30 Kasım 2020 Pazartesi

Nasıl Yazıyorlar? (26)

Yazarların okuma alışkanlıkları okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. 

Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim.
İşte yirmi altıncısı: Ursula K. Le Guin 


Sanat zanaattır: Sanatların hepsi her zaman ve esas olarak zanaat işidir: Ama hakiki sanat yapıtında, zanaatten önce ve sonra, canalıcı, dayanıklı bir varlık çekirdeği vardır ki zanaat işte bu çekirdeği işler, görünür kılar ve serbest bırakır. Taştaki heykel. Sanatçı, henüz görünür halde değilken nasıl bulur, görür onu? Gerçek soru budur. 
En sevdiğim yanıtlardan biri şı: Willie Nelson'a ezgilerini nereden bulduğunu sormuşlar, "Hava ezgilerle dolu, ben sadece elimi uzatıp birini alıyorum," demiş. 
Pek de sır sayılmaz bu. Ama hoş bir gizemdir. 
Hakikidir üstelik. Hakiki bir gizem. Budur işte. Bir kurmaca yazarı için, öykü anlatıcı için, dünya öykülerle doludur; öykü oradaysa oradadır işte, siz de uzanıp alırsınız.  
Sonra da öykünün kendisini anlatmasına izin verebilmeniz gerekir. 
Öncelikle beklemeyi becermelisiniz. Sessizce beklemeyi. Sessizce bekleyip kulak vermeyi. Ezgiye, hayale, öyküye kulak vermeyi. Kapmaya çalışmadan, üstelemeden, sadece beklemeyi, kulak vermeyi ve geldiğinde onun için hazır olmayı. Bu bir güven edimidir. Kendinize duyduğunuz güven, dünyaya duyduğunuz güven. Sanatçı şöyle der: Dünya bana gereksindiğimi verecek, ben de onu doğru şekilde kullanmayı becereceğim. 
Hazır olmak - kapmaya çalışmak değil, açgözlülük değil- hazır olmak: duymaya, kulak vermeye, kulak kesilmeye, net bir şekilde görmeye istekli olmak - sözcüklerin doğru olmasına müsaade etmek. Hemen hemen doğru değil. Dosdoğru. Hayalden bir şey yapmayı bilmek, zanaat budur: Alıştırma buna yarar. Hazır olmak, oturup kalmak demek değildir, gerçi yazarlar çoğunlukla sadece bunu yapıyormuş gibi görünür. Sanatçılar sanatlarının alıştırmasını yaparlar sürekli; yazarlık da bol bol oturma içeren bir sanattır. Gam ve parmak egzersizleri, karakalem eskizler, nice bitmemiş ya da reddedilmiş öykü... Alıştırma yapan sanatçı ile performans arasındaki farkı ve aralarındaki can alıcı bağlantıyı bilir. Görünüşte harcanmış olan, sabırla ve hazır olmakla geçen o saatlerin, yılların ödülü iyi duyan bir kulak, keskin bir göz, becerikli bir el, zengin bir söz dağarcığı ve dilbilgisidir. Yeteneğin nereden geldiğini tanrı bilir, ama zanaat alıştırmadan gelir. 
O araçlar, aygıtlar, o zor kazanılmış ustalık ve zanaatkarlıkla sanatçılar "fikrin" -ezginin, hayalin, öykünün- olabildiğince temiz ve çarpıtılmadan ortaya çıkmasını sağlamaya çalışırlar. Acemilikten, beceriksizlikten, amatörlükten arınmış olarak. Uzlaşım, moda ya da kanaat tarafından çarpıtılmamış olarak. 
Çok radikal bir iştir bu, sanatçıysanız ve işinizi ciddiye alıyorsanız aklınıza gelen fikirlerle uğraşmak, bir hayali sözcüklerin ortamında biçimlendirmek işi. Dünyada yapmayı en çok sevdiğim iş bu. 
Kaynak: Yazarın Metis Yayınları'ndan Tuncay Birkan, Özge Çelik, Özde Duygu Gürkan, Müge Gürsoy Sökmen ve Savaş Kılış tarafından çevrilen Zihinde Bir Dalga Yazar, Okur ve Hayal Üzerine kitabında yer alan "Bana En Çok Sorulan Soru" adlı denemeden kısaltılarak alınmıştır. 


Uyku, Öykü ve Küçük İyi Şeyler...



Çetin kışın kapıya dayanmasıyla pamuk ipliğine bağlı uyku düzenim iyice sapıttı. Geçenlerde gece yarısından sonra kendiliğimden uyandım. Bazen çalar saatten önce, şafak vaktine yakın uyandığım için gün sabaha kavuşmak üzere sandım yine. Yataktan çıktım. Tuvalete gittim. Saati kontrol ettiğimde henüz iki olduğunu gördüm ancak gözlerim açılmış, kirpiklerim birbirine kavuşmamaya yeminli gibiydi. Uyku bastırır umuduyla bir şeyler okuyayım, dedim. Uzun zamandır öykü yazmamanın iç huzursuzluğu da dürttüğü için defteri açtım, nereden başlayacağımı bilmeden seyrettim sayfayı. Bilgisayara davrandım. Bir yerden başlayayım diye düşündüm. En azından bir öyküye başlayamamanın huzursuzluğunu yazabilirdim. Belli mi olur, belki de o beni bir yere taşırdı. Çünkü bazen ilk birkaç sayfa yalnızca sonrasında gelecekleri sayfaya çekebilmek için dökülür, sonra da silinirdi, iyi bilirdim. Ne yapsam olmadı. Saatin beş olduğunu gördüm. Yerimden kalktım. Yatmak üzere içeri geçtim. 

İçeri girdiğim anda burun deliklerime nüfuz eden kömür kokusundan bir an evvel kurtulmak istedim. Civarda doğalgaza geçmemiş tek tük apartmandan biri olduğumuz ve sıcağı sevmediğimiz, uyuyabilmek için her dem temiz havaya ihtiyaç duyduğumuz için neredeyse her mevsim açık tuttuğumuz pencereyi kapatmak üzere el yordamıyla pencereye ulaştım. Zira aydınlıktan karanlığa girdiğim için gözümün önüne kalın bir perde inmiş gibiydi. Dönüş yolunda ayak ucumuza virgül gibi kıvrılmış bir velet var mı diye elimle yokladım ve kendimi yatağa bıraktım. Öylece, sere serpe... Yatak beni pamuklara sarar gibi sarıp sarmalasın, sabaha kadar sıcacık, güvenle taşısın istedim. Uykunun huzurlu kollarına sığınayım istedim. Derken sabah oldu. 

Bu döngünün yinelenmesini tercih etmiyorum ancak artan vaka sayısı, evlere kapanma durumu, sosyal tecrit epey boğucu. Haliyle kaygı ve stres bedene yansıyor, uyku bozuklukları yaşanıyor. İş gününün üzerine bir de dışarıda maskeyle dolaşmayayım diye yürümeyi de kesince bedenim hiç yorulmaz oldu. Beden, zihin dengesizliğim bakalım bana daha neler edecek? 

Bu arada iyi haberler de yok değil. Haftayı yazamıyorum diye kıvranarak geçirdikten sonra (oysa Beliz Hoca'nın atölyesinde "Artık yazıyoruz" modülüne geçmiştik) perşembe akşamı derste üç katılımcının öyküsü üzerine sohbet etmek, kendi temama farklı gözle bakmama, ipin ucunu bulmama yol açtı galiba. Cumartesi günü nihayet yazı masasına geçebildim. Bana kalsa pazar gününü yazarak geçirirdim ancak üçümüzün birlikte dışarı çıkabileceği tek gün olan pazarı tamamen kendime ayırmak bencillik gibi geldiğinden Deniz'in özgürlük saatinde parka gittik. O park senin, bu park benim gezindik durduk. Sonuncunun etrafını bir daire gibi saran yürüyüş yolunda bir yarışa tutuştuk. Benim için hızlı adımlara yetişmek için pergelleri açınca kısa sürede yorulduğumu hissettim, ilk tur biterken daha havlu attım. Kenardaki banklardan birine geçtim, bizimkileri beklemeye koyuldum. Yeniden yanımdan geçtiklerinde kendimde onlara eşlik edecek gücü bulamadım. Park sonrası karnı acıkacak yavruya yemek pişirmek üzere eve geçtim. Oysa, bir öykü kendisini yazdırmaya başlamıştı. Hazır evde yalnızken ona odaklanabilmeyi isterdim. İlk taslağı yazıp kafamdaki ayrıntıları ince ince metne yedirme aşamasına geldiğim için bu kesinti kafamdakilerin uçup gitmesine yol açmayacaktır, belki de için için demlenenler yazı masasına oturduğumda güzel sürprizlere yol açacaktır diye umdum. Bugün günlerden pazartesi. Yazı masasına geçme fırsatını henüz bulabilmiş değilim ancak umudumu koruyorum çünkü şu sıralar hepimizin küçük, iyi şeylere ihtiyacı var. 


Babamın Kokusu

Babam gelince bütün ev güzel kokuyor, odanın ortasına bir kasa çilek bırakmışsın gibi. Ya da ne bileyim en olgunundan karpuzu kesmişsin de göbeğini yiyormuşsun gibi hem tatlı hem ferah. Uçuş uçuş oluyor içim. Ayaklarım havalanıyor yerden. Ninem, deli kız yere bas, diyor, yere bas. Hep yere basmamı istiyor. Hiç kanatlan kızım, demiyor ya da uç kızım. Beni yer çekiyor aşağı, Ayhan'ı gök çekiyor yukarı.


Pencereden dışarı bakıyorum. Ayşe, Zehra, Zeynep okul duvarının üzerine oturmuş yüzleri bizim eve dönük çekirdek çitliyor. Onlara gününü göstermek istiyorum. Babam kim bilir neler getirdi bana. Dün gece Ayhan kucağından inmek bilmediğinden veremedi tabii. Bulmak için yatak odasına koşuyorum. 

Yatak odasının orta yerinde ağzı açık koca bavul. Hangar gibi. Kıvrılsam içine uyurum o denli büyük. İçi babam gibi kokuyor. Nasıl anlatsam, çikolata, kahve, tütün, traş kolonyası karışımı gibi bir koku, babamın kokusu. Analığım bavulu boşaltmış, bir gömlek bırakmış geride. Gömleğin kollarını sarıyorum. Babamın kolları meğer ne uzunmuş. Hepimize yetecek kadar yer varmış. Bahçeden Ayhan'la gülüşmelerinin sesi geliyor. Uzaktan kumandalı arabayı duvara çarpa çarpa sürüyor. Salak oğlan, ilk günden bozacak canım arabayı.

Pencereden sarkıp onları izlerken kapı açılıyor. Analığım elinde temiz havlularla içeri giriyor. "Kalk kız, kıracan bavulu" diye kışkışlıyor beni. Bileğimden çekip dışarı çıkarıyor. Saçları sürünüyor yüzüme. Babamın kokusu saçlarında, ellerinde.

26 Kasım 2020 Perşembe

Troy'dan Tory'ye Uzanan Bir Kehanet Öyküsü: Asılı Dağ'ın Kahini*


Vladimir Tumanov, çok sevilen ve çok satan, Kraliçeyi Kurtarmak ve Haritada Kaybolmak romanlarının ardından Asılı Dağın Kahini ile yeniden dilimize çevrildi. Kraliçeyi Kurtarmak kitabında çocuklara matematiği sevdirmeye çalışan, Haritada Kaybolmak kitabında ise coğrafyaya ilgi uyandırmayı amaçlayan Tumanov bu kez Truva Savaşı'nı anlatan İlyada'dan bildiğimiz Kassandra karakterinden yola çıkıyor, Kanada'da geçmişte yaşanan bir afetle birleştirip insan eliyle yaratılan doğa tahribatını ve bunun yıkıcı etkisini, önceki kitaplarından aşina olduğumuz fantastik üslubuyla anlatıyor. Çocuk kitaplarının doğal sonucu olarak özgün kaynakların felaketle biten finalini değiştirerek anlatıyı mutlu ve umutlu bir sonla bitiriyor.

Roman, Alberta eyaletinin Rollins kentinde sokaklarda amaçsızca mırıldanarak dolaşan, çevresiyle bağı kopmuş, kimseyle konuşmayan Mırıldanan Kassandra adlı kadınla karşılaşmamızla başlar. Tanık olduğu felaketin ardından bu hâle geldiğini öğrendiğimiz Kassandra Templeton, Tory adlı kasabada yaşamaktadır. Kasaba küçük olmasına karşın çarpıcı doğasıyla turistlerin ilgisini çekmektedir. Bu çekim merkezi, kasabanın üzerine bir şemsiye gibi eğildiği için Asılı Dağ olarak bilinen görkemli doğal yapıdan kaynaklanmaktadır. Kasabanın hırslı Turizm Müdürü Jessica McMadden, jeologların raporunu ciddiye almayarak Asılı Dağ'ın yamaçlarının ortalarındaki düzlüğe çelikten yürüyüş yolları yaptırarak turist sayısını arttırmıştır. Dikkate alınmayan rapor, yürüme yolları ve platformu sabitlemek için dağın temeline açılan deliklerin kayayı zayıflattığı yönünde şüpheleri ortaya koymaktadır. Sessizce ilerleyen çatlak, tam da Kanada'nın bağımsızlığının 100. yıl dönümü için hazırlanan parkın açılış gününde, tüm kasaba halkı şenlik havasında kutlama yaparken bir heyelan yaşanmasına ve Kassandra hariç tüm kasaba halkının ölümüne, kasabanın yerle bir olmasına sebep olur. Kassandra basit bir unutkanlık sayesinde hayatta kalmıştır. Heyelan, Kassandra'nın unuttuğu bayrağı almak üzere eve gittiği sırada olur. Bir anda ailesini, tüm sevdiklerini ve yaşadığı kasabayı kaybeden Kassandra, akıl sağlığını yitirir ve üç yıl boyunca hastanede kalır. Taburcu edildikten sonra halasının yanına taşınsa da hiçbir zaman eskisi gibi olmaz. Günlerini yaş kış demeden her gün Tory'ye giderek geçirir. Saatlerce heyelan alanını izler. Bir müzeye çevrilmiş ve Templeton Evi olarak bilinen eski evine yürür, odasına çıkar ve çekmeceyi açar, kapar bir değişiklik olmasını umut eder gibi bakar. 

Bu girişin ardından beklenmeyen gerçekleşir ve Mırıldanan Kassandra, o enkazın içinden on iki yaşındaki çocukluğuna bir mektup ulaştırmayı başarır ve olaylar lineer çizgide akmaya başlar. Bu noktadan sonra heyecanın dozu artar, arkadaşları arasında Sandie diye bilinen küçük kızın Truva prensesi Kassandra'nınkini aratmayan yazgısına tanıklık ederiz. 

Bilindiği üzere Kassandra, Truva'nın altın çağında hükümdarlık yapan Priyamos'un kızıdır. Aynı zamanda Apollon Tapınağı rahibesidir. Apollon, genç prensese âşık olduğu için ona geleceği görme yetisini bahşeder ancak aşkına karşılık alamayınca onu lanetler. Kassandra geleceği görmeye devam edecek ancak kimseyi kendisine inandıramadığı için gücü gelmekte olanı engellemeye yetmeyecektir. İlyada'dan gelmekte olanın Truva Savaşı'nı bitiren ünlü Truva Atı hilesi olduğunu biliriz. Dünya üzerinde en çok bilinen hikâyeye göre Truvalıları savaşarak yenemeyeceklerini anlayan Akhalar, İthaka Kralı Odyseus'u dinler ve devasa büyüklükte bir tahta at hazırlar ve atı (içinde saklı bir grup askerle) şehrin surlarının önüne bırakırlar. Tüm ordu, geri çekilmiş intibası vermek için çadırları söker, sahili boşaltır, gemilere biner ve Truva açıklarında kaybolur. Truvalılar sonunda barışın geldiğine inanarak, sevinçle sokaklara dökülür, hediye atı surların içine alır ve kutlamalar başlar. Kassandra şehrin sokaklarında beyhude koşarak, dil dökerek Truva'nın sonunu getirecek hazin sonu engellemeye çalışır. Anne, babası bile inanmaz ona. Babası sinirlenir ve çıkışır:

“Felaket habercisi, hangi fesat tanrı seni ele geçirdi yine? Sevincimiz seni rahatsız mı etti? Bunca zaman beklediğimiz bu özgürlük günümüzü neşeyle karşılamamıza katlanamıyor musun? Savaş bitti Kassandra. Ve bu at da bir felaket değil, kentimizin koruyucusu Athene için bir armağandır. Defol, saraya dön çünkü artık sana gereksinmemiz yok. Bugün Troya surları içinde korku değil yalnızca neşe, eğlence ve özgürlük olmalı.”

Troya halkı neşe içinde barışı kutlar, uykuya geçer. Atın karnında saklı askerler dışarı çıkar, kentin kapılarını açar ve Akhalıları içeri alırlar. Truva yakılır, yıkılır ve yağmalanır. Geriye savaşın kazananı olmadığını duyuran dillere destan hikâyesi kalır.  

İsmi Troy antik kentini çağrıştıran Tory halkı da benzer bir şenlik havası içindeyken gelmekte olanı öğrenen Sandie Templeton pes etmeden halkı uyarmaya, kutlamanın yapılacağı alanı değiştirmeye çalışır. Kasaba halkını ikna etmek hiç de kolay olmayacaktır. Tam her şey yoluna girecekken işler yeniden tersine dönecek ancak müttefiklerinin de yardımıyla asla pes etmeyecektir.

Asılı Dağ'ın Kahini her iyi çocuk kitabı gibi her yaştan okuru mest edecek güçte. Romanın ana ekseni okura hayli heyecanlı, sürükleyici bir macera sunsa da, yaslandığı arka plan, çocuklarla doğa etiği, akılcı ve bilimsel yöntemlerle kontrollü endüstri, mitoloji, mitolojik kahramanlar, tarihi ve mitolojik olayların edebiyatta yeniden yazımı üzerine geniş bir yelpazede sohbet etme, üzerine düşünme imkânı sağlıyor. 



Asılı Dağ'ın Kahini 

Yazan Vladimir Tumanov 

Çeviren Mine Kazmaoğlu 

Günışığı Kitaplığı 

* Bu yazı 24 Kasım 2020 tarihinde edebiyathaber'de yayımlanmıştır. 


25 Kasım 2020 Çarşamba

Kendisiymiş Gibi Notos Öykü'de

Gerçeküstü, Rüyalar ve Menzilinden Sapan Öykü 

Kendisiymiş Gibi Tuğba Gürbüz'ün ikinci öykü kitabı. Gri kapak fotoğrafındaki parçalanmış ayna - ya da cam- görüntüsüyle başlıyor okuma. Kapak fotoğrafı okuru az sonra dünyasına gireceği kurmacaya hazırlayan bir eşik aslında. Kapağın ardında Birhan Keskin'den bir dize karşılıyor okuru. Kitapta on sekiz öykü var. Çoğu beyaz yakalı anlatıcıların gözünden aktarılan insanlık hâlleri. Kadınlar, erkekler ama daha çok kadınların dünyasına dalıyor Gürbüz. Varoluş sancısının dünya ağrısıyla kol kola girerek güçleştirdiği yaşamlar, yazma sıkıntısı, annelik, güncel tarihe ayna tutan insani dramlar, kişilik yarılmaları, rüyalar aracılığıyla açık edilen korkular mesele ediliyor daha çok. Okura meseleyi doğrudan aktaran öyküler kurmuyor Gürbüz. Şöyle başlamıştı, böyle olmuştu demiyor. Neredeyse her öyküde yarıya kadar ördüğü gerçeklikten gerçeküstüne sıçrayarak anlatımı genişletiyor. Bunu yapmadığı zamansa kahramanları birbirine dönüştürüp bilinçdışı takıntılarını, çocukluk sancılarını dillendiren çoklu bir kişilik çıkarıyor okurun karşısına. Kahramanlar neredeyse her zaman bulanık bir akılla geziniyor gündelik yaşamda. İçlerine konuşuyorlar, kendilerini acımasızca eleştirip yargılıyorlar. Kurmaca metin yazma arzusuyla kaleme sarılmış olanlar da var aralarında. Kızgın ve çaresizce, içlerinde duran karanlığı dışarı salmak için de olsa yazmak istiyorlar. "Bana yazmayı öğretin profesör kelimelerle öç almayı" ya da "kanadığım yerden yazacağım" deyiveriyorlar hikâye akıp giderken. 

Kitabın ilk öyküsü "Rengi Bulanık" küçük bir yayınevinden kitap çıkarmış, ruhsal çökkünlük yaşayan, yazı erbabı bir kadının gözünden aktarılıyor. Öykü girişinde psikotik bir sıkıntı yaşadığı için ilaç tedavisi gören kadınla tanışıyoruz. Kahramanımız kocası ve kızıyla yaşıyor. Öykü ilerledikçe kocanın tedavinin düzenli gitmesi konusunda gösterdiği özenli davranışları görüyoruz. Kadının ilacını vermek için saatini kurmuş. Alarm çalınca yataktan fırlayıp bir bardak suyla ilacı uzatıyor. Anlatıcı evin içindeki devinimi bize aktarsa da evdekilerden kopmuş, kendi dünyasında gezinir durumda. İlaçları ağzında tutup bir süre sonra tükürüyor. Zihninde onlarca düşünceyle uyanıp gözlerini diktiği duvardaki çatlakta gördüğü şeyin canlanarak onu yıkıcı davranışlara sürükleyeceğine inanıyor. Anneannesinin ve annesinin kaderinin kaderinin kendisini de yakalayacağına... Tatlı bir sıçrayışla Charlotte Perkins Gilman'ın "Sarı Duvar Kâğıdı" adlı öyküsünü duvardaki çatlak motifi öykü kahramanının sıkıntılarını daha derinden kavratıyor okura. Öykü yarıya kadar kadının ruh dünyasına, hastalığına odaklanırken anlatıcının küçük yayınevinden kitap çıkarmış bir yazar olduğunu öğrenmemizle başka mecraya kayıyor. Yazarak rahatlayacağına inanan anlatıcı not kâğıtlarıyla duvarlara iliştirdiği sözcüklerden yola çıkarak bir şeyler yazmak için defterine uzanıyor. Defteri açınca gerçeküstü bir sıçramayla geçmişteki olaylara dönüyor. Öykü büyük yayınevinden kitap çıkarmış yazar -Bay Çoksatan - ve anlatıcı arasında alttan alta süren bir gerilimi merkeze taşıyarak sonlanıyor. 

Tuğba Gürbüz Kendisiymiş Gibi'de okuru hazırlamaya ihtiyaç duymadan etkili başlangıçlarla öyküye girebiliyor ama alt önermenin ağırlığını zayıflatan sıçramalar bu etkili girişleri silikleştiriyor. Bazı öyküleri okuduktan sonra bir ortada bırakılmışlık duygusu gelip yerleşiyor okurun içine. Dili acemice örülmüş, üzerinde çalışılmamış metinlerle sağlam öykülerin yan yana duruyor olması okuma hazzına gölge düşürüyor. 

                                                                                                                                   Şenay Eroğlu Aksoy 

Bu yazı Notos Öykü'nün 83. (Kasım-Aralık 2020) sayısında yayımlanmıştır. 

17 Kasım 2020 Salı

Böyle Olacağı Belliydi

Çağdaş İngiliz edebiyatının en önemli isimlerinden biri Ian McEwan'ın İngiltere'de 2010 yılında yayımlanan Solar romanı 2012 Turkuvaz Kitap baskısının ardından YKY etiketiyle bu yaz yeniden okurla buluştu. McEwan'ın en eğlenceli kitabı olarak lanse edilen roman, iklim değişikliğine dair güçlü bir tartışmayı da okurun kucağına bırakıyor. Bugün, çok da yabancısı olmadığımız yenilenebilir enerji kaynakları, güneş panelleri hakkında hayli detaylı teknik bilgiyi (bana göre) hiç de sıkmadan okura sunuyor. 

McEwan konuya bir roman yazmak fikriyle eğilmemiş. Yazdığı kitapların arasına zaman koymayı önemsediği, her kitabın ardından roman yazmayı bir süreliğine askıya alıp yeni ilgi alanlarına yöneldiği, öğrenmenin hazzı için bilginin peşine düştüğü için gerçekleşen bu ilgiyi şöyle açıklıyor:

"Benim için kitapların arasına zaman koymak önemli, yani roman yazmayı unutup daha çok öğrenmeye, seyahat etmeye dönmek. Örneğin Solar romanımı yazmadan önce iklim değişikliği toplantılarına katılıyordum. Çok mutlu oluyordum orada. Roman araştırdığım için orada değildim. Bazı bilim adamları ve insanlarla sohbet ediyordum, söyledikleri beni konunun içine çekti ve adım adım kendimi bu konunun daha da derinlerinde buldum ve çok sonra bundan bir roman olur dedim ya da bu konuda yazmak istedim."

Roman, okuru ana kahraman Michael Beard ile tanıştıran, onun içinde bulunduğu müşkül durumu izah eden şu paragrafla başlıyor:

"Kimi güzel kadınlara her nedense çok çekici gelen -hafif itici, genellikle kel, kısa boylu, şişman, zeki- o erkek türündendi. Ya da öyle olduğuna inanıyor, bu şekilde düşünmekse sanki öyle olmasını sağlıyordu. Bazı kadınların, kurtarılması gereken bir dahi olduğuna inanması da işine yarıyordu. Ama şimdiki Michael Beard haletiruhiyesi daralmış, hiçbir şeyden zevk almayan, sabit fikirli, dertli bir adamdı. Beşinci evliliği parçalanıyordu ve nasıl davranması gerektiğini, neler olabileceğini görmesi, suçu üstlenmesi gerekiyordu. Evlilikler, kendi evlilikleri, bir dalga kıyıdan ayrılırken ötekinin kıyıya vurduğu, gelgitli olaylar olmamış mıydı hep? Ama bu seferki farklıydı. Nasıl davranacağını bilemiyordu, olabilecekleri görmek ona acı veriyordu ve gördüğü kadarıyla, bu kez üstlenebileceği bir suçu yoktu. Bu kez kaçamak yapan karısıydı ve bunu alenen, onu cezalandırırcasına, hiçbir vicdan azabı duymadan yapıyordu. Beard kendi içindeki hisler silsilesi içinde, an an, yoğun bir utanç ve özlem keşfediyordu. Patrice bir ustayla, kendi ustalarıyla, evlerinde tadilat yapan, mutfaklarını ve banyonun fayanslarını değiştiren, bir çay molasında Michael'a kendi elleriyle yenileyerek Tudorlaştırdığı, Tudor dönemi taklidi evinin fotoğrafını, garaja giden beton döşeli yola dikilmiş Viktoryen tarzda bir lamba direğinin altındaki römorkunda duran botunu ve üzerine kullanımdan kaldırılmış kırmızı bir telefon kulübesi koyacağı boş yeri gösteren o cüsseli adamla görüşüyordu. Boynuzlanmanın ne kadar karmaşık bir şey olduğunu görmek Beard'ı şaşırtmıştı. Azap çekmek basit bir iş değildi. Bu yaşta, artık yeni deneyimlere karşı bağışıklık kazanmış olduğunu kimse söyleyemezdi." 

Bu sıkı karşılaşmanın hemen ardından gelen ikinci paragrafın başında avcumun içine bir anahtar gibi "Böyle olacağı belliydi" cümlesini bırakıyor. O cümlenin öylesine avcumun içine bırakılmadığını bilmeden biliyorum sanki ve onu tutmayı hiç bırakmıyorum. Bir romanın içine girmek, henüz aydınlanmamış dehlizlerin içinden aydınlığa varmak üzere yürümek, bir labirentin merkezine ilerlemeye ve oradan kaybolmadan çıkmaya benziyor. İşin oyunsu yanı, yazarın alenen göstermeden duyurduklarını sezmek olduğuna göre, metnin sırrına her şey açığa kavuşmadan önce varmaya çalışma çabası olduğuna göre, yazarın henüz girişte elime verdiği bu cümleyi kocaman bir yumağa çeviriyor, yürüdüğüm yol boyu avcumun içinde tutuyorum. Beard başını beladan belaya soktukça, o an için yırtmış gibi dursa da, avcumun içinde tuttuğum ip elimi kesiyor ve beni uyarıyor: Dur, hele, bak daha neler olacak ve sonunda benim dediğime geleceksin, "Böyle olacağı belliydi" diyeceksin. Bu his, o yarı uyanıklık içinde, alarmın çalması gibi bir şey, yorganın içine gömülmek, alarmı tamamen kapatmak yerine ertelemeye almak gibi belli aralıklarla kendini belli ediyor, tamamen uyanmanı ve kapatmanı bekliyor. Burada yol boyu fark ettiğim, büyülendiğim nice ayrıntıyı paylaşabilirim ancak Solar'ı okuma hazzını kesintiye uğratmayacak şekilde özetlemenin mümkün olmadığının da farkındayım. Bir kere anlatıyı başından sonuna diri tutan, polisiye sayılabilecek bir merak duygusu var. Bu merakı tatmin etmek başlı başına bir keyif. Bu hazzı sabote etmenin ne büyük ayıp olduğunu bildiğimden, gevezelikten uzak durmaya çalışarak kitabın bende uyandırdığı bir diğer unsurla, yani "Böyle olacağı belliydi" fikriyle ilerleyeceğim. Bana göre Solar, bir "özyıkım" öyküsü. Romanı tek kelimeye indirgeyebilmem biraz da Tomris Uyar sayesinde. Dilimin ucundaki yoğun tat, John Cheever'ın Yüzücü kitabının sunuş yazısı ile belirginleşti. Tomris Uyar söz konusu yazıda şöyle diyor: 

İlk çevirdiğim öyküsü "Arjantin Başkanı" beni büyülemişti. Romancılığa sığmayacak kadar merkezkaç bir öykü anlayışı vardı. Yine de ancak Günceler'ini (ölümünden sonra yayımlanmış itirafları mı desek?) okuyunca ne yapmak istediği daha bir açıklık kazandı: Aslolan hep kum tanecikleriydi. Onları değişik formlarda bir araya getiriyor, aynı konudan -tersi ve yüzü olmak üzere- iki öykü yaratıyordu. 

Bir güncesinde şöyle yazıyordu: 

"Özyıkımcılığın içe işlemeye başlayan ilk belirtisi bir kum taneciğinden farksızdır. Bir baş ağrısı, önemsiz bir sindirim bozukluğu, bir parmağın mikrop kapmasıdır. Yine de siz 8.20 trenini kaçırır, kredi vaatlerinin tartışılacağı toplantıya gecikirsiniz. Öğle yemeğinde buluştuğunuz eski dost, ansızın sabrınızı taşırır; ona hoş görünmek için fazladan üç kokteyl içersiniz, artık günün ne tadı ne tuzu kalmıştır, ne anlamı ne önemi. Güne yeni bir amaç, biraz gündelik kazandırma çabasıyla kokteyllerde çok içer, çok konuşur, birisinin karısına asılır, saçma sapan olmadık bir şey yaptıktan sonra da ertesi sabah ölsem daha iyi duygusuyla uyanırsınız. Ama bu cehennemin dibini nasıl boyladığınızı geriye doğru sararken başlangıçtaki o kum taneciğinden başka bir şey bulamazsınız."

Bir kez romanı "özyıkım" kavramı üzerinden okumaya başlayınca, Michael Beard ile ilgili her şey bambaşka bir görünüm kazandı. Sürükleyici, eğlenceli, komik sıfatlarını (ki benim de yer yer kahkahalar attığım doğrudur) bir kenara atıp, "bir dakika asıl hikâye bu değil" diyerek kendi kuyusunu kendi kazan zeki ama duyarsız bir adamın portresine bakmaya başladım. "Kim bu adam?" sorusunun cevaplarını toplamaya koyuldum. 

Michael Beard, yıllar önce yaptığı çalışmalarla Nobel Fizik ödülünü alsa da heyecanını, coşkusunu, merak duygusunu yitirmiş, yıllardır yeni bir üretimin içinde olmayan, yıllarını Nobel'in kaymağını yiyerek geçiren bir fizikçidir. Onursal öğretim üyesidir ama ders vermez. Enstitülere ismini, ünvanını kiralar, komisyonların başında oturur, akademik dergilerde danışman editörlük yapar, uluslararası dev kongrelerde boy gösterir, ona Nobel ödülünü kazandıran Beard-Einstein Tümleştirmesi üzerine konferans dizileri yapar, sık sık medyaya çıkar. Tüm bunlardan elde ettiği geliri yetersiz gördüğü sırada, hükümetin iklim değişikliğiyle sözde değil özde ilgilenmeye karar vermesi üzerine Ulusal Yenilenebilir Enerji Merkezi'nin başına geçer. Merkezin başına geçtiği ilk zamanlar, çatıların üzerine yerleştirilecek -ki pek de verimli olmadığı anlaşılacaktır- rüzgâr türbini geliştirilmesiyle ilgilenirken özel hayatında kopan fırtınalar neticesinde kendisini giderek daha çok iklim tartışmalarının ve çözüm önerilerinin, geliştirilen projelerin, çalışmaların içinde bulur. Oysa işin başında iklim krizine dair söylenen şiddetli yorumları hiç de etkili bulmamaktadır. Anlatının başladığı 2000 yılından, sona erdiği 2009 yılına vardığımızda Beard'ın yenilenebilir enerji konusunda büyük ilerleme kaydettiği, zafere ulaştığı görülmektedir ancak aradan geçen dokuz yılda çevresine, ilişkide bulunduğu kadınlara, kendi bedenine, sağlığına karşı yıkıcı ve duyarsız olan bu dahi için perde güzel kapanabilecek midir? Her şey bittiğinde kendisinde tüm bunları başlatan ilk kum taneciğini bulma cesareti bulabilecek midir? 

Edebiyat biraz da kendimize sorular sormak ve düşünmek için alan yaratmak çabası olduğuna göre eninde sonunda bizim de kendi kum taneciklerimize bakmamız şart. 



Solar 

Yazar Ian McEwan 

Çeviren Kıvanç Güney 

YKY 

1. Baskı Ağustos 2020 







16 Kasım 2020 Pazartesi

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 31

 Bilmek isteyen yola çıkar. 

Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.
İpuçlarının çevirisi bana ait.

Şefkatli ebeveyn ipuçları
Yürümeyen şeyden öğrenecekleriniz çoktur. 
Bazen işler istediğiniz gibi yürümediğinde, bekleyin ve kendinize sorun. "Bunu söylediğimde ya da yaptığımda hangi ihtiyacımın karşılanmasını istiyordum? Bu ihtiyacımın daha iyi karşılanması için ne söyleyebilir ya da yapabilirdim?" 

Ben ne düşünüyorum? 
Bu soru beni pek bırakmıyor. İpucu olarak karşıma çıkmazdan önce de işlerin (özellikle ebeveynlikte) umduğum gibi gitmediği anlardan sonra bundan kaçınmak, farklı ilerletmek mümkün müydü diye soruyorum. Çoğu zaman altından yorgunluk, sabırsızlık duyguları, dinlenmek ve yalnız kalma ihtiyacı çıkıyor. 
Anne olmak bazen süperkahramanlığa soyunmak gibi bir şey. Kolaylıkla bitmeyen bir verme alanına dönüşebiliyor, yorgun olduğunda, canın istemediğinde bile "Hayır" diyemediğin, ertelenmesi akla dahi gelmeyen bir verme alanı. Oysa yorgun ve isteksizken, başka yapmamız gereken şeyler varken "Hayır," demek, gerekçe bildirerek herkes için uygun bir zaman dilimi belirlemek, daha sağlıklı sınırlar çizmeyi sağlamaz mı?


Deniz'le nasıl paylaşıyorum? 
Muhtemelen çoğu ebeveyn benzer haller içerisinde. Çocuklar aylardır akranları yerine bizimle zaman geçiriyor. Çoğunlukla evdeler, canları sıkılıyor ve eğlenme ihtiyaçlarını gidermek istiyorlar. Hep özlemini çektiğimiz gibi her zaman kendi yaratıcı çözümlerini bulamıyor ve ilk çare olarak bize koşuyor ve bizimle oynamak istiyorlar. Bu, beraber zaman geçirmek açısından keyifli bir fırsat olsa da bizim de kendi kaygılarımız, yorgunluklarımız ve yürütmek zorunda olduğumuz sorumluluklarımız var. Bazen canımız oyun oynamak istiyor ve bunun tadını çıkarıyoruz. Bazen de istemiyor. Zihnimiz onları duyamayacak denli kalabalık oluyor. Bazen bunu dile getiriyorum ve başka bir zamana erteliyorum. Bazen de kendi ruh hâlimi, olduğu gibi ortaya koymuyorum ve yapamayacağımdan fazlasını sunmaya gayret ediyorum. Tatsız, tuzsuz, sabırsız olsam bile. 


Deniz'in geri bildirimi ne? 
Deniz her çocuk gibi oyunu, eğlenceyi ciddiye alıyor ve bir tür adanmışlıkla eyleme geçiyor, karşı taraftan da benzer bir tepki bekliyor. İsteksizliğe, baştan savan davranışlara alınıyor ve "O zaman hayır deseydin," diye yanıtlıyor. Haklı bir tepki. 

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum? 
Canım istemediği halde, kendimi oynamaya, ilgilenmeye mecbur hissettiğimde, ilgimi, sabrımı kaybetmenin pamuk ipliğine bağlı olduğunu gözlemliyorum. Bunu defalarca deneyimlesem de, Deniz'in ihtiyaçlarını önceliyorum. Bu fiziksel ya da eğitimle ilgili bir ihtiyaçsa kendimi harekete geçme konusunda motive ediyorum. Eğlenmek, oyun gibi bana daha tali gelen bir ihtiyaçta her zaman aynı canlılığı hissetmiyorum. Ve önce yaparmış gibi davranıp sonra kendimi sıkışmış hissediyorum. Oysa çocuklar bizden kibar olmamızı değil, dürüst olmamızı bekliyor. 
"Hayır" deme hakkımızı her zaman saklı tutmamız gerektiğini unutmayalım. 

Kendimi nasıl değerlendiriyorum? 
Farkında olmak, her zaman tutarlı davranmama yol açmıyor. Kibar olmak adına kendimizden, dürüstlüğümüzden vazgeçmek, içimizde gerçekte olana bitene kulak asmak yerine başkalarını memnun etmek üzere harekete geçmek öğretilmiş bir şey. Bu eski alışkanlıktan kurtulmak hiç de kolay değil ama en azından en yakınlarımızla ilişkilerimizde içimizden geçenle, dilimize vuranın tutarlılığına daha çok dikkat etmek gerekmez mi? 
İşte dikkat edilecek bir husus daha! 

Eski günlüklere buradan ulaşabilirsiniz

 



14 Kasım 2020 Cumartesi

Çehov, Öykü ve Gecikmiş Bir Merhaba

 

Kitap oburluğu, evde okunacak yığınla kitap varken, yenilerini satın almayı, kütüphanelere dadanmayı, arkadaş evlerinde raflara göz devirmeyi gerektirir. Ben de tanımın gereğini hakkıyla yapıyorum. Pandemi nedeniyle ev gezmeleri bitse de, sohbet aralarında bahsi geçen kitapları ödünç istemeyi ihmal etmiyorum. 

Çehov, işte bu şekilde elime geçti. Pandeminin ilk zamanlarında, dışarıda değiş tokuş ettiğim bu kitaba dair şöyle not düşmüşüm blogta kalan taslaklardan birine vaktiyle:

"Çehov okuyorum şu sıra. Tuğla kalınlığında kitap. 37 öykülük bir seçki. Çok beğendim. Öykünün tanımını, sınırlarını yeniden düşünmeme yol açtı. Öykü sanatı, kimi insanların nasıl yaşadığı hakkında, deneyimler hakkında. Çehov’un bana gösterdiği de bu. Evrensel olana, insana dair olana ait manzaralar göstermese hala okunabilir mi? 1800'lü yıllardan kalma öyküler olduğu halde zamana yenik düşmemiş hikâyeler bunlar. At arabasının yerine otomobil koysak, insanların eline cep telefonu tuttursak sırıtmayacak denli güncel. Çünkü insanı kuşatan çevre değişse de insan özünde hep aynı, zaaflarıyla, hırslarıyla, özlemleriyle, tutkularıyla hep aynı. Maharet bunları gösterebilmekte, bu evrenselliği yakalayabilmekte. Çok yalın, akıcı bir dil. Bir anda yakalıyor kişiyi. Okuma kolayca ilerliyor. İşte bu kadar basit, öykü yazmak dedirtiyor, bir insanı ele al, onun sorunlarından, zaaflarından bahset. 

Öyküler kalabalık, öyle tek mekânın, tek zihnin içine sıkışık değil. Düşünceler arasında yitirmiyor kendini, canlı yaşam dolu, her zaman iyimser değil, hatta çoğu zaman iyimser değil. Sorguluyor, sorgulatıyor, capcanlı anlatıyor."

Aylar geçmiş, taslak bu haliyle kalmış, beni yazıyı bitirmem için bekliyor. Yeni bir söz söyleme, sürdürme hevesim kalmamış gibi sessizim bu aralar. Ayı neredeyse yarılamamıza rağmen tek bir "merhaba" dökülmemiş  ağzımdan. Öyleyse bu çok beklemiş, handiyse bayatlamış, yazılma  anındaki hevesini, heyecanını kaybetmiş Çehov okumaları üzerine tohumu itinayla sayfalarım arasına gömerek başlayayım yeni aya, buradan rengârenk bir bahçeye varmayı umarak. 

MERHABA!