31 Ocak 2020 Cuma

Bir Şaşkın Karıncanın Dediği

Bir şaşkın karınca geziniyor defterimde. Harflerin, kelimelerin arasına düşüyor, yolunu bulamıyor. Biz de öyle değil miyiz aslında? Söylediğimiz, işittiğimiz kelimeler belirliyor sınırlarımızı. Ya hapsediyor içeri, ya kanatlandırıyor ufka doğru. Bunu düşünürken başımı ufka doğru kaldırıyorum. İçim ürperiyor gölgede oturmaktan. Anlamış gibi, yerinden kalkıyor garson, tentenin koluna davranıyor. Masanın üzerine ağır ağır güneş ışıkları vuruyor, kış güneşi... 
Hayatı satranç oynamaya benzetiyorum bazen. Yaşamda da satranç oyununda olduğu kadar acemi olduğumu düşünüyorum sonra. Sonuçlarını öngörmeden sabırsız hamleler yapıyorum, ilerliyorum, geri dönüyorum, belki de hep yerimde sayıyor ama bir şeylerin değişmesini umuyorum. Çoğu zaman hiçbir şey gerçekleşmiyor. Dalai Lama'nın bir cümlesi hatırıma düşüyor sonra. Tam da hatırlayamıyorum ama her şeyi bu yaşamda anlamak, çözmek zorunda değilsin anlamına gelen bu sözün eksiltili hâli bile içime su serpiyor. 
Masanın üzerindeki karınca yalnız değil artık. Benden önceki müşteriden kalma susam tanelerinin aralarında dolaşıyorlar ama hiçbiri tek bir susam tanesine dahi dokunmuş değil. Belki yükün altına birlikte girmek için bir eş, arkadaş arıyorlar. Amaçsızca dolaşıyorlar. Masanın üzerinde duran gözlük, telefon ve kahve fincanı bir labirentin duvarları gibi yükseliyor ve onları birbirinden uzaklaştırıyor. Nereye gideceklerini bilmiyor, durup düşünmüyor ama devinimlerine bir an olsun ara vermeden koşturup duruyorlar. 'Belki de bu karıncalardan farkımız yok. Bizi bunca yoran da bu. Hep aynı yerde bir aşağı bir yukarı yürüyüp duruyor  aynı yere bakıp farklı sonuçlar umuyoruz,' diye düşünüyor bu tuhaf yazıyı burada bitiriyorum. 

UYKUCU KEDİ



Sonrası yok, öncesi de... Bu ânın içinde, tüm ağırlığıyla, yoğunluğuyla. Esniyor, bekliyor. Fırsatını bulduğunda bacak arasından geçip içeri dalıyor, en kuytuya saklanıyor. Yerini sağlam tutma, konforunu kaybetmeme derdinde. Hayatta kalmak birincil amacı, her zaman, her yerde. Kimse bunun için onu kınamıyor. Sessizce varlığını kabul ettiriyor. İsteklerini belli ediyor ve yavaş yavaş elde ediyor. Günden güne yerini sağlamlaştırıyor. Önce balkonda bir yuva, en büyük boyundan bir paket mama. 
Karnı iyice şiş şimdi. Kaç cana yataklık yaptığını bilmiyor. Dahası umursamıyor. Gözleri sımsıkı kapalı kim bilir neyin hayalini kuruyor. 

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri:22

Bilmek isteyen yola çıkar. 
Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.
İpuçlarının çevirisi bana ait.

Şefkatli Ebeveyn İpuçları:
Çocuklar için dünya dev bir laboratuvardır ve onlar da onun çok ciddi kaşifleri.
Onları izleyin, onlarla deneyin ve onlardan öğrenin çünkü size yaşamı derin bir aşkla sevmeyi hatırlatabilirler.

Ben ne düşünüyorum?
Kendisini oyuna kaptırmış herhangi bir çocuğu izlediğim her defasında kendisini bütünüyle oyuna vermesini, zihninin o ânın dışında herhangi bir şeyle ilgilenmemesini hayranlıkla izliyorum. Bir zamanlar benim de sahip olduğum, büyürken yitirdiğim bir beceri. Nerede, nasıl kaybettim emin değilim. Gelecek için endişelenmeye, geçmiş için hayıflanmaya başladığım bir yerlerde muhtemelen. İpucuna katılmamak mümkün değil. Bir kaşif merakı ve tutkusuyla dünyayı inceleyen çocukları izlemek, en basitinden yüzümüzü güldürüyor.

Deniz'le nasıl paylaşıyorum?
Düşünceler ve günlük pratik her zaman uyumlu olmuyor. Burada okuduğum, üzerine düşündüğüm, hak verdiğim, dikkate almaya karar verdiğim her bir madde gündeliğin hızına karıştığında, aceleciliğe teslim olabiliyor. Bazen yavaşladığımda, Deniz'in oyun davetini görüyor, ona ayak uydurabiliyorum.

Deniz'in geri bildirimi ne?
Yavaşladığımda, oyuna iştirak ettiğimde ve onun belirlediği hayal ve oyun dünyasının kurallarına uyduğumda Deniz'in mutlu olduğunu, eğlendiğini görebiliyorum.

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum?
Bazen oyun oynayamayacak kadar yorgun hissediyorum kendimi. Oysa biraz ağırdan almak, Deniz'in adımlarına ayak uydurmak, ona kulak vermek kafi. Ama yıllarca hedefe ulaşmak için harekete geçmiş, sürecin kendisini ötelemiş, yolculuklarda mola vermeyi, ana yoldan sapıp yeni yerler görmeyi reddeden bünyeyi değiştirmek zaman ve sabır gerektiriyor. Yine de annelikle beraber bu konuda gelişme gösterdiğimi, umut vaat ettiğimi düşünüyorum.

Kendimi nasıl değerlendiriyorum?
Şefkatli ebeveynlik yolculuğu kendine şefkati de içeriyor. Yapamadıklarım için kendime kızmak ya da suçlamak yerine yeterince iyi olmak için gösterdiğim çabayı takdir etmeyi, bazen de çocuğun büyümesi için kötü olmak gerektiğini, çatışmadan, çabalamadan büyüyemeyeceğini anımsamamı da sağlıyor.

Eski günlüklere buradan ulaşabilirsiniz
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 18
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 19
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 20
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 21





30 Ocak 2020 Perşembe

Ağacın Hafızası Üzerine Notlar

Ağacın Hafızası Katalan yazar Tina Valles'in 11-12-13 yaş ve üzeri için yazdığı, ödüllü bir kitap.
Ekim ayında okurla buluşan kitabın Katalanca aslından çevirisi Emrah İnce'ye ait.

Romanın anlatıcısı ve baş kahramanı Jan, annesi ve babasıyla birlikte Barselona'da yaşıyor. Günün birinde dedesi Joan ve anneannesi Caterina onlarla birlikte kalmak üzere eve geliyor. Bu her zamanki misafirliğe benzemiyor. Anne ve anneannesi sık sık mutfağa kapanıyor ve fısır fısır konuşuyor. Babasına ait çalışma odası, dede ve anneanne için yeniden düzenleniyor. Saat tamircisi olan dedenin dükkânındaki aletler ütü odasına taşınıyor. Jan için bu yeni beşli yaşam çok daha konforlu. Akşamları dedesiyle eve dönmek, onu dinliyormuş gibi gözüken ancak dikkatini vermeyen anne ya da babasıyla yürümeye benzemiyor. Akşam okuldan çıktığında çantasına sabahtan konduğu için gevrekliğini kaybeden, ıslanan sandviçi kemirmek yerine dedesinin getirdiği taze ve leziz sandviçi yiyor. Yol boyunca dedesiyle tadına doyulmaz sohbetler ediyor. Anneannenin ağır ateşte pişirdiği sulu tencere yemekleri damakları şenlendiriyor. Jan bugün her şey eskisine nazaran çok daha iyi görünse de içten içe bir terslik olduğunun ve bir kez öğrendiğinde bilmiyormuş gibi yaşayamayacağının farkında. Hazır olduğunda soruyor ve yanıtı alıyor. Dedesi hasta ve durumu giderek ağırlaşacak. İşte o zaman dedesiyle yaptığı olağan yürüyüşler, bu yürüyüşlere eşlik eden sohbetler şekil değiştiriyor ve her ikisini de rahatlatan, aralarındaki bağı güçlendiren bir hâle bürünüyor.

İkilinin arasındaki konuşmalar ancak bir çocuğun yöneltebileceği yalınlıktaki sorular, hastalığının seyri ve çok sevilen dede üzerinde yaratacağı tahribatın neye benzeyeceğini aktaran diyaloglar unutulacak gibi değil. İşte bazı örnekler:

"Bir şeyi unuttuğunda unuttuğunu fark ediyor musun?" 
Ardından hep bir sessizlik gelir ve dedem bakışını zihninden bağımsız ilerleyen ayaklarına diker. 
"Ya sen, bir şeyi unuttuğunda farkına varıyor musun?" 
Yürümeyi kesip bakıştık, iyi ki de böyle yaptık, çünkü gözlerini görmeden cevabı duyduğumda kızdığını sanmış, sormaya can attığım bu soruları kesmem gerekeceğini düşünmüştüm. Dedem konuşmayı sürdürdü: 
"Demek istediğim, bir şeyi unutunca hemen o anda mı fark ediyorsun yoksa daha sonra mı? Kendin mi fark ediyorsun yoksa başka biri mi söylüyor, Jan?" 
(s.184)


"Peki bunları da unutacak mısın?"
"Neyi unutacağım, ne zaman, nasıl unutacağım, hiç bilmiyorum. Ama unutmayı istemediğim şeylere ne yapıyorum, biliyor musun?" 
"Ne?" 
"Kafamdaki hafıza yerine kalbimin hafızasında saklıyorum, o asla silinmeyecek." 
(s. 186)

İki hafıza olduğunu öğrendikten sonra rahatlayan Jan, dedesiyle yaptığı tüm özel konuşmaları, onun gençlik anılarını, özellikle de salkım söğüt ağacının hikâyesini kalbine yazmaya başlıyor. Hastalığın seyri ilerlediğinde dedesi üstlendiği gündelik işleri yapmakta zorlandığında, onu incitmeden yardım etmenin ve işleri onun için kolaylaştırmanın yollarını buluyor.

Ağacın Hafızası zor bir meseleye, ismi açık etmese de Alzheimer hastalığına değiniyor. Artık kendilerine bakmakta zorluk çeken yaşlı bir çiftin çocukları ve torunlarının yanına taşınması, evlerini kapatması ve hastalığın seyrinin tüm aile bireylerinin üzerine olan etkisini naif bir dille anlatıyor. Ağacın Hafızası kronolojik sırayla olanı biteni anlatmaktan ziyade, hayatın seyri içinde önemli anlara yöneliyor ve yakaladığı ayrıntılarla değişimi güçlü ve dokunaklı bir dille anlatıyor. 

En fazla iki, üç sayfalık bol bölümlü kitap metaforlar açısından da çok zengin. Bunlardan en önemlisi, "eksik O". Jan'ın ismi dedesi Joan'ın adından geliyor. Daha önceki kuşakların aksine anne ve babası ona Joan ismini vermek yerine O harfini atıyor ve Jan adını koyuyor. Anlatı boyunca eksik O, Alzheimer hastalığını ve dedesinin kaybettiği, kaybedeceği belleğin yerine konuluyor. Dil ve metafor açısından zengin anlatı çocuk okurda da aynı etkiyi yaratır mı bilmiyorum ama anlattığı ağır konuya rağmen şefkat ve desteği elden bırakmayan yapısı, dil ve ayrıntı zenginliği, melodrama düşmeden aktarma becerisi bana keyifli bir okuma sundu.



Ağacın Hafızası
Tina Valles
Çeviri Emrah İnce
Can Çocuk Yayınları
11-12-13+





28 Ocak 2020 Salı

Nasıl Yazar Oldular? (42)

Yazmak, yazar olmak, ucu çocukluğa kadar gidip dayanan, hiç bitmeyen, ömür boyu çaba gerektiren bir uğraş. Yazarların yazmak ve yazar olmakla ilgili içlerinde uyanan en erken hatıradan, ilk ürünlere, yayımlanmış eserlere ve geleceğe uzanan yolculuklarını onların ağzından dinlemek, sizi de bu serüvene dahil etmek istedim. Buyurun. 



                                   


                                               Yazarlığa Reddiye 
Bugün hayal etmesi bile zor geliyor ama bilimi büyücülüğe borçluyuz. Bilim tarihçilerine göre Rönesans’la beraber Antik Yunan bilgeliği yeniden keşfedildiğinde büyü geleneği de canlanmıştı: Söz gelimi kurşunu altına çevirecek olan “felsefe taşı” arayışı öyle yaygındı ki Isaac Newton ve (modern anlamdaki ilk “bilimler akademisi” olan) Royal Society’nin kurucularından Robert Boyle gibi isimler bile çalışmalarının ciddi bir kısmını bu işe ayırmıştı. Yine Alman simyacı Hennig Brand da felsefe taşını bulacağım derken fosfor elementini bulmuştu mesela. Sonradan “modern bilimin öncüleri” olarak taltif edeceğimiz bu Rönesans büyücüleri “doğaüstü”nün peşinde değildi aslında. İnançlı kimseler olarak doğaüstü gücün ancak Tanrı’da olduğuna inanıyorlardı. Onlar nesnelerde zaten var olan gizli güçleri ortaya çıkarmanın peşindeydiler. İşte böyle, simya gibi olmayacak işlerin peşinde koşarken doğa felsefesini, ampirik bilimsel metodu, modern tıbbı geliştirdiler. İyi bir iş mi yaptılar? Büyük ihtimalle. Peki, muhteşem insanlar mıydı? İşte orası biraz muğlak.
Söz gelimi bir “sir” olarak Newton elitistin önde gideniydi. Ona göre öyle her önüne gelen büyüyle uğraşmamalıydı, o iş kendisi gibi Tanrı’yla ayrıcalıklı bir ilişkisi olan insanlara has olmalıydı. Dönemin yoğun teolojik tartışmaları içerisindeyse (siyasal olan her şey teolojik olarak ifade ediliyordu) büyü gücünün bir avuç ayrıcalıklı şahsın elinde olmadığını, her insanın büyü yapabileceğini savunan insanlar –neyse ki–  bulunuyordu. Fakat ne yazık ki yeterince güçlü değildiler: 1660 yılında kurulan Royal Society’ye 1945 yılına kadar kadın üye kabul edilmeyecekti. Buradan bakınca, “modern” bilimi kimin kurduğu işi epey tartışmalı bir hal alıyor sanırım. Kadınlara veya “Allah’ın sevgili kulu” olmayanlara bilim kapısını kapatan bir düşünce sistemini bugünden bakınca pek de “bilimsel” bulmak mantıklı değil zira.
Benden nasıl yazar olduğum üzerine yazmam istenince bu uzun girizgâhı yapma gereği duydum, çünkü yazarlık müessesesine olağandışı anlamlar atfedilmesi gibi ciddi bir sorunumuz olduğu kanısındayım. Artık kapitalizmin emrindeki bilimden umut kesildiğinden olsa gerek, günümüzde pek çok insan (ne yazık ki en başta da bizzat yazarlar) yazmayı hipnotik, sağaltıcı, gaipten haber veren, dünyayı değiştiren, firavunlar deviren, kısacası “büyülü” bir eylem olarak görme eğiliminde. Tabiatıyla yazarlık da bir tür şamanlık, büyücülük, peygamberlik mertebesine yükseliyor, “ve yaratan ve kahreden ki yazarlardır” demeye getiriliyor handiyse. Hal böyle olunca da edebiyat camiası sanki ana rahmindeyken kendisine seçilmiş kişi olduğu müjdelenmişçesine yazar olacağının öteden beri farkında olanlardan, askerliği kebap yere çıkan turizm jandarması misali dünyayı değiştirme vazifesini yazarak yerine getirenlerden, üzerlerinde hiç bozuk taşımadıklarından topluma borçlarını mecburen büyük edebiyatla ödeyip para üstü bekleyenlerden, eserlerinin hikmetine vakıf olacak o imkânsız okuru ararcasına verdiği fotoğraflarda mütemadiyen ufukları tarayanlardan geçilmiyor. Evet, çağdaş yazarlar olarak modern bilimin kurucularına çok benziyoruz; bu yola akıl mantık dışı ereklerle çıkmış olsak da düşe kalka ilerliyoruz, “kelimelerin gizli gücü” gibi saçmalıklara inansak bile insan yaşamına eşsiz değerler katıyoruz. Fakat gözümüzü ufuklardan bir an için çekip aynaya bakmayı başarırsak korkunç bir benzerlikle daha yüzleşeceğiz: Seçkincilik illeti modern bilimin kurucularından bize de bulaşmış, insanın ve doğanın sırlarını oyuncak gibi kurcalamaya cüret eden zihinlerimiz aslında yazma yetisinin de tıpkı bilim gibi her insana içkin bir güç olduğu gerçeğini idrak edemeyecek kadar hasta.
Şahsen sadece yazar değil, fotoğrafçı, sinemacı, poliglot, scuba dalışçısı, seyyah ve astronot da olmak isterdim. Ve olabilirdim de. Tıpkı diğer herkesin de olabileceği gibi. Yazar oldum, çünkü yazmak ne fotoğrafçılık veya sinemacılık gibi pahalı ekipmanlar, ne seyyahlık veya poliglotluk gibi süreğen bir boş zaman istiyor. Yazar olabildim, çünkü yazmak en demokratik sanatsal üretim biçimi. Bir kalem ve not defteri, ya da bir bilgisayar yetiyor. Yazar oldum çünkü –yukarıdaki bir ifademle kısa bir süre için çelişeceğim ama– bir yazar olduğumu öteden beri biliyordum. Ama –şimdi çelişkiyi çözüyorum– bir farkla: Aslında herkesin potansiyel bir yazar olduğunu da biliyordum. Herkesin potansiyel bir fotoğrafçı, sinemacı, poliglot, scuba dalışçısı, seyyah ve astronot olduğunu bildiğim gibi. Biliyordum ki milyonlarca insanın yazmak gibi en demokratik sanatsal üretimin dışında kalmış olması yazarlığın yalnızca seçilmiş kişilere has bir iş olduğundan değil, yazarları ayrıcalıklı kılan bir eşitsizlik var olduğundan.
Buradaki eşitsizliğin yazarın geldiği sınıfsal arka plan kadar, hatta ondan daha çok, yazının bir meta olmasıyla ilişkili olduğunu söylemem gerek. Dolayısıyla, “Ayrıcalıklıyım çünkü alt sınıftan gelmiyorum,” değil, “Ayrıcalıklıyım çünkü yazdıklarıma bir piyasa değeri atfedildi,” diyorum. İnsanların hayallerini, düşüncelerini, tecrübelerini, rüyalarını ya da uydurduğu hikâyelerin değerini tartacak teraziler olsaydı bile serbest piyasa bunların en hilelisi olurdu herhalde. Elbette herkes “iyi” yazamıyor olabilir ama herkesin iyi yazmak zorunda olduğunu kim söylüyor ki? Ne de olsa Einstein olamayacak diye bir insanın üniversiteye girme hakkı elinden alınabilir mi?
Ve yazar oldum, çünkü bütün insanların yazma potansiyelini açığa çıkararak “yazarlık” denen ayrıcalıklı müesseseyi ortadan kaldıracak o günün geleceğine inanıyorum ve haksızca edinilmiş yazarlık ayrıcalığımı insanları buna ikna etmek için kullanmak istiyorum.
Bir bakıma evet, dünyayı değiştirme vazifemi yazarak yerine getirdiğime inanıyorum, “askerliği kebap yere çıkan turizm jandarması misali”. Fakat Allah sizi inandırsın, son kurşunu kendime saklıyorum.
Hakan Sipahioğlu
*Bu yazı ilk kez 23/12/2019 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır. 

EVLENİLECEK KADIN

Bu yıl okuduğum kitaplar hakkında daha çok not almak istiyorum. İşte onlardan biri: 
Evlenilecek Kadın (Margaret Atwood Doğan Kitap Çeviri Canan Sılay) 



Evlenilecek Kadın 1965 yılında yazılmasına rağmen ilk kez 1969 yılında, Kuzey Amerika'da kadın hareketinin yükselişe geçtiği dönemde yayımlandığı için feminist hareketin bir ürünü olarak değerlendirilmiş. Kitabın girişinde yer alan kısa sunuş yazısında Atwood hem bu algıya değiniyor hem de kitabın yayımlanma sürecini ve ismi (kitabın orijinal ismi Edible Woman yenilebilir kadın anlamına geliyor) nasıl bulduğunu anlatıyor: 
"Kitabın adına bir yıl önce karar vermiştim. Yanlış hatırlamıyorsam, bir şekerci dükkânının, domuz biçimindeki acıbadem kurabiyeleri ile dolu vitrinine bakarken aklıma gelmişti bu isim. (Yoksa, Miki Fare şeklinde pastalar sergileyen Woolworth's mağazasının vitrini miydi?) Her neyse, ben zaten yaymyamlığın sembolizmi üzerine epeydir düşünmekteydim. Üstlerine şekerden bir gelin-damat oturtulan düğün pastaları özellikle ilgimi çekiyordu. Sonuçta, Evlenilecek Kadın 23 yaşındaki bir kadın tarafından düşünüldü ve 24 yaşındaki bir kadın tarafından yazıldı. Dolayısıyla, kullanılan sembolizmin acayipliği, çiçeği burnunda bir yazarın kendini beğenmişliğine ve gençliğine atfedilebilir. Yine de kitabın grotesk simgelerinin kendimden değil, içinde yaşadığım toplumdan kaynaklandığını düşünmeyi tercih ediyorum."

1960lı yılların Kanadası'nda geçen roman üç bölümden oluşuyor. 

İlk bölümde adının Marian olduğunu öğrendiğimiz genç kadın kahramanın ağzından onun hayat hikâyesini öğrenmeye başlıyoruz. Marian üniversite öğrenimini bitirmiş, bir anket firmasında çalışıyor ancak o yıllarda alışılageldiği üzere çalıştığı pozisyon gelişmeye, ilerlemeye açık değil. Çünkü erkekler iş hayatında yükselirken, kadınların yerlerinde sayması, evlendikleri takdirde işten ayrılmaları olağan sayılıyor. Bir kadının kısıtlı da olsa işinde ilerlemesi çocuk doğurma yaşını aşmasına bağlı. Marian henüz bu kategoride değil. Sevgilisi Peter, her yakın erkek arkadaşının evliliğinin ardından evliliğe karşı olduğunu ima ettiği için ona ilişkilerinin evliliğe gitmesini umduğunu ya da beklediğini gösteren bir davranış sergilemekten özellikle imtina eden Marian'ın hayatı Peter'in birdenbire evlenmek istemesiyle olağan seyrinden çıkıyor. Bir yandan bu yeni durumla başa çıkmaya çalışırken bir yandan da kendisini bu evliliğin makul olduğuna, işlerin iyiye gideceğine inandırmaya çalışıyor. 

"Evlilik büyük çapta temel mekanik ayrıntılara dayanan bir mesele; örneğin ev eşyaları, yemekler ve her şeyi düzenli tutmak gibi. Ama Peter ve ben, gayet makul bir düzenleme yapabiliriz. Tabii daha birçok ayrıntı üzerinde çalışmamız şart. Düşününce, Peter ideal bir seçim gibi görünüyor. Çekici bir erkek, başarılı olacağı kesin ve tertipli, ki bu da birlikte yaşayacağın insanda arayacağın temel bir özellik." 

Her koşulda etrafındaki evli kadınların düştüğü pozisyon başının üzerinde Demokles'in kılıcı gibi salınıyor. Bir yanda gördüğü öğrenime karşın, eve kapanmış, peşi sıra doğurduğu çocukların bakımına yetişemeyen, yakın arkadaşı Clara diğer yanda 'sabun kadınlar' diye nitelediği giyinmek, kuşanmak, saçlarını yaptırmak, kocalarına eşlik etmek dışında bir vazifeleri olmayan Peter'ın iş arkadaşlarının karıları... Bu iki uç arasında sıkışıp kendisine yabancılaştıkça, yeme problemleri yaşamaya başlıyor ve tesadüfen tanıştığı yüksek lisans öğrencisi Duncan'la yakınlaşıyor.

"Çamaşırhanedeki oğlanla olanlara ve oradaki davranışıma hâlâ bir anlam verebilmiş değilim. Belki egomda bir çeşit sapma, bir geri gitme veya boşluk oldu, hafıza kaybı gibi. Ama onunla bir daha karşılaşma olasılığım çok düşük -adını bile bilmiyorum- zaten nasıl olsa bunun Peter'la hiçbir alakası yok. 
Odamı temizlemeyi bitirdikten sonra, evdekilere mektup yazmalıyım. Hepsi memnun olacaktır, bunu kesinlikle bekliyorlardı. En kısa zamanda hafta sonunda onları ziyarete gitmemizi isteyecekler. Ben de Peter'ın ailesinin ailesiyle tanışmadım henüz." 
İlk bölüm Marian'ın kendisini ikna etme çabalarıyla, "Organize olmalıyım. Yapmam gereken çok iş var," sözleriyle bitiyor. 


İkinci bölüm Marian'ın kendisine duyduğu yabancılaşmanın, buna bağlı olarak yaşadığı yeme bozukluğunun ve sürklenmenin had safhalarını anlatıyor ve anlatı birinci tekil şahıstan çıkıp Tanrı yazara dönüyor. Böylece onun içindeki sıkışıklık, kendisine adeta bir tülün ardından bakışı, hayatının kontrolünü ele almakta zorlanışı, tüm yaşananlara seyirci kalması daha da vurgulanmış oluyor. Bu aşamada yanında kendisini rahat hissettiği, içinde yaşadığı an dışında hiçbir şey düşünmeyen, kendisine hiçbir gelecek vaat etmeyen Duncan'a doğru çekiliyor. İşler iyice ayyuka çıktığında Peter'dan kaçıp Duncan'a sığınıyor. Bu bölümün sonunda romana ismini veren Edible Woman yani yenilebilir kadın sembolü ortaya çıkıyor. Bu sembolün ortaya çıkışı, Peter'a sunuluşu ve onun reddetmesiyle üçüncü, Marian'ın kontrolü eline aldığı bölüme geçiliyor. 

Üçüncü bölümde yeniden Marian söz alıyor. Bu kısa bölüm muğlak. Çok belirgin bir final değil. Ancak Marian'ın yeme bozukluğunun ortadan kalkması, kendisine yabancılaşma sürecinin bittiğini, sürüklendiği ilişkiyi bitirdiğini, nereye gideceğini bilmese de, nerede olmak istemediğini çok iyi bildiğini duyuruyor. 

Evlenilecek Kadın, Damızlık Kızın Hikâyesi'nin devamı niteliğindeki The Testaments romanının türkçe çevirisini ve dizinin dördüncü sezonunu beklerken hoş bir okuma deneyimi sundu. Tavsiye ederim. 




7 Ocak 2020 Salı

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 21

Bilmek isteyen yola çıkar. 
Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.
İpuçlarının çevirisi bana ait.

Şefkatli Ebeveyn İpuçları
Tıpkı sizin onların hayatına rehberlik ettiğiniz gibi, çocuklarınız da sizin yaşamlarınınız rehberi ve ilham kaynağı olabilir.
Çocuklar, yaşamınıza coşkulu ve canlı bir hayatın ilham kaynağı ve hatırlatıcısı olarak dahil olabilir.

Haftanın mindful alıştırması
Çocuğunuzun ilham verdiği, tümüyle canlı ve yaşam dolu hissettiğiniz belirli bir ânı hatırlayabiliyor musunuz?

Ben ne düşünüyorum? 
Herhangi bir ânı, en sıradan olanını bile oyuna çevirmek konusunda çocuklar çok mahir. Oyuna katılmak konusunda istekli olmayan biziz. Yorgunuz, zihinlerimiz meşgul. Bazen kendimizi zorlayarak da olsa, diğer tüm şeyleri bir kenara bırakıp davete katılmak en çok bizim ciddi, sıkıcı hayatlarımızı neşelendiriyor aslında.

Deniz'le nasıl paylaşıyorum? 
Oyun oynamak konusunda 0-3 yaş arasında olduğum kadar istekli ve enerjik değilim. Deniz büyüyüp okullu olduğundan beri, sınırlarını genişletip ev dışında sosyalleşme alanlarına sahip olduğundan beri daha çok temel ihtiyaçlarını gideriyor, oyuna daha az eşlik ediyorum.

Deniz'in geri bildirimi ne? 
Çoğu zaman onunla az oynadığım konusunda serzenişte bulunsa da, davete icap ettiğim sınırlı anlardan keyif aldığını görebiliyorum. Bunu kimi spontan gelişen oyunları tekrarlamasından anlıyorum. Pazar sabahı uyku sersemi yatakta biraz daha uyuklamak isterken denize dalar gibi yorganın içine dalıyor, tıpkı aylar önce olduğu gibi onun dalgıç, benim ahtapot olmamı istiyor. Kollarımla ve bacaklarımla onu sarıp yemeye çalışırken kıkırdıyor.

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum? 
İleride, büyüdüğünde artık kollarıma, kucağıma sığmadığında en çok özlediğim anlar bunlar olacağına göre, hazır imkânım varken tadını çıkartayım. Yeni yılın ilk günleri içindeyken, hâli hazırda yeni yıl niyetleri ve dilekleri üzerine düşünürken kızımla daha çok oyun oynamayı 2020'den muradım olarak düşeyim.

Kendimi nasıl değerlendiriyorum? 
Oyuna katılım konusunda kendimi eskiye nazaran çok zayıf buluyorum. Kendimi fazla ciddi ve kuralcı buluyorum. Deniz'in sunduğu hediyeleri gözden kaçırıyorum. Onları alabilmek için öncelikle fark etmek gerekiyor. Madem dileklerden gidiyoruz, kendime bir parça da farkındalık diliyorum.

Eski günlüklere buradan ulaşabilirsiniz
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 18
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 19
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 20

6 Ocak 2020 Pazartesi

Yılın ilk karı, ilk romanı




Dışarıda mevsimin ilk sulu karı atıştırıyor. En kalın kışlık monta geçtim. Olağan sabah yürüyüşleri birkaç aylığına rafa kalkacak gibi. En azından işe kadar yürüyebilirim, diyor yola koyuluyorum. Sokağa çıkınca fark ediyorum sulu karı. Yüzüme çarpan sert rüzgâr eni konu üşütüyor beni. Bir anlığına, kendimi korumak için, yüzümü tersine çeviriyorum. Çanakkale'nin en güzel manzarası uzanıyor önümde. İskeleye kadar selamlıyorum kenti. Yüzüm üşüyor soğuktan. Burnumun ucu donuyor. Ellerim cebimde. Adımlarım hızlanıyor. Canlandırıcı bir serinlik değil artık dışarıdaki. Soğuk, insanı ev içlerine çağıran bir soğuk...
Kış günleri ve geceleri kapıya gelip dayanmışken yeni yılı planlıyorum. Her yeni yıl, okuduğum kitapları not almaya niyet eder, unuturum. Bu yıl bu türden nafile bir çabaya girişmeyeceğim. Daha çok çocuk kitabı okuduğum, okuduğum kitaplar hakkında daha çok not aldığım bir yıl olsun istiyorum. Dışarısının mutlak soğukluğuna ve gerçekliğine itiraz olarak çocuk kitaplarına boğulmak istiyorum.
Bunun dışında büyük dileklerim yok yeni gelen yıldan. Eskiyen yıllarda oturttuğum ve memnun kaldığım alışkanlıkları sürdürebileceğim bir yıl olsun, yeter. Daha köklü değişimler için takvimden bir yaprak kopması yetmiyor. İçsel ya da dışsal değişim ihtiyacı kapıya gelip dayandığında direnmek yerine olanı biteni olanca netliğiyle görebilmeyi, ona göre yeniden konumlanabilmeyi ve devam edebilmeyi umuyorum.

                                                                          *



Masamda yeni yılın ilk biten romanı yatıyor. İan McEwan'ın yazdığı Fındık Kabuğu.
Fındık Kabuğu'na birkaç yıl önce başlamış, bu çok bilmiş fetüsün anlattıklarının içine girememiş ve yarım bırakmıştım. Yeni kitap almak yerine evde okunmayı bekleyenleri değerlendirdiğim zamanlardan geçtiğim için, Çocuk Yasası'nı da çok severek okumuş olduğum için yeniden denemeye karar verdim.
Evet, romanın anlatıcısı bir fetüs. Hatta fazla bilmiş bir fetüs. Henüz dilin ve deneyimin olmadığı bu karanlık evrenin ayrıntılardan, dünyaya ve insana dair saptamalardan yana zengin ve felsefi anlatımla aktarılması büyükçe bir problem. McEwan bu problemi, bir diğer ifadeyle durumunu ve konumunu aşan fazla bilmişliği annenin sabah akşam, hemen her konuda dinlediği podcastlere dayandırıyor. Kafayı buraya takmaya devam edersem açık bulacağım kesin. Olay örgüsünün içine dalmayı tercih ediyorum. Çünkü ortada sıkı sayılabilecek bir polisiye var.
Anlatıcı fetüs, arka kapak yazısında dünyanın en genç Hamlet'i olarak lanse ediliyor. Hamlet'in konusunu kısaca hatırlayalım: Danimarka Kralı ansızın ölür. Kraliçe kocasının kardeşiyle evlenir. Babasının ölümünün ardından eğitim için gittiği Almanya'dan dönen prens Hamlet, babasının ani ölümü ve annesinin hemen ölümünden şüphelenir. Bir sabah sarayın avlusunda babasının hayaletini görür. Babası ona olanı biteni anlatır ve öcünün alınmasını ister.

Fındık Kabuğu'nun anlatıcısı Hamlet'ten bir adım önde. Duyduğu konuşmalardan babasının (John) hayatının büyük tehlikede olduğunu, annesi Trudy'nin amcası Claude ile beraber babasını zehirleyerek intihar süsü vereceğini, amaçlarının baba John'a ait evi satmak olduğunu öğreniyor. Baba John, başarısız bir şair ve yayıncı. Şiire tutkuyla bağlı. Etrafı genç şairlerle çevrili. Onları destekliyor, şiir üzerine dersler veriyor, dergilere şiir yollamaları konusunda destekliyor. Karısı Trudy'e şiirler okuyor. Trudy, bir zamanlar âşık olduğu adamın şiirlerine dinlemeye ya da görmeye dayanamıyor. Tek isteği kayınbiraderi Claude ile olmak ve miras yoluyla eve sahip olmak. Bu yüzden kocasını aralarındaki ayrılığın geçici olduğuna, hamileliğin son aylarını yalnız geçirmeye ihtiyacı olduğuna inandırıyor ki boşanma gerçekleşmesin ve sözde intihar için sağlam gerekçeler olsun. Claude ağabeyinin aksine sığ bir adam. Emlakçılık yapıyor. John'un sahip olmadığı tek şeye, paraya sahip. Trudy, nasıl ve nerede kalbini Claude'a kaptırmış bilemiyoruz. Aralarındaki çekimin büyük ölçüde tutku olduğu görülüyor.
Henüz doğmadan babasının zehirleneceğini, kendisinin de evlatlık verileceğini, eğer plan sarkar da başarısız olursa hapishaneye düşeceklerini öğrenen fetüs kendisini varoluşsal bir krizin içinde buluyor. Doğmak ya da doğmamak. Babasını kurtarmak ya da kurtaramamak... Bu noktadan sonra kısa bir zaman zarfında geçen anlatıyı takip etmek kolaylaşıyor. Merak unsuru sizi alıp taşıyor. Bir fetüsün babasını kurtarabileceğine dair bir umut taşıdığınızı görüyorsunuz şaşırarak. Oysa bir fetüsün yapabilecekleri sınırlıdır ve Hamlet'in yazgısı babasını kurtarmak üzerine değil, öcünü almak üzerinedir.