazarın kalemini kiralaması, edebiyattan taviz vermesi anlamına gelmiyor nihayetinde. Yazarı, yazar yapan, yazdıklarını içsel bir çalışmadan sanat yapıtına dönüştüren şey okurun varlığı. O halde evet hepimiz bir okur için, mümkünse birden çok okur için yazıyoruz. En azından kendimiz gibi bir okur için yazıyoruz. 

Ayrıca bir okurun varlığını bilmek, kime hitap edeceğini ön görmek kimi metinlerde işleri de kolaylaştırıyor. Örneğin blog yazıları için bilgisayarın karşısına geçtiğimde, boş bir sayfa açıp aklımdan geçen yüzlerce fikir kalabalığı karşısında dehşete düştüğümde ve harekete geçemediğimde, blog yazmanın mektup yazmaya benzediğini düşünüyorum. Belirsizlikten ve karmaşadan kaçıp zihnimi beraklaştırabilmek, odaklanabilmek için. Söz konusu bir mektupsa pekala yazabileceğimi düşünüp rahatlıyorum. Öznesinin kim olduğu sorusu düşüyor aklıma haliyle. Bir mektup daima birine hitaben yazılır neticede, eline ulaşmayacak olsa bile.  Hayali ya da reel bir kişiyi düşleyerek yazarsam bu fikirlerin içinden rahatlıkla birkaçının belirginleşeceğiniden, işimin kolaylaşacağından, saçma sapan bağlantısız cümleler yerine sahibini bulan bir içeriğe dönüşeceğinden emin oluyorum giderek. Sonra daha uzun soluklu mektuplar dizisi yaratmak fikri gelip yokluyor. Çanakkale'den, benden mektuplar yazmak istiyorum birine, birilerine. Orjinal bir proje değil farkındayım. Çok sayıda yazar, blogger, sosyal medya influencerları benzer içerikler üretiyor, kimi ücretsiz, kimi ücretli. Neticede hepimizin bir hayat deneyimi, baktığı, gördüğü şeyler, anlatmak istediği hikâyler, olaylar, tespitler, çıkarımlar var. Yazarken orjinal olanın peşinde değiliz, bize ait olanı paylaşmak derdindeyiz her birimiz. Hişt sesimize karşılık bulabilmek, bu küçücük dünyalarımızın içinde biricikliğimizi hissetmenin yegane yolu hikâyelerimizi anlatmak ve dinletebilmek değilse, nedir? 








15 Eylül 2022 Perşembe

Sade ve öz

Yılbaşı ve doğum günleri yeni kararlar alma arifesidir. Dün yeni yaşa adım atınca, ben de kimi yeni kararlar almam gerektiğini düşündüm. Çok karar, çok hedef sürdürülebilir değil, malum. Yoğunluk, insanı hem bezdiriyor hem de yerine getiremeyince suçluluk, başarısızlık duyguları gelip çörekleniyor. Dolayısıyla yeni yaşa dair tek bir karar var gündemde. Sade ve öz. Hareketi arttırmak. 

Dün yarım gün çalıştığım için, arabayı park edip çarşıya yürüyerek gidip gelmek yetti. Asıl mesele, ev ve iş arasını arabayla gelmeye bağlı durağanlığı kırmak. Bu sabah kızımı servise binerken ben de kendimi köy yoluna attım. Bahane yok, mis gibi köy yoluiki adım ötemde. 20 dk ileri, 20 dk geri yürüdüm. Akşamları da bu rutine devam edersem, 80 dakikalık bir yürüyüşü günlük planıma dahil ederim ki, bu eylemsizlik içinde son derece şahane bir kazanım. Hadi inşallah. 

                                                                            *

Okulların ilk haftasındayız. Yazın rehavetini üstümüzden atmak, erken uyumak, erken kalkmak, yemek saatini, alışveriş işlerini düzene oturtmak çaba istiyor. Yine de yazın bitmesine, sonbaharın gelmesine sevindim. Pandemide artan çevrimiçi eğitimlere kendimi vurmak yok. Kararlıyım. Bu yıl esnek yıl. Kendi kendimle olacağım. Geceleri zoom karşısında geçirmek yok. Kendi halimde okuyup yazacağım. Çocuk gelişimi önlisans 2. yıl öğrenciliğimin hakkını vereceğim. Etti mi sana üç karar. Nerede kaldı başlıktaki sade ve öz vaadi. Hoş tüm bunlar aynı öze hizmet ediyor aslında. Daha sade, daha yetişilebileceğim, kontrol edebileceğim, hakkını verebileceğim kadarlık kısmı içeri aldığım, yükümlülükler ve zaman arasında dengeyi rahatlıkla gözetebileceğim, kızımın ön planda olacağı bir düzen... Dolayısıyla üç aslında birdir. 

                                                                            *

Deniz demişken onun da yeni öğrenim yılına dair kararları, ara verdiği piyanoya artan hevesi var. Bakalım biz iki öğrenci, bu yıldan umduğumuzu bulacak mıyız? 



12 Eylül 2022 Pazartesi

Barıştan yana saf tutan bir kitap: Babam Çalılığa Dönüşünce

 

Bugün 1 Eylül. Dünya Barış Günü.  Nazi Almanya’sının Polonya’yı işgalinin 83. Yıl dönümü. Dünya Barışını İkinci Dünya Savaşı’nı başlatan işgal ile anmamız boşuna değil. Savaşı, savaşın bedellerini göstermeden, konuşmadan, bu enkazın içinden doğan “Yıkıntı Edebiyatı”nın önde gelen temsilcileri Heinrich Böll ve Wolfgang Bochert’i hatırlamadan barışı konuşmak mümkün değil.

Neydi bu yazarların ortak özelliği? Savaşta bulunmuşlardı. Altı yıl sonra eve döndüklerinde karşılarında buldukları yıkıntılar üzerine yazmaya koyuldular. Savaşı, yurda dönüşü ve yıkıntıları yazdılar, ne görüyorlarsa onu, çünkü yazar çağının tanığıydı ve gören gözler ise onun en önemli aracı.

Savaşı, yurda dönüşü yalnızca Yıkıntı Edebiyatı’nın Alman temsilcileri yazmadı. Avrupa epik sanatının babası olarak bilinen Homeros da Truva Savaşı’nı, Truva’nın yakılıp yıkılmasını, İthake Kralı Odysseia’nın geri dönüş yolculuğunu anlattı. Truva Savaşı’nın son on gününü anlatan İlyada Destanı hiç kuşkusuz bir savaş öyküsüdür. Savaşın güzelliğini dizelere döker. İlyada, savaşan kahramanların adeta ışıldadığı, silahlara, askerlerin hareketlerindeki estetik güzelliğe duyulan hayranlığın, övgünün bitmediği epik bir şölendir. Gözlerinizi silahların, kahramanca savaşan yiğitlerin ışıltısından çevirdiğinizde İlyada’nın bambaşka bir yüzünü görürsünüz. Kahramanların savaşmayıp konuştukları, savaş meydanına gitmeyi erteledikleri yerlerde sezilir barışa ve yaşamaya duydukları özlem. Akhilleus’un yaşamın kutsiyetini anlatan şu sözleri örneğin:

“Canın yerini hiçbir şey tutamaz dünyada, ne bakımlı İlyon’un Akhalardan önceki zenginliği, ne de okçu tanrı Apollon’un taşlı Phyto’da mermer tapınağında saklı hazineler. Sığırları, besili koyunları yakalar getirirsin, üçayakları, kızıl yeleli atları satın alırsın, ama ne savaşla geri gelir, ne de parayla, dişlerin arasından bir çıktı mı canın.”

Aradan binlerce yıl geçse de yazarlar, sanatçılar savaşın kazananı olmadığını, iktidarların yarattığı düşman imgelerini, halkların kardeşliğini anlatıyorlar. Geleceğin yöneticileri ve karar vericileri olan çocuklara seslenmeyi de unutmuyorlar. Joke van Leeuwen o yazarlardan biri.

Joke van Leeuwen 1952 Lahey doğumlu. Çocukluğunu Amsterdam’da geçirdikten sonra 1966 yılında ailesiyle Belçika’ya yerleşti. Brüksel Üniversitesi’nde tarih öğrenimi gördü. Ardından grafik sanatlar okudu. 1978 yılında yayımlanan çocuklara yönelik ilk romanıyla Delft Kabare Festivali’nde bütün ödülleri topladı. Roman yazarı, şair, çocuk kitabı yazarı, illüstratör ve sahne sanatçısı olarak büyük başarılara imza attı. Yapıtları pek çok dile çevrildi, ulusal ve uluslararası platformlarda ödüller kazandı. Çocuk edebiyatının en prestijli ödülleri H.C. Andersen ve Astrid Lindgren Anma Ödüllerine aday gösterildi.

Bugün değineceğim Joke van Leeuwen’in yazıp resimlediğiBabam Çalılığa Dönüşünce de ödüllü bir kitap.2011 yılında Vlag&Wimpel ödülü alan kitap, savaş ve savaşın getirdiklerine bir çocuğun gözünden bakıyor.

Roman birinci tekil şahıs anlatıcının kendisini tanıtmasıyla açılıyor.

“Babam çalılığa dönüştüğünde başka bir yerde yaşıyorduk. O zamanlar oradan başka bir yerde olabileceğini düşünmezdim. Oysa yaşadığımız yer dışında her yer başka bir yerdi.

İnsanlar adımı kolayca söyleyebiliyordu. Ama şimdi yaşadığım yerde söyleyemiyorlar. K harfine dilleri dönmüyor. Burada adımı söylemeye çalışan ilk kişinin az kalsın dili kırılıyordu.

Şimdilik adım Toda diyelim. İçinde tam tamına dört k harfi olan upuzun ismimin son iki hecesi bu.”

Anlatıcı kahraman, Toda olmadan önce babasının pastacı olduğu, annesinin başka bir ülkede yaşadığı, onunla arada bir telefonda konuştuğu bilgilerini aktarıyor ve sözü zorunlu değişimi başlatan çatışmaya getiriyor. Komşu ülkeyle aralarında çatışma başlayınca yaşanan büyük değişimi, babasının cepheye gitmesini, babaannesinin kendisine bakmak üzere yanına gelmesini, çatışmalar ilerleyince çocuklarla beraber sınır dışına çıkmak üzere yaptıkları yolculuğu, annesinin yanına varma uğraşını, geride bıraktıklarını anlatıyor. Tüm bunları savaş, cephe gibi kavramları esnetip bükerek, düş gücüyle dönüştürerek, ağırlığını azaltarak, çokça da mizaha yaslanarak yapıyor. Kitabın en başında sonu gösteriliyor aslında. Geçmiş zaman tercihi, her şeyin çoktan olup bittiğini gösterse de hızlı tempo ve yoğun olay örgüsü nedeniyle başlangıçta verilen bilgiyi unutuyor, merakla bize gösterileni takip ettiğimiz yol hikâyesine dahil oluyoruz. Böylece savaşın sıradan bireyler üzerindeki etkisini, dağılan aileleri, zorunlu göçleri, dilini, evini, arkadaşlarını, okulunu geride bırakıp gitmenin ne demek olduğunu herhangi bir duygu sömürüsü olmaksızın görüyor, kavrıyoruz. Böyle bir kaçış kolay değil elbette. Toda’nın annesini bulmadı tereyağından kıl çeker gibi gerçekleşmiyor.  Her adım aşılması zor bir engele dönüşüyor, her karşılaşma savaş, sınırlar, aidiyet üzerine yeni bir sorgulamaya. Toda’nın yol boyu yaşadıkları en sonunda bizde duygu yaratan bir deneyime dönüşüyor ve barıştan yana saf tutuyoruz. Babalar çalılığa dönüşmesin, kremalı pastalar, mis kokan turtalar pişirebilsin diye.

*Bu yazı ilk kez 1 Eylül 2022 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır.