30 Eylül 2016 Cuma

Beş Hafta Beş Film

Yeni yıl kararları diye bir şey var şu hayatta. Benim yeni yıl listelerim olmaz pek, hatırlamıyorum. Okulların açıldığı eylül ayı idi, benim miladım (belki eylül çocuğu olduğumdan). Haftalık programlar yazardım kendime, günü gününe çalışmak, ödevleri, öğrenilecekleri biriktirmemek için, dinlenmeye, okumaya, televizyon izlemeye, arkadaşlara yeterince vakit ayırabilmek için. Kâğıt üstünde her şey şahane görünürdü, gel gör ki bir hafta dahi uygulamazdım, yazdıklarımı. Bir sonraki yıl okullar açıldığında benzer bir liste için kolları sıvardım yine de. Kırk yaş da, bir milat olduğuna göre yeni bir liste yapmanın zamanı gelmiş. Yazdan yeni çıkmış, gevşekliğe ve rehavete alışmış bünyeyi zorlamaya gerek yok. Kendime basit bir söz, her hafta bir film izleme sözü veriyorum. Uygulaması kolay ve keyifli.
İşte yeni listem:
Beş hafta, beş film... Kitap kokulu sinema filmleri...
1)84 Charing Cross Road (Kesişen Hayatlar) (izledim)
2)My Afternoons With Margueritte (Garip Dostluk)
3)Dans la Maison (Evde) 
4)Poetry (Şiir)
5)Deconstructing Harry (Yaramaz Harry) 
Not: Film önerilerinizle listeme katkıda bulunabilirsiniz.

29 Eylül 2016 Perşembe

TIKANMA ANLARI

Murat Gülsoy'dan yazar tıkanıklığını aşmak üzerine öneriler 
 
Tıkanma anları olmuyor mu? Aslında pek olmuyor. Çünkü hep yazıyorum. İnsanın tüm yazdıklarını yayımlatma zorunluluğu yoksa tıkanma da yaşamıyor. Yine de yazmakta olduğum metnin bir yerlerinde takılabiliyorum. Bu gibi durumları daha önce yazdıklarımı okuyarak aşıyorum. Bazen de bir resme ya da başka birinin yazdığı metne yoğunlaşmak da zihnimi açıyor... Örneğin bir öykü okuyup, ben olsam nasıl yazardım diye düşünerek birçok yararlı düşünceyi uyandırdığımı bilirim. Ya da insanlar... Onların söylediklerini dinlerken aslında neleri söylemek istediklerini ya da neleri söyleyemediklerini hayal etmenin birçok yaratıcı düşünceye kaynaklık ettiğini söyleyebilirim. Tıkanıklığı aşmanın bence tek yolu o andaki zihinsel durumu değiştirmek. Bunu kolaylıkla herkesin başarabileceğine inanıyorum. Çünkü zihnimiz hep değişimleri kovalayan bir çalışma şekline sahip. Farklılıklar, şaşırtıcı durumlar ve biraz da gerginlik insan zihnini açan etmenler. Yine de aşılamaz bir noktaya gelmişsem o zamana kadar yazmış olduğum metni bir kenara koyup yoluma başka metinlerle devam ediyorum. Belki bir gün dönerim umuduyla... Bu nedenle de en az bitirip yayınladığım miktarda gün ışığına çıkmamış öykü ve roman parçası bilgisayarımın sanal klasörlerinde duruyor.
Bir başka yazma deneyimi de şu anda yaşadığıma denk düşüyor: heyecanla yazmakta olduğum bir metne bir süreliğine ara vererek başka bir yazı yazmak... Örneğin şu anda devam etmekte olduğum yeni kitabımın dosyası bilgisayarımın arkaplanında açık duruyor. Hikâyenin kahramanları içinde bulundukları sahneyi hiç bozmadan sabırla sözlerimin bitmesini bekliyorlar... Bu bekleyişi uzatmak niyetinde değilim. Birazdan bu dosyayı kaydedip kapatacağım ve yazmakta olduğum romanıma devam edeceğim. Belki bu satırların okuru bir zaman sonra (eğer tamamlayabilirsem) şu anda yazmakta olduğum romanı okurken tam bu yazıyı yazmak için ara verdiğim yerde duraklayıp, bu yazıyı hatırlayacak. Tesadüfen... Aramızda hiçbir doğa yasasıyla açıklanamayacak bir kesişme olacak... Böyle garip hisler içinde yazmaya başlayacağım. Birazdan. 

 
Kaynak: 
Büyübozumu:Yaratıcı Yazarlık 
Kurmacanın Bilinen Sırları ve İhlâl Edilebilir Kuralları 
Murat Gülsoy 
Can Yayınları 
Deneme 

27 Eylül 2016 Salı

DİŞÇİDE

Tam öğle yemeğimizi bitiriyorduk ki, annem babama şöyle dedi:
"Bu öğleden sonra Pıtırcık için randevu aldım, di-giş-çigi-digen."
Babam peçetesini katlamayı bıraktı, anneme kocaman gözlerle bakıp sordu:
"Kimden randevu aldın? Kimden?"
"Dişçiden ama gitmek istemiyorum," dedim.
Annem dişçiye gitmem gerektiğini, kaç gündür dişimin ağrıdığını, dişçiye gittikten sonra hiç canımın acımayacağını söyledi.
Ben de anneme dişçiden sonrasını umursamadığımı, asıl dişçide olacaklardan korktuğumu söyledim. Sonracıma dedim ki, artık dişim ağrımıyor ve ağlamaya başladım.
Babam eliyle masaya vurup bağırdı:
"Pıtırcık! Çok ayıp! Böyle ağlanıp sızlanmalara hiç gelemem. Artık bebek değilsin, koca adam gibi davranmalısın. Dişçi sana kötü bir şey yapmayacak, çok nazik biri dişçi, sana şeker verecek. Yürekli olacaksın, annenle birlikte uslu uslu dişçiye gideceksin."
Annem de beni dişçiye babamın götüreceğini çünkü onun için de randevu aldığını söyledi. Babam çok şaşırmış gibiydi. İşe dönmesi gerektiğini söyledi, ama annem ona bugün öğleden sonra izinli olduğunu, bu yüzden randevuyu bugün aldığını söyledi.
Babam alçak sesle anneme dişinin artık ağrımadığını, bu meseleyi daha sonra halledebileceklerini söyledi. Anneme baktı, bana baktı, sanki o da ağlamaya başlayacak gibi geldi bana.
Öğle yemeğinden sonra babamla birlikte dişçiye gitmek üzere evden çıktık. Arabada pek eğlendiğimiz söylenemezdi. Babamı hiç bu kadar yavaş araba kullanırken görmemiştim. Çok derin bir şeyler düşünüyor gibiydi.
Sonracıma bana bakmadan dedi ki:
"Pıtırcık, gel erkek erkeğe konuşalım. Dişçiden kaçmaya ne dersin? Gidip arabayla bir tur atarız, annene de bir şey söylemeyiz. Çok da güzel bir şaka olur."
Babama bunun gerçekten çok güzel bir şaka olacağını, benim de kendisinden yana olduğumu, ama annemin bu şakaya güleceğini hiç sanmadığımı söyledim. Babam derin derin iç geçirdi, çok üzgün görünüyordu, zaten bütün bunları biraz gülelim diye söylemiş, öyle dedi.
Babama bayılıyorum, canı sıkkın olduğunda bile şaka yapabilecek kadar yürekli çünkü.
Dişçinin önünde tam bir arabalık yer vardı.
"İnanılmaz, insan arabasını park etmek istediğinde hiçbir yer bulamaz, şu hale bak," dedi babam.
Ben de ona evlerin etrafında bir tur daha dönmeyi önerdim, belki boş park yeri dolardı. Babam kaderin ağlarını bir kez ördüğünü söyleyip park etti.
Babam dişçinin kapısını çaldı. Ben de dedim ki:
"Kimse kapıyı açmıyor baba, başka bir gün geliriz."
Tam dönecektik ki, kapı açıldı Çok nazik bir hanım bize içeri buyurmamızı, doktorun bizi birazdan kabul edeceğini söyledi.
Bizi küçük bir salona aldılar. Koltuklar vardı, üstünde dergiler olan bir sehpa vardı, şöminenin üstünde atları durdurmaya çalışan çıplak bir adamın metalden küçük bir heykelciği vardı, koltuktaysa giyimli ama metal olmayan bir adam oturuyordu.
Biz de oturduk, okumak için birer dergi aldık, çok eğlenceli değildi, ama dergilerin neredeyse hepsinde dişlerden söz ediliyordu, dişçi aletlerinin resimleri vardı bir de. Fotoğrafların çoğunda inanları içeriden görüyordunuz, hiç hoş değildi. Öteki dergilerse çok eski ve yırtılmıştı.
Hoşuma giden tek şey, kapağında Fransa Turu'nu kazanan bisikletçinin fotoğrafının olduğu dergiydi. Turu nasıl kazandığını anlatıyordu. Koltuktaki amca o ana dek hiç konuşmamıştı, ama dergileri bıraktığımızı görünce babamla konuşmaya başladı.
"Ufaklık için mi geldiniz?" diye sordu.
Babam ikimizin de muayene olacağını söyledi. Amca kaygılanmamızı, çok iyi bir dişçiye geldiğimizi söyledi.
"Aman canım! Biz korkmuyoruz ki, öyle değil mi Pıtırcık?" dedi babam.
Bense babamla çok gurur duyduğum için onun gibi yaptım:
"Aman canım!"
Amca çok haklı olduğumuzu, bu dişçinin elinin çok hafif olduğunu, burada bir ameliyat yaptırdığını, dişlerin içi oyulurken neredeyse hiçbir şey hissetmediğini söyledi. Sonracıma bize bir sürü ayrıntı anlattı.
Ben ağlamaya başladım. Bize kapıyı açan hanım koşarak geldi ve iki bardak su getirdi. Babam da pek iyi görünmüyordu çünkü.
Sonra dişçi kapıyı açtı, "Sıradaki," dedi.
Bize ameliyatları anlatan amca sırıtarak içeri girdi.
"Amcayı görüyor musun?" Hiç korkmuyor, sem de onun gibi davranmalısın," dedi babam.
Babam tam okumak için dergi alacaktı ki dişçi yine kapıyı açtı. Amca yine sırıtarak dışarı çıktı.
"Nasıl olur? Bu kadar çabuk mu?" dedi babam.
"Evet, ben yalnızca para ödemeye gelmiştim. Şimdi sıra sizde, zavallım," dedi amca.
Gülerek uzaklaştı.
"Sıradaki. Rica etsem acele eder misiniz? Bugün çok doluyum," dedi dişçi.
"Biz başka bir gün gelelim o zaman. Geniş bir zamanınızda; sizi rahatsız etmek istemeyiz, öyle değil mi Pıtırcık?" dedi babam.
Ben tam çıkış kapısının önüne gitmiştim ki, dişçi saçmalık istemediğini, sıranın bize geldiğini, kaygılanacak bir şey olmadığını söyledi. Babam hiç de kaygılı olmadığını, savaş görmüş biri olduğunu söyledi ve beni dişçinin önüne itti.
Odada parlayan bir sürü beyaz alet, bir de berber koltuğu vardı.
"Hanginizden başlıyoruz?" diye sordu dişçi ellerini yıkarken.
"Ufaklığı alın, ben beklerim," dedi babam.
Ben de bekleyebileceğimi söyleyecektim ama dişçi kolumdan tutup koltuğa oturttu.

Acayip kibar biriydi dişçi, canımı acıtmayacağını, dişimdeki oyuğu doldurmak için biraz hamur koyacağını, herhalde çok şekerleme yediğimi, ama tedavi sırasında uslu durursam sonra bana lolipop vereceğini söyledi.
Ağzımı açmamı istedi, içeriye şöyle bir baktıktan sonra bir şeyler kazıdı, sonracıma ucunda çok hızlı dönen bir tekerlek bulunan bir aletle yaklaştı. Dişçi tekerleği ağzıma soktuğunda babam çığlık attı.
Kafamda biraz sarsıntı oldu, sonra dişçi dişime hamur koydu, ağzımı çalkalamamı söyledi. Sonra da "Bitti!" dedi. Şekerimi verdi. Çok sevinmiştim.
Dişçi sıranın babama geldiğini söyledi. Babam da ona saatin geç olduğunu, daha yapacak bir sürü alışverişimiz olduğunu söyledi.
Dişçi gülmeye başladı, babamı ciddiyete davet etti. Bunu hiç anlamadım, babamı hiç bugünkü kadar ciddi görmemiştim çünkü.
Babam duraksadı, yavaş yavaş berber koltuğuna gitti.
"Ağzınızı açın," dedi doktor.
Babam başka bir şey düşünüyordu herhalde, dişçi tekrarlamak zorunda kaldı çünkü:
"Ağzınızı açın, yoksa ben açacağım!"
Babam ağzını açtı. Dişçinin duvarlarında asılı diş fotoğraflarına bakıyordum. İşte tam o sırada büyük bir çığlık duydum. Arkamı döndüm, dişçi elini sallayıp duruyordu.
"Elimi bir kez daha ısırırsanız, elime gelen dişinizi çekerim, hangisi olursa!"
Babam bu işin çok sinir bozucu olduğunu söyledi.
Dişçi tekerlekli aleti eline aldı; babama dikkatli olmasını, bunun insanın kafasını biraz salladığını söyledim. Babam haykırdı, dişçiyse ona sakin olmasını, bu yaptığının dışarıda bekleyen müşterileri kötü etkilediğini söyledi. 
Sonunda babamın işi de bitti, çok uzun sürmedi ve çok iyi geçti, babam dişçinin dizine bir tekme savurdu bir ara, ama olsun. Koltuktan sırıtarak kalktı. 
"Eee, Pıtırcık. İkimiz de koca adamlar gibiydik, öyle değil mi?" diye sordu.
"Evet baba," dedim.
Babamla ikimiz kasıla kasıla, ellerimizde birer şekerlemeyle dişçiden çıktık.



Pıtırcık 
Bilinmeyen Öyküleri
Pıtırcık Eğleniyor 
Yazan Rene Goscinny
Resimleyen Jean-Jacques Sempe
Çeviren Esra Özdoğan
Can Çocuk

10 Eylül 2016 Cumartesi

NASIL YAZIYORLAR?(3)

Yazarların yazma alışkanlıkları, okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim. İşte üçüncüsü:
Hakan Günday Özer Sayın'ın "Söyleşilerinizde kitaplarınızı yazma halini 'Yaz kurtul tekniği' şeklinde yanıtlıyorsunuz," sorusunu cevaplıyor. 


Açıkçası, sistemli bir yazar olamadım hiçbir zaman. Yazma rutinimi, daha çok doğaçlama yazma diye tanımlayabilirim. Bir sonraki notanın tahmin edilemediği, tahmin edilirse de güzel olmayacak bir çalışma biçimi. Diğer türlüsü, en azından benim açımdan sıkıcı olurdu. Masaya oturduğumda kucağımda tuhaf bir müzik aleti buluyorum. Ben dahil, kimse ne çalacağımı bilmiyor. Oturup bakıyorum, ne çıkacak? Bu yüzden kitaplarımın nerede başlayıp nerede biteceği belli olmuyor. Sonradan beğenmediğim ya da beğendiğim tarafların ortaya çıkmasının temel nedeni de bu doğaçlama halidir.
"İnsanlar edebiyat okurken anlama çabasını bir kenara bırakmalı
Söyleşi: Özer Sayın
Kitap-lık sayı 167 Mayıs-Haziran 2013


9 Eylül 2016 Cuma

Tsundoku, Belgelerim ve Anımsadıklarım

Bibliomania sınırında değilim, ancak kitap okuma hızımın, alma hızımdan çok çok daha az olduğu ve diğer pek çok alanda az tüketmemle övünürken kim bilir ne zaman okuyacağım kitapları satın alma alışkanlığıma söz geçiremediğim de aşikâr. Bu durumu karşılayan Japonca bir kelimeye rastladım. Tsundoku bir kitabı alıp henüz okumadan, daha önce alınmış kitapların arasına ekleme anlamına geliyor. Kütüphaneden ödünç kitap alırken bile böyle, bu. Azla yetinemiyorum.
Okunmamış kitaplar yığını, bende suçluluk (çünkü elime aldığımı bitiremiyorum, çünkü erteliyorum) ve fazlalık hissi yaratıyor. Yine de kendime engel olamıyorum. Yaklaşan kış, uzun geceler, derdime deva olur belki.
Okunmayı bekleyenler, yeniden okumak istediklerim... Liste uzun. Birbirlerinin önüne nerede, nasıl geçecekleri o anki ruh hâlime bağlı. Hafta başı, cânım İlknur'un çevirdiği ve hediye ettiği Belirsizlik ve Değişimle Birlikte Güzel bir Hayat öne geçti örneğin. Kitabın bir yerinde beyin bilimci Jill Bolte Taylor'ın felç deneyimini anlattığı In My Stroke of Insight'tan kısa bir alıntı vardı. Aylar önce izlemem önerilen ancak ismini, kaynağını unuttuğum videonun kahramanı, işte karşımdaydı. Bu kez ertelemedim ve izledim. 


Eşzamanlılık diye bir şey var. Tecrübeyle sabit. Bu videoyu izlediğimde, her hafta bir bölüm okuyarak ilerlediğim Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabının "Manawee" masalının tamamlandığını hissettim. Ve ertesi sabah uyandığımda güçlü bir görüntü vardı zihnimde, bir kelime: isim. Sanırım Öykücülere Sordum'un yeni sorusu isim üzerine olacak. 
Kurtlarla Koşan Kadınlar da, Belirsizlik ve Değişimle Birlikte Güzel bir Hayat da şimdilik çekmecede. Zira, Onur Çalı'nın Edebiyathaber'de yayımlanan şu yazısıyla ilk öyküsünü okuyup kenara koyduğum Belgelerim'i alıyorum elime. Niyetim bayram tatilinde dingin kafayla okumak, hatta hakkında birkaç satır yazmaktı, oysa. Kendiliğinden araya girince bayram, tatil dinlemiyor. İşte, akşam üstü Deniz'in arkadaşlarıyla oynadığı parkta okumaya devam ediyorum.
Camilo öyküsü sevdiklerimden. 
Annesiyle din meselesi ve politik durumu yüzünden kavga ediyordu. Referandumdan önce Camilo "hayır"ı destekleyen gösterilerin tümüne katılmıştı, bu da sert kavgalara neden olmuştu. "Hayır"ın kazanmasını istiyordu, çünkü Pinochet'den nefret ediyordu, üstelik babasının da böylelikle Şili'ye döneceğini umut ediyordu. 
Bu cümlenin ardından bir de film molası veriyorum. Pablo Larraín'in yönettiği No 2012 Cannes Film Festivali'nde Sanat-Sinema Ödülü aldı. Film, 1988'de gerçekleştirilen Şili referandumundan yola çıkıyor. Başrol oyuncusu Gael Garcia Bernal, parlak fikirli, genç bir reklamcı rolünde. Uluslararası baskı nedeniyle, Şili referandumun eşiğindedir. Birleşik muhalefet kanadı, dört hafta boyunca günde 15 dakika propaganda yapma olanağını, Pinochet iktidarı süresince yapılan işkenceleri, kayıpları gösterebilmek için bir fırsat olarak görmektedir. René Saavedra ise Pinochet'yi suçlamadan, şiddet içerikli görüntülere başvurmadan mutluluğa dikkat çekmek ister. İletmek istediği mesaj şudur: Şili, mutluluk çok yakında. 
Film, eski model kameralarla çekilmiş. Yönetmen Pablo Larraín gerekçesini açıklıyor: 
Filmi, arşiv görüntülerinde kullanılan formatın aynısını kullanarak çekmeye karar verdik. Sonuç olarak, seksenlerde çekilmiş görüntülerin aynısını elde etmeyi başardık. Böylece izleyiciler bu nadir görüntüleri, neyin arşiv görüntüsü, neyin filmde çekilmiş görüntüler olduğunu anlamadan izleyecekti. Bu şekilde, arşiv görüntülerini kullandığımızı belli etmeden, 1983 yapımı Ikegami tüp kameralarla yakaladığımız zaman, mekan ve materyalin sorunsuz geçişini sağladık.
Bu filmi, çerçeve oranı neredeyse kare ya da 4:3 olarak ve işitsel-görsel teknolojide benzersiz bir çözünürlükle ve de analog kamerayla çekmek, HD'nin estetik hegemonyasına karşı da bir ifade şekliydi. 
(yönetmen ile söyleşi için buraya)

Gün boyu bu melodi dilimde ve zihnimde, beni bırakmıyor.

 
Film bitiyor. Okumaya geri dönüyorum. 
Alejandro Zambra kesinlikle benim yazarım. Zira her yeni kitabını okuduğumda, Türkiye'nin de geçmişini okuduğumu hissediyorum. Onun kendi belleğiyle hatırladıkları ve yazdıkları, benim de belleğimi uyandırıyor, geçmişe bakıyorum, benzer anılara, depremlere, darbelere, bugünkü bilincimle... Önüme çıkardığı minik ancak canlı anlar, ayrıntılar, yazma yolundaki tökezleme taşlarım. Bir im koyuyorum yanlarına ve uykuya dalıyorum.  



Bu kitabında Zambra’nın, bir neslin Geri Dönüşüm Kutusuna atıp unuttuğu öyküleri “geri yükle” yöntemiyle oradan çıkarıp tekrar Belgelerim klasörüne alarak hafızaları canlandırdığı söylenebilir. - See more at: http://www.edebiyathaber.net/geri-donusum-kutusundan-cikan-oykuler-belgelerim-onur-cali/#sthash.2vHN45qw.dpuf

Bu kitabında Zambra’nın, bir neslin Geri Dönüşüm Kutusuna atıp unuttuğu öyküleri “geri yükle” yöntemiyle oradan çıkarıp tekrar Belgelerim klasörüne alarak hafızaları canlandırdığı söylenebilir. - See more at: http://www.edebiyathaber.net/geri-donusum-kutusundan-cikan-oykuler-belgelerim-onur-cali/#sthash.2vHN45qw.dpuf

Bu kitabında Zambra’nın, bir neslin Geri Dönüşüm Kutusuna atıp unuttuğu öyküleri “geri yükle” yöntemiyle oradan çıkarıp tekrar Belgelerim klasörüne alarak hafızaları canlandırdığı söylenebilir. - See more at: http://www.edebiyathaber.net/geri-donusum-kutusundan-cikan-oykuler-belgelerim-onur-cali/#sthash.2vHN45qw.dpuf

1 Eylül 2016 Perşembe

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (27)

                           TOPRAKTAN ÇIKAN KİTAP 


Kitaplarla olan ilişkim topraktan çıkan bir kitapla başladı. 12 Eylül sıkıyönetiminde annemlerin bahçeye gömdüğü kitaplardan biri Taranta Babu’ya Mektuplar imiş. Birkaç yıl yer altında kalan kitabı ilkokul sırasında elime aldığımda büyülü bir masal nesnesine dokunduğumu sanmıştım okuyup anlamasam da. Toprak, rutubet ve mürekkep kokusu… O kitap şimdi yok. Ortaokul yıllarında sanırım, kim olduğunu hatırlamadığım bir arkadaşıma ödünç vermiştim ve sonra birçok taşınma, şehir değiştirme süreçlerinde izini kaybettim. Buradan sesleniyorum o arkadaşa, belki duyar; toprak kokan, kapağının kenarı yırtık, yorgun yüzlü bir Taranta Babu’ya Mektuplar varsa elinde belki bana geri vermek ister.

Evimizde iyi kötü bir kütüphane vardı çocukluğumda. Birkaç set ansiklopedi büfeyi süslerdi. 90’lı yıllarda çocuk olanların pek aşina olacağı gibi Meydan Larousse okumuşluğum vardır benim de. En çok da kırmızı ciltli hayvanlar ansiklopedisini ve dünya atlasını hatmetmiştim. Okuma yazmayı söktükten sonra beni kitaplara bağımlı hale getiren ilkokul öğretmenim Bedriye Aksakal oldu. 






Sınıfımızda camlı bir dolaptan ibaret kütüphanemiz vardı ve oradan en çok kitap alıp okuyanlara başarı sertifikası verirdi. Herkesten çok sertifika biriktirme inadım yüzünden çok kitap okudum sanırım. Yukarıdaki fotoğrafta görülen “Başarı Belgesi”nde şöyle yazıyor: “1988-1989 eğitim öğretim yılında 2-G sınıfından Özgür Mutlu çok kitap okuyarak başarı belgesi almaya hak kazanmıştır.” Altında öğretmenimin ve kitaplık kolu görevlisi öğrencilerin imzaları bulunuyor. Öğretmenim 1988’de Abdi İpekçi Dostluk ve Barış Ödülü’nün araştırma dalında sahibi olmuş, kent tarihi ve kültürü ile ilgili birçok kitap yazmıştı. Hâlâ da yazmayı sürdürüyor. Böyle bir ilkokul öğretmeni herkese denk gelmez. O dönemde sınıf kütüphanesinden okuduğum kitaplar yanında, evde de özellikle Cem Yayınlarının çoğunlukta olduğu çocuk kitaplarından oluşan bir kütüphane kuruyordum. Erol Toy, Ülkü Ayvaz, İhmal Amca, Bekir Yıldız, Aziz Nesin, Muzaffer İzgü, bir de Jules Verne’nin tüm kitapları. Okul gazetesi çıkarılıyordu; o gazetenin yazar ve muhabirlerindendim. İlk yazım orada yayımlandı sanırım. Beyaz yaka, siyah önlük valiyle falan röportaj yapıyorduk. Ondan da önce en yakın arkadaşım Orçun’la tamamen el yapımı ve tek nüsha olarak, renkli karikatür ve mizah dergisi hazırlamıştık. Üç dört sayı kadar çıkarttık, ilk başlarda sınıf panosuna asıyorduk, panodan indikten sonra bir gün onda kalıyordu dergi, bir gün bende. Oradan devam etseydik karikatürist olabilirdik belki de.

Aklımda kalan bir yazarla ilk karşılaşmam sınıfça götürüldüğümüz Feyza Hepçilingirler’in imza günüydü. Uçtu Uçtu Pelin Uçtu ilk imzalı kitabımdı ve bende her zaman yer etmiştir bu anı. Aklıma geldikçe açıp o imzayı izlerim, oradaki dileğin peşinden koşarım: “güzel” bir insan olmanın. Belki bundan dolayıdır, üniversitenin ilk yılında yazar olmak istiyorum ama çok karamsarım, bu konuda ne yapsam diye danışmak için Feyza Hepçilingirler’i seçmem. Ona gönderdiğim e-postalara cevaplar almak, hem de yüreklendirici ve samimi cevaplar, karamsarlığımdan ve çekincelerimden kurtulmamı ve yazıya devam etmemi sağlamıştır. Belki de yazıyla ilgilenen birçok kişi böyle cevaplar alamadıkları için bırakmıştır yazmayı. Kendimi yine şanslı sayıyorum.




İlerleyen yıllarda annemin Nobel ödüllü yazarlar dizisi aldığını hatırlıyorum; karton bir kutunun içinde gelmişti yirmi beş kadar kitap, rafa dizmiştik. Uzun süre kitapların yan yana duruşlarına baktım; ne güzeldiler, gıcır gıcır, aynı boyda, aşılmaz bir duvar gibi. Ortaokul ve lise döneminde o kitapları okudum: Dostoveyski’den Şolohov’a, Kavabata’dan Thomas Mann’a, Elias Canetti’ye ve Hemingway’e. En çok Rus klasiklerini sevdiğimi hatırlıyorum.  

İlkokul bitmesine yarım sene kala bankacı olan babamın tayini çıkmış ve şehir değiştirmek zorunda kalmıştık. Doğup büyüdüğüm Ege’den, İç Anadolu’ya kasvetli bir yolculuktu. Sınıfımdan, mahalle arkadaşlarımdan ayrılmak çok zor gelmişti. O zaman tabii mektup vardı. İlkokul öğretmenimle ve eski sınıfımdan yakın arkadaşlarımla mektuplaşmaya başladık. Yazmaya mektupla başladım diyebilirim. O yıllarda haftada birkaç mektup yazdığım ve aldığım oluyordu. Öğretmenimle yazışmalarımızda kesinlikle edebi niteliği olan satırlar çıkıyordu ortaya. Yazacağım cümleyi düşündüğümü, daha güzel ifade edebilmek için uğraştığımı hatırlıyorum. Bazen aldığım mektupları gözyaşları içinde okuduğum da olurdu. Birkaç senede bir şehir değiştirme durumu benim mektup arkadaşlarımın da artmasına yaradı tabii. Mektup yazmanın hazzını hiç unutmadım. Uzun zaman sonra mektup yazmaz olmuşken, üniversitenin ilk yıllarımda Robinson Crusoe, Küçük Prens ve Charlie Chaplin’e mektup yazıp göndermemiştim.

Mektuplaşmalarda kurmaca dünyanın kapılarını araladığımı sanıyorum. Sonra bir defterim oldu yanımda taşıdığım, okulda, evde, sokakta içine bir şeyler karalardım. Şarkı sözleri yazar, gazete kesikleri, fotoğraflar yapıştırır, kenarlarına notlar alırdım. Herkeste olan tekbiçim anı ya da hatıra defterlerinden değildi benim defterim. Kimseye göstermezdim, bazen bazı sayfalarını okuturdum arkadaşlarıma. Hayata dair keşiflerimi, hislerimi, âşık olduğum kızları yazardım. Fakat o yazılar ne zaman öyküye dönüştü tam olarak hatırlamıyorum. Fakat bu dönemde birçok dünya klasiğini ve Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Halid Ziya gibi ustaları ve Nazım Hikmet, Cemal Süreya, Edip Cansever gibi şairleri okuyordum. Bu okuma süreci içerisinde yazdıklarımın iç döküşten kurguya evrildiğini sanıyorum. Lisenin son sınıfında şair arkadaşlarım Özgür Zeybek ve Olcay Özmen ile bir fanzin çıkarmaya başlamamız da yazma sürecinde önemli bir dönemeç oldu benim için. Henüz yarım yamalak yazarken bir de dergiciliğe soyunduk; 1999 yılıydı. Vesaire isimli fanzinimiz için çevremizden, tanıdıklardan yazı toplamaya, internet kafe bilgisayarlarında geceler boyu sayfa tasarımı yapmaya başladık. Fanzini bastırmak için ucuz fotokopici arayışlarımız, basılan fanzinleri dağıtmaya çalışmak, yazı toplamak derken kendimizi zor ama keyifli bir uğraş içinde bulmuştuk. Bu sıralarda sürekli bir araya gelir birbirimize yazdıklarımızı okur, yorumlar yapardık. Kendimizi yazar ve şair gibi hissediyorduk. O süreç, ders çalışıp üniversitede daha iyi bölümler kazanmamızı önledi ama bize hayat boyu kaybetmeyeceğimiz bir özgüven ve edebiyat sevgisi verdi galiba. Vesaire aynı zamanda ülkede, özellikle taşrada çıkan ilk edebiyat fanzini örneklerinden biri oldu. 






Üniversitenin ilk yıllarında adamakıllı öykü yazmaya başlamıştım. 2002 yılında ODTÜ’de Kitap Topluluğu bir öykü yarışması düzenlemişti. Yarışmayı duyunca katılmaya karar verdim ve yazdığım bir öykü üzerinde günlerce yurtların bilgisayar lab’larında ter döktüm heyecan içinde. Yarışmada “Yastık” isimli öykümle Öğrenci Özel Ödülü kazandım ve böylece bir öyküm ilk kez bir dergide yayınlandı. O zamanlar çıkan “E Kültür ve Edebiyat Dergisi”nde. Çok önemli motivasyon olmuştu elbette. Bunun yanında yarışma bir gelişmeye daha vesile oldu. O sıralarda bir edebiyat dergisi çıkarmak için toplanmış bir grup insanla tanışmamı sağladı. Benim de dergide yer almamı istediler ve ben de seve seve kabul ettim. Böylece iki seneden fazla sürecek olan “düşe-yazma” dergisinin yayın kurulu içerisinde yer aldım. O dergiden edindiğim dostluklar bugün hâlâ sürüyor. Hayatımın o döneminde böyle bir derginin mutfağında olmak birçok açıdan geliştirdi beni. Müthiş verimli bir okul oldu "düşe-yazma" dergisi benim için. Dergi yazma disiplini sağladı bana, edebiyat düşünmeye, tartışmaya zorladı beni. Edebiyat dünyasında adı anılır bir yayın olmaya aday olduğu sıralarda ise sessiz sedasız kendine son verdi. Türk edebiyatına damgasını vuran bir dergi olmadı belki ama benim geçmişimde önemli yer etti, belki başkalarının da. 2005’e kadar öykülerim düşe-yazma’da ve birkaç dergi ve fanzinde daha yayımlandı.

2007’de ise dergideki arkadaşlarımın da iteklemesiyle Yaşar Nabi Nayır ödüllerine katıldım ve dosyam dikkate değer bulundu. Böylece Varlık dergisi gibi önemli bir dergide ilk kez öyküm yayımlanmış oldu. Bu sonucu iyiye işaret olarak yordum ve yazmayı sürdürdüm fakat 2011 yılına dek Gediz dergisinde iki öykü dışında öykü yayınlamadım. Bu sürede de yeni bir dosya hazırladım ve Yaşar Nabi Nayır ödülünü bu dosya ile 2011 yılında kazandım. “Van Gölü Ekspresi” isimli ilk öykü kitabım böylece Varlık tarafından basıldı. Yarışma sayesinde ilk kitabım yayınevlerinin kapısını aşındırmaya gerek kalmadan, o yıpratıcı süreçten geçmeden rahatlıkla çıkıverdi. Kitap çıktıktan sonra hayatımda çok büyük değişiklik olmadı. Öykü yazmayı sürdürdüm ve dergilerde daha fazla ürün yayınlamaya başladım. İlk kitaptan bu yana Varlık, Dünyanın Öyküsü, Sözcükler, Deliler Teknesi, Kurşun Kalem, Lacivert Öykü, Askıda Öykü, Öykülem gibi dergilerde öykülerim görünür oldu. Son olarak da “Karton Ev” isimli öykü kitabım Nota Bene yayınlarından bu yıl içerisinde çıktı.

Görüyorum ki yazmaya başlamam bir dizi tesadüfle, yolların ve hayatların kesişmesiyle başlamış, benim inadım ve peşini bırakmamam sayesinde de devam etmiş. Zaten her zaman böyle değil midir? Aslında hayatımızın her anında tesadüfler var, kesişen yollar, karşılaşılan insanlar; ancak bu tesadüfler ve kesişimler peşlerinden gidilirse ileride tesadüf ve kesişim olarak adlandırılabiliyor, yoksa silinip gidiyor ve hatırlanmıyorlar doğal olarak. Ve elbette içinde bulunduğumuz durumun birbirini tetikleyen süreçler ve olaylarla oluştuğunu biliriz de bu zincirin her bir halkasını hatırlayamayız.    

Şimdi neden yazıyorum ya da bugüne kadar neden yazdım diye düşünüyorum da sürekli değişen tekinsiz cevaplar etrafımda dolanıp duruyor. Bazen çok bireysel, bazen toplumsal ya da felsefi dayanak noktaları buluyorum kendime; bunlar da yer değiştirebiliyor, sallanabiliyor, bazı dönemlerde öne çıkıp bazen silikleşebiliyor. Yazmanın kendi nedenini de kendi içinde arayan bir eylem olduğunu sanıyorum. Nasıl olduğunun hikâyesi yukarıda, neden’in hikâyesi içindeyim ben de.

M. Özgür Mutlu