30 Nisan 2019 Salı

İÇİNDE KELİMELERİN, ÖYKÜLERİN...



Yine kâğıt ve kalemle buluştum. Fırsat bulduğum her an yazıyorum. Defterimin sayfaları doluyor, yerli yersiz kelimelerle. Bir maraton ya da yarış gibi değil, bir sonuca varmak için hiç değil. Antrenman gibi, elini açmak gibi. Bu kadar rastgelelikten bir bütüne varamam düşüncesi hâkim değil, artık. Bu sayfalara öykü tohumları gömdüğümü, onları okuduklarımla, izlediklerimle, yaşadıklarımla beslediğimi biliyorum. Her tohum değil elbette, ama bir an geliyor, tohumlardan biri çatlıyor ve filiz veriyor. Acemi bahçıvan değilim, artık. Deneyimliyim. Bu filiz tutacak mı, anlıyorum. Hangisi yabani ot, hangisi fideye gidiyor, seziyorum. Acele etmiyorum. Bekliyorum. Zamanım var. Bir an geliyor avuçlarıma akıyor öykü. Can buluyor. Bu sayfaları seviyorum. Yazmak üzerine düşüncelerim serpilirken yazı fikirleri de olgunlaşıyor. Yılbaşından bu yana tuttuğum günlüklerde iki öykü nüvesi var. Yazdıkça devam ediyorum serpmeye. Çatlak testi masalındaki gibi. Kendimi yetersiz ve verimsiz hissediyorum ama yürüdüğüm yola dönüp baktığımda açmış kır çiçekleri görüyorum. 
Yazmaya devam ediyorum. Her bir kelimede kendimi daha da içkin hissediyorum, daha da içinde kelimelerin, öykülerin... 

Görsel www.ekolojist.net'ten alınmıştır. 


29 Nisan 2019 Pazartesi

Ayça Erkol ile söyleşi*

O insanlar benim tüm ilham kaynağım çünkü gerçekler

“Sonra Sincaplar Geldi” adlı öykü kitabınız geçtiğimiz aylarda yayımlandı. İlk geri dönüşler, okur tepkileri nasıl?

“Sonra Sincaplar Geldi” ne yazık ki yayıncılığın da her şey gibi ekonomik olarak zor bir dönemeçten geçtiği döneme denk geldi. Yazmak, yayımlamak, kitap tanıtımını yapmak ne yazık ki hiç olmadığı kadar “pahalı”. Buna rağmen ilk tepkiler oldukça olumlu, ilk kitapla kıyaslayanların arasında öykücülüğümü daha ileri seviyeye taşıdığımı düşünenler oldukça fazla. Bu benim için mutluluk verici elbette.

İlk öykü kitabınız “Hiç Aklımda Yokken” ile 2017 yılı Ankara Üniversitesi Öykü Ödülü’nü kazandınız. Bu ödülün ardından yeni bir dosya hazırlamak sizin için nasıl bir deneyimdi?

Yeni kitaptaki öykülerin bir kısmı Ankara Üniversitesi'nin ödülünden önce yazdığım öykülerdi, aynı şekilde ödül sonrası kaleme aldıklarım da var. Yazarken açıkçası “artık ödüllü bir yazarım, ona göre yazmalıyım” diye bir kaygı taşımıyorum. Ödül olsun ya da olmasın yazan herkesin zaten “kendi standartlarına göre, yazının en iyi haline ulaşmak” gibi bir amacı var, ya da olmalı. Böyle baktığınızda “ikinci” dosyayı yazıyor olmak biraz daha stresli pek tabii. Sanat, spor ya da iş dünyası olsun, hiç kimse bir öncekinden kötü bir performansla yakalanmak istemez. Yaşamın, tabiatın amacı bile daha iyisini yapmak.

“Hiç Aklımda Yokken”de anlatmaktan korkmayan, öyküyü kısa anlara, kesitlere sıkıştırmayan anlatım biçiminiz göze çarpıyordu. “Sonra Sincaplar Geldi” kitabında bu anlatım tarzının korunduğu, hatta öykülerin daha da uzadığını görüyoruz. Bu bilinçli bir seçim mi?

Evet, bilinçli bir seçim. İlk dosyam, o güne kadar adı sanı duyulmamış biri olarak yayıncılara belli bir krediyle ulaşsın diye, daha önce edebiyat dergilerinde yayınlanmış metinlerden oluşuyordu. Bu nedenle de çoğu metin, o dergilerin formatına uygun yaratılmıştı. İkinci kitapta artık bunun dışına çıkma lüksüm olduğunu düşündüm. Örneğin ilk öykü ve bence kitabın bel kemiği olan “Ali Dede Ölüyor” oldukça uzun bir metin ve daha önce hiçbir yerde yayınlanmadı.

“Amerika’nın Drama Kraliçesi” adlı öykü, Agnes Booth ile ilgili bir gazete haberi alıntısıyla başlıyor. Hikâyenin hikâyesini sorsam…

Agnes Booth, evet... Bu öykü, aynı zamanda kitaptaki en kişisel öykü diyebilirim zira aktrise ait o bebek evi gerçekten var ve şu anda benim evimde, salonun baş köşesinde duruyor! Uzun yıllardır bebek evlerine ait minyatür mobilyalar ve eşyalar topluyorum, Avrupa'da ziyaret ettiğim şehirlerde bu tip dükkânlara ve müzelere mutlaka gidiyorum, internette bu objelerin satışını takip ediyorum. Eve de yaklaşık 10-12 sene önce internet vasıtası ile ulaştım. Amerikalı bir satıcıdan antika bir bebek evi aldığımda, sadece Agnes Booth'un o döneme ait bir tiyatrocu olduğunu biliyordum. Satıcının da konuyla ilgili daha fazla bilgisi yoktu açıkçası. Ev, Türkiye'ye ve bana ulaştıktan sonra konuyla ilgili araştırma yapmaya başladım ve çok ilginç bilgilere ulaştım. Eğer satıcı evin, Booth ailesi ve Abraham Lincoln ile bağlantısını bilse belki de çok daha yüksek bir fiyat ödemem gerekecekti.

Öykülerde insanın doğasındaki garip tezatlıklar, gündelik olana dair tespitler, ayrıntı zenginliği dikkat çekiyor. Sokaktaki insan, dışarıdaki yaşam öykülerinize ne oranda sızıyor?

Sokaktaki insan öykülerime sızmakla kalmıyor, öykülerim onların ruhlarını bir ağ gibi sarsın diye ortaya çıkıyorlar. O insanlar benim tüm ilham kaynağım, çünkü gerçekler. Her türlü gariplikleriyle, tezatlarıyla, hırsları, düşleri, başarısızlıkları ve komik halleriyle oradalar. Onlar eşimiz, dostumuz, sensin ve benim. Elbette Ali'nin külah Veli'ye, Veli'nin şapka Ahmet'e takılıyordur, bazı yerlere cila sürülüyordur, ekstradan bir kat boya geçiyorumdur ama yazarın işi de bu, öyle değil mi? Ezoterik bilgilerle ilgili yaptığım okumalardan birinde beni çok etkileyen bir tespitle karşılaşmıştım, farklı boyutlara ve oradaki yaratıklara inananlar (ejderhalar, elfler, periler... vs) şunu söylerler: onlar aslında gerçekten var çünkü insan beyni hiç olmayan bir şeyi hayal edemez! Aynısını edebiyattaki karakterler için de söyleyebilirsin, biz yazarlar onları yaratabiliyoruz çünkü zaten varlar.

Biraz da yazım sürecine dair konuşmak isterim. Belli yazma alışkanlıklarınız, olmazsa olmazlarınız var mıdır? 

Yazma sürecinde çok keskin süreçlerim, ritüellerim yok ama yardımcılarım var. Sessiz, sakin bir ortam, doğanın içinde zaman geçirmek ve sabah saatleri beni daha verimli yapıyor. Bir de kedilerim elbette.

* Bu söyleşi 12 Nisan 2019 tarihinde Edebiyathaber'de yayımlanmıştır. 

22 Nisan 2019 Pazartesi

Zannedersin



Unutamam, alışamam, yapamam zannedersin. Bacaklarına dolanan, yüreğine sıkışan korku durdurur seni. Donakalırsın. 
Adım atmak iyi gelir böyle anlarda. Bir adım, bir adım daha, yavaş yavaş uzaklaşırsın. Her zaman dilediğin hızda gidemezsin. Masaldaki gibi olur bazen. Bir arpa boyudur aldığın yol. Ama o arpa tanesinin içine neler sığmaz ki... Deneyimin ta kendisi yatar orada, en önemli, en kıymetli. 
Seni durdurmak isteyen, burun kıvıran, yapamayacağını zanneden herkese nanik yapma zamanı. Ayağa kalk ve en sevdiğin işe koyul. Yaz, çiz, boz, oyna. Yalnızca bir dokunun peşine düş. Onu öyle bir anlat ki, kelimelerle, okuyan parmak uçlarında hissetsin. Karşındaki manzarayı öyle bir anlat ki okur omzunun ardından seninle birlikte baksın oraya. Koku olsun kelimeler, coşku olsun, sayfalardan çıksın, öbek öbek taşsın. Ah, desin, okuyan. İşte, yazma coşkusu, bu. Ellerinden bırakıp kalemi, kâğıda davransınlar. 

13 Nisan 2019 Cumartesi

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 3

Bilmek isteyen yola çıkar. 
Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.
İpuçlarının çevirisi bana ait.

Şefkatli ebeveyn ipuçları:
Sizi boğmadan sevmek, yargılamadan takdir etmek, istila etmeden size katılmak, talep etmeden davet etmek, suçluluk duymadan bırakmak, sizi suçlamadan eleştirmek ve hakaret etmeden size yardım etmek istiyorum. Eğer aynı şeyleri sizden de alabilirsem, o zaman gerçekten tanışıp birbirimize değer katabiliriz. Virginia Satir

Evinizde çatışma yaratmak yerine işbirliği sağlayan eylemler seçmek, çocuklarınızı kendi başlarından geçen şeyler konusunda düşünmek ve kendi seçimlerini yapmak konularında cesaretlendirir.
Gelecek sefer çocuğunuzun bir sorununu çözmeye niyetlendiğinizde ona çözümle ilgili fikrini sorun.

Ben ne düşünüyorum?
Sokakta oynama imkânı bulamayan, anne babası hafta sonları da çalışan, evde onları karşılayacak kimsesi olmayan çocuklar soluğu atölyelerde, etüt merkezlerinde alıyor. Deniz de onlardan biri. Cumartesi günlerini anneannesinin evinde televizyon izleyerek geçirmesin diye günün bir bölümünü ilgisini çeken atölyelerle dolduruyoruz. Serbest oyun yerini yapılandırılmış faaliyetlere bıraksa da, benzer konumda evde kalan çocukların tablet, telefon, televizyon bağımlılığını görünce seçimimi bizim koşullarımız için doğru olandan yana kullandığımı düşünüyorum. Ve fakat...

Denizle nasıl paylaşıyorum?
Gideceği kurslar, atölyeler ile ilgili onun da fikrini alıyorum. Bunun tek istisnası iki yıldır devam ettiği İngilizce kursu. Üç beş kelime bilerek başladığı İngilizcede epey yol aldı. Basit cümleleri anlıyor, soruları cevaplıyor. Onun öncelikleri arasında olmasa da kaydettiği gelişmenin farkında ve başarmaktan hoşnut. Ve fakat...

Deniz'in geri bildirimi ne?
Ve fakat'ları açma maddesine geldik işte. Deniz bu aralar katıldığı atölyeler üzerine düşünüyor. Bedeninin, ihtiyaçlarının ve duygularının ona söylediklerine kulak veriyor. Dinlenmek, daha çok oyun oynamak, daha fazla serbest zaman geçirmek. Bir saat kadar önce bana telefon açtı ve yorgun olduğunu, baleye gitmek istemediğini, anneannesinde kalıp dinlenmek istediğini söyledi. Sebebini sorunca bahane bulmadı. Doğrudan duygularını ve ihtiyaçlarını dile getirdi. Gelecek yıl İngilizce kursuna gitmek istemediğini evde İngilizce çizgi film izleyebileceğimizi, tıpkı bir arkadaşının yaptığı gibi eve konuşmak için İngilizce öğretmeni çağırabileceğimizi de kendiliğinde ilave etti. O an Denizle gurur duydum.

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum?
Önümüzdeki yıl nasıl bir strateji geliştireceğimizi birlikte bulacağız. Çünkü ben de haftanın üç akşamı kursa gitmekten, kalabalık bir veli grubuyla onu birer saat beklemekten yoruldum.

Kendimi nasıl değerlendiriyorum?
Şiddetsiz İletişim ihtiyaçların değil, stratejilerin çarpıştığını, çatıştığını söyler. Helen Doron'a gitmek dil edinme stratejilerinden yalnızca biri, tek yol değil. Deniz'in yeni, üzerinde konuşabileceğimiz yeni bir stratejiyle gelmesi bana kendimi iyi hissettirdi. Demek ki ona kendini bilmeyi, fark etmeyi öğretebiliyorum.

Eski günlüklere aşağıdaki bağlantılardan ulaşabilirsiniz.
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 1 
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 2 




11 Nisan 2019 Perşembe

UNUTUYOR



Unutuyor, dizüstü bilgisayarını şarj etmeyi unutuyor. Kelimeler dolu dizgin akarken çat diye kararıyor ekran. Elektrik prizi de yok bu bekleme alanında. İçinde bir telaş. "Ya kelimelerim kaybolduysa?" Korkusu geçiyor sonra. Onlar yalnızca kelimeler değil artık. İki kadın, karşılıklı bakışan, birbirini süzen, pek de benzemeyen. 
Hayata aynı pencereden bakmadıkları her hâllerinden belli. Uzun uzun birbirlerini süzmeleri hep bundan. Az sonra tüm önyargılarını bir kenara bırakıp dertleşecekler. Bir kahve içimi süresince birbirlerini duyacaklar. Bir rastlantı oysa karşılaşmaları. Aynı anda, aynı kafeye soğuktan korunmak ve hayatlarından çıkan erkekler hakkında düşünmek ( o ara ikisinin de zihnini daha çok kurcalayan bir şey yok) için sığınan iki kadın. Tepeden tırnağa farklı iki kadın. Yalnızca acıları benziyor, yalnızlıkları... Bir yabancıya açılmanın rahatlığı vuracak dillerine. 
İşte o zaman iskemleyi yeniden yanlarına çekecek ve "Anlat bana" diyecek. Telaşa gerek yok. Kalbi kırık ve duyulmak isteyen her kadın onu can kulağıyla dinlemek isteyen birine açar kendini. 


9 Nisan 2019 Salı

SIRDAŞ RADYO

Sırdaş Radyo bir Oliver Stone yapımı (1988).


Oliver Stone gerçekten öldürülen bir radyocunun hikâyesinden etkilenmiş ama bire bir onun hikayesini anlatmıyor. Film etkileyici, heyecanlı ve gerilimli. Müzik, görüntüler,  tüm sinema araçları bu gerilimi destekleyecek şekilde kullanılıyor.
Filmin ana kahramanı Barry Champlain dilbaz,  laf ebesi, alaycı, acımasız,  zeki, komik, kışkırtıcı bir radyo programcısı olarak karşımıza çıkıyor.  Canlı yayına bağlanan dinleyicilerin bam teline basmaktan zevk alan, anlatılanlara karşı ilgisini yitirdiğinde onları yayından atmakta hiçbir beis görmeyen bir antikahraman. Canlı yayına katılanlar arasında zayıf, zorlukla yaşamı sürüdüren insanlar da var. Onlara yaklaşımını izlemek rahatsız edici. Kaygan zeminde yürüyen, hayatını idame ettirmektedir zorlananları sarsıyor, acı gerçekleri yüzlerine çarpıyor ancak onlara değişimle, yerine koyabilecekleriyle, iyileşmeye ilgili herhangi bir somut öneride bulunmuyor. Her an bir şeyleri tetiklemesi,  birilerini tökezletmesi mümkün. Sevmiyorum onu. Zencileri,  Yahudileri,  eşcinselleri,  bağımlıları bir eğlence öğesine dönüştürüyor. Mizah değil bu. Olsa olsa linç etmek,  iğdiş etmek.
Hikâye ilerlerken Barry'nin göründüğünden öte olduğunu fark ediyorum. Evet,  Barry'nin çok nahoş huyları var ama insanlar o denli yozlaşmış, kokuşmuş ya da o denli eylemsiz, hiç de acınası olmayan hayatlarına acımakla meşguller ki, mesajlarını iletmek için onları sarsmak, acımasız olmak dışında bir yol kalmıyor. Şiddet ögesi yüksek masallardan farkı yok.  Tıpkı o masallar gibi "gözünü aç, tehlike büyük" diyor. Ya da sarsıp harekete geçmeye çağrıyor. Ama asla gerçekleri yumuşatmak için bir şekerlemenin içine saklamıyor, olduğu gibi sunuyor. Bu benzerliği kurduğum zaman Barry'yi olduğu gibi kabullenmeye, hatta sevmeye başlıyorum. Kabuklarını görüyorum, incinmemek için ördüğü kalın duvarları,  üzerine giydiği dikenli telleri. 
Barry Amerikalı bir Yahudi. Filmde ailesinde birinci kuşaktan holokost kurbanı olup olmadığı bilgisine yer verilmiyor. Bir önemi de yok çünkü karabasanlar toplama kamplarının içinde, duvarlarında kalmadı. Yayılıyor. İnsanlığın nefreti, hayatı cehenneme çevirme becerisi devam ediyor. Ve böyle bir çağda yaşamanın nasıl bir yük olduğu, tüm hücrelerimize sinen yorgunluk, iyiyim demenin bile bir utanca dönüşmesi, şimdi sırası mı düşüncesinin baskınlığı, küçük, sıradan, güzel şeylerin heyecanını dile getirme mahcubiyeti, ölümlerin, yıkımların ağırlığı, görmenin, bilmenin yarattığı trajedi pek çoğumuzca malum. Tam da bu sebeple filmde beni en çok etkileyen sahnelerden biri, Barry'nin canlı yayında öfkeyle patladığı sahne oluyor. Kısa zaman önce yaşadığım bir öfke patlamasını hatırlıyorum. Şimdi sırası mı diye sustuklarım, bastırdıklarım, içime akıttıklarım... Her öfke patlaması öyle değil midir zaten. Siz bastırdıkça, derinlere ittirdikçe bir an gelir, bastıramaz, tutamaz olursunuz. Avuçlarınızın arasından kurtulur gider. Nereye gideceğini, nasıl bir yön izleyeceğini, kimde nasıl bir iz bırakacağını bilemezsiniz. Barry'nin öfkesi de böyledir. Bir anda patlar. Kendini daha fazla tutamaz. Etkiyi asıl güçlendiren ise, havada bu ânın ağırlığı asılıyken gelen dinleyici telefonudur. Şovun bir parçasıymış gibi yaklaşır dinleyici az önce yaşananlara ya da farkına dahi varmaz. Seni seviyorum Barry, der. Anlamsız, içi boş sevgi kelimeleri sıralar. Az önce yaşanan dehşetten, kişinin yüzüne tokat gibi çarpan sistem eleştirisinden bir kırıntı dahi almamıştır. 
Sırdaş Radyo klostrofobi etkisi yaratan bir film. Çoğunlukla radyo stüdyosunun içinde geçiyor. Kamera çok nadiren Barry'nin radyocu olmadan önceki hayatı gösteren flash back anlarında, stüdyo dışına çıkıyor. Bu flash backler kahramanın özelliklerini inşa edebilmek için kullanılıyor, az sayıda ve kesinlikle işlevsel. Basketbol maçı sahnesi örneğin. Tam bir arena sahnesini andıran bu sekansta Barry'nin infazını isteyen, ağzı köpük saçan insanlar görüyoruz. Toplumsal linci andıran bu sahneye giren insanların her birinden tek tek korkmamıza gerek yok ama bir araya geldiklerinde yapabilecekleri kötülüğün sınırı yok. Barry zeki bir adam. Canlı yayına bağlanan dinleyicileri duyuyor, doneleri iyi topluyor, tasnifliyor ve yeri geldiğinde arena kenarında birikenlere kendinden bekleneni veriyor. Aşağılıyor, iğneliyor, hattan atıyor. Ağzı köpükler saçanları mutlu etmesini iyi biliyor. Ne denli sarkastik bir kahraman diyerek kızdığım anda, başka yüzlerini gösteriyor. Dinleyiciye güç veriyor. Bir tecavüzcüyü hatta oyalayarak yerini tespit ettirmeye çalışıyor. İyi tanıdığımızı düşündüğümüz bir arkadaşımızın farklı bir huyuna şahit olmak gibi. Şaşırırız belki ama sonra biraz düşününce yapma potansiyeli taşıdığını görürüz. Çok da özüne aykırı davranmamıştır arkadaşımız. Yalnızca onu bu koşullar altında görmemişizdir daha önce. 
Barry her yaratıcının kurgulamak isteyeceği kadar gerçek ve başına buyruk, kanımca. Hepimiz gibi bir ruhu var, acı çeken bir ruhu ve bu ruhu saran bir bedeni. O yüzden pisi pisine ölmüş gibi okumak istemiyorum filmin sonunu. Onu saran bedenden ve mekândan kurtulduğunda özgürleştiğini, rahatladığını düşünüyorum. "Tanrıya şükür" diyor Barry kanlar içinde yerde yatarken, "Tanrıya şükür". Ağrı, acı, üzüntü değil hissettiği. Zamandan, mekândan, bedenden bağımsız özgürce kanat açıyor ruhu sonsuzluğa.  

4 Nisan 2019 Perşembe

Oyunsu Arayış


Yazmak zor görev 
Mi acaba? Pek değil. Benim için zor olan o bok gibi taslakların yazılmasına izin vermek. Onları öykünün bitmiş hâlinden ayrı tutabilmek. Saçmalama hakkından bahsetmiyorum sadece. Bu sayıklamaların, iç dökmelerin, ortalığa sere serpe dökülen kelimelerin içinden kahramanı, atmosferi, çatışmayı çekip almak. Zor olan bu. 
Sonrası üzerine koymak, yeniden inşa etmek, okumak, elemek, eklemek.... İşte bu aşama keyifli, çok keyifli. Zihni açan bir bulmaca gibi. Yeni bir şehri keşfetmek, sokaklarında kaybolmak gibi. Benim için yazmanın en can alıcı, vazgeçilmez, oyunsu yanı da bu zaten.
İçinden oyunu çıkardığımda her şey ağır bir yüke, tamamlanmadığı, ertelendiği düşünceleriyle içe yönelen, ete batan oklara dönüyor. Tüm bu düşüncelerin, tamamlamadın, erteledin, bitirmedin diyen yanımın yere attığı eldivenlerin üzerinden atlamak, alıp giymemek ve oyunsu arayışı sürdürmek. İşte kendime yeni nasihatim. 

2 Nisan 2019 Salı

BAHAR HAVASI



Hangi kitap?
Hangi kitabı seçmeliyim? Kendi içeriğimi yaratmak için nelerden beslenmeliyim? Giderek yığılan kitap kuleleri arasında alanım daralıyor. Hani oyun? Hani eğlence? 
Kitap yazmaktan okumaya, okumaktan yazmaya zaman bulamayanlardan değilim. Hayatın içindeki akışkanlığın her ikisine ve çok daha fazlasına izin verdiğinin farkındayım ama giderek daha fazla gecemi odama kapanarak geçirdiğimin de farkındayım. Masa, duvar, kitap kuleleri, okunmayan kitaplar, yazılmayan öyküler, dar alan. Elim umduğumdan daha boş. Bu düşünceler beni içeride tutuyor, dolmalı, akmalı, kendimi beslemeliyim. Yalnızca kitaplardan süzülenler girmeyecek anlatılarıma. Bunun da farkındayım ama film izlemeden, bir kadeh şaraba, bir fincan kahveye, biraz avareliğe izin vermeden odama kapanıyorum. Kendime ait bir odanın sınırlarını ve varlığını her an içinde mevcut olarak mı doldurmaya çalışıyorum? Böyle nafile bir çabam olabilir mi? İnsan tuhaf varlık, zihnin işleyişi daha da garip. 
Baharın elinin kulağında olduğu, her dalı tomurcukların bastığı bugünlerde kendime aylak avare gezmek, etrafı izlemek, yeni hikâye uçlarıyla eve dönmek için izin veriyorum. 
Taslaklarımı kaleme aldığımda, yeniden yazmak denilen zor görev için masamın başında sıkı çalışacağım. Şimdi baharı tatma, değişime kucak açma, yenilenme, tazelenme zamanı.