6 Eylül 2023 Çarşamba

Benim İçin Yazmak İhtiyaçtan Doğan Bir Eylem

Esme Aras ile Parşömen Edebiyat için gerçekleştirdiğimiz söyleşi

                                                                               *





"Benim İçin Yazmak İhtiyaçtan Doğan Bir Eylem"


“Tepeden tırnağa farklı iki kadın. Yalnızca acıları benziyor, yalnızlıkları… Bir yabancıya açılmanın rahatlığı vuracak dillerine. İşte o zaman iskemleyi yeniden çekecek ve ‘Anlat Bana,’ diyecek. Telaşa gerek yok. Kalbi kırık ve duyulmak isteyen her kadın onu can kulağıyla dinlemek isteyen birine açar kelimelerini.” (Kendisiymiş Gibi, s. 67)

Tuğba Gürbüz’ün edebi ürünleri çeşitli basılı ve dijital dergilerde yayımlandı, öykü seçkilerinde yer aldı. İlk öykü kitabı Lodos Çarpması 2015’de, ikinci öykü kitabı Kendisiymiş Gibi NotaBene Yayınları tarafından 2020’de okurla buluşturuldu. Pelin ve Küçük Dostu Karamel adını verdiği çocuk öyküleri, Sia Kitap etiketiyle 2021’de raflardaki yerini aldı.

Kentli insanın yaşam alanına ve sorunlarına dikkat çeken Gürbüz’ün öykülerinde, ekseriyetle Kuzey Ege’nin coğrafyası, tarihi, mitleri, efsaneleri, kıyı kentlerine özgü mimari yapı göze çarpıyor. “Yeniden yazım” tekniğini kullandığı “Akkız” öyküsü Hasanboğuldu ve Sarıkız efsanesinden esintiler taşırken, “Mevsim Kadar Sıcak Öpücükler” ile “Sahanda Yumurta” öyküleri Çanakkale Savaşları’nı merkeze alıyor. Onun öykülerinde okur, bir deprem ânına tanık oluyor veya gezgin ruha sahip karakterleri sayesinde Bosna Hersek kenti “Yaprak” öyküsünde, hatırladığımız hâliyle hafızamızda yaşamaya devam ediyor.

Yazarken âna odaklanıyor Tuğba Gürbüz, yaşamdan bir kesiti çekip alarak öyküleştiriyor. Bu nedenle öyküler kısa zaman diliminde geçiyor. Yalın, akıcı, sade bir dil kurmayı başaran yazarın kurgu evrenine; sosyo-ekonomik güce sahip kentli kadınlar, bekâr anneler, aile ve arkadaşlık ilişkileri, çocuk ve ebeveyn iletişimi, evlilik yaşamındaki sıkıntılar, kadınlar söz konusu olduğunda farklılıklara rağmen dayanışma içinde olunabileceği hatta yazma-yazamama sancıları sızıyor. Tuğba Gürbüz ile öykü anlayışı özelinde, yetişkinlere ve çocuk okura yazmanın farklılığını konuştuk.

-Yazın yolculuğunuzdan söz ederek başlayalım istiyorum…

Her ne yaparsak bir ihtiyacımızı gidermek için yapıyoruz. Dolayısıyla benim için yazmak da ihtiyaçtan doğan bir eylem. Kendimi konuşarak çok rahat ifade eden bir çocuk ve genç değildim. İçime attıklarım, bastırdıklarım, beni rahatsız eden şeyler çoğaldıkça onları günlüklere, mektuplara yazarak boşaltmaya çalıştım. Yazdıklarımın hepsi alıcısına ulaşamasa da yazmaya başlamadan önceki hâlime kıyasla kendimi daha iyi ve rahatlamış hissediyordum. Bir süre sonra yazmak alışkanlığa dönüştü. Yazma eylemi yalnızca rahatlamayı sağlamadı elbette. Yazarak düşüncelerimi tasnif edebildiğimi, aslında ne olup bittiğinin farkına vardığımı, hedef belirleyebildiğimi de fark ettim. Arkadaşlarımın benden aldıkları mektuplarda edebi bir tat bulduklarını söylemeleri de cesaret verdi. Bununla beraber uzun yıllar yazı, iç dökme ve düşünceyi geliştirme alanı olarak kaldı.

İlk kez 2006 yılında daha iyisini yapabilir miyim, bir öykü yazabilir miyim düşüncesiyle Mario Levi'nin yaratıcı yazarlık atölyesine katıldım. İlk öykü denemeleri orada başladı. Edebiyattan zevk alan arkadaşlar edindim. Merak ve ilgi alanı olarak edebiyatı hayatımın merkezine koymaya başladım ancak bu ortam çok uzun sürmedi. Birkaç yıl sonra İstanbul'dan taşındım. Ama okuma, okuduklarım üzerine küçük notlar alma, öykü denemeleri sürdü. İçimde yazma hevesi, elimde bittiğine inandığım birtakım ürünler vardı ama onlarla ne yapacağıma dair pek de fikrim yoktu. Yazmak yalnız başına yapılan bir eylem olsa da yazarlık yolculuğunda müttefiklik şart. O dönem etrafımda öykü yazan, dergilerde öyküleri, yazıları yayımlanan arkadaşlarım yoktu. Yolun çok başındaydım. Ne yapacağımı, ürünlerimi nasıl geliştireceğimi, nerelerde değerlendirebileceğimi bilmiyordum.

Kimi zaman kişi yalnızca kendisi için yazabilir elbette ama ben okurla buluşmak, yazılarımın onlar üzerindeki etkisini görmek ve kendimi geliştirmek istiyordum. Çareyi blog açmakta buldum. Bir yandan dergilere, dijital platformlara, yarışmalara öyküler, kitap eklerine tanıtım yazıları göndererek kendimi sınarken blogta aradan editörü, yayın kurulu onayını, bekleme süresi gibi etkenleri ortadan kaldırarak yazdıklarımı özgürce paylaşabildim. Bunun çok da faydasını gördüm doğrusu. Bana hem yazma disiplini verdi hem de ihtiyaç duyduğum geri bildirime ulaşmamı sağladı. Kurmacabiyografiler neredeyse on yaşında.  Hâlâ aynı keyifle orada yazmayı, paylaşmayı sürdürüyorum. Kimi öykülerin ilk taslaklarının, fikirlerinin oradaki yazılardan doğduğunu da sevinçle izliyorum.

-Son on yılda ülkemizde ve dünyada yaşananlara dönüp baktığımızda güzel şeyleri hatırlamadığımızı fark ediyorum. Salgın, deprem, sel ve yangın gibi afetlerin yanında patlayan bombalar, savaşlar, göçe zorlanan insanlar, istismara uğrayan çocuklar, sayıları artan kadın cinayetleri, iş kazaları, maden faciaları… Bu kasvetli tabloyu siz de kendi pencerenizden, yazan bir kadın olarak algılıyorsunuz; üstelik kitaplarınız sözünü ettiğimiz bu on yıl içinde yayımlandı. Hatta Lodos Çarpması’ndaki “Gitmezdi O Zaman” öyküsü bir deprem ânını anlatıyor. Ama slogan atan öyküleriniz yok sizin, usul usul akan bir dil kullanarak yazıyorsunuz. Felaket yağmuru altında yaşadığımız son yıllarda sizi öykü yazmaya iten nedenleri, aranıza mesafe koyduğunuz olayları yazıya dökme biçiminizi, dert edindiğiniz meseleleri sormak istiyorum. Kısacası siz kanadığı yerden yazanlardan mısınız?

İşsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, çarpık kentleşme, zorunlu göçler, mültecilik, hak ihlalleri, çocuk istismarı, kadınlara ve sağlık çalışanlarına yönelik şiddet, ekonomik kriz, depremler, seller, kötü yönetimler, liyakatsizlik… Saymakla bitmeyen felaket sağanağı altında nefes almaya, yaşamaya çalışıyoruz. Duygularımız, isyanımız hayli yükselmiş durumda. Türkiye’de bir toplumcu edebiyat damarı da var. Haliyle hem okur hem yazar edebiyatın bu ezilenlerin, kenara itilenlerin sesi olması gerektiğine inanıyor. Haklılar da. Öfke, toplumsal değişim için her zaman iyi bir yakıt, güçlü bir ivme ancak iş yazmaya gelince tek başına öfke yazarın ayağına dolanabilir. Onu tanık olduğu, rahatsız olduğu acıları duygusal bir dille, bir tür arabesk yaklaşımla yazmaya itebilir. Bu tür metinlerin kimi okurda hızla karşılık bulacağı, sempati uyandıracağı da kesin.  Bundan kaçınmak lazım. Yalnızca aynı tarafta olmaktan kaynaklı bir müttefiklik hâline yaslanmak bir tür kolaycılık ve tribünlere oynamak gibi geliyor bana. O yüzden yazarken kendime zaman tanımaya, meseleyi duygu uyandırmaktan öteye taşımaya, her şeye karşın bunu başaramadıysam, melodrama kaçtıysam da metni çekmecede tutup kamusal alana çıkarmamaya çalışıyorum.

-Diş hekimliği ile öykü yazarlığı arasında bir bağ kuruyorum. Mesleğiniz gereği dar alanlarda çalışıyorsunuz, öykü de türü gereği böyle; kısa, yoğun ve vurucu. İkisinde de bir kuyumcu işçiliği, titizliği söz konusu. Yapısal olarak sağlamlık ve estetik kaygılar ön planda. Hatta çocuk kitabınızda diş kliniğinde geçen bir öykünüz var. Bu yönleriyle mesleğinizin öykücülüğünüze katkısı olduğunu düşünüyor musunuz?

Diş hekimliği dar alanda, sabırla çalışmayı gerektiriyor. Belli prensipler üzerinden ilerliyor. Başarısızlığı nasıl çözebileceğini de önceden bilmeyi gerektiriyor. Mesleğimi kendime ait bir muayenehanede icra eden bir hekim olduğum için doğru uygulamaları, püf noktalarını, yol yakınken hatalardan dönmeyi, komplikasyonları çözmeyi, sınırlarını bilmeyi, onları yavaş yavaş genişletmeyi hocalarımdan öğreniyorum. Bu yönüyle bakınca bir diş hekiminin hocalarından öğrenmesi ile bir yazarın usta bildiği yazarlardan öğrenme süreci epey benzerlik taşıyor. Edebiyattan hekimliğime yansıyan ve giderek genişleyen en önemli fayda ise şefkat ve anlayış olsa gerek. Bilimsel araştırmaların da ortaya koyduğu gibi okumak, zihnimizdeki düşman ve öteki imgeleri dönüştürüyor, insani yanlarımız üzerinden bir ortaklık ve anlayış geliştirebilmemizi sağlıyor. El beceriniz ne olursa olsun şefkat, anlayış ve sabır olmadan iyi hekimlikten bahsetmek mümkün değil. O yüzden mesleğimin öykücülüğüme katkısı olduğu kadar, öykücülüğümün de mesleğime katkısı olduğuna inanıyorum.

-Kitaplarınızda çocuk gözünden anlattığınız ya da karakterlerin çocuk olduğu öykülere rastlamak mümkün. Örneğin “Gülümseyen Midilliler”de Efes harabelerini gezen; “Eşik”de ise bir çatışmanın ortasında, biber gazına maruz kalan baba ve kızından söz ediyorsunuz. Bu yönleriyle bir çocuk kitabı yazacağınızın sinyalini okurlarınıza önceden verdiğinizi düşünüyorum. Sizi çocuklar için yazmaya yönelten sebepleri öğrenebilir miyiz?

Kızım sayesinde açıldı bu yol. İlk gençliğin ardından uzun yıllar çocuk ve gençlik edebiyatına dair ürünler okumadım. Kızımın doğumunun ardından okul öncesi kitaplara ilgim arttı. Uyumayı seven bir çocuk değildi. Uyuduktan sonra dünyanın onsuz da döneceği, bizim bir şeyler yapmaya devam edeceğimiz algısı onun uykuya geçişini zorlaştırıyordu. Uyku öncesi birlikte kitaplar okumak keyifli bir gevşeme, kikirdeme alanı sağlıyordu bize. Bir süre sonra ona kitap yetiştiremez olunca beraber kütüphaneye gitmeye, oradan ödünç kitaplar almaya başladık. Hatırı sayılır kitap okuduk birlikte. İmrendiğim, hayran kaldığım, çokça güldüğüm pek çok kitapla tanışmış oldum. Yazarlık biraz da okuduğun, imrendiğin, hayran kaldığın kitaplar gibi yazma hevesi. Bu heves bizi eyleme geçiriyor. Hem yaratıcılığımızı tetikliyor hem de kendimize meydan okumamızı sağlıyor.  Üretim ve çözüm bulma anlarında da bolca mutluluk hormonu salgılatarak bir nevi bağımlılık yaratıyor galiba.

-Edebiyatımızın ustalarından Necati Tosuner, çocuk okura yazarken daha titiz olunması, yetişkin edebiyatı kadar dikkatli bir işçilik geliştirilmesi ve bu yönleriyle de kitap okumanın verdiği haz duygusunun çocuklardan esirgenmemesi gerektiğini düşünür.  Çünkü çocuk içselleştirmediği bir şeyden çabuk sıkılır ve Tosuner’e göre gider şişe mantarıyla oynar daha iyi. Çocuk okura hitap etmenin sizin açınızdan ne gibi zorlukları vardı ve yetişkinlere yazmaktan farklı olarak nasıl bir çalışma geliştirdiniz?

Hüsnü Arkan’ın “Açık kapı değildir hayat, yaşlılar bilir/ Bir eşikten, aralıktan ne gördüyseniz odur,” dizeleri benim öykü anlayışıma uygun düşüyor. Yetişkinler için yazarken öyküyü âna sıkıştırma, kısa kesitler hâlinde okura sunma eğilimindeyim. Bu tutumu çocuklar için yazarken sürdürmek doğru bir seçim olmayacaktı. Bu alışkanlığı aşıp çocuklar için takip etmesi daha kolay ve keyifli bir metin ortaya çıkarmak istedim. Olay örgüsü üzerine daha çok düşündüm. Durum öyküsünden uzaklaşıp olma hâlini daha çok göstermeye çalıştım. Pelin ve Küçük Dostu Karamel’de Pelin ve ailesinin hayatından kesitler sunan beş bağımsız öykü var. Öyküleri kronolojiyi gözeterek sıraladım. Bu sayede bir roman bütünlüğünde olmasa da kahramanlar arzularına, hayallerine doğru yol aldı ve bir değişim yaşadı. Bu çalışma bana aynı kahramanlarla daha uzun yarenlik etme, yol alma fırsatı sunarak bir roman üzerinde çalışmanın neye benzeyeceği konusunda da bir fikir vermiş oldu.

-Pelin ve ailesinin hayatı üzerinden kaleme aldığınız beş öyküyü içeren kitabınızda edebiyat lezzeti var; deyimlere yer vermiş, atasözlerini kullanarak metinlere zenginlik katmışsınız. Burada kültürel bir aktarımdan söz edebiliriz. Ayrıca çocuk okurlar öykü ve romanlardaki karakterlerden, kahramanlardan çok çabuk etkilenir; dil ve toplumsal cinsiyet kalıplarını onlardan örnek alarak öğrenirler. Bu anlamda genel kabul görmüş klişeleri yıktığınız bir çocuk kitabı yazdığınızı düşünüyorum. Özellikle ev işlerine yardımcı, kirli tabakları bulaşık makinesine yerleştiren, omlet yapan baba figürü ile kitap okuyan bir annenin varlığını görüyoruz. Bunları yazarken didaktik olmaktan kaçınmayı nasıl sağladınız?

Yetişkin de çocuk da haz almak için okuyor. Rahatlamak, keyif almak, bir maceranın peşinde sürüklenmek, yazarın yol boyu metne serpiştirdiği ipuçlarını toplamak, neler olacağını tahmin etmek, bazen yanılmak… Okumanın tadı, hazzı buralardan geçiyor. Yazar olarak araya girip erdem bildirmek oyunbozanlık bana kalırsa. Çocukların hayatı yetişkinlerin belirlediği kurallarla bezeliyken okuduğu kitabın içinde bunları gördüğünde o kitabı elinden bırakır ya televizyonu açar ya da arkadaşıyla oyun oynar. Bir daha da sizinle ve yazdıklarınızla yıldızı barışmaz. Çocuklar için yazarken içine düşeceğimiz en büyük hata, metni bir mesajı iletme kaygısıyla yazmak. Hepimizin bir derdi, bir meselesi var elbette, bunlar bizi için için dürttüğü için yazıyoruz ama bunu nasihat verme aracına çevirmeden sahneler ve deneyimler yaratmak yeterli. Metin bizden çıktıktan sonra artık okura ait. Dolayısıyla okurun iplerini çok sıkı tutmaya, onun bizimle aynı çıkarımlara varmasını sağlama çabası gütmeye gerek yok. Her okur metnin içinde kendi yolunu bulacak, onda uyanan duygular, düşünceler doğrultusunda kendi mesajını kendi çıkaracaktır.

-Son soru olarak, üzerinde çalıştığınız yeni bir dosya var mı? Pelin’in hikâyesinin devamını yazmayı düşünüyor musunuz?

Yetişkinler ve çocuklar için öyküler yazmaya devam ediyorum. Her iki dosya da neredeyse hazır. Yayıncılarıyla buluşmayı bekliyor.

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder