31 Ağustos 2022 Çarşamba

Yazı maratonu bitiyor

Ayın son günü. Kitap yazma ayı bitiyor. Öyle sıkı sıkıya sadık kaldığım, her gün 1667 kelime yazabildiğim bir ay olmadı. İlk on gün elimden geleni yaptım. Tatil, yol demeden ipin ucunu kaçırmamaya çalıştım. Sonra sonra ip kayıverdi elimden, öyle hızlı, zincirinden boşalır gibi değil ama teklemeler, geride kalmalar başlayınca bir kez yakalamak için fazlaca mesai vermem gereken bir hâle büründü. Bu fazladan mesaiyi verme isteği duymadım. Hayat da bu kadarına müsaade etti. Hemen her gün bilgisayarımı açtım. Galiba yalnızca bir gün elim bilgisayara değmedi. Geriye dönüp yazdıklarımı okumadım henüz. Çoğunlukla yinelemeler var, biliyorum, işin doğası gereği. Çünkü belli bir proje üzerinde çalışmıyorum. Bir roman taslağı ilerletmiyorum. Zihnim beni daldan dala bırakıyor, ben de onların peşini topluyorum. Yazılan  her kelime, anlatılan her durum, her betimleme çabası, her duygu durumunu aktarabilme çabası yazma becerisine dahil. Dolayısıyla zaman daima lehimize akıyor, kelimelerle buluştuğumuz her an. Dolayısıyla 50 bin kelime beklentisini yakalayamasam da (bir önceki blog yazısında asla'yı belki'ye, deneyebilirim'e çevirmekten bahsediyordum) olduğu kadarını takdir edebilirim. Uzun uzun kelime tamamlamak yerine durumlar listeledim, benzetmeler, metaforlar, anlatmak istediğim duyguları, durumları not ettim. Sonbahar kapıda. Bu listeleri elden geçirme, içinden işe yarar şeyleri çekme uğraşının iyi geleceğine eminim. Umarım unutmam. Zira eski kitap yazma ayı defterlerinin, Word dosyalarının üzerini bir parmak toz kapladı, sayfaların arasını örümcek ağları sardı. Yani neymiş, biriktirmenin, istiflemenin mevsimi değilmiş. Yazılanları açmanın, sermenin, okumanın, değerlendirmenin mevsimiymiş. Çiftçinin işi ürün toplamakla bitmezmiş. Hasadın verimi, çiftçinin yorgunluğa yenik düşmemesine, elindekinin kıymetini bilmesine bağlıymış. O halde önce kendimi bu çılgın yazı maratonuna bir kez daha katılma cesareti ve kararlılığı gösterdiğim için tebrik ediyor, kısa bir dinlenmenin ve kutlamanın (öyle bir şey değil gururlu bir kahve içimi belki) ardından yazılanın içinden kofu, boşu ayıklamaya, verimlisini, irisini ayırmaya, üzerinde çalışmak için zaman ayırmaya davet ediyorum. Davete icap gerekir, özellikle de kendinden geliyorsa... 

Yazı maratonu ile yaz da bitiyor. Yazı Hümeyra'nın buğulu sesiyle uğurlamalı. 



Beklentiler üzerine

Dün 30 Ağustos nedeniyle çalışmadım. Sabah çelenk koyma töreninin ardından Donanma'da kısa bir çay, poğaça molası verdik. Her 30 Ağustos olduğu gibi Rotary Kulübünün düzenlediği 30 Ağustos Çanakkale Yüzme Yarışı vardı. Çıplak ayaklı, havlularını bedenlerine dolamış yüzücüler vardı. Donanmaya geçtiğimizde artık yarışın sonlarıydı. Profesyonel yüzücüler çoktan parkuru tamamlamış, boğazı yüzerek geçmeye çalışan hevesliler kalmıştı. Birden büyük zaferin 100. yıl dönümünde boğazı yüzerek geçtiklerini fark ettim ve çok imrendim. Bedenim uzun, çok uzun yıllardır spordan, yoğun yüzmeden uzak ama heves işte, uçucu, bulaşıcı şey, yüzerek parkuru tamamladığımı, boynuma yarışı her bitirene taktıkları madalyayı geçirdiğimi hayal ettim. Bir senemi buna ayırsam, cumhuriyetin 100. yılında yarışmaya katılabilir miyim diye sordum kendime. İstek çok da, parmak kıpırdatmaya hali olmayan ben kişisiyle nasıl olacak bu iş?

Hayatımızı hep hayaller, istekler ve beklentiler mi belirliyor sorusu düştü aklıma. Geçenlerde bir arkadaşımla konuşuyorduk. Yaklaşık iki, belki iki buçuk yıldır süregiden bir şeyle ilgili karar vermeye çalışıyordu. Kapanıp kapanıp açılan bir mevzu. Konuyu ne evet ne hayır demesinin sebebinin beklentiler olduğunu fark ettiğimde kendi beklentilerime uymadığı için, o çerçevenin içine yerleşmediği için "Hayır" dediğim nice konu, kişi geldi. Hayal kurmak iyi, hoş da, bu hayallerin getirdiği beklentiler bizi bazen eyleme geçmekten ya da o anın içinde zevk almaktan, beklediğimiz yerine yeni gelenin, karşımıza çıkanı denemekten, belkilerin içine atılmaktan alıkoyan bir asla'ya dönüşüyor galiba. Yarın yeni bir ay. Eylülün biri. Asla'ların yerini belki'ye, bir kez deneyebilirim'e dönüşebileceği bir yeni ay diliyorum, kendime ve hepimize. 
 

29 Ağustos 2022 Pazartesi

Özge Bahar Sunar ile söyleşi*

Özge Bahar Sunar ile söyleşi: “Çocuklar oynasın diye yapılan oyun parkları bile yetişkin dünyasının bir uzantısı”

Özge Bahar Sunar üretken bir yazar. İlk kez 2017’de yayımlanan “Kirpi ve Sergi” ile okurlarla buluşan Sunar’ın yayımlanan kitap sayısı on üçü buldu. Kitapları Moğolca, Arapça, İngilizce, Çince, İspanyolca, İtalyanca, Katalanca, Korece, Tayvanca, Makedonca gibi farklı dillere çevrildi. “Anneannemin Fotoğrafları” adlı kitabı İngilizce, Çince, Rumence tiyatro oyunu olarak sergilendi. “Yağmur Adam ve En Güzel Dans” adlı kitabı Communication Arts 2019 Mükemmellik Ödülü ve IBBY Engelli çocuklar için öne çıkan kitaplar seçkisi ödüllerini kazandı. Sunar ile çocuk edebiyatına yaklaşımından, hikâyelerinin doğuşuna, yazma alışkanlıklarından resimli kitapların yayına hazırlanma süreci ve farklı dillere çevrilmeye geniş bir yelpazede konuştuk.

Yazmaya nasıl başladığını anlattığın metinde, sözlü anlatıdan yana zengin bir evde büyüdüğünü ve hayali arkadaşların olduğundan bahsediyor; bunların gerçekle hayal dünyası arasında bir köprü inşa etmene yol açtığını söylüyorsun. Sence yazar gerçekle hayal dünyası arasında köprü kuran kişi midir?

Evet bence yazar hayal kurabilen, kurduğu hayali detaylandırabilen, bunu da kelimeler aracılığıyla yaşadığımız dünyaya taşıyabilen kişidir. Hayal kurmak doğuştan gelen bir özelliğimiz olmasına rağmen gücü onu ne sıklıkta kullandığımızla ilgilidir. Anneannemin hayal gücünün çok yüksek olduğunu hatırlıyorum. Hemen her gün bir çocuğun duyunca heyecanlanacağı fantastik bir hikâye anlatırdı. Ben de kendi çapımda ona yetişmeye çalışır, bolca hayal kurar ve hayallerimi özgürce anlatırdım. Şimdi de aynı şeyi yapıyorum yalnız bu sefer hayal üzerinde epeyce çalışarak onu bir hikâyeye dönüştürüyorum.

Metinlerinde hep bir kendilik arayışı sezinliyorum. Bireyin özgürlüğü, özgünlüğü, seçim yapma gücü olduğunu anlatabilmek için ulaşabildiğin en küçük yaş okur grubuna seslenmek ister gibisin.

Evet derinlerde bir yerde bu tür bir çağrı yaptığım söylenebilir. İçinde büyüdüğümüz toplum, eğitim sistemimiz, bize sunulan yaşam alanları tek tip insan temeline dayanıyor. Elbette istisnalar vardır ama herkesin birbirine benzediği, aynı şeylere ihtiyaç duyup aynı şeylerden korktuğu toplulukları yönetmek çok daha kolaydır. Bu yüzden toplumsal uygulamalar hep bu tekdüzeliği destekler. Bunu aşmak için kişinin öncelikle kendi varlığının farkına varması, neleri isteyip neleri istemediğini bilmesi ve buna göre bir yaşam modeli talep etmesi gerektiğini düşünüyorum. Hikayelerimde özellikle bu konuyu vurgulamayı amaçlamasam da dert edindiğim şeyler bir şekilde metinlerime sızıyor.

Picture book dediğimiz resim ve yazının birbirini desteklediği, dengelediği, yazarın çizerin, çizerin yazarın önüne geçmediği bir alanda üretim yapıyorsun. Buradaki işbirliğini, çalışma şeklini merak eden okurlarımız olacaktır. Neler söylemek istersin?

Evet, dediğin gibi yazar ve çizerin birbirinin önüne geçmediği bir alanda emek veriyorum.Resimli kitaplar özelinde yazar, çizer ve editör işbirliğinin çok önemli olduğunu söyleyebilirim. Pek çok yayıneviyle, editörle ve çizerle çalışma şansı yakaladım. Genel olarak bu işbirliği metnin yayınevi tarafından kabulüyle başlıyor. Editörün çalışma şekline bağlı olarak bir yandan metin düzenlemeleri yapılırken diğer yandan hikâyeye uygun çizim arayışına giriliyor. Bu süreçte editörlerin yönlendirmesini değerli buluyorum. Çizerlerin portfolyolarını inceleyip ortak bir kararda buluştuktan sonra çizere teklif götürülüyor. Çizer de metni beğenir şartları kabul ederse çalışmalar hızlanıyor.

Çizim süreçlerinde çizerin sanatını icra etme tercihine saygı duymak gerektiğini düşünüyorum. Bazı çizerler yazarla yoğun iletişimde olmayı önemserken bazıları da bunu istemeyebilir. Her iki türlü de çok güzel sonuçlar aldığımız kitaplar oldu. Çizerin istediği ortam sağlandıktan sonra çizimler son haline geliyor ve basım aşamasına geçiliyor.

Nasıl yazıyorsun? Belli yazma alışkanlıkların var mı?

Yaklaşık beş senedir aktif olarak yazıyorum. Bu sürede pek çok değişik yazma rutini oluşturmaya çalıştım. Sabah çok erken saatlerde kalkıp yazdığım da oldu, gece yarısından sonra yazdığım da. Şu anda bulunduğum noktada şunu söyleyebilirim ki, duruma göre yazma sürecimi güncellemek, esnek olmak benim için en ideal yöntem.

Belli bir yazma rutininde ısrar ettiğim zamanlarda yazarlığımı anneliğimin önüne koymam gereken anlarla karşılaştım. Kısa sürede anladım ki bu tür bir ısrar benim karakterime uygun değil. Çocuklar hastayken ya da bana ihtiyaçları varken bilgisayarımın başına oturmak oldukça anlamsız. Artık bu tür durumlarda yapacaklarımı hızlıcaplanlıyor ve günün başka bir zamanında işimle ilgili alan açmaya çalışıyorum.

Biz bu röportajı yaparken çocuklar yaz tatillerinin son günlerini yaşıyor. Her an ihtiyaçların ve planların değiştiği yaz dönemi için kendime iki günde bir hikâye yazmak gibi bir hedef koymuştum. Bazen zorlayıcı olsa da iki günde bir hikâye yazabildiğimi gördüm. Bu sayede hikâyeyi iyi kötü diye fazlaca elemeden, bulabildiğim ilk zaman aralığında yazıp görevimi yapmanın rahatlığını yaşıyorum. Bu türden denemeler kendi sınırlarımı zorlayabilmek açısından da eğlenceli oluyor.

Yazar olarak nelerden, nerelerden besleniyorsun? Hangi sanat yapıtları ya da eylemler, gözlemler seni yazı masasına çağırıyor?

Fırsat bulduğum her an çocukları ve onlara bakım verenleri gözlemliyorum. Alışverişte, deniz kenarında ya da hava alanında uzaktan neler yaşadıklarını anlamaya çalışıyorum. Şunu fark ettim ki çocuklar oynasın diye yapılan oyun parkları bile yetişkin dünyasının bir uzantısı. Hiçbir şeyi çocuk odaklı yapmıyoruz. Şehrin arta kalan alanlarına göstermelik parklar konduruyor, ulaşım araçlarını yetişkinlerin konforuna göre tasarlıyor, çocukları her anlamda yetişkin yaşamınaayak uydurmaya zorluyoruz. Bunları gözlemlemek, çocukların farkında olmadan yaşamak zorunda kaldığı zorlukları görmek, son günlerde beni yazı masasına en çok çeken şeylerden biri.

Bunun dışında sanatın her dalından beslenmeye çalışıyorum. Orkestra müziğini çok seviyorum ve uzun yıllar her hafta konserlerine katıldım. Ancak pandemiyle beraber bu alışkanlığımız sekteye uğradı. Bir de artık benim için vazgeçilmez olan yürüyüşler var. Gürültü kirliliğinden uzak, doğada kendi başıma yaptığım yürüyüşler sadece yazma isteğimi değil yaşama şevkimi de artırıyor.

Yazmaya gönül veren her kişi günün birinde yalnızca okuyup yazacağı, kendine ait sürelerin uzadığı bir yaşam diliyor kendine. Sen bu alana kavuşmuş bir yazarsın. Evden, mesai kavramı olmaksızın çalışan bir kadın olmak nasıl bir deneyim?

Buradaki kilit sözcüğün “kadın” olduğunu belirtmek gerek. İşimden istifa ettiğimde sadece kendime ve yazmaya ayıracağım kocaman bir vaktimin olduğunu düşünmüştüm. Oysa çocukluğumdan beri toplum tarafından iyi bir eş, iyi bir anne, iyi bir ev kadını olmak için eğitildiğimi unutmuşum. Evde kalmak demenin daha fazla ev işi yapmak, daha sağlıklı yemekler hazırlamak ve çocuklara daha fazla “kaliteli” zaman ayırmak olmadığı düşüncesiyle uzun süre savaştım. İstifa ettiğimde oğlum çok küçüktü ve evde bir anne dururken neden anaokuluna gitmek zorunda olduğunu soruyordu. O zamanlar bu soruya verecek cevap bulmakta zorlandığım için devamlı vicdan azabı çekiyor, çocuğu okula ya geç götürüyor ya da vaktinden çok önce alıyordum. Aynı şey evle ilgili diğer konular için de geçerliydi.

Çevremde evden çalışan bir kadın olmaması ve çocuklar için yazmanın fazlaca kolaya alınması hatta gerçek bir iş olarak görülmemesi de cabası. Çocuklar için hikayeler yazmak basit bir iş olarak görülüyor, haliyle bir kadının onca saatini böyle önemsiz bir işte harcaması tuhaf karşılanıyordu. Bu sürecin en zor yanı önce kendimi sonra çevremi eğitmek oldu. Gerçi eğitimin halen devam ettiğini söyleyebilirim.

Sonuç olarak evden mesai saatleri olmaksızın çalışan bir erkek/baba yazar olsaydım eminim yazmaya çok daha fazla zaman ayırabilirdim. Yine de bazı şeylerin iyiye gidişini görmek mutluluk veriyor.

Çocuklar İçin Felsefe alanında eğitim aldın. Bu yolculuğun çocuklar için yazdığın metinlere katkısı oldu mu?

Evetyaptığım işe fazlaca katkı sağladığını düşündüğüm bir eğitimdi. Zaten felsefeye her zaman ilgim vardı, bu eğitim sayesinde daha da derinleştiğini hissettim.

Çocuklar için hikayeler yazmanın büyük bir sorumluluk olduğunu her zaman söylüyorum. Herhangi bir düşünce kalıbı dayatmadan, çocuğa üstten bakmadan, görünüşte basit ama üstüne düşününce derinleşen bir hikâye yaratmak kolay değil. Çocuğun okuduğu hikâyeyle ister istemez düşüncelere dalmasını, ben olsam ne yapardım diye sorgulamasını dolayısıyla kendini tanımasını çok kıymetli buluyorum. Bu yüzden hikayelerimde felsefi bir kapı aralamaya dikkat ediyorum.

Kitapların farklı dillere çevriliyor. Bu sayede, yazdıkların farklı coğrafyalarda, kültürlerde yeniden hayat buluyor. Yabancı yayıncılarından, okurlardan gelen tepkileri merak ediyorum. Bunları değerlendirme, Türkiye’deki okuma alışkanlıkları, beğenileri ile kıyaslama, yorumlama şansın oldu mu?

Kitaplarımı farklı dillerde görmek beni en çok mutlu eden şeylerden biri. Yabancı yayıncılarla ajanslar aracılığıyla iletişim kuruyorum. Bazen hikâyede ya da çizimde kendi kültürlerine göre değiştirmek istedikleri kısımlar olabiliyor. Bunlar genellikle makul istekler oluyor ve orta noktada uzlaşabiliyoruz. Yabancı okurlarım genellikle ebeveynlerinin sosyal medya hesaplarından bana ulaşıyor. Gelen yorumlara çok seviniyorum, özellikle unutamadığım İspanya’da öğrenme güçlüğü çeken bir çocuk okurumun kitabım hakkında çektiği videoydu. Çok sevinmiş ve duygulanmıştım.

Bir de kitap sitelerindeki yorumlar var. İngilizce yayınlanan kitaplarım hakkında dünyanın pek çok yerinden gelen yorumları okuma şansım oluyor. Yine de bir karşılaştırma yapabilecek kadar istatistik yapmadığımı söylemeliyim.

Çocuk edebiyatından önce bir bilim kurgu romanı taslağı denemen var. Önümüzdeki yıllarda çocuk edebiyatının yanı sıra yetişkinler için de hikâyeler yazma planın var mı?

Şimdilik öyle bir planım yok ancak zaman ne gösterir bilemem. Bilgisayarımda ilk gençlik kuşağına yönelik yarım kalmış bilim kurgu taslaklarım var. Belki onlara hız kazandırabilirim. 

* Bu söyleşi ilk kez 25/08/2022 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır. 

26 Ağustos 2022 Cuma

Nazlanma hakkı üzerine

Bugün Sani'nin kısırlaştırılma operasyonu vardı. Gece on ikiden sonra suyunu, mamasını ortadan kaldırdım. Yorgunluk ve bir an evvel uyuma isteği ağır bastığından her iki kabı mutfağa götürüp kapıyı kapamak yerine antrede dresuarın üzerine bırakmışım. Anlık bir şey, bir tür üşenme hâli. 
Sani bu kendi işini kendi görecek, saat yedi bile değilken daha sen o boşları fark et, atla dresuarın üzerine, şangır... Tuzla buz olmuş cam ve seramik parçalarını süpürerek başladım güne. O saatte elektirk süpürgesi çalıştıramadım haliyle. El süpürgesiyle temizleyebildiğim kadarını aldım. Biraz oturdum. Yatağıma geri döndüğümde Deniz'in verevleme yatarak her yanı işgal ettiğini gördüm. Biraz onun yatağı, biraz ev içi gezinti derken veterinere gitme saati geldi. Onam formunu imzaladım. Kutusuyla aldılar, götürdüler içeri. Bütün gün sürdü pişmanlık, rahatsızlık karışımı tuhaf bir his. Sen yani ben kim oluyorum da, kediyi alıp kısırlaştırmaya götürüyorum. Ya bir şey olursa ile ne hakkın var arasında bir salınım. Tüm iddiam, onun sağlığı, kızışma döneminde evden kaçması, erkek kedilerle rekabete girip yaralanması, dişileri hamile bırakıp sokaklardaki sahipsiz kedilerin daha da çoğalmasını engellemek üzerine idi. Veteriner kızışan erkeklerin kat, yükseklik demeden pencereden, balkondan atlayabildiğini söylediğinden elimi çabuk tuttum. Bir kaza olmadan halledeyim istedim. Ama, işte yine de bir yanım huzursuzdu. Akşam onu almaya gittiğimizde kutusunun içinde pek mutlu görünmüyordu. Yara yerini yalamasın, oynamasın, kanatmasın diye taktıkları boyunlukla pek mutsuzdu ve de huysuz. Eve geldik. Kutusundan çıktı. Boyunluk değil de sanki bir gökdeleni yığmışsın üzerine gibi kafası öne eğik, kaldıramıyor, yürüyemiyor. Karnını doyuramıyor, su içemiyor. İçim elvermedi elbette, çıkardım boyunluğu. Bizimkinin keyfi yerine geldi. Yemeğini yedi. Akşam yemeği sırasında sofraya sulandı. Kendisine bizim tabaklardan altlık yaptı. Hopladı, zıpladı hatta. Veteriner, bazen operasyon sonrası kızgın olurlar, huyları değişir, dedi. Kızmış mıdır, küsmüş müdür acaba derken baktım ki, huyu suyu aynı, munis bir pisicik. Belli ki canı da pek yanmıyor. Umarım iyileşme süreci böylece geçer, gider. 

Çalışmadığım halde günüm çok verimsizdi. Deniz'in uyanmasını beklemekle geçti sabah. Öğlene doğru uyandı, kahvaltı yaptı. Ben de temizliğe giriştim. Salonda duran iki sandığı çekince Sani'nin altına sakladığı hazineleri de buldum. Kabuklu fındık taneleri (üç dört tane kadar), jelatine sarılı anasonlu şeker (mavi parlak ve yuvarlak hem de ağızda taşıması kolay), azı dişi şeklinde yeşil bir silgi (kullanılmaktan bacakları kısalmış), tavus kuşu tüyleri parçaları (sandığın arkasında vazo içinde duran tüylerle oynamayı, onları perişan etmeyi seviyor) ve nadide parça ölü bir çekirge. (bunu Deniz'e söyleme konusunda tereddütlüydüm ama sonunda ağzımdaki baklayı sakladım.)

Çekirgeyi söylediğimde Deniz'in iğreneceğini düşünmüştüm. Oysa o hüzünle karışık bir kabullenmeyle "Sana bizi sevmiyor demiştim," dedi. Açıklayayım. 
Deniz'in Sani ile ilgili bazı şüpheleri var. Netflix'te yayımlanan Kediler Hakkında Her Şey adlı belgeselde Carl adlı kediye yapılan sosyal deneylerin (ismine karşılık verme, mama-oyuncak-sahip üçlüsünden sahibi seçmek vb.) hepsinden Sani sınıfta kaldı. Deniz hükmünü verdi. Sani, Carl gibi sahibini sevmiyor. Çekirgeyi de yatağımıza taşımak yerine sandık altına gizlediğine göre, Deniz haklı olabilir. Sarı oğlan ya bizi sevmiyor ya da biraz obur. İyimserliği elden bırakmamaktan yanayım. Çocukluğuna ve oburluğuna veriyorum. 

Soğuk bir şeyler içme isteğim, Sani'nin oburluğunu doğruladı işte. Buzdolabının kapağını kapadığım anda arkamda bitiverdi tüy yumağı, elimdeki içecek kutusuna meyletti. Şeker senin için iyi değil, dedim, süte razı ettim. Az sonra bıyıklarını yalaya yalaya gelir, klavyenin üzerine kurulur, şansım varsa, sırtını dayar ekranın arkasına. Her ne yaparsa kabul ne de olsa bugün ameliyattan çıktı. Biraz naz hakkıdır. 







22 Ağustos 2022 Pazartesi

Ortaya karışık

Ortaya karışık bir yazı olacak bu. Başlığından belli. Dağınık, bölük pörçük, ilgisiz, zihnin kendisi gibi. Bu dağınıklığı birbirine bağlamak için uğraş vermeyeceğim. Zihnimin kurgucu yanını göreve çağırmayacağım. Saçacağım ortalığa boncuk taneleri gibi yuvarlanacaklar, zemine yayılacaklar, kimi gizli köşelerde yitip gidecek.

Ayın 22'si. Sıcaktan ve yazdan artık bıktığım, sonbaharın gelmesini özlediğim günler yakın. Bu yaz hızlı geçiyor, ne olduğunu anlamadan yitip gidiyor. Ne doğru dürüst dilenebildim ne de tatil yapabildim gibi geliyor. Yapılacaklar listesi çok yavaş kısalırken hayat üzerine yenilerini boca ediyor. Bir şeyleri bitirmek için hep geniş zamanların doğmasını bekliyorum galiba. O geniş zamanlar her an elimin altında değil. Yaz geceleri uzun, öyle çokça dışarı çıktığımdan değil; oturduğum için, bir şeyler yazdığım için (malum kitap yazma ayı) geç yatıyorum. Yaz günleri alarm kurmayı sevmediğimden kendiliğimden uyanınca measi öncesi resmi işleri halledebilmek için zaman kalmıyor. Bir boş gün belirmesini bekliyorum. 

Çoğu zaman zihnim şikayetname yazan bir yapay zeka gibi çalışıyor. Birbiri üzerine yığılıyor küçük, önemsiz şeyler. Çocuklar söylenenleri değil, davranışları taklit edermiş. Küçük bir pesimist geliyor arkamdan. İmdat! Acilen bir şeyleri değiştirmeli. Öyle sözde değil, özde. Şükretmenin, iyi şeyleri listelemenin gücünden fayda umabilirim belki. 

Bu birinci bölüm. (Hayat kısa. Yaşadığımız anların ayrıntıları siliniyor. Duyguların izi kalıyor. Duyguları da günün çoğunluğunda neye baktığımız belirliyor. Öyleyse gün içinde iyi güzel anları belirleme, kendine hatırlatma, minnet ve şükran duyma anları tanımalı kişi kendine. Al bakalım hiç hesapta yokken, kıssadan hisse)

                                                                                   *

Dün Deniz'le Netflix'te yayımlanan "Kedilerin Aklından Neler Geçiyor" adlı belgeseli izlemeye koyulmuştuk ki, arkadaşları seslendi. Tam bir kedi psikoloğu söz alacaktı. Biz kedilerin sevimlilikleri karşısında ayy çok tatlı diyecek, Sani'nin iç dünyasını biraz daha yakından tanıyacaktık. Belgesel cepte. Bir ara izleyeceğiz. Çocukların dışarı çıkmadığı, "Anne sıkıldım" anlarından birinde. Potansiyel ben sıkılacağım anlarından biriyle karşı karşıya olduğum için, bu ay yazmak çoğunlukla iç dökmek olduğu için, yazmamakla fazlaca bir şey kaybetmeyeceğim için hazır fırsat varken bir şeyler izle dedim, kendime. Bir önceki gece Zeytin Ağacı'nın 8 bölümünü peş peşe izlememişim gibi. 

Aradım, taradım, Haldun Dormen'in tiyatrocu geçmişini anlatan "Yaparsın Şekerim"de karar kıldım. Uzunca bir belgesel. Hepsini izleyemedim. Bununla beraber izlediğim kadarı bile Haldun Dormen'in tiyatro tutkusunu, yetkinliğini, Türk Tiyatrosu'na getirdiği yenilikleri, eşitlikçi yaklaşımını görebildim. Bir devre tanıklık etmek, işini tutkuyla, layığıyla, en iyisi için çabalayarak yapmanın ne olduğunu görmek için izleyin. İzleyeceğiniz dostluk, rakiplerine sahne açma cömertliği, gençlerin yolunu açmak (hem de ne açmak) karşısında neydik ne olduk diye hayıflanmamak mümkün değil. 

Bu ikinci bölüm. (Yazdığım parçaları birbirine bağlama gibi bir niyetim yoktu ama bir dizi, iki de belgesel tavsiye etmişim. Yukarı çık şimdi. Aç parantez. Zihni çöpe çevirmemek için, şükretmenin gücünden, hayatındaki iyilikleri listelemenin, görmenin lütfundan dem vur) 

                                                                               *

Sıra geldi varan üç'ü yazmaya. Bak yine aklımda tek düşünce kırıntısı dahi yok ama yazı bir kez şekillenmeye başladı mı, bir tavsiye daha vermeye gidiyor kendiliğinden. Bu defa müzikle ilgili olsun diyor komutayı ele alan zihin Ne de olsa kurmacabiyografiler bir edebiyat bloğu, yazmakla, kitaplarla ilgili. Müziğin anıları çağıran bir yanı olduğunu iyi biliyoruz, insanı neşelendiren, hüzünlendiren yanını. O halde sizde anısı olan bir şarkıyı açın, mümkünse eskilerden olsun, ilk gençlik yıllarından, dinleyin, kendinizi şarkının içine bırakın. İçinizden geliyorsa eşlik edin şarkıya, söyleyin, dans edin. Şarkının, anıların sizi kucaklamasına izin verin, anıları, duyguları çağırmasına ve hemen akabinde geçin boş sayfanın karşısına. Saatinizi altı, on ya da on beş dakikaya kurun. Düşünmeden, çala kalem yazın. Daldan dala atlayın. Hiç ara vermeyin. Duraksamayın. Kelimeleri birbiri ardına dizin. Dökün eteğinizdeki taşları. Bazı yazılar sadece ağırlıkları atmak için yazılır. 

Bu da üçüncü bölüm (Bir yazı alıştırması. Yazmak istediğiniz, nereden başlayacağınızı bilemediğiniz, aman yazacağım da ne olacak dediğiniz zamanlarda kerelerce kullanabilirsiniz) 


Madem akıl verdim. Ben seçmeliyim eskilerden bir şarkı, anısı olan bir şarkı. Sizde bir anı uyandırıyorsa, benzer yollardan, şarkıların içinden geçmişsek eğer bir selam vermeyi unutmayın. (İçinizden geliyorsa elbette)




19 Ağustos 2022 Cuma

Yineleme, yazılama ve inançlar

Bugün ayın 19'u. Kitap yazma ayının on dokuzuncu günü. Ayrıca bey kişisinin de doğum günü. (Konumuz o değil, yazmak) Şu sıra her gün yazma işi epeyce sallantıda. (Yaz sıcağında her gün 1667 kelime niye yazmak ister ki insan) Buna karşın 20 bin kelimeyi aştığımı biliyorum. Kesin sayı için günlerdir elimi süremediğim bilgisayarımı açmam gerek. Yoğunluğa, gidiş gelişlere karşın bu kadarını yazabilmem bile büyük başarı ve takdire şayan. Aferin bana! (Takdiri dışarıda aramamalı insan)

Çoğunlukla düşüncelerimi yazarken buluyorum kendimi. Yineleyen düşüncelere bakmak içimi sıkıyor ne yalan söyleyeyim. Geviş getirdiğimi fark ediyorum. Aynı ikilemler, aynı yapılacaklar listesi, aynı hisler, aynı düşünceler... Monotonluğun ta kendisi! (Buradan yaratıcı bir eylem çıkmaz a dostlar, bakış açısını değiştirmeli kişi ilkin) Yaka silkiyorum aynılıktan. Bu ay en keyifle yazdığım şey, kitap kapaklarına bakarak ne gördüğümü yazmak oldu. (Bir gün, peş peşe iki kapak yazdım sadece) Bu sayede birbirini tekrar eden, geviş getirmek diye tabir ettiğim düşüncelerden sıyrıldım. İçeri hiç duygu, düşünce taşımadan ne gördüğümü yazdım, yazabildim, adeta kelimelerle resmettim. Yazmak da gördüğün, göstermek istediğin manzarayı kelimelerle resmetme çabası değil mi zaten? (Bu bir soru değil bence, tespit, iyi biliyorsun) 

                                                                           *

İki paragrafın ardından verilen zorunlu es sebebiyle yazının nereye gitmekte olduğunu, istediğini hatırlamakta zorlanıyorum şimdi. Hep öyledir zaten, masaya otuz dakika önce bir saat sonra oturmak fark yaratır. Asla aynı şeyi yazamaz insan. İspatı mümkün değil ama öyle işte, biliyorum, biliyoruz. Sır değil, şaşırtıcı hiç değil. Yazmak, zihinsel bir eylem ve zihnin içi gökyüzü gibi. Duygular, düşünceler bulutlar gibi gelir, geçer, kararır, açılır. Ve her defasında hem aynı hem farklı bir göğe bakar insan. 

Arkada Pinhani çalıyor. Beni Sen İnandır. Severim bu şarkıyı, pek sık dinlemesem de severim. En çok "Küçükken çok inanmıştım/Eğer çok istersen/Her şey mümkün /İnanmak zor değil" 

Neyin mümkün olduğunu hatırlamak istiyorsunuz bu şarkıyı dinlerken? Ya da küçükken inandığınız şeylerden hangilerini bıraktınız? Oyuna davet. İcap etmek isterseniz yorumlarda buluşuruz. 



                                                                       

16 Ağustos 2022 Salı

Köy Mezarlığı



Eskiden mezarlıklardan çok korkardım. Bana telafi edilemez, yerine konamaz bir acıyı, donma halini hatırlatırdı her an. Küçücük bedenimle ne yapacağımı bilemediğimden inkar etmeyi, yok saymayı tercih ederdim. Babamı kaybedene kadar Ordu'ya gelemem de ondan belki kim bilir. Şimdi amcamın mezarının kenarına oturmuş bu satırları yazıyorum. En güzel yerlere saklamışız oysa onları. Babam, Alper, amcam, babaannem, dedem, Pembe babaanne yan yana, servilerin altında. Kuş seslerine, top oynayan çocuk sesleri karışıyor. Komşu evlerden birbirine sesleniyor kadınlar. Kavrulmuş soğan, sarımsak kokusu yükseliyor mutfaklardan. Hayat devam ediyor. Ziyaret edildiği sürece unutulmazmış ölüler. Ne şanslılar ki, hep bir Alaybeyoğlu geliyor geriden. Toprağına ve köyüne bağlı. Babamın üzerini otlar sarmış. Boğar gibi sarmaşıklar kuşatmış. Çıplak ellerimle yoldum her birini. Araya bir de ısırgan girmiş galiba. Avcumdaki yangı çok da mühim değil. Ebeveynle çatışmak da büyümenin bir parçası neticede.

1 Ağustos 2022 Pazartesi

Yazı maratonu başlıyor

Bugün 1 Ağustos. Sanal Yazıevi takipçileri için bir kez daha kitap yazma ayı başlıyor. Kendimi Sanal Yazıevi'nden mezun edeli epey oluyor ama bu kitap yazma ayına katılmama engel değil. 31 günlük bir maraton. Gizem ile üçüncü yılımız yazı müttefikliğinde. 2020 ve 2021 yazında aylık 50 bin kelime hedefini tamamladık, birbirimizi yazmak için dürttük, heyecanımızı paylaştık, tamamlanan kelimelerle sevindik. Yaz tatili, yol hali demeden her gün ısrarla o sayfanın başına geçtik. Kah alıştırma yaptık kah içimizi döktük. Bu yıl da müttefikliğimiz devam ediyor. 

Bu yıl biraz isteksiz gibiyim. Sebebini söyleyeceğim. Geçen yıl deftere yazmıştım. Deftere yazmanın bazı avantajları var. Bilgisayar, elektrik gereksinimi yok. Yazdığın kelimeleri kaydedememek, yanlışlıkla silmek yok. Her nereye gidersen atıyorsun çantana, çıkarıyorsun her boşlukta, yazıyorsun. Bununla beraber yazdıkların çoğunlukla iç dökme yazıları gibi kalıyor. Giderek hızlanan, bozulan el yazını sökmek, onun içinden işe yarar bir şey seçmek güçleşiyor. Bana hissettirdiği bu en azından. Hal böyleyken 50 bin kelime yazdım da ne oldu düşüncesi giderek güçleniyor. İsteksizliğim bundan. Öte yandan biliyorum ki, yazın en sıcak, en kurak zamanı, okumanın mevsimi daha çok, yazmanın daha az. Çünkü sıcaklar insanı dışarıya çağırıyor parklara, deniz kenarlarına, tatil beldelerine... Dolayısıyla bu kendi haline bıraksan verimsiz geçecek bir zaman dilimini bir çeşit meydan okumaya çevirmek, sonbahara hazırlık oluyor. Belki doğrudan kitaplaşacak satırlar çıkmıyor bu ay ama bir tür bahçeyi hazırlama işlevi görüyor. Seni yazının içinde tutuyor. Canını sıkan, kafanı meşgul eden meselelerin bir bir içinden sökülmesine olanak sağlıyor. Tam da bu yüzden istekliyim. Her gün 1667 kelime yazmak önemli değil, elimden geldiğince yazayım, işime yarayacak şekilde yazayım desem, verimim düşecek biliyorum. Hem yüz üstü bırakmak istemediğim bir müttefikim var. Kendime olduğu kadar ona da verilmiş sözüm var. O halde zihnime üşüşen kelimelerin ne işe yarayacağını düşünmeden çıkarmalıyım içimden. Yazma işini en çok bahçeciliğe, yazarı bahçıvana benzetiyorum galiba, yazarken metaforlar hep oradan geliyor. Örneğin iki cümle önce şu geçti aklımdan. Tohum toprağa düşerken acaba çatlayacak mıyım, köklenecek miyim diye düşünmez. Toprakla buluşan her tohum da filiz vermez ama hepsinin dökülmesi gerekir toprağa, ürün alabilmek için. 

Biliyorum bu yıl da kendimi tekrar edeceğim yer yer. Belki bunları fark edip yeni bir bakış açısıyla bakmayı deneyeceğim. Bol bol altı dakika yazıları yazacağım muhtemelen. Listeler yapacağım. Metaforlar, benzetmeler arayacağım. Suyun başını bunca tuttuktan sonraysa ihtimal ki yeni öyküler yazacağım. Bekleyişimi kolaylaştıracak kim bilir. Belki ay bitiminde güzel bir haber alacağım. Belki kitap yazma ayı uğuru devam edecek. Bir kitap belirecek ağır usul, önümüzdeki yıl için. 

Yola çıkmadan yolun ne getireceğini kim bilebilir.