29 Nisan 2024 Pazartesi

Sendrom yok, yazmak var

Dün yeni kitabın ilk imza günü ve söyleşisini yaptık. Reyhan ilk kitaptan itibaren yazarlığımı, yazdıklarımı bildiği için çok hoş bir giriş yaptı. Beni, yazın anlayışımı, güçlü yanlarımı anlattı. Sorular yöneltti. Okurlardan gelen soruları yanıtladım. Yazarlığın en güzel kısmı bu geri bildirimi almak bence. Gerisi sohbet, muhabbet, kucaklaşma, imza... İyi geldi. 



Bir yazar "En iyi kitabın hangisidir?" sorusunu nasıl yanıtlar bilemiyorum. Kimi evlatlarım gibi ayırt edemem diyebilir. Kimi arada kalmış, gözden kaçmış bir kitabını söyleyebilir. Hatırı kalmıştır bir nevi kitabın çünkü. En neşeli, en ödüllü, en çok satan... Pek çok kriteri olabilir yazarın kitaplarını ele almaya dair. Sonuncu kitap, her zaman önemlidir bununla beraber. Çünkü yarış, yolculuk kendinle. Çünkü hep bir öncekinin üzerine çıkma isteği var içten içe. Dili daha iyi kurmak, daha çarpıcı, unutulmaz sahneler yaratmak, öykünün ayrıntıları unutulsa bile bir duygu, bir tortu bırakmak... Kendine meydan okuma meselesi işte, bilirsiniz. Geçmiş Zaman Çileleri şimdiye değin yazdığım en iyi kitap oldu bence.. Çocuğunu sahada, müsabakada izleyen anne gibiyim, elim böğrümde. Heyecanla bekliyorum. 

Dün, bana neden yazdığımı sordu, bir başka yazar arkadaş. Kendi yazma gerekçelerini izah edip yazmak isyandır'a getirdi sözü. O halde benim isyanım neydi? Yazar sayısı kadar yazma nedeni olduğuna, olacağına göre. Benim izahım ille de sorunun beni yönelttiği yerden gelmeyecekti elbette. Çünkü yazmak devrimci bir eylem, kafa tutan bir eylem olsa da, benim için anlamı biraz daha farklı. Ben kendimi ve dünyayı yazarak anlıyorum. Yaşamak pek çok kez bir kar küresinin içinde yaşamak gibi. Biri eline alıyor sallıyor sallıyor. İçeride simli bir yoğunluk var, karmakarışık. Anlamak, görmek mümkün değil. İşte yazmak, benim için, o kar küresini sallayan kişinin elinden almak, durulmak üzere bir yere koymak ve duruluğuna bakmak, oralarda aslında ne olduğunu sezmek. Toplumcu bir tutumla değil, kendim için, kendimi, etrafımı, dünyayı net görmek için yazıyorum. Belki de bir çok-hissedenim. 

Çok-hisseden tabiri ile henüz tanıştım. Cumartesi aldığım kitap kolisinden çıkan kitaplardan birisi de: Duygusal Savrulmalardan Kurtulmak. Alt başlık "Çok-hissedenler" için Kabul ve Kararlılık Terapisi. Bu yaşta, o kadar çok-hisseden miyim emin değilim ancak geçmişte bir yerlerde çok-hissedenlere özgü tutumlar sergilediğimden şüpheleniyorum. O halde doğru yerdeyim. Okumak, anlamak ve bakmak için. 

Bugün pazartesi. Sendrom yok. Onun yerine erken kalkmak, kahvaltı yapmak, çayını keyifle yudumlamak ve bloğa bir ileti girmek var. Dünden kalanların anısı niyetine. 

28 Nisan 2024 Pazar

Heyecan, mutluluk ve heves...

Rüzgârlı bir pazar sabahından herkese günaydın,

Geçtiğimiz hafta sıcaklıklar düştü ve yağmurlar başladı. Bu hafta sıcaklık yine mevsim normallerine dönse de, geçen hafta yağmurdan kaçıp eve sığınan kara sinekler vızır vızır, tepemde. Evde sineklik de yok, sinek kovucu da. Doğal yollarla ölmelerini ya da yeniden dışarı çıkmalarını beklerken ellerim bir pervane gibi çalışıyor. Sessiz bir uzlaşı içindeyiz, tam şu anda. Çekildiler. Ama hayat değişken işte, bilirsiniz. Tam bu satırları yazarken bir tanesi göz hizamdan sessizce uçtu. Bir başkası karşı sandalyede ellerini oğuşturuyor. Derdim sineklerle değil aslında. Derdim sessizlikle, olabildiğine sessizlikle ve yazmayı sürdürebilmekle. 

Kızımın da dediği gibi, sessiz bir ortam severim yazarken. Bu evde çıt çıkmaması değil elbette. Çünkü çoğu zaman ev bütünüyle sessiz olmaz. Kendi sesleriyle konuşur. Rüzgâr uğuldar pencerelerde örneğin. Çamaşır makinesi çırpınır (tam şu anda olduğu gibi). 

Kızımın da dediği gibi bilgisayarda ve oturarak yazarım. Şu anda salondayım. Yemek masasında. Başımı kaldırdığımda karşı çayırları görüyorum. Yeşil, uzun otlar rüzgârla salınıyor. Huzur veren bir devinim içinde sola doğru koşuyor, minik, ritmik hareketlerle. Şehir önüme yürüyene kadar şahane bir manzaram var. 



Bu yazıyı bitirir bitirmez çay ya da kahve alıp balkona kurulmayı biraz manzarayı seyretmeyi, birkaç satır okumayı düşünüyorum. Yeni kitaplarım geldi dün. Hepsi kişisel gelişim. Hep Kitap'ın çocuklu hayat dizisinden birkaç kitap, biraz DEHB, biraz mindfulness, ortaya karışık. Bu tür kitaplar, benim için alet çantasını doldurmak gibi bir şey, ya da ecza dolabını doldurmak gibi. Aldığım her kitabı baştan sona okumuyorum. Ama orada duruyorlar, yan yana, sırt sırta, bazen açıp karıştırıyorum. Türün iyi yazılmış örnekleri işe de yarıyor. Zihnimin çok dolu olduğunu, kimi şeylere yetişemediğimi, unuttuğumu düşündüğüm bugünlerde belki de işime yarar. Hangisiyle başlayacağımdan emin değilim. Sevdiklerimi, işlevsel bulduklarımı, yararlandıklarımı muhakkak yazacağım buraya. Hevesliyim. 

                                                                             *

Bugün yeni kitabın ilk imza günü ve söyleşisi var. Yazar arkadaşım Reyhan Yıldırım'ın üstleneceği etkinlik saat 2'de. Afişi kendim tasarladım. Sosyal medyada paylaşınca kızıma da yolladım. Resim kötü ama geleceğim, dedi. Çünkü o da okuyor kitabı. Bitirmedi henüz ama kimi öyküler hakkında yorumlar da yaptı. İksir'deki babanın çocuğunu kabul etmemesine kızmış örneğin. "Bütün babalar..." diye başlayan cümleler kurmasına sebep oldu. Pozisyon Hatası'nı hatırlamış, bir kısa film izlerken. Kısa filmi anlattı bana. Öyküde herkesin kahramandan vazgeçtiğini söyledi. Üzülmüş buna. Kurmaca okumanın hepimize yaptığı hâller işte. Duygulandırmak, düşündürtmek... İşte bunları dinleyeceğim bugün. Yazar bir arkadaşımın gözünden kendi kitabımı dinleyeceğim. Söyleşilerin en güzel yanı da bu olsa gerek. Kendini başkalarınca duymak, görmek. Heyecanlıyım. 



                                                                            *

Dün çalışma odasına ilave masa ve kitaplık geldi. Geçen hafta sonu yatılı misafirim vardı. Onu çalışma odasında yatıracağım için Sani'nin tuvaletini oradan çıkarıp pek çok kedi sahibi gibi banyoya koydum. Korktuğum gibi koku da olmadı, kumlar da savrulmadı. Çünkü bizimki tuvalet işini çoğunlukla dışarıda hallediyor. Tuvaletin çıktığı köşeye evrak dolabını sığdırıp masayı da mutfağa alınca L şeklinde şahane bir boşluk oldu. L şeklinde bir masa ve açık raf sistemi çizdirdim marangoza. Dün gelip montajı yaptılar. Henüz yerleştirmedim. Ama epeyce alan kazandım. Mutluyum.  



                                                                         *

Bizim evde birlikte kahvaltı edilen tek sabah pazar. Çoğunlukla. Kızım pek kahvaltı sevmiyor. Belki aç bile uyanmıyor. Bazen çay içiyor bir bardak, bazen kahve. Yanına çıkardığım ceviz, fındık, meyve, salatalık gibi şeylerden atıyor ağzına. Sonra çıkıyor. Kahvaltı yapmak için daha çok zamana ve daha çok açlığa ihtiyaç duyuyor muhtemelen. İşte o gün, bu gün, pazar yani. Az sonra yazıyı burada sonlandıracak ve tıpış tıpış mutfağa gideceğim. Pazar kahvaltısı hazırlamak için. Çay, kitap hayalimi unutmadım. Kızım ayaklanana kadar o minik, kendime vaat ettiğim molayı vereceğim. Çünkü biz anneler, o molaları vermeyi unutup kendimizi tüm dünyayla yüklemeye çok meyilliyiz. Farkına dahi varmadan yapıyoruz bunu üstelik. Hem yeterince güzel bir kahvaltı hazırlamak hem de kendime ihtiyaç duyduğum özeni vermek için hevesliyim. 

                                                                         *

Hepimizin içinden her gün onlarca duygu geçiyor. Günümüzü, hayatımızı nasıl geçirdiğimiz bu duygulardan hangilerini hatırladığımıza bağlı. Buna kalpten inanıyorum. Kızıma da dilim döndüğünce bunu anlatıyorum. Aktarmaya çalışıyorum. İşte bu yüzden bu sabah yazımı gündelik olana bakarken hissettiklerime adadım. Heyecan, mutluluk ve heves çıktı ortaya.  Eğer bu özeni göstermeseydim belki de birikmiş çamaşırlara bakıp göz devirecek, çalışma odasının dağınıklığı altında kötü hissedecektim. İyi olma çabası da yazmak gibi, hep temrin istiyor, kararlılık, sabır... Ama değiyor işte. Bu pazar senin içinden hangi duygular geçiyor? 

23 Nisan 2024 Salı

Yazarın odası

Meltem Dağcı'nın edebiyathaber için hazırladığı "yazarın odası" köşesini hatırlarsınız. Edebiyatçıların yaşamlarını, yazdıkları mekânları, son zamanlarda okudukları kitapları yakınlarının gözünden mercek altına almaya çalıştığı köşe uzunca süredir güncellenmiyor. Aklıma geldi. Soruları kızıma verdim. Benim için yanıtladı. Önce çok kısa yanıtladı. Sonra biraz genişletti.  İşte Deniz'in merceğinden benim okuma yazma hâllerim: 



Yazılarını nerede yazar? Yazarken denk geldiğinizde o an yaşadığınız ilginç bir anınız oldu mu? 

Bilgisayar. 

Çalışma masasında bilgisayarına yazar genelde. Eskiden kahvelere, Golf'e giderdi. Taşındığımızdan beri gidemiyor. Dışarı çıksa keçilerle beraber yazar herhalde. 

Annenizle yazı/okuma üzerine neler paylaşırsınız?

Kitap parası (Annenin notu: Kitap parası "Ben kitap isterim annem alır ya da benim aldığım kitapların ücretini annem öder anlamına gelmektedir.)

Ben genç kurgu okumayı o ise öykü bazen klasik okumayı sevdiği için kitap parasından başka bir şey paylaşmayız. Ben arada bir kitaplarımı anlatırım. Onda da annem hayatının şokuyla ayrılıyor. 

Yazdıklarıyla ilgili sizden ne tür fikir/öneri alır? 

Almıyor çünkü ya yetişkinler için yazıyor ya da veletler için yazıyor. 

İlk iki kitabını yazarken küçüktüm ve kitaplar yetişkin kitabıydı. Bu nedenle bir fikir almadı. Çocuk kitabını yazarken ben 2. sınıf falan olduğumdan dolayı yazınca okutup fikrimi almıştı. Son kitabı yine yetişkin kitabı olduğu için çok fikir almadı ama Geçmiş Zaman Çileleri'ni şu an okuyorum. 

Yazı yazarken vazgeçmediği ritüelleri nelerdir? 

Ben yazmıyorum ki nereden bileyim. 

Yazarken hep oturur. Genellikle akşam saatlerinde yazar ve yanına kahve (bana yaptırıyor) ya da soda alır. Nadiren deftere yazar. Yazarken etrafında ses istemez. Bazen müzik açar. Kendine aldığı yüzüğü takar. Türk kahvesi içiyorsa da uğraşarak yaptığım köpüğü masaya ayağını çarparak döker. #kahveköpüğüsanattır 

Son olarak, elinde en son gördüğünüz kitapları öğrenebilir miyiz? 

Amerika'ya taşınmış bir arkadaşı olan Halil Yörükoğlu'nun "Şu An Saat Kaç?" kitabını okuyor. Amerika'ya taşınan Türkleri konu alan kısa kısa öykülerin bulunduğu bir kitap. 



17 Nisan 2024 Çarşamba

Güzel anılar kumbarası

Sevgili blog, sevgili okur, 

Fark ettin. Sana ikinci kez üst üste mektup yazar gibi sesleniyorum. Çünkü mektup yazmak, doğrudan insanın yazının içine dalmasını, kendinden, düşüncelerinden samimi bir şekilde bahsetmesini sağlıyor. Bir okurun varlığı, ona seslendiğin bilinci yazıyı kolayca ilerletmeyi olanaklı kılıyor. Benim de işte bu kolaylığa, ne hakkında nasıl bir yazı yazacağımı planlamadan, düşünmeden, ertelemeden, yazının içine hop diye yerleşmeye ihtiyacım var. 

Bahar geldi. Farkındasın. Havada morsalkım kokuları, bahçelerde kır çiçekleri... Hareketsiz ve eve kapalı geçen ayların ardından doğa bizi çağırıyor. Öyle çok büyük buluşmalara bile gerek yok. Bilirsin, doğa, meraklıdır, bir kedi sessizliğiyle yürür, yayılır, beton içlerinde yaşayan bizleri sarar, sarmalar. Kaldırım çatlağında baş verir bir sarı çiçek örneğin. Bildiğin yolunu keser, bana bak, der, inadımı gör. Umutludur şehrin en olmadık yerlerinde rastlanan bu tomurcuklar. 

Yıllar önce yolumu kesen bir sarı çiçeğin öyküsünü yazmıştım ben de. İlk kitabımda yer alır. Merak edersen. Anı Toplayıcısı. Şu hayatta anı toplamak dışında başkaca görevimiz yok belki de. Hepimiz de geçmişi irdeleme, geleceği hayal etme alışkanlığı var malum. Kontrol etme güdümüz, beklentisizlikle barışamama hâlimiz hep bundan belki de. Beklentisizlikten kastım, olayların olmasına izin vermek, hayatı büyük ölçüde kaosun yönettiğini kabul etmek ve gelen günleri bir bir toplamak, içindeki güzellikleri görmek ve anı kumbarasına atmak... Elimizden daha fazlası da gelmiyor zira. 

Nisan ayı için ayların en zalimi demiş şair. Katılıyor musun? Ben asla ve kata katılmıyorum. Kızım bu ay doğdu bir kere. Sırf bu yüzden bile nisan ayların en güzeli belki de. Kuru dallara can veren baharı ihtiva etmesi de cabası. Sözün özü sevgili arkadaşım, sen bu ay hangi güzel anıları biriktirdin? Bir çırpıda sayabilir misin? Bu da çaba istiyor aslında. Aklındaki, kalbindeki sayacı güzellikleri, iyilikleri saymaya ayarlamayı gerektiriyor. 

Birkaç güzel şeyi birlikte saymaya, hatırlamaya ne dersin? İşte benimkiler: 

Balkonu temizledim, topladım. Kızım da çiçeklerin bakımını yaptı. Bazı saksıları da bahçeye çıkardım. Oh oldu mu balkon yayla gibi. Kimi sabahlar ve akşamlar orada yiyip içmeye başladık bile. 

Çalışma odasındaki masayı mutfağa alınca L şeklinde ilave kitaplık yapabilmek için bir alan doğdu. Dün marangoz geldi. Ölçü aldı. L şeklindeki açık raf sisteminin altında L şeklinde bir masa yer alacak. Bir köşeciğinde de keson. Böylece yerli yerine yerleşemeyen kitaplar, hobi ve kırtasiye malzemeleri güzelce sıralanacak. 

Şehirler arası araba yolculukları devam ediyor. İtiraf edeyim. Hâlâ zaman zaman kaygı duyuyorum. Ayvalık'tan gece yola çıktığımızda önümde uzanan uzun konvoyu görünce ellerim terlemeye başladı. Yorgunlukla yolda hata yapar mıyım endişesi kabaca. Bu endişeyi aşmak için dikkatimi tamamen o anın içinde tuttum. Şöyle şeyler işte: Ellerim terliyor. Biraz korkuyorum. Önümdeki araba durdu. Markası şu vs. Bu beni giderek sakinleştirdi. Önüme çıkan ilk pidecide tuvalet ve yemek molası verdik. Kapatmak üzere oldukları halde varsa yalnızca çorba içme ricamızı kırmadılar. Üç ezogelin, bir mercimek çıktı ancak. Yanında sıcacık tırnak pide. Güleryüzlü hizmet. Samimi bir rica karşısında bizim iyiliğimizi gözetmeleri karşısında kalbim eridi. İnsan insana iyi gelir, tam olarak bu. 

Kızımla samimi bir konuşma yaptık akşam, balkonda. Eleştirileri var ebeveynliğime dair. Hangi çocuğun yok? Alınmak, kızmak, söylenmek pekâlâ mümkün ama madem niyet etmişim güzel anılar biriktirmeye, yazısını hazırlamaya bile başlamışım. Bu niyetle uyumlu olmalı eylemim, sözüm, davetim. Çabam karşılığını buldu bence. İşte kumbaraya atılacak bir madeni para daha. Söze bir çırpıda dökülen anılar bunlar. Ya seninkiler? 


10 Nisan 2024 Çarşamba

İyi bayramlar

Sevgili blog, sevgili okur,
Sana bu satırları bir otel odasında, telefonumdan yazıyorum. Öncelikle iyi bayramlar diler, büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim.
Benim kızın yaz tatilinde okul gezisi var. Almanya, acı vatana... Hoş bu tabir gerilerde kaldı, öyle değil mi? Yeni gurbetçiler, öyle eskisi gibi işsizlikten, parasızlıktan gitmiyor, Para biriktirip vatana dönmeyi hayal etmiyor. Bildiğin insanca yaşamak için, basit, huzurlu ve güven dolu bir yaşantı için, melezleşmek için, vatandaş olmak için gidiyor. Bu gidişlerde hüzünlü, çok hüzünlü bir yan var. Gidenleri anlıyorum, o boyunlarına dolanan sıkışıklığı, nefes alamama halini, kaygıyı... Kızım ilkokula başlamadan önce benzer bir ruh halindeydim. Sonra silkindim, kendime geldim. Bir daha da yurt dışına yerleşme meselesi zihnime üşüşmedi. Bunun temel bazı sebepleri var. Öyle hop diye mesleğimi istediğim ülkede yapamıyorum ve bir neslin geleceği için kendiminkini çöpe atmayı da gözüm yemiyor. Hem ne demiş atalarımız. Taş yerinde ağırdır. Ben de Türkiye'nin en batısında usul usul yaşıyor, arkadaşlarla bizi karşı kıyıya bağlasalar geyiği yapıyor, her beyaz yakalı gibi Schengeni cebe koydukça komşuya geliyorum. 
Hah işte bu satırları da sana Ege'nin karşı kıyısından yazıyorum işte. Madem kızıma Schengen gerek. Yunanistan ne güne duruyor. Aldık vizemizi. Yaptık giriş çıkışı. Dün Ayvalık'ta başlayan gezi bugün, burada Midilli'de devam ediyor. 
Midilli'ye ilk kez 2013 yazında geldim. Kızım, ablam, ben. Yunanistan'a ilk girişimdi. Adanın sakinliği, yavaşlığı, saat 2 oldu mu kepenklerin kapanması, mobiletine atlayanın kendini sahile atmasını, leziz yemekleri, Yunanlıların bir frappeye eşlik eden uzun sohbetlerini, masaların arasında ürkmeden kırıntıları didikleyen kumruları sevdim, hem de çok. Bu üçüncü gelişim olsa da hep arabasız ve bir gece kaldığım için adanın geneline dair çok da fikrim yoktu. 
Bu sabah Deniz otobüsünde Meis tur yetkilisiyle konuştuk ve günübirlik tura katılmaya karar verdik. Bu sayede Aigasos'a kadar gittik. Yol boyu Midilli'nin bir numaralı geçim kaynağı zeytin ağaçlarını gördüm. Adanın kıvrımlı yolları, bakımlı zeytinlikleri, kendine yetmesini sağlayan mazotla çalışan elektrik santralleri, adalıları ana karaya ve diğer adalara bağlayan feribot hattı her birini merakla, ilgiyle izledim. Tatilin güzel yanı da bu olsa gerek. Rutinden çıktığın için dikkatini, ilgini gerçekten etrafına vermek, otomatik hareketler yerine farkındalıkla günü geçirmek ... Bugünden kalan anlar işte aşağıda. 



Mübadil bir anne ve üç çocuğunu tasvir eden bir heykel. Ne çok şey anlatıyor. Bırakılan arkanda şimdi. Yüzün acıdan kaskatı ama çocukların için yeniden başlama kararlılığı göstermek, kaya gibi, çelik gibi dimdik, sert durmak dışında bir seçeneğin de yok. 

Paskalya bu anın neresinde kaldı? Geride mı? İleride mi? Paskalya deyince sizin de aklınıza yumurta avı ve Yumurta öyküsü geliyor mu? Bazen kendimi o öyküdeki anne kadar güçlü, kararlı hissediyorum. 




Öğle yemeğinin ardından ayaklarımızı bu pırıl pırıl suya sokmayalım da ne yapalım... Var elbet bir hayalimiz. 19 Mayıs'ta Ege'nin bizim kıyılarında yüzeceğiz elbette. 



bu


Baharın gelişi Mor salkımdan belli olur. Kokusu bu kadar mı güzel olur bir çiçeğin. Bu bahar gözlerim morsalkıma doydu çok şükür. 

Aigasos'ta bir köy kahvesinin güzelliği. Sakinliği, rahatlığı, incelikli zevki... Tek kelimeyle bayıldım. Şerbetli tatlıları meşhurmuş. Öyle dediler. Ama benim kurallarım var. Türkiye sınırları dışında ne Yunanistan ne Balkanlar şerbetli tatlı ağzıma sürmem. Baklava, revani, o, bu... Birkaç denemenin ardından aldığım karardan hayli memnunum. Bugün de ballı, cevizli yoğurt yedim. Mis! 



Sokak kedisi olmayan memleket de ne bileyim. Seviyoruz patilileri. 

Hepinize peşin satan rahatlığı diliyorum.