30 Eylül 2023 Cumartesi

Huzurlu Yaşam İpuçları: 14

www.nonviolentcommunication.com web sitesi Şiddetsiz İletişim ile ilgili Türkçede kaynakların sınırlı olduğu günlerde, ücretsiz belgelerinden sıklıkla yararlandığım bir dijital platformdu. Halen seyrek aralıklarla devam ettiğim Şefkatli Ebeveyn Günlükleri’nin ipuçlarını oradan alıyorum örneğin. O günlerde hevesle üye olduğum bültenlerin her birinden gelen ipuçları kıymetli esasında ama günlük hayatın hızı içinde, İngilizce bültenlere ilgimi, dikkatimi vermek, okuduğumu içselleştirmek her zaman mümkün olmuyor. O yüzden buraya ara ara bir başka serinin, Mary Mackenzie’den Huzurlu Yaşam Meditasyonu çevirilerini paylaşacağım. Her ne zaman, hangisine rastlar ve okursan dilerim şifa olur, ilham olur ve seni dönüştürür. 

                                                               * 

 

Durmadığın sürece ne kadar yavaş gittiğin önemli değil. Konfüçyüs

Herkesin ihtiyaçlarına değer vermek 

Bir arkadaşım kocasının onu terk ettiğini söylemek için aradı. Kocası son birkaç yılını evlilikleriyle ilgili duygularıyla boğuşarak geçirmişti. Karısıyla evliliğe dair hoşnutsuzluğunu hiç tartışmamıştı. Arkadaşım kocasının mutsuzluğunu ilk kez ayrılırken duymuştu. Şoktaydı ve perişan hâldeydi. 

Arkadaşımın durumuyla ilgili üzüntüm, insanların sadece kendisiyle ilgili değil, herkesin ihtiyaçlarına değer verdiği ve bizim bağlılığa ve bağlantıya değer verdiğimiz bir dünyada yaşama arzumla bağlantılıydı. Bu değerleri yaşamak bazen zordur. Bir şeyleri derinlemesine konuşmak zahmetli ve acı verici olabilir ancak bunun alternatifi bir ilişkinin sonu olabilir. 

İster kişisel ister profesyonel olsun, içinde bulunduğunuz bir ilişkiden memnun değilseniz, bu ilişkinin sizin için ne kadar önemli olduğunu düşünün. Mutsuzluğunuzu kendinize saklayarak bu ilişkiyi bitirme riskini göze almaya değer mi? Yoksa bunu çözmeye çalışmak ister misiniz? Bunun hakkında konuşmamak, mutsuzluğun devamını garanti eder. 

Mutlu olmadığınız bir ilişki içindeyseniz, her iki ihtiyacınızla ilgili bağlantı kurmak için bugün diğer kişiyle konuşmayı deneyin. 



Natalie Goldberg'ten Yazar Adaylarına Tavsiyeler

 Yazma pratiğinin en temel öğesi, zamanlanmış egzersizlerdir. Kendinize on dakikalık, yirmi dakikalık ya da bir saatlik zaman dilimleri ayırın. Ne kadar olduğu size kalmış. Başlangıçta küçük adımlarla başlayıp bir hafta sonra bu süreyi arttırmayı seçebilirsiniz ya da daha ilk seferden bir saatliğine yazmaya girişebilirsiniz. Hiç önemli değil. Asıl önemli olan, bu yazma oturumu için ne kadar süre ayırdıysanız, o süre boyunca kesintisiz olarak kendinizi yazmaya vermenizdir.

28 Eylül 2023 Perşembe

Prof. Dr. Taner Gören ile söyleşi

İki dönem İstanbul Tabip Odası başkanlığını yürütmüş, bir dönem Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyi üyesi olarak çalışmış kardiyolog Prof. Dr. Taner Gören ile TDB Dergi 204. sayıda "Sağlığın Ölümü" kitabını odağa alarak bir söyleşi gerçekleştirdik. Sağlıkta Dönüşüm Programının, artan tıp fakülte sayısı, öğrenci alımlarının arttırılması vb. mesleki problemlerin halk sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerine dair güzel bir çerçeve çizen söyleşiyi okuduğunuzda sağlık neden can çekişiyor, sağlıkta şiddeti neler körüklüyor, hekimler neden göç etmek istiyor, neden canlarına kıyıyor, hepsini anlamak mümkün. Sağlıkçı olun, olmayın, okumanızı salık veririm. Söyleşiyi dergiden okumak için buraya

                                                                  *

                                                  "Harcamalar artarken sağlık ölüyor"


Ayrıntı Yayınları Beyaz Kitaplar dizisinden çıkan “Sağlığın Ölümü” klinik tıbbın piyasa baskısı altında finans temelli tıbba dönüştürülmesi ve bunun halk sağlığı üzerindeki olumsuz etkileri üzerine bir kitap. Kitabı üç bölüm halinde yazdığınızı görüyoruz. “Bir Hekim Yetişiyor” adlı ilk bölümde 1958 yılında Ardeşen’de başlayan ilköğretim sürecinden Tıp Fakültesi’ne, uzmanlığa, akademisyenliğe ve emekliliğe uzanan hayat hikâyenizi okuyoruz. Askerlik sonrası İstanbul’a döndüğünüzde SSK Eyüp Hastanesi Meslek Hastalıkları Kliniği’nde pratisyen hekim olarak çalışmaya başlıyorsunuz. Bu yıllar sizin aynı zamanda meslek sorunlarının farkına varıp İstanbul Tabip Odası’nda çalışmaya başladığınız dönem. Dilerseniz sizi Tabip Odası aktivistliğine yönelten sebepler ve ortamla başlayalım sohbetimize.

Öncelikle bu söyleşi fırsatını bana verdiğiniz için teşekkür ederim. “Sağlığın Ölümü” isimli kitabımın önsözünde de söylediğim gibi, makine mühendisi olacakken tesadüfen doktor oldum. Geriye dönüp baktığımda iyi ki öyle olmuş diyorum. Meslekte 48 yılı geride bıraktım. Meslek yaşamıma askerlikte başladım. Samsun’daki 3 aylık eğitimden sonra 15 ay tabip asteğmen olarak bir askeri birliğin revirinde çalıştım. Bu süreçte en büyük korkum bilgi ve beceri yetersizliği nedeniyle hastalara zararlı olmaktı. Altı yıllık tıp eğitimi sürecinde hocalarımız “primum non nocere” yani “önce zarar verme” öz deyişini kafamıza kazımışlardı. Askerlik bitince bir süre işsiz kaldım. Mayıs 1977’de SSK Eyüp Hastanesi bünyesinde kurulu olan Meslek Hastalıkları Kliniği’nde pratisyen hekim kadrosuna atandım. Hastane başhekimi, Türkiye’de meslek hastalıklarının duayenlerinden Dr. Haldun Sirer idi. Meslek Hastalıkları Kliniği’nde, adı üzerinde, mesleklerinden dolayı hasta olan insanların muayene ve tedavileri yapılmaktaydı. Bizim çalışma şeklimiz sigorta hastanesi kısmındaki çalışmadan farklıydı. Polikliniğe ilk kez başvuran hastaya en az yarım saat zaman ayırıyorduk. Önce mesleki anamnezini alıyorduk. Sonra şikayetlerinin hikayesini sorguluyorduk. Sonra tepeden tırnağa ayrıntılı fizik muayenesini yapıyorduk. Sigorta hastanesi bölümünde de pratisyen hekim arkadaşlar vardı. Onlar da poliklinik yapıyorlardı. Onların kapılarının önü hastadan geçilmiyordu. Uzman hekimlerin poliklinik odalarının önü de farklı değildi. Hastaların odaya girişi ile çıkışı bir oluyordu. Ellerinde ya bir reçete ya da bir tetkik listesi oluyordu. Okulda bize öğretilen hekimlikle burada uygulanan hekimlik birbirine uymuyordu. Hekimler anamnez almadan, fizik muayene yapmadan hekimlik yapıyorlardı. Bu kabul edilebilir bir şey değildi. Çalışmaya başladıktan kısa süre sonra bu ülkede sağlık sisteminin hiç de sağlıklı olmadığını fark ettim. Sağlık hizmeti yetersizdi. Sağlık çalışanları emeklerinin karşılığını alamıyorlardı. Hekimliğin sorunlarına duyarsız kalamayacağımı, bir şeyler yapmam gerektiğini düşünmeye başlamıştım. Tek başıma bir şey yapamazdım. O tarihte tabip odasına üye olmak zorunluydu. Hekimliğin sorunları için tabip odasında bir mücadele yürütüldüğünü biliyordum. Ben de onlara katılabilirdim. Eyüp Hastanesinde çok değerli tabip odası aktivistleri vardı. Onlarla tanıştım ve peşlerine takılıp tabip odasına gitmeye başladım. Yıllar sonra tabip odası başkanı olmaya kadar gidecek olan aktivistliğim böyle başladı.                  

O zamanlar TTB Merkez Konseyi İstanbul’da. Hekimler ve diş hekimleri aynı çatı altında. Birlikte çalıştığınız oda aktivistleri arasında 23 Mayıs 1980 tarihinde Mecidiyeköy’deki evinde   demokrasi düşmanlarınca katledilen diş hekimi Sevinç Özgüner de var. Sevinç Hanım’ı nasıl hatırlıyorsunuz?

Ben 1977 yılından itibaren İstanbul Tabip Odasına devam etmeye başlamıştım. Dediğiniz gibi o dönemde hekimler ve diş hekimleri Türk Tabipleri Birliği çatısı altında bir arada bulunuyorlardı. TTB Merkez Konseyi de İstanbul’da bulunuyor ve İstanbul Tabip Odası binasında faaliyetlerini sürdürüyordu. Haziran 1977’de TTB 26. Büyük Kongresi yapılmıştı. O zaman TTB MK 7 kişiden oluşuyordu. Başkanlığa Dr. Erdal Atabek seçilmişti. Konseyin diş hekimi üyelerinden biri Sevinç Özgüner diğeri Sedat Çöloğlu idi. Sevinç Özgüner veznedar üye olarak görev almıştı. Ben hem İstanbul Tabip Odasının hem de TTB Merkez Konseyinin düzenlediği toplantılara katılma olanağı buluyordum. İşte diş hekimi Sevinç Özgüner’i o toplantılarda tanıdım. Toplantılarda hekimliğin sorunlarının yanı sıra toplumsal sorunlar, barış ve demokrasi sorunları gibi siyasi sorunların da konuşulduğuna şahit oluyordum. Sevinç Özgüner’in bu konulardaki konuşmalarını hayranlıkla izliyor ve çok şey öğreniyordum. Sosyalist bilgi birikimini sağduyusu ile harmanlamış, cesur, soğukkanlı, insan sevgisi ile dolu bir kişilik çiziyordu. Onu tanıdıkça, toplumsal mücadele çizgimi belirlemede örnek alabileceğim bir insan olduğu düşüncesi oluşuyordu kafamda. O dönemde TTB Merkez Konseyi ve İstanbul Tabip Odası yönetimine muhalif hekimler TTB’yi ve tabip odasını siyaset yapmakla suçluyorlar; “TTB hekimlerin özlük hakları ile ilgili sorunlarla uğraşacak yerde siyaset yapıyor” diyorlardı. Şunu da söyleyeyim, bu suçlama halen daha devam ediyor. İlk zamanlar ben de toplantılardaki siyasi konuşmaları izlerken “Bu eleştiri haklı mı acaba?” diye bir an için düşünmüştüm. Ancak zaman içinde bu konudaki görüşüm en küçük şüphe kalmayacak şekilde netleşti. 6023 sayılı yasa TTB’ye hekimlerin sorunlarıyla uğraşma görevi yanında halkın sağlığı ile ilgili çalışma yapma görevi de vermekteydi. Dünya Sağlık Örgütü sağlığı “fiziksel, ruhsal ve sosyal tam iyilik hali” olarak tanımlamaktadır. Eğer bir ülkede insan hakları, barış ve demokrasi sorunları varsa, işsizlik varsa, fakirlik varsa, sosyal iyilik halinden söz edilemez ve insanlar fiziksel ve ruhsal bozukluklara da daha kolay yakalanırlar. Hekimin görevi yalnızca reçete yazmak, ameliyat yapmak değildir. Hekimin insanları hasta eden her türlü sorunla ilgilenme ve devlet yönetimini bu konularda uyarma görevi vardır. Hekim bu anlamda elbette ki siyasetle uğraşmak zorundadır. İşte benim bu konudaki düşüncemin netleşmesinde Sevinç Abla’nın büyük katkısı olmuştu. Kendinden büyükler bile ona Sevinç Abla diyorlardı. Kısaca yaşamından söz etmek isterim.  Sevinç Özgüner, o zamanki adıyla Sevinç Tanık, 1946 yılında tıp fakültesine yazılıyor. O tarihten itibaren ülke sorunları ile ilgilenmeye başlıyor, birçok etkinlikte yer alıyor. 1951 yılı tevkifatında tutuklanıyor ve 2 yıl tutuklu kalıyor, işkence görüyor. Sonunda beraat ediyor. Bu süreçte kaybettiği zamanı telafi etmek için kaydını tıp fakültesinden İ.Ü. Diş Hekimliği Fakültesine aldırıyor. Diş hekimi olduktan sonra toplumsal sorunlarla mücadelesini çeşitli alanlarda yılmadan devam ettiriyor. Bunlardan biri de İstanbul Tabip Odası oluyor. Sevinç Abla 1979 yılında 28. Büyük Kongre’de Dr. Erdal Atabek’in Başkanlığında, yeniden TTB Merkez Konseyi üyeliğine seçildi. Seçilen diğer diş hekimi üye Sinan Yıldız idi. Ülke hızla 12 Eylül faşist darbesine doğru yol alırken devlet yönetimi TTB’nin etkili toplumsal muhalefetinden rahatsızdı. Faşist güçler özellikle Sevinç Abla’yı hedef olarak seçmişlerdi. Nihayet 23 Mayıs 1980 günü, sabahın ilk saatlerinde evini basan gözü dönmüş faşist katiller Sevinç Ablayı ve eşi Vecdi Özgüner’i kurşun yağmuruna tuttular. Sevinç Özgüner yaşamını kaybetti, eşi ağır yaralandı. Sevinç Özgüner, barış, özgürlük, kardeşlik ve eşitlik ilkelerine dayalı bir toplum düzeninin oluşturulması mücadelesi verdiği için öldürüldü. Acısını dün gibi içimde taşıyorum. Yıllar sonra, 2016-2018 yılları arasında TTB Merkez Konseyi üyesi olarak açılışına katıldığım bir diş hekimliği kongresinde, yaptığım konuşmayı “Ben barış ve demokrasi mücadelesini bir diş hekiminden, diş hekimi Sevinç Özgüner’den öğrendim” cümlesi ile bitirmiş ve salonda büyük alkış kopmuştu. Sevinç Abla hiçbir zaman unutulmayacaktır.               

Katledildiği dönemde TTB Merkez Konsey üyesi olan Sevinç Özgüner adına verilen bir de ödül var. “İstanbul Tabip Odası Sevinç Özgüner İnsan Hakları, Barış ve Demokrasi Ödülleri” fikri nasıl doğdu, gelişti?

Katledildikten kısa süre sonra, 7 Temmuz 1980’de İstanbul Tabip Odası yönetim kurulu, tabip odası konferans salonuna, onun adını yaşatmak için, Diş Hekimi Sevinç Özgüner Toplantı Salonu adını vermeyi kararlaştırdı. İstanbul Tabip Odasında toplantılar bugün de onun adını taşıyan bu salonda yapılmaktadır. Sürecin devamında 12 Eylül 1980 faşist darbesi geldi. Darbenin ardından en etkili muhalif meslek örgütlerinden biri olan TTB kapatıldı, tüm evraklarına el kondu. TTB Merkez Konseyi 141 ve 142'ye muhalefetten Diyarbakır'da yargılandı. 1980 sonrasında Milli Güvenlik Kurulu'nun sağlık alanındaki çalışmalarına TTB’den dört temsilci gönderildi. 6023 sayılı TTB yasası 1983 yılında 65 ve 83 sayılı kanun hükmünde kararnamelerle değişikliğe uğratıldı. Bu değişikliklerle, TTB Merkez Yönetimi Ankara'ya alındı, asker hekimlerin tabip odalarına üye olması yasaklandı, kamuda çalışan hekimlerin tabip odalarına üye olma zorunluluğu kaldırıldı. Tahmin edilebileceği gibi, bu değişikliklerin amacı TTB’nin muhalif gücünü kırmaktı. Darbe sonrası ilk büyük kongre 1984 yılında Ankara’da yapıldı. Halk sağlığı duayeni ve 224 Sayılı Sosyalizasyon Yasası’nın mimarı Prof. Dr. Nusret Fişek TTB Merkez Konseyi başkanı seçildi. Konseyin diş hekimi üyeleri ise Hüsnü Çuhadar ve Oktay Kural oldu. 1986 yılında diş hekimleri 3224 sayılı yasayla yeni kurulan Türk Dişhekimleri Birliği içinde yer almak üzere Türk Tabipleri Birliği'nden ayrılmışlardır. Bu süreçte darbe sonrasında kapatılan İstanbul Tabip Odası, o tarihte oda başkanı olan Prof. Dr. Coşkun Özdemir tarafından İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’na ve İstanbul Valiliği’ne yapılan başvurular sonucunda, sadece mali işlemler ve üyelik işlemleri yapılmak üzere kısa süre sonra açıldı. Diş Hekimi Sedat Çöloğlu ve Diş Hekimi Cengiz Özyalçın Darbe sonrasında 1980-84 arasında İstanbul Tabip Odası yönetiminde son diş hekimi üyeler olarak görev yaptılar. İşte bu dönemdeki çalışmalar sürecinde İstanbul Tabip Odası yönetim kurulu, Diş Hekimi Sevinç Özgüner’in anısını yaşatmak, insan hakları, barış ve demokrasi alanında çalışma yapanları onurlandırmak ve bu alanlarda yapılacak yeni çalışmaları teşvik etmek amacıyla her yıl “Diş Hekimi Sevinç Özgüner İnsan Hakları Barış ve Demokrasi Ödülü” verilmesini kararlaştırdı. Ödülün koşullarını ve jüri oluşumunu belirleyen bir yönerge hazırlanarak genel kurulda kabul edildi. Ödül her yıl 14 Mart Tıp Haftasında açıklanıyor, ama ödül töreni Sevinç Abla’nın öldürüldüğü gün olan 23 Mayıs’ta İstanbul Tabip Odası’nda onun adını taşıyan salonda yapılıyor. Bu tören onunla ilgili konuşmaların yapıldığı bir anma töreni aynı zamanda. Ödül ilk olarak 1986 yılında Barış Derneği davasında yargılanan eski TTB MK Başkanı Dr. Erdal Atabek’e verilmiştir. Bu yıl ise ödül, 25 Nisan 2022 tarihinde tutuklanan ve hala cezaevinde bulunan Gezi Davası tutsakları Mücella Yapıcı, Tayfun Kahraman, Can Atalay, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Mine Özerden, Yiğit Ali Ekmekçi ve Osman Kavala'ya verildi.

Yıllarca iyi hekimlik, meslek hakları, halk sağlığı, barış ve demokrasi için mücadele ederken gün geldi terör destekçisi olmakla suçlandınız. Güneydoğu sorununun silahla değil, görüşmeler yapılarak barışçıl yollarla çözülmesini talep eden Barış Akademisyenlerinden birisiniz. Aynı zamanda 2016-2018 yılları arasında TTB Merkez Konsey üyesiydiniz. Merkez Konsey üyesi olduğunuz dönemde Afrin Harekatı’nın başlaması üzerine TTB “Savaş bir halk sağlığı sorunudur” başlıklı bir basın açıklaması yaptı. Gerek bu açıklama gerekse 2016’da imzaladığınız ortak bildiri, devlet yönetimi nezdinde teröre destek olarak değerlendirildi. Dava sürecinde yaşadıklarınızı, “Halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmek” suçu işlediğiniz kararının alınmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bildiğiniz gibi 2015 yılı yazı sonlarında başta Şırnak’ın Cizre, Silopi; Diyarbakır’ın Sur, Mardin’in Nusaybin ilçelerinde olmak üzere, Güneydoğudaki pek çok il ve ilçede, halkı terörden kurtarmak ve halkın huzur içinde yaşamasını sağlamak amacıyla operasyonlar başlatılmıştı. Ancak top, tank gibi ağır silahlar kullanılarak yapılan operasyonlarda çok sayıda insan hakkı ihlali gerçekleşmekteydi. Çok sayıda bina hasar görmüştü. On binlerce insan yaşadıkları yerlerden göç etmek zorunda kalıyordu. Yaşam hakkı ihlalleri yaşanıyordu. Ölenlerin sayısı yüzlerle ifade edilmeye başlanmıştı.  Aylarca süren sokağa çıkma yasakları sürecinde halkın sağlık hizmetlerine, temiz suya ve yiyeceğe ulaşması mümkün olmuyordu. Bu operasyonlar sürecinde yazılı ve görsel basında karşılaştığım haberler, bir insan olarak, bir akademisyen olarak ve amacı insanları yaşatmak olan bir mesleğin mensubu olarak içimi inanılmaz derecede acıtıyordu. Cizre’de çatışmalar sırasında ölen 13 yaşındaki Cemile Çağırga’nın sokağa çıkma yasağı nedeniyle uzun süre defnedilememesi ve cesedinin buzdolabında saklanmak zorunda kalınması haberi; yaralanan bir kadına yardım etmeye çalışırken kafasından vurulan sağlık çalışanı Abdülaziz Yural’ın ölüm haberi dayanılır gibi değildi. Aylarca ağır silah ve bombalama sesleri ile yatıp kalkan çocukların duygu durumunu, yaşadıkları travmanın ileride onları nasıl etkileyeceğini hayal bile edemiyordum. Birçok akademisyen gibi ben de Güneydoğudaki sorunun silahla değil barışçı yollarla çözülmesi gerektiğine inanıyordum. İşte bu duygu durumu içerisinde cereyan etmekte olan iç yakıcı olayları çaresizlikle izlemekte iken, Ocak 2016 başında sosyal medyadan, “Bu ülkenin akademisyen ve araştırmacıları olarak bu suça ortak olmayacağız!” başlıklı metin önüme geldi. Dikkatle okudum; metin esas olarak ölümlerin, hak ihlallerinin durdurulmasını, müzakere koşullarının hazırlanmasını ve kalıcı barış için çözüm yollarının aranmasını talep ediyordu. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası bir vatandaş olarak bana devleti eleştirme ve devletten talepte bulunma hakkı vermektedir. Bu nedenle, Anayasa’nın ve başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olmak üzere ülkemin altına imza atmış olduğu ilgili evrensel metinlerin bana vermiş olduğu haklara istinaden, metindeki ifadelerin düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında dile getirilebileceğini ve bu kötü gidişin durmasında yararı olabileceğini düşünerek metni imzaladım. Metin 11 Ocak 2016'da 1128 akademisyenin imzasıyla yayımlandı. Bu bildiri başta Cumhurbaşkanı olmak üzere devlet yönetimi tarafından teröre destek olarak nitelendirildi. Birçok akademisyen ihraç edildi. Çok sayıda akademisyen hakkında dava süreci başlatıldı. Bir kısmı tutuklandı. Bu dava sürecinde birçok akademisyen arkadaşım gibi 15 ay hapis cezası ile cezalandırıldım. Daha sonra dava süreci Anayasa Mahkemesine kadar gitti ve sonunda beraat ettik.  Bizler de “Barış Akademisyenleri” olarak ülke tarihine geçtik.  İkinci bir dava sürecini de 2018 yılı başında Afrin operasyonu başladığında TTB Merkez Konseyi olarak yayınladığımız “Savaş bir halk sağlığı sorunudur” başlıklı açıklamamız nedeniyle yaşadım. Açıklamanın ardından hakkımızda soruşturma başlatıldı ve 30 Ocak 2018 günü sabah saatlerinde 11 arkadaşımla birlikte göz altına alındık. Ben hastanedeki odamdan, çalışma arkadaşlarımın ve hastalarımın gözü önünde kelepçe ile çıkarıldım. Bir hafta göz altında kaldık ve sonra tutuksuz yargılamamız devam etti.  Sonuçta “Halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmek” suçu işlediğimize kanaat getirilerek 20’şer ay hapis cezasına çarptırıldık. Mahkeme heyetinin böyle naif bir açıklamadan böyle bir suç üretmesinin adaleti sağlamakla hiçbir ilgisinin olmadığı açık. Bu cezanın tek amacı var: Muhalif hareketlere kalkışacaklara gözdağı vermek. Sonuçta yüksek mahkeme beraat kararı verdi. Son yirmi yıldır ülke yönetiminde tek adam rejimine doğru adım adım yapılan değişikliklerin sonucuydu bu. Ama tarih zorla dayatılan yönetimlerin uzun vadede başarılı olmadığını gösteren örneklerle dolu. Misyonu insanı yaşatmak olan bir mesleğin mensuplarının yasal örgütü olan TTB savaşa karşı çıkmaya devam edecektir.   

Her yazarın bir meselesi vardır. Dert edindiği meseleye dair kalemini oynatır. Sizin de anamnez ve fiziki muayene ritüellerinin giderek kaybolmasına üzüldüğünüz ortada.  Kitabın ikinci bölümü olan Anamnez Avcısı’nda anamnez ve fizik muayenenin önemine dikkat çeken, hayli çarpıcı hasta hikâyeleri yer alıyor. Anamnez, fizik muayene, yatak başı eğitimi neden bu kadar önemli?

Evet, beni “Sağlığın Ölümü” kitabını yazmaya iten sebep, sizin de fark ettiğiniz gibi, anamnez ve fizik muayenenin yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olmasıdır.  Anamnez ve fizik muayene hekimlik mesleğinin olmazsa olmaz ritüelleridir. Meslekte 48 yılımı doldurdum. Hastalıkların teşhisini koymada bilgisayarlı tomografi (kısaca BT), manyetik rezonans görüntüleme (kısaca MR) gibi ileri teknolojiye dayalı birçok tanı yöntemi varken anamnez ve fizik muayeneye bu kadar takılmış olmam eski kafalı bir hekim olduğum algısı yaratabilir. Ama durum öyle değil. Bugün için hiçbir ileri tanı yöntemi anamnez ve fizik muayenenin önüne geçememiştir. Bunu yalnızca ben söylemiyorum. Stanford Üniversitesi Tıp Fakültesinde iç hastalıkları profesörü olan Dr. Abraham Verghese’nin TED portalındaki “Bir doktorun dokunuşu” başlıklı konuşmasını dinlerseniz aynı şeyleri söylediğini göreceksiniz. Harvard Tıp Fakültesinin yeni eğitim programı ağırlıklı olarak yatak başı eğitimini öne çıkaran özelliğe sahiptir. Klinik beceriyi geliştirmek için hasta rolü oynayan görevlilerin çalıştığı simüle hasta programları ve gerçekçi mankenlerle verilen hasta başı eğitim programları vardır. İstanbul Tıp Fakültesinde de benzer program uygulanıyor. Hekim muayene odasına giren hastayı ayakta karşılar, elini sıkar, “Geçmiş olsun” diyerek onu oturtur. Sonra hasta ile aynı seviyede oturup göz teması kurarak onu sorgulamaya başlar. Önce hastanın şikayetlerini sorar; ardından belli bir sıra ile sorgulamaya devam ederek hastanın tüm sağlık hikayesini öğrenir. Böylece hekim hastanın anamnezini almış olur. Sonra, hastanın iznini alarak ve onu bilgilendirerek fizik muayene dediğimiz muayeneyi yapar. Bu iki ritüel için hastaya en az 15-20 dakika vakit ayırmak gerekir. İyi bir anamnez ve fizik muayene ile hastaların %80’inde teşhis koyulabilir. Anamnez ve fizik muayene doğru tanı koymanın yanı sıra hekimin hasta ile iyi bir iletişim kurmasını sağlar. Hekimlik bir sanattır diyoruz ya, aslında hekimlik hasta ile doğru iletişim kurma sanatıdır. Ben hocalarımdan bunu öğrendim ve öğrencilerime de bunu aktardım. Hasta ile doğru iletişim kurulmadan hekimlik yapılamaz. Uzun sözün kısası, anamnez ve fizik muayene olmadan gerçek anlamda bir hekimlik hizmeti verilemez. Durumun farkında olan tecrübeli bir hekim olarak, bu kitabı yazmayı mesleğime karşı bir vefa borcu olarak gördüm. İnsanlarda durum hakkında az da olsa bir farkındalık yaratmayı hayal ettim.

Kitabın son bölümünde tıbbı sedyeye yatırıyor, onun anamnezini alıyor, fiziki muayenesini yapıyorsunuz. “Can Çekişen Tıbbın Anamnezi” adlı bölümde tıbbın kelime anlamı,  tarihte bilinen ilk hekim İmhotep’ten günümüze tıbbın tarihi, tıp tarihine geçmiş mühim kimseler, kanıta dayalı tıbbın gelişmesi yer alıyor. Son olarak ülkemizde sağlık hizmetinin niteliğinin düşmesine yol açan Sağlıkta Dönüşüm Programı ele alınıyor. SDP’nın yol açtığı sayısız sorun var elbette. Bunların başında sevk zincirinin kalkmasıyla üniversite hastanelerinin adeta hizmet hastanesine dönmesi, tıp fakültelerini bilinçli olarak ekonomik sıkıntıya düşüren politikalar izlenmesi,  tıp eğitiminin niteliğinin düşürülmesi yer alıyor. Siz de yıllarca Tıp Fakültesi’nde hem hastalara hizmet vermiş hem de gerek lisans gerekse uzmanlık eğitimlerinde binlerce hekimin yetişmesinde emek vermiş bir akademisyensiniz. SDP bizden neler aldı, götürdü? Telafisi mümkün mü?

Kitabın son bölümünde belki hekim olmayan okuyucuların sıkılacağı, onları pek ilgilendirmeyen, tıp tarihinin kısa bir özetini yapmak istedim. Bu bölümü yazarken tıp tarihi ile ilgili pek çok kaynağı taradım ve ben de birçok şey öğrendim. Yeni öğrendiğim bazı bilgileri neden daha önce öğrenmemiş olduğumu düşünerek hayıflandım. Bu bölüm daha çok hekim okuyucuların işine yarayacaktır. Bu bölümü yazmamın bir amacı da küresel sermayenin para için nasıl bir birikimi yok etmeye çalıştığını gözler önüne sermektir.

Gelelim Sağlıkta Dönüşüm Programı (SDP)’na. SDP Dünya Bankası ve İMF destekli bir program. Amacı sağlık alanına yatırım yapan küresel sermayenin 80 milyon nüfuslu Türkiye pazarından en büyük rantı sağlaması. Tohumu 1982 Anayasasında sağlıkla ilgili 56. Madde ile atıldı. Bu maddenin esasını devletin özel sektörden hizmet almasını karar altına alması oluşturuyor. Doksanlı yıllarda programın teorik çalışması yapıldı. 2002 yılında AKP’nin tek başına iktidar olması ile uygulamaya konuldu ve yirmi yılın sonunda büyük ölçüde tamamlandı. Çok iyi bir algı yönetimi ile sağlıkta yapılan değişikliklerin halkın yararına olduğu izlenimi yaratıldı. Dediğiniz gibi, SDP’nin pek çok olumsuz sonucu var; bana göre en olumsuz sonucu “kışkırtılmış sağlık hizmeti talebi” olarak ifade ettiğimiz, halkın sağlık hizmetine kolayca ulaşmasının sağlanmasıdır. Hekimlere performansa dayalı ödemenin getirilmesi, birinci basamak sağlık hizmeti alanında yılların birikim ve tecrübesine sahip sağlık ocaklarının kaldırılıp yerine aile sağlığı merkezlerinin kurulması, SSK ve devlet hastanelerinin aynı çatı altında toplanması, sevk zincirinin kaldırılması ve nihayet devasa şehir hastanelerinin açılması hep bu amaca hizmet eden değişikliklerdir. Bunu sayılarla şöyle ifade edebiliriz: 2002 yılında Türkiye’de insanlar yılda sadece 3 kere doktora gidebiliyorlardı. Yirmi yılın sonunda yılda 9 kere doktora gidebiliyorlar. Programın yürütücüleri hiç hicap duymadan, bunun programın en övünülecek sonuçlarından biri olduğunu söylüyorlar. Oysa bunun olabilmesi için hastanın hekimle görüşme süresinin 5 dakikanın altına inmesinden başka bir yol yoktur. Beş dakikada yeterli anamnez alınamaz ve yeterli fizik muayene yapılamaz. Bu durumda hekim ve hasta arasında saygı, sevgi ve güvene dayalı bir ilişki kurulamaz. Bu ilişkinin kurulamaması hekime yönelik şiddetin altında yatan en önemli nedendir. Hekim kısa muayene süresi nedeniyle ister istemez çok sayıda ve çoğu gereksiz olan tetkikler istemek durumunda kalır. Ya da kısa muayene süresinde hekim çareyi hastanın semptomlarına yönelik, tedavi edici olmayan ve çoğu gereksiz olan ilaçları yazmakta bulur. Bütün bunlar sağlık harcamalarını artırır. Anjiyografi ve bilgisayarlı tomografi gibi bazı tetkiklerin vücuda zararlı etkileri de cabası. Kısa muayene süresi hastalıkların tanılarının konulamamasına, tanının gecikmesine ya da yanlış tanı konulmasına ve yanlış tedavi uygulanmasına neden olur. Bir meslekte işin doğru ve yasal çerçevede yapılmaması, hatalı uygulanması durumu Latince kökenli malpraktis kelimesi ile ifade edilir. Tıbbi malpraktis hekimliğin hatalı uygulanmasıdır. Kısa muayene süresi tıbbi malpraktisin başta gelen nedenidir. Getirilen sağlık sisteminde daha çok hasta bakılması için daha çok doktora ihtiyaç var. Bunun için tıp fakültelerinin sayısını artırmak gerekiyordu. İki bin ikide tıp fakültesi sayısı elli iken bu sayı 2019 yılında, sekseni devlet tıp fakültesi, otuz biri özel vakıf tıp fakültesi olmak üzere yüz on bire ulaştı. Yeni açılan tıp fakültelerinin çoğunun alt yapısı ve akademik kadrosu yetersizdir. Böylece SDP tıp eğitiminin de yozlaşmasına neden olmuştur. SDP’nın esas amacı sağlığın ticari bir alan haline getirilmesidir. Yirmi yılın sonunda özel hastane sayısının %112 oranında artmış olması da bunun gerçekleştiğini gösteriyor. Yıllardır TTB olarak iyi bir sağlık hizmetinin “ulaşılabilir, nitelikli, herkese eşit ve ücretsiz” olması gerektiğini söylüyoruz. SDP bu dört koşuldan sadece ulaşılabilir olma şartını gerçekleştirmiştir. Bu da programın amacının esas olarak para kazanmak olduğunu göstermektedir. Başka bir ifade ile, SDP ile küresel sermaye büyük paralar kazanırken Türkiye’de sağlık ölmektedir. Bu durumun telafisi mümkün müdür? sorusuna da Atatürk’e atfedilen bir sözle cevap vereyim. “Umutsuz durum yoktur, umutsuz insan vardır”.

Mesleki çok sayıda yayının ardından sağlık sisteminin geldiği yeri sorgulayan, hastaların müşteri olarak görülmesini eleştiren, hekimliğin insani bir hizmet olduğunu hatırlatan bir kitaba imza atmışsınız. Yazma süreci sizin için nasıl bir deneyimdi? Devamı gelecek mi?

İyi anamnez almayı 1979-83 yılları arasında İstanbul Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Kürsüsündeki uzmanlık eğitimim sırasında çok değerli hocalarımdan öğrendim. Yıllardır hastalarımın anamnezini alıp yazıyorum. Anamnez yazmak bir tür hikaye yazmak gibidir. Cümleleri düzgün kurmak, noktalama işaretlerine dikkat etmek gerekir. Anamnez yazarken Sait Faik Abasıyanık geçer aklımdan. Böyle bir düşünce yapısına sahip olmam kitabı yazmamı kolaylaştırdı. Kitabı yazmam yaklaşık üç yıl sürdü. 2014 yılında İstanbul Tabip Odasında gerçekleştirdiğimiz bir edebiyat etkinliğinde yazar Füruzan ile tanıştım ve tanışıklığımız sonraki yıllarda devam etti. Bir görüşmemizde kitap yazma girişimimden bahsettim. Yazdığım kadarını kendisine göndermemi istedi. Birkaç gün sonra telefonla beni aradı ve “Hikayelerinize bayıldım. Bu kitabı bir an önce bitirip yayınlamalısınız” dedi. Doğrusu böyle bir geri dönüş beklemiyordum. Bu sözler beni cesaretlendirdi ve nihayet kitabı bitirdim. Kitabın bu günlerde yeni bir Anamnez Avcısı hikayesi eklediğim 2. baskısı yapılıyor. Bir kitap yazma konusunda daha önce beni teşvik eden kişi ise kanserle mücadelesine yenik düşerek kaybettiğimiz, İstanbul Tabip Odası ve TTB’nin sıra dışı aktivisti, 30 yıllık mücadele arkadaşım, anestezi uzmanı Dr. Ali Özyurt’tur. Onun “Söz uçar yazı kalır” kitabı benim ilham kaynağım olmuştur. Özlemle anıyorum. Yazma kabiliyetimin olduğunu ve tek kitapla kalmamam gerektiğini hissediyorum. Ama yazacağım ikinci kitabın nasıl bir kitap olacağı hususunda henüz net bir fikir oluşmuş değil zihnimde. Bu söyleşi için tekrar çok teşekkür ederim. Kitapta vermek istediğim mesajların çok iyi anlaşıldığını, çok iyi bir okuma yapıldığını gösteren kapsamlı sorularınız için özellikle teşekkür etmek istiyorum.      

 

 

 

Pandemiye Şahitlik Etmek *

 

“Bana Yaklaşma! Yoğun Bakım Günlüğü” Covid 19 pandemisini ağırlıklı olarak yoğun bakım servisinin içinden gösteren bir anlatı. Kitap, bir tıp hekimi, yoğun bakım uzmanı ve yazar olan Meral Saklıyan’ın seçtiği enstantenelerden oluşuyor. Her bir enstantene, bize bildiğimiz hayatın askıya alındığı günleri, o günlerde yaşadığımız belirsizliği, çaresizliği, şaşkınlığı hatırlatacak güçte. Samimi ve sahici çünkü aktarım ilk elden, aracısız.

Meral Saklıyan, önsözde kitabın yazılma hikâyesini şöyle anlatıyor:

“Pandeminin patlak verdiği ve belirsizlikler içinde yayıldığı sırada, elime kalemi alıp olayların peşinden gitmeye başladım. Sürecin nereye varacağını kestirmek zordu. Bir yandan işimi yaparken diğer yandan gözlemci olmaya, yazma alışkanlığının verdiği sorumlulukla notlar almaya; kısacası bu sarsıntılı dönemle ilgili bir hafıza kaydı oluşturmaya çalışıyordum.  Bu bir bakıma karışıklığın içinde tarihi olmayan şeylerin tarihçisi olmaya karar verme isteğiydi.”

Salgın sürecini, meslektaşlarıyla ve diğer sağlık çalışanlarıyla beraber çalışarak geçiren Dr. Saklıyan, ilk günden itibaren hastaların verdiği mücadeleyi, hayata tutunma çabalarını, yüzyılda bir görülen salgını, en önden ve içeriden gözlemlemenin yanı sıra Covid 19’a yakalanmış, virüsün etkilerini bedeninde ağır biçimde hissetmiş bir hekim. Ölümün kol gezdiği hastane koridorlarından hasta yatağına düşmeye uzanan yolu anlatırken kabaca da olsa kronolojik bir sıra gözetmiş Dr. Saklıyan. Bir kez kitabın yazılma amacını, niyetini açıkladıktan sonra tanıklıklarla başlamış.

İlk tanıklık Covid 19 ile savaşan ilk ve en genç hastasına dair. İkinci tanıklık ise, doktora yazılan bir teşekkür mektubu. Bu mektup, yoğun bakım servisinde yatak bulmanın güç olduğu günleri hatırlatmakla kalmıyor. Hekimlerin sırtlanmak zorunda kaldığı müşkül durumu, “son yatak” meselesinin ağırlığını lafı kıvırmadan gösteriyor. Hayatta kalma şansı verilen hastanın hissettikleri, hayata tutunma çabası, hekimine karşı hissettiği minnet ve ona seçimini doğru hastadan yana yaptığını gösterebilme gayesi hayli etkileyici ve düşündürtücü. Bu mektubu alan, okuyan, hatıraların içinden geçerek dışarıdan kader ânı gibi görünen durum karşısında sağlık çalışanları cephesinde neler yaşandığını ise “Sevgili hastam,” diye başlayan mektup anlatıyor. Meslek hayatlarının en zorlu süreçlerinin içinden geçen sağlık çalışanlarının kaygıları, endişeleri, sıkışıklıkları, deneyimleri ile ilerleyen anlatı, ilk hasta kayıplarıyla, ardından salgının sağlık çalışanların yayılması ve onların hastalık hikâyeleri ile ilerliyor. Meral Saklıyan, kendi hastalık hikâyesinin yanı sıra meslektaşlarının hikâyelerine de yer vererek sunulan deneyim sayısını arttırıyor. Sağlık çalışanlarının hastalık deneyimlerinin ardından yaşanan salgına dair düşüncelerini aktararak bir nevi sonsözünü söylüyor.

Çok değil, yalnızca üç yıl önce hepimiz pandeminin tanığıydık. Ama pek azımız hastanelerin bodrum katlarında konuşlanan yoğun bakım ünitelerinin içinde, tükenircesine çalışıyordu. Pek azımız vücudundan hortumlar sarktığı, makinelere bağlı olduğu halde virüse karşı mücadele etmekte, bu anafordan sağ salim çıkmaya gayret etmekteydi. Pandeminin başladığı gibi bitmesini arzuladığımız, eskiye dönmeyi hayal ettiğimiz, o günlerin ne zaman geleceğini bilemediğimiz, belirsizliğin, çaresizliğin, şaşkınlığın zirve yaptığı günlerde yazar ve hekim refleksiyle tutulan notlar, tam da yazarının amaçlandığı gibi bir tür hafıza kaydı oluşturuyor.



Bana Yaklaşma! Yoğun Bakım Günlüğü

Meral Saklıyan

Everest Anlatı

* Bu yazı TDB Dergi 206. sayıda yayımlanmıştır. 


 

 

 

27 Eylül 2023 Çarşamba

Anlat bana. Biz nasıl tanıştık?

Kurmacabiyografiler neredeyse on yaşında. O günden bugüne ilgimi çeken ne varsa, o aralar gündemimde ne bulunuyorsa onun hakkında yazdım. Okuduğum kitaplar, izlediğim filmler, dinlediğim söyleşiler, katıldığım etkinlikler hakkında yazdım, yazı temrinleri yaptım, daha şefkatli bir anne olmak için şiddetsiz iletişimi araç olarak kullanmaya çalıştığım dönemlerde takip ettiğim bültenlerden haftalık ebeveynlik ipuçlarını derledim, onlara dair düşüncelerimi, uygulamalarımı, beceriksizliklerimi, anlık başarılarımı kaydettim. Yazarların nasıl yazar olduklarına dair metinlere yer verdim. Yayımlanan yazılarımı arşivledim. Öykü nüveleri çıkardım. Sonuç olarak her ne yazarsam yazayım içinden ben'i çıkarıp atmam mümkün değildi. Kendimle arama mesafe koyduğum edebiyat yazılarında bile benim filtremden geçen, benim görüşlerimi, duyarlılıklarımı yansıtan içerikler oldu. Özne olarak kendimi gizlesem bile seçtiğim nesnelerle bir sergi küratörü gibi bloğumu derlerken kendimi ortaya koydum. Bir ben geçiyor bu dünyadan, dur, dinle, gör, anla, hisset der gibi. 

Çünkü blog özünde bir günlük ve her günlük gibi bir öznesi var. Öyle kitapların arasına saklanan bir günlük olmadığı için yazan kişi sansür uygulayabilir elbette ya da yazarken gerçeği yeniden kurgulayabilir. Hatırlamak başlı başına bir kurgulama işi değil mi zaten? 

Dün başından bir şey geçti örneğin. Yanında ailenden birileri var ya da arkadaşların. Aynı olaylara, aynı zaman diliminde maruz kaldın ve biri geldi yanına kamerayı açtı ve anlat, dedi. Başladın anlatmaya. Anlatmaya neresinden başladın? Hangi ayrıntılarla anlattın? Bu seçimlerin her biri artık bir anıya dönmüş olayın anlatısını değiştirir. Biliriz. O yüzden intihal meseleleri karışıktır bir yönüyle. Edebiyata konu olan meselelerin son kullanım tarihi ve bir sahibi yoktur, kullanılan tekniklerin de... 

Yıllar önce bir blog arkadaşım, bir arkadaşının eşi için bana yayımlanma üzerine kimi sorular sormuştu. Yolladığı dosyanın yayınevi tarafından çalınması, bir başka isimle kullanılması olasılığından korkuyordu. Çünkü eşinin bir arkadaşı eşinin öyküsüne benzer bir öykü yazmıştı. Buradaki aynılık anlatıcının aynılığından ve konunun kadın erkek ilişkisiyle ilgili olması gibi çok genel bir şeydi, hafızam beni yanıltmıyorsa. Bu kaygı da sanırım çok insani ve hepimizi yokluyor. Özellikle de yola yeni çıktığın zamanlarda. Ama bu kuşku bir yanıyla seni ameliyat edecek doktorun organlarını çalabileceğinden şüphelenmek gibi bir şey. Çok mu tuhaf geldi. Teşbihte hata olmaz derler. 

Kurmacabiyografiler neredeyse on yaşında. Artık pek de güncellemediğim bölümler var. Örneğin "Nasıl Yazar/Şair Oldum?", örneğin masallar üzerine düşünceler, söyleşiler, örneğim Şefkatli Ebeveyn Günlükleri, örneğin kitap incelemeleri... 

Senden bir ricam var. Aşağıdaki soruların dilersen tamamına, dilersen bir kısmına yorumlarda veya özelden cevap verebilir misin?

Beni ve Kurmacabiyografiler'i nasıl keşfettin?

Beni ilk kez hangi içeriklerle tanıdın?

En çok neleri okumayı sevdin? 

En çok hangi tür yazılarımı özlüyorsun?

Bu devirde blog mu kaldı kardeşim! Beni neden okuyorsun?

Geri bildirimlerin benim için kıymetli çünkü yazmaya olmasa bile yayımlatmaya dair hevesimin, inancımın kaçtığı bir dönemdeyim. Yayımlanmanın yazmanın küçük bir parçası olduğunu kalbimle hatırlamaya, asıl olanın oyunda kalmak yani yazmak olduğunu tüm benliğimle hatırlamaya ihtiyacım var. Bu sabah yağmur var Çanakkale'de. Güz mevsimi başladı. Güz benim için ev içlerine girmenin, okumanın, yazmanın, yeni eğitimlerin, evde sinema keyfi çatmanın mevsimi. Bu iklimi yeniden yeşertmek, üretmek için bana yanıtlarınla yardım eder misin? İlgin ve nezaketin için şimdiden teşekkür ediyorum. 

25 Eylül 2023 Pazartesi

Günün izi: 10

23 Eylül

Ay sonu yaklaşıyor. Benim için yaz bitti gibi bir şey. Şort yerine pantolona geçtim. Nadiren elbise giydiğim de oluyor. Yüzme sezonunu da kapattım. Afilli bir kapanış olmadı. Son olduğunu bilmediğim bir son oldu daha ziyade. Nasılsa deniz kenarındayım, nasılsa deniz suyu daha soğumadı gidilir derken evdeki iş güç bastırdı. Yarın son şans. Sonra bir dahaki yaza kadar zor görünüyor. Kış aylarında sıcak bir iklime gitmezsem şayet. Nasıl da davetkar! Dilerim olur. 

                                                                                 *

Muayenehanedeyim. Bir hastam randevusunu iptal etmiş. Oluşan boşlukta yazıyorum. Çok sıkışık bir güne hazırdım oysa. Yetişmesi gereken bir işin kargoyla bana dağıtım saatini hesap ediyor, kargo dağıtıma çıkmadan gidip elden almayı planlıyor, arabam serviste olduğu için kimden araç alabileceğimi düşünüyor (ablam elbette), kuzeninin nişanına yetişecek asistanımı gözetiyor, onlarca şeyi zihnime sığdırmaya, plan yapmaya çalışıyordum. Öğle yemeği hazırlamamak için pizza siparişi verelim, kargoyu arayalım, gelmeyecek hasta var mı öğrenelim trafiği içinden çıktım işte. Öğleden sonranın düşündüğüm kadar sıkışık geçmeyeceğini kavramanın rahatlığı omuzlarıma indi. Limonlu su içimi ferahlattı. Ancak o zaman içmeye karar verdim günün ilk Türk kahvesini. Sakin ve telaşsız... İçtiğimin tadını alabilmek, keyfine varabilmek için. Bol köpüklü sade kahvem şimdi masamda. Kulpu solda. Göz göz delikle kaplı üstü. Mandabatmaz değilse de hayli yakın.

                                                                         *

TDBD ekim sayısı için cumhuriyet temalı bir kitap hakkında yazmak istiyorum. Evde ne var ne yok diye baktım, çok da "Hah bu olur," dediğim bir kitaba rastlamadım. Arama motoruna akıl sordum. Listeledikleri arasından en ilgimi çeken Attila İlhan "Allah'ın Süngüleri: Reis Paşa" oldu. İlk fırsatta kütüphaneye gidip eşelenmeli. 

                                                                        *

25 Eylül

Arabam serviste. Götürmeden önce bagajda ne var ne yoksa muayenehaneye yığmıştım. Cumartesi pazar hem bagajdan çıkanları, hem muayenehaneden eve gitmesi gerekenleri eve taşıdım. Boşluk şahane şey. Evdeki büyük temizlik hareketi de sürüyor. Kullanılmayan oyuncakları ayırma ve taşıma kısmını çözmeye uğraşıyorum. Gelecek pazar bitirmeye niyetliyim. Üç, dört kutu kaldı. İşte yapılacaklar listem: 

İçlerini kontrol et, çer çöpü ayır, işe yarar şeyleri sahiplendir. 

Hobi malzemelerini büyük sandığa koy. 

Çalışma sandalyelerini kur. 

Bir marangoz çağır. Duvar rafını monte ettir. 

Her akşam bir kutuyla ilgilensem belirlediğim sürede kolaylıkla bitireceğime kuşkum yok. İşin zor kısmı bu işlerin de düzenli olarak yapılması gerekliliği. Aynı istifçilik sürdükçe üç, beş aya kalmadan dolap kapakları zor kapanmaya, kutu içleri dolmaya başlıyor. Hadi hayırlısı. 

                                                                     *

Ablamdan ödünç aldığım kitap: Rezonans Yasası. Bu tür kitapların biraz uzatıldığını düşünüyorum. Daha hap gibi sunulsun istiyorum galiba. Kullanımcı yorumları, tekrarlayan kısımları çıkarınca ortaya küçücük bir nüve kalıyor zaten. Meselenin özü şu: İnsanlar, eşyalar, evrendeki her şey titreşir ve bu titreşimler aracılığıyla birbiriyle etkileşime geçer. Hepimiz benzer frekanstakileri hayatımıza çekeriz. Beynimiz düşüncenin merkezi gibi dursa da kalp çok daha büyük çekim gücüne sahiptir. Hayalini kurduğun şeylerle ilgili olumsuz duygulara sahipsen, içten içe inanmıyorsan, önüne blokaj koyuyorsan hayatına çekemezsin. Sürekli şikayet eden biriysen, şikayet ettiğin şeyleri hayatının merkezinden uzaklaştıramazsın çünkü o frekansı çekmeye devam edersin. Sen ne zaman o düşük moddan çıkar, isteklerini kalpten diler, olumlu duygular yaşarsan işte o zaman hayat seni ödüllendirir. Kitabın ilk bölümünün meali bu. İkinci bölüm bunu nasıl uygulayacağına dair. O kısmı okumaya yeni başlayacağım. 

                                                                   *

Netflix 15 Eylül'de Kulüp dizisinin ikinci sezonunu yayımlayacağını duyurunca ilk sezonu yeniden izledim. Neler olacağını bilerek izlemenin ayrı bir keyfi var, öğretici bir yanı. Kurgunun sağlamlığını, finale giden yolda ipuçlarını azar azar serpiştirmeyi aslında en çok sinema sanatından öğreniyoruz galiba. Çünkü hikâyeyi görsel olarak 1-1,5 saat içinde izlemek, uzun bir romanı okuma zamanıyla eşdeğer değil. Ayrıntılar henüz zihninde tazeyken hah ondanmış, a bu yüzden koymuş demek ki diyebilmenin yazmaya katkısı olduğu muhakkak. İkinci sezonda daha çok ağladım ama ilk sezonu daha çok beğendim. İlk sezonda beni en etkileyen yan hikâye Orhan ve annesine dair olandı. Niko'ya reva görülen sona üzüldüm. İkinci sezonda gözlerim o hikâyenin devamını aradı ama o anlamda beklentim karşılanmadı. Üçüncü bir sezon olur mu bilemiyorum ama 6 Eylül gecesi sonra neler olduğuna dair bir işaretti Kürşat'ın yüzündeki yanıklar. Orayı biraz daha bilmek, öğrenmek isterdim. 

                                                                   *

Netflix demişken Crown yeni sezonu bekliyorum, bir de Stranger Things beşinci sezonu. 

                                                                   *

Bende hâller böyle. Sen nasılsın? Ne yapmaktasın?


12 Eylül 2023 Salı

Günün izi: 9

9 Eylül 

Bugün İzmir'in kurtuluşu. Çok eskiden tanıdığım bir arkadaşımın da doğum günü. 9 Eylül'den mütevellit unutmam mümkün değil. Arayıp soruyor musun dersen, hayır, epeydir aramıyorum. Öyle kırgınlık, tatsızlık olduğundan değil. Hayat gailesi işte, hepimizi bir taraflara savurdu. Yıl boyu aramayıp mesajlaşmayıp yalnızca doğum günü mesajı gönder, hayırlı bayramlar dile tipi değilim, ben. Ne fark eder, hatırlanmak, önemsenmek her ne vesileyle, ne sıklıkta olursa olsun güzel diyebilirsin. Belki de haklısın ama isim vermesi zor bir ince çizgi o galiba. Sosyal medyada ya da bir whatsapp grubunda hatırlatıldığı için kutlama ya da baş sağlığı dileme kervanına katılmak. Nereden baksan yüzeysel...

Günün önemine atfen izlene



                                                                         *

10 Eylül 

Bir haftadır arabam serviste. Annemi yurt dışına çıkarma yolculuğu esnasında gümrük sırasının dur kalkında yandaki bariyeri fark etmeyip sürttüm. Ufak bir şey ama işin içine kasko girince süreç uzuyor. Haliyle iki ayağım olduğunu, kalkıp yürümemin yeterli olduğunu hatırladım. Günlük adımlarım, kardiyo puanlarım yükseldi. Bunun yanında pilates-yoga karışımı bir derse de başladık. Hocamız hem pilates hem yoga eğitmeni. Pilatesle başlayıp yogayla bitiriyoruz. Türler arasılık diyelim, geçelim. Sürekli oturmaktan katılaşmış bedenime iyi geldi harekete geçmek, özellikle de kalça açıcı hareketler. 

11 Eylül 

Okullar açıldı. Yaz döneminde de erken kalkıyordum. Deniz o saatlerde uyuduğu için evde yalnız sayılırdım ama okulların açılması yine de bir şeylerin farklı olacağını, düzene gireceğini hissettiriyor. Döngüleri o yüzden seviyoruz galiba. Bir şeyleri kurallara bağlı olmasından sıkılınca yaz mevsimi imdadına yetişiyor. Geç saatlere kadar oturmalar, daha çok dışarıda olmalar keyif veriyor ama evdeki düzen sapıyor. İşler birikiyor. Okullar açılana kadar fazlalıkları tasnif etmek, vermek gibi planlarımdan bahsetmiştim daha önce. Kimini yapabildim, kimini yapamadım. Ama pazar gününü ev değişikliği ile geçirdim. Tek başıma bazı mobilyaların yerini değiştirdim. Antre, mutfak, yatak odam, balkon bu değişimden nasiplendi. Sonuç bence çok daha iyi. Antredeki dolap yeniden yatak odasına gidince zaten geniş olan antre hepten havadar oldu. Sani'ye de oyun çıktı. Komodinin üstünden mevcut gardroba zıplayamıyordu ama araya bir mobilya daha girince zıp zıp gezer oldu. 

Bu günlerin en güzel deneyimi ise üç haftalık uygulamalı seramik atölyesine başlamak. Oda etkinliği aslında. Üst üste üç cumartesi ikişer saat. Ayın 16'sında bitiyor. İlk ders çamuru açtık, bir köpük tabak yardımıyla kendi tabaklarımızı yaptık. İkinci hafta kurumuş ama fırınlanmamış tabaklara astar boya sürüp içlerini kazıdık. Onlar fırına girecek. İşlem görmemiş tabakların içini de boyayacağız. Seramik işine bayıldım. Daha derinlemesine öğrenmek isterim. Kazıma tekniği hem kolay hem zevkli. Önümde tabak, elimde spatül kazıdım, üfledim, kazıdım, üfledim. Zihnim bir kez olsun yaptığım iş dışında bir şeye yönelmedi, sıçramadı. Meditasyonla anda kalmayı öğrenmek zor iş.  Sevdiğin, ilgi duyduğun bir şeyi yaparak anda kalmayı deneyimlemek ise çabasızca oluveriyor. 

Tabak dekoru için seçenekler araştırdım. Sence hangisi güzel? 






Bu da seramik yaparken hallerimiz. Sence de mutlu ve odaklamış görünmüyor muyuz?

      
 



6 Eylül 2023 Çarşamba

Benim İçin Yazmak İhtiyaçtan Doğan Bir Eylem

Esme Aras ile Parşömen Edebiyat için gerçekleştirdiğimiz söyleşi

                                                                               *





"Benim İçin Yazmak İhtiyaçtan Doğan Bir Eylem"


“Tepeden tırnağa farklı iki kadın. Yalnızca acıları benziyor, yalnızlıkları… Bir yabancıya açılmanın rahatlığı vuracak dillerine. İşte o zaman iskemleyi yeniden çekecek ve ‘Anlat Bana,’ diyecek. Telaşa gerek yok. Kalbi kırık ve duyulmak isteyen her kadın onu can kulağıyla dinlemek isteyen birine açar kelimelerini.” (Kendisiymiş Gibi, s. 67)

Tuğba Gürbüz’ün edebi ürünleri çeşitli basılı ve dijital dergilerde yayımlandı, öykü seçkilerinde yer aldı. İlk öykü kitabı Lodos Çarpması 2015’de, ikinci öykü kitabı Kendisiymiş Gibi NotaBene Yayınları tarafından 2020’de okurla buluşturuldu. Pelin ve Küçük Dostu Karamel adını verdiği çocuk öyküleri, Sia Kitap etiketiyle 2021’de raflardaki yerini aldı.

Kentli insanın yaşam alanına ve sorunlarına dikkat çeken Gürbüz’ün öykülerinde, ekseriyetle Kuzey Ege’nin coğrafyası, tarihi, mitleri, efsaneleri, kıyı kentlerine özgü mimari yapı göze çarpıyor. “Yeniden yazım” tekniğini kullandığı “Akkız” öyküsü Hasanboğuldu ve Sarıkız efsanesinden esintiler taşırken, “Mevsim Kadar Sıcak Öpücükler” ile “Sahanda Yumurta” öyküleri Çanakkale Savaşları’nı merkeze alıyor. Onun öykülerinde okur, bir deprem ânına tanık oluyor veya gezgin ruha sahip karakterleri sayesinde Bosna Hersek kenti “Yaprak” öyküsünde, hatırladığımız hâliyle hafızamızda yaşamaya devam ediyor.

Yazarken âna odaklanıyor Tuğba Gürbüz, yaşamdan bir kesiti çekip alarak öyküleştiriyor. Bu nedenle öyküler kısa zaman diliminde geçiyor. Yalın, akıcı, sade bir dil kurmayı başaran yazarın kurgu evrenine; sosyo-ekonomik güce sahip kentli kadınlar, bekâr anneler, aile ve arkadaşlık ilişkileri, çocuk ve ebeveyn iletişimi, evlilik yaşamındaki sıkıntılar, kadınlar söz konusu olduğunda farklılıklara rağmen dayanışma içinde olunabileceği hatta yazma-yazamama sancıları sızıyor. Tuğba Gürbüz ile öykü anlayışı özelinde, yetişkinlere ve çocuk okura yazmanın farklılığını konuştuk.

-Yazın yolculuğunuzdan söz ederek başlayalım istiyorum…

Her ne yaparsak bir ihtiyacımızı gidermek için yapıyoruz. Dolayısıyla benim için yazmak da ihtiyaçtan doğan bir eylem. Kendimi konuşarak çok rahat ifade eden bir çocuk ve genç değildim. İçime attıklarım, bastırdıklarım, beni rahatsız eden şeyler çoğaldıkça onları günlüklere, mektuplara yazarak boşaltmaya çalıştım. Yazdıklarımın hepsi alıcısına ulaşamasa da yazmaya başlamadan önceki hâlime kıyasla kendimi daha iyi ve rahatlamış hissediyordum. Bir süre sonra yazmak alışkanlığa dönüştü. Yazma eylemi yalnızca rahatlamayı sağlamadı elbette. Yazarak düşüncelerimi tasnif edebildiğimi, aslında ne olup bittiğinin farkına vardığımı, hedef belirleyebildiğimi de fark ettim. Arkadaşlarımın benden aldıkları mektuplarda edebi bir tat bulduklarını söylemeleri de cesaret verdi. Bununla beraber uzun yıllar yazı, iç dökme ve düşünceyi geliştirme alanı olarak kaldı.

İlk kez 2006 yılında daha iyisini yapabilir miyim, bir öykü yazabilir miyim düşüncesiyle Mario Levi'nin yaratıcı yazarlık atölyesine katıldım. İlk öykü denemeleri orada başladı. Edebiyattan zevk alan arkadaşlar edindim. Merak ve ilgi alanı olarak edebiyatı hayatımın merkezine koymaya başladım ancak bu ortam çok uzun sürmedi. Birkaç yıl sonra İstanbul'dan taşındım. Ama okuma, okuduklarım üzerine küçük notlar alma, öykü denemeleri sürdü. İçimde yazma hevesi, elimde bittiğine inandığım birtakım ürünler vardı ama onlarla ne yapacağıma dair pek de fikrim yoktu. Yazmak yalnız başına yapılan bir eylem olsa da yazarlık yolculuğunda müttefiklik şart. O dönem etrafımda öykü yazan, dergilerde öyküleri, yazıları yayımlanan arkadaşlarım yoktu. Yolun çok başındaydım. Ne yapacağımı, ürünlerimi nasıl geliştireceğimi, nerelerde değerlendirebileceğimi bilmiyordum.

Kimi zaman kişi yalnızca kendisi için yazabilir elbette ama ben okurla buluşmak, yazılarımın onlar üzerindeki etkisini görmek ve kendimi geliştirmek istiyordum. Çareyi blog açmakta buldum. Bir yandan dergilere, dijital platformlara, yarışmalara öyküler, kitap eklerine tanıtım yazıları göndererek kendimi sınarken blogta aradan editörü, yayın kurulu onayını, bekleme süresi gibi etkenleri ortadan kaldırarak yazdıklarımı özgürce paylaşabildim. Bunun çok da faydasını gördüm doğrusu. Bana hem yazma disiplini verdi hem de ihtiyaç duyduğum geri bildirime ulaşmamı sağladı. Kurmacabiyografiler neredeyse on yaşında.  Hâlâ aynı keyifle orada yazmayı, paylaşmayı sürdürüyorum. Kimi öykülerin ilk taslaklarının, fikirlerinin oradaki yazılardan doğduğunu da sevinçle izliyorum.

-Son on yılda ülkemizde ve dünyada yaşananlara dönüp baktığımızda güzel şeyleri hatırlamadığımızı fark ediyorum. Salgın, deprem, sel ve yangın gibi afetlerin yanında patlayan bombalar, savaşlar, göçe zorlanan insanlar, istismara uğrayan çocuklar, sayıları artan kadın cinayetleri, iş kazaları, maden faciaları… Bu kasvetli tabloyu siz de kendi pencerenizden, yazan bir kadın olarak algılıyorsunuz; üstelik kitaplarınız sözünü ettiğimiz bu on yıl içinde yayımlandı. Hatta Lodos Çarpması’ndaki “Gitmezdi O Zaman” öyküsü bir deprem ânını anlatıyor. Ama slogan atan öyküleriniz yok sizin, usul usul akan bir dil kullanarak yazıyorsunuz. Felaket yağmuru altında yaşadığımız son yıllarda sizi öykü yazmaya iten nedenleri, aranıza mesafe koyduğunuz olayları yazıya dökme biçiminizi, dert edindiğiniz meseleleri sormak istiyorum. Kısacası siz kanadığı yerden yazanlardan mısınız?

İşsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, çarpık kentleşme, zorunlu göçler, mültecilik, hak ihlalleri, çocuk istismarı, kadınlara ve sağlık çalışanlarına yönelik şiddet, ekonomik kriz, depremler, seller, kötü yönetimler, liyakatsizlik… Saymakla bitmeyen felaket sağanağı altında nefes almaya, yaşamaya çalışıyoruz. Duygularımız, isyanımız hayli yükselmiş durumda. Türkiye’de bir toplumcu edebiyat damarı da var. Haliyle hem okur hem yazar edebiyatın bu ezilenlerin, kenara itilenlerin sesi olması gerektiğine inanıyor. Haklılar da. Öfke, toplumsal değişim için her zaman iyi bir yakıt, güçlü bir ivme ancak iş yazmaya gelince tek başına öfke yazarın ayağına dolanabilir. Onu tanık olduğu, rahatsız olduğu acıları duygusal bir dille, bir tür arabesk yaklaşımla yazmaya itebilir. Bu tür metinlerin kimi okurda hızla karşılık bulacağı, sempati uyandıracağı da kesin.  Bundan kaçınmak lazım. Yalnızca aynı tarafta olmaktan kaynaklı bir müttefiklik hâline yaslanmak bir tür kolaycılık ve tribünlere oynamak gibi geliyor bana. O yüzden yazarken kendime zaman tanımaya, meseleyi duygu uyandırmaktan öteye taşımaya, her şeye karşın bunu başaramadıysam, melodrama kaçtıysam da metni çekmecede tutup kamusal alana çıkarmamaya çalışıyorum.

-Diş hekimliği ile öykü yazarlığı arasında bir bağ kuruyorum. Mesleğiniz gereği dar alanlarda çalışıyorsunuz, öykü de türü gereği böyle; kısa, yoğun ve vurucu. İkisinde de bir kuyumcu işçiliği, titizliği söz konusu. Yapısal olarak sağlamlık ve estetik kaygılar ön planda. Hatta çocuk kitabınızda diş kliniğinde geçen bir öykünüz var. Bu yönleriyle mesleğinizin öykücülüğünüze katkısı olduğunu düşünüyor musunuz?

Diş hekimliği dar alanda, sabırla çalışmayı gerektiriyor. Belli prensipler üzerinden ilerliyor. Başarısızlığı nasıl çözebileceğini de önceden bilmeyi gerektiriyor. Mesleğimi kendime ait bir muayenehanede icra eden bir hekim olduğum için doğru uygulamaları, püf noktalarını, yol yakınken hatalardan dönmeyi, komplikasyonları çözmeyi, sınırlarını bilmeyi, onları yavaş yavaş genişletmeyi hocalarımdan öğreniyorum. Bu yönüyle bakınca bir diş hekiminin hocalarından öğrenmesi ile bir yazarın usta bildiği yazarlardan öğrenme süreci epey benzerlik taşıyor. Edebiyattan hekimliğime yansıyan ve giderek genişleyen en önemli fayda ise şefkat ve anlayış olsa gerek. Bilimsel araştırmaların da ortaya koyduğu gibi okumak, zihnimizdeki düşman ve öteki imgeleri dönüştürüyor, insani yanlarımız üzerinden bir ortaklık ve anlayış geliştirebilmemizi sağlıyor. El beceriniz ne olursa olsun şefkat, anlayış ve sabır olmadan iyi hekimlikten bahsetmek mümkün değil. O yüzden mesleğimin öykücülüğüme katkısı olduğu kadar, öykücülüğümün de mesleğime katkısı olduğuna inanıyorum.

-Kitaplarınızda çocuk gözünden anlattığınız ya da karakterlerin çocuk olduğu öykülere rastlamak mümkün. Örneğin “Gülümseyen Midilliler”de Efes harabelerini gezen; “Eşik”de ise bir çatışmanın ortasında, biber gazına maruz kalan baba ve kızından söz ediyorsunuz. Bu yönleriyle bir çocuk kitabı yazacağınızın sinyalini okurlarınıza önceden verdiğinizi düşünüyorum. Sizi çocuklar için yazmaya yönelten sebepleri öğrenebilir miyiz?

Kızım sayesinde açıldı bu yol. İlk gençliğin ardından uzun yıllar çocuk ve gençlik edebiyatına dair ürünler okumadım. Kızımın doğumunun ardından okul öncesi kitaplara ilgim arttı. Uyumayı seven bir çocuk değildi. Uyuduktan sonra dünyanın onsuz da döneceği, bizim bir şeyler yapmaya devam edeceğimiz algısı onun uykuya geçişini zorlaştırıyordu. Uyku öncesi birlikte kitaplar okumak keyifli bir gevşeme, kikirdeme alanı sağlıyordu bize. Bir süre sonra ona kitap yetiştiremez olunca beraber kütüphaneye gitmeye, oradan ödünç kitaplar almaya başladık. Hatırı sayılır kitap okuduk birlikte. İmrendiğim, hayran kaldığım, çokça güldüğüm pek çok kitapla tanışmış oldum. Yazarlık biraz da okuduğun, imrendiğin, hayran kaldığın kitaplar gibi yazma hevesi. Bu heves bizi eyleme geçiriyor. Hem yaratıcılığımızı tetikliyor hem de kendimize meydan okumamızı sağlıyor.  Üretim ve çözüm bulma anlarında da bolca mutluluk hormonu salgılatarak bir nevi bağımlılık yaratıyor galiba.

-Edebiyatımızın ustalarından Necati Tosuner, çocuk okura yazarken daha titiz olunması, yetişkin edebiyatı kadar dikkatli bir işçilik geliştirilmesi ve bu yönleriyle de kitap okumanın verdiği haz duygusunun çocuklardan esirgenmemesi gerektiğini düşünür.  Çünkü çocuk içselleştirmediği bir şeyden çabuk sıkılır ve Tosuner’e göre gider şişe mantarıyla oynar daha iyi. Çocuk okura hitap etmenin sizin açınızdan ne gibi zorlukları vardı ve yetişkinlere yazmaktan farklı olarak nasıl bir çalışma geliştirdiniz?

Hüsnü Arkan’ın “Açık kapı değildir hayat, yaşlılar bilir/ Bir eşikten, aralıktan ne gördüyseniz odur,” dizeleri benim öykü anlayışıma uygun düşüyor. Yetişkinler için yazarken öyküyü âna sıkıştırma, kısa kesitler hâlinde okura sunma eğilimindeyim. Bu tutumu çocuklar için yazarken sürdürmek doğru bir seçim olmayacaktı. Bu alışkanlığı aşıp çocuklar için takip etmesi daha kolay ve keyifli bir metin ortaya çıkarmak istedim. Olay örgüsü üzerine daha çok düşündüm. Durum öyküsünden uzaklaşıp olma hâlini daha çok göstermeye çalıştım. Pelin ve Küçük Dostu Karamel’de Pelin ve ailesinin hayatından kesitler sunan beş bağımsız öykü var. Öyküleri kronolojiyi gözeterek sıraladım. Bu sayede bir roman bütünlüğünde olmasa da kahramanlar arzularına, hayallerine doğru yol aldı ve bir değişim yaşadı. Bu çalışma bana aynı kahramanlarla daha uzun yarenlik etme, yol alma fırsatı sunarak bir roman üzerinde çalışmanın neye benzeyeceği konusunda da bir fikir vermiş oldu.

-Pelin ve ailesinin hayatı üzerinden kaleme aldığınız beş öyküyü içeren kitabınızda edebiyat lezzeti var; deyimlere yer vermiş, atasözlerini kullanarak metinlere zenginlik katmışsınız. Burada kültürel bir aktarımdan söz edebiliriz. Ayrıca çocuk okurlar öykü ve romanlardaki karakterlerden, kahramanlardan çok çabuk etkilenir; dil ve toplumsal cinsiyet kalıplarını onlardan örnek alarak öğrenirler. Bu anlamda genel kabul görmüş klişeleri yıktığınız bir çocuk kitabı yazdığınızı düşünüyorum. Özellikle ev işlerine yardımcı, kirli tabakları bulaşık makinesine yerleştiren, omlet yapan baba figürü ile kitap okuyan bir annenin varlığını görüyoruz. Bunları yazarken didaktik olmaktan kaçınmayı nasıl sağladınız?

Yetişkin de çocuk da haz almak için okuyor. Rahatlamak, keyif almak, bir maceranın peşinde sürüklenmek, yazarın yol boyu metne serpiştirdiği ipuçlarını toplamak, neler olacağını tahmin etmek, bazen yanılmak… Okumanın tadı, hazzı buralardan geçiyor. Yazar olarak araya girip erdem bildirmek oyunbozanlık bana kalırsa. Çocukların hayatı yetişkinlerin belirlediği kurallarla bezeliyken okuduğu kitabın içinde bunları gördüğünde o kitabı elinden bırakır ya televizyonu açar ya da arkadaşıyla oyun oynar. Bir daha da sizinle ve yazdıklarınızla yıldızı barışmaz. Çocuklar için yazarken içine düşeceğimiz en büyük hata, metni bir mesajı iletme kaygısıyla yazmak. Hepimizin bir derdi, bir meselesi var elbette, bunlar bizi için için dürttüğü için yazıyoruz ama bunu nasihat verme aracına çevirmeden sahneler ve deneyimler yaratmak yeterli. Metin bizden çıktıktan sonra artık okura ait. Dolayısıyla okurun iplerini çok sıkı tutmaya, onun bizimle aynı çıkarımlara varmasını sağlama çabası gütmeye gerek yok. Her okur metnin içinde kendi yolunu bulacak, onda uyanan duygular, düşünceler doğrultusunda kendi mesajını kendi çıkaracaktır.

-Son soru olarak, üzerinde çalıştığınız yeni bir dosya var mı? Pelin’in hikâyesinin devamını yazmayı düşünüyor musunuz?

Yetişkinler ve çocuklar için öyküler yazmaya devam ediyorum. Her iki dosya da neredeyse hazır. Yayıncılarıyla buluşmayı bekliyor.