30 Temmuz 2022 Cumartesi

İki Kıyı

İki Kıyı, Fatma Nuran Avcı'nın ikinci öykü kitabı.



Fatma Nuran Avcı, öyküseverlerin, dergi okurlarının yakından tanıdığı bir isim. Adını Yaşar Kemal Öykü Yarışması'nda birincilik alan Son Cevizlik (Notabene Yayınları 2018) adlı öyküden alan ilk  kitabının ardından bu kez bağımsız kitap yayımlatmayı seçmiş. KDY (Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık) yazarlara doğrudan kitap yayımlatma imkânı sağlayan bir sistem. Kitaplar doğrudan kitapyurdu sitesinden satılıyor ve talebe göre basılıyor. Bu sayede depolama, baskı maliyetleri düşüyor, yazar kitabına, okur da daha uygun fiyattan kitabına kavuşuyor. Avcı'nın literaedebiyatta yayımlanan söyleşisinde dediği gibi: "Yazmanın, üretmenin önüne geçmemeli hiçbir şey."

Kitap iki bölümden oluşuyor. Çantalar ve Taşınmazlar

Çantalar bölümünde yer alan beş öykü birbirine bağlı, birbirini tamamlayan öyküler. Her öykü, öykü kişisinin adını başlık olarak taşıyor ve o kahramanın ağzından öykü anlatılıyor. Öyküleri birbiri ardına okudukça bilgimiz, bilincimiz genişliyor, elbette öykü kişilerinin gösterdiği ölçüde. Her bir öyküde taşınan çanta, hayat karşısında taşıdığımız yüklerin metaforu bir nevi. Ne de olsa hiçbirimiz alabildiğine hafif, geçmişten, ailemizden, çevremizden azade değiliz. Onlarla biçimleniyor, onlardan miras aldıklarımızı sırtımıza yük ediyoruz. Görünmez çantaların ağırlığının altında eziliyoruz, kendi kıyımızda çırpınıp duruyoruz. İşte Avcı, tam da bu çırpınış anlarından sesleniyor okura. Kahramanların kimi bıçkın, kimi yorgun, kimi yaralı, kimi çaresiz. 

Taşınmazlar bölümünde ise daha çok mekân içlerinden sesleniyor okurlara. Daha çok kadınların ve çocukların dünyasına bakıyoruz. Fiziksel ve duygusal şiddetin ardından onlardan geriye ne kaldıysa artık ona... Erkin ezdiği, kamusal alandan ev içlerine itilmiş, sıkıştırılmış kadınlar ve çocuklar çoğunlukta. Ancak oradan çıkıp babasının (otoritenin, iktidarın) karşısına çıkıp hesap soranlar da var. Öykülerde ekseriyetle bilinçakışı kullanılmış. Alabildiğine doğal. Fatma Nuran Avcı'nın kendinden büyük kuşaklara dair gözlem yeteneği, onların dünyasını aktarma becerisi yüksek. Hızlı bilinç akışı içinde kaybolmasına izin verilmemesi gereken, anlatıyı parlatan yerel deyişler var, kadına ait bir dil. Kaçırmamak için biraz ağırdan almalı. Farklı biçimsel arayışlar da mevcut. Tomris Uyar'ın karşılıksız diyalog adını verdiği türe dair iki başarılı öykü var örneğin. Emek verilmiş, özenilmiş bir öykü kitabı İki Kıyı. Kadri kıymeti bilinsin, okurunu bulsun, dilerim.  






29 Temmuz 2022 Cuma

Pelin ve Küçük Dostu Karamel üzerine söyleşi*

 

Meryem Ermeydan ile Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanan söyleşi:


“Yazar olarak bir niyetimiz de çocuklara iyi edebiyattan haz alma tohumları ekmek”

İki öykü kitabının ardından ilk çocuk kitabın Pelin ve Küçük Dostu Karamel geçen yıl çıktı. Yine bir öykü dosyası. Bu kez çocuklar için. Kitapta ilk dikkatimi çeken unsur, dilin kullanımı oldu. Kitabın sıkmayan, okuru tökezletmeyen yalın, akıcı, sade bir dili var. Bunun senin öykücülüğünle bir ilgisi var mı?

Bunun benim yazarlık tutumumla ilgisi var daha çok. Yalın, akıcı, sade bir dil kullanmak, okurun metinle akıp gitmesini sağlamak benim için olmazsa olmaz, en başat unsur. Dolayısıyla çocuklar için yazarken de bunu gözettim. Çünkü çocuk ve gençlik edebiyatı yazarı olarak bir niyetimiz de çocuklara okuma, yazma, iyi edebiyattan haz alma tohumları ekmek. Onları okudukları metinden koparan,tökezleten, akışı bozanbir dille bunu sağlamak mümkün değil. Yalın ve sade bir dil derken okuru hafife alan, yaşı ve deneyimi az olduğu için anlamayacağını varsayan, basit, düzayak bir anlatı dilinden bahsetmiyorum elbette.

Öykü yazarısın. Kısa yazıyorsun, öz yazıyorsun. Seçtiğin kelimelerle adeta nokta atışı yapıyorsun. Buna rağmen ilk çocuk kitabı olarak picturebook yerine daha uzun bir metinle okur karşısına çıktın. Bu bilinçli bir seçim miydi? Kendiliğinden mi gelişti?

Doğru, hep öykü yazıyorum ve kısa yazıyorum. Hemen her defasında yepyeni dünyalar kuruyor, farklı kahramanların hayatlarından kesitlere bakıyorum. Bir yandan da daha uzun hikâyeler yazmak istiyorum, çocuk ve ilk gençlik romanlarına dair kimi fikirleri kafamda gezdiriyorum. Buna karşın uzunyazmaktan imtina eden, yaşam koşullarımı daha uzun yazmanın önünde engel olarak gören bir yanım var. Bir kez Pelin ve ailesi ortaya çıkınca, onları farklı zamanlarda, farklı uyaranlar karşısında hayal etmeye başladım. Herhangi bir beklentiye girmeden motif çıkarır gibi Pelin ve ailesinin hayatından üç, dört aylık bir kesite ve oradan seçilmiş anlara baktım. Bu parçalı yapıyı birbirine teyellemek sonraki aşamaydı. Bu amaçla kahramanların arzularını, hayallerini, ulaşmak istediklerini gözeterek öykülerin yerini değiştirdim, öyküler arasında bir bağ kurdum ve final hazzı yaratmaya çalıştım. Bu çalışma, uzun yazmaktan korkan ve onu erteleyen yanıma da iyi geldi doğrusu.

Kitabın çıkış noktası neydi? Sana tüm bu hikâyeleri yazdıran, asıl tetikleyiciden bahsedebilir misin?

Kitabın son öyküsü, bu dosya için yazdığım ilk öyküydü. Orada asıl niyetim, gerçekte olanla bireyin algıladığı arasındaki farkı, olaylar ve durumlar karşısında bizde uyanan kimi düşüncelerin, varsayımların, söylediklerimizin, söylemediklerimizin yol açabileceği karmaşayı ve iletişim kazalarını bir hikâye aracılığıyla göstermekti. Kar küresi ve uçan halı metaforlarınınanlamı güçlendireceği inancı ve Pelin’in yaşadığı deneyimin, bulduğu çözümün çocuk okurda da duygusal bir etki yaratması, dönüştürücü bir sonuç uyandırması umuduyla yazdım.

Çocuk edebiyatında özellikle ilköğretime yönelik kitaplarda yazarlar genellikle “ben” anlatıcıyı tercih ediyor. Senin bu dili seçmemen hikâyeleri daha etkileyici kılmış. Bu konuda neler söylemek istersin?

Hikâyeleri ilk kez yazdığımda “ben” anlatıcıyı tercih etmiştim. Ancak yazım aşamasını bitirip üzerinde çalışmaya başladığımda bu seçime ait kimi sorunlarla karşılaştım. Pelin hem iç dünyasını hem de olayların akışını aktaran kişi olduğunda, anlatının tutuklaştığını, kahramanın biteviye konuşan, dırdırcı bir karaktere büründüğünü fark ettim. Üçüncü tekil anlatıcıya geçmek, kahramanın iç dünyasından çıkarak onu dışarıdan izlemek, duygularıyla, düşünceleriyle, eylemleriyle araya mesafe koyarak yeniden yazmak anlatıyı rahatlattı ve hikâyeleri biçimlendirmek kolaylaştı.

Pelin ve Küçük Dostu Karamel deyimlerden ve atasözlerinden yana zengin bir kitap. Bunu pek çok açıdan kıymetli buluyorum. Çünkü dilin canlılığını, kültürel mirası aktarırken, etkili bir iletişime olanak sağlıyor. Bunun yanı sıra hedef kitlesi olan okurun müfredatında yer alan bir bilginin de pekişmesini sağlıyor.

Çocuklarla çalışan bir eğitimci olarak bunları senden duymak mutluluk verici. Yazarken özellikle deyimlerden ve atasözlerinden yana zengin bir dil kullanmak amacıyla yola çıkmadım açıkçası. Yazar olarak amacımız bir hikâye aktarmak ve bu hikâyeyi ileteceğimiz okurun ilgisini, dikkatini metinde toplamak neticede. Bunun için elimizde yalnızca kelimeler var. Dili olabildiğince canlı ve leziz tutmak için deyimleri, atasözleri, sahici diyalogları, betimlemeleri, benzetmeleri, metaforları kullanıyoruz. Bunu okuduğumuz kitaplardan, bizi besleyen yazarlardan öğrendik, farkına bile varmadan. Bir yazar adayının, genç yazarın yazın dilini öğrenmesi, çocukların ana dilini öğrenmesinden farksız bu anlamda.  Nasıl kendimizi yalnızca teorik kitaplarla beslemiyor, üzerimize kuramsal bilgiyi boca etmiyorsak çocuklara da öyle yaklaşmalıyız kanımca. Dili, dildeki zenginliği listelerle, sözlüklerle, müfredatın bir parçası olarak öğretmek yerine hikâyeleri kullanmak, onların farkına varmadan bu kalıpları içselleştirmesine ve dile geçirmesine de olanak sağlayacaktır.

Kitabın geneline baktığımızda büyük olaylar, çatışmalar yok. Kalp ritmini yormayan bir kitap. Sakin sakin okuyoruz, gözlemliyoruz, gündelik hayatın içinde olması muhtemel olaylara bakıyoruz. Hatta biz de tanık olmuşuz gibi yaşıyoruz. Sen ne düşünüyorsun? Çocuk kitaplarında büyük olaylar, şaşırtmacalar şart mı?

Okurumuz olan çocuklar, televizyon, akıllı telefonlar, tablet, internet içine doğdu. İzledikleri animasyonlar, çizgi filmler, oynadıkları oyunlar, hepsi özünde bir hikâye sunuyor ve beğenilerini biçimlendiriyor. Ekrandan zahmetsizce tüm duyularına hitap eden hikâyeleri takip etmek varken kitap okumanın daha çok emek gerektirdiği ortada. Bu emeği gösteren çocuğu küçümsemeyelim yeter. Çocukların da mizah, macera, sıkı dostluklar içermesi, yetişkinleri ya da zalimleri alt etmesi, az çok mutlu sonla bitmesi gibi birtakım beklentileri var. Ancak ne büyük olay ne de şaşırtmaca… En önemlisi kurulan dünyanın samimiyetine, sahiciliğine inandırmak, “meğerse, aslında, bir de baktım düşmüş” gibi kolaycılıklara kaçmamak.

Kitapta diş hekimliğiyle ilgili de bir öykü var. Ağız ve diş sağlığıyla ilgili kurgu ya da kurgu dışı yazmaya devam edecek misin? Bu doğrultuda planların var mı?

Sırf diş hekimi olduğum için kurmacanın içine ağız diş sağlığı eğitimini, doğruyu yanlışı sokmayı ya da kurgu dışı bir metinle bunu aktarmayı düşünmedim açıkçası ancak toplumda çok yaygın olan diş hekimi korkusuna değinmeden de edemedim. Bunun için Pelin’i annesiyle diş kliniğine gitmekten çekinen, randevu annesi için alınsa da sıranın kendisine gelmesinden korkan, kaçmaya yeltenen haliyle gösterdim. Bu vesileylekorku ve cesaret kavramlarına bakmak istedim. Bilirsiniz insanlar en çok bilmediği şeylerden korkar. Öyküye serpiştirilen ayrıntılar,diş hekimi ziyareti öncesi çocuğu, bu deneyime hazırlayıp rahatlatırken bir yetişkinin kolaylaştırıcılığında “Cesaret nedir? Cesur olmamak hiçbir şeyden korkmamak mıdır? Peki Pelin cesur mudur?” gibi sorulara yanıt arayacakları sohbet alanları oluşturmak da pekâlâ mümkün.

Pelin hayal dünyası zengin bir çocuk.  Dışarı çıkmak ya da oynamak için annesini beklerken can sıkıntısını gidermek için kendi çözümlerini de buluyor.

Haklısın.Günümüz çocukları bizim çocukluğumuza göre büyük bir bolluk içerisinde. Oyuncaklar, yaratıcılıklarını ortaya çıkartabilecek türlü sanat malzemeleri, eğlence vaat eden ekranlar… Buna karşın çok daha fazla “can sıkıntısı” çekiyorlar. Biz yetişkinler de oradan kendi çabalarıyla çıkmalarına fırsat tanımıyoruz çoğu zaman. Onların can sıkıntısına çözülmesi gereken bir problemmiş gibi yaklaşıyor, derhal öneriler sunuyoruz. Sessizlik,hiçbir şey yapmamak korkulacak, çekinilecek bir şey değil oysa. Tam tersi çocuk ya da yetişkin hepimizin sessizliğe, yavaşlamaya, kendimizi duymaya, hayal kurmaya, düşünmeye ihtiyacımız var. Bu sayede aslında ne istediğimizi bulabilir, yaratıcılığımızı geliştirebilir, içinden çıkmak istediğimiz durumlara dair çözüm yolları keşfedebiliriz. “Söz gümüşse sükût altındır,” diyenler yanılmıyordu.

Kitabı bitirdiğimde devamı gelecek gibi hissettim. Devamı var mı?

Öykücülükten gelen bir alışkanlıkla finali çok net dillendirmeyip sezdirmekle yetindim galiba. Bu da okurda sonrasına dair merak uyandırdı. Bu merak bana da bulaşmış olacak ki Pelin ve ailesini yeni hayatları içerisinde düşlemeye ve kaleme almaya devam ettim. Yeni öyküleri yazarken ilk kitapta Pelin’i hep ev, araba, diş kliniği gibi dar mekânlarda var ettiğimi fark ettim. Pandemi ve bize koyduğu sınırların etkisi olsa gerek. Yeni dosyada Pelin’i daha çok dışarıda ve akranlarıyla göreceğimizi söyleyebilirim. Böylece klasik tezgâhta ne var sorusuna da yanıt vermiş oldum.

* Bu söyleşi 28/07/2022 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır. 

 

28 Temmuz 2022 Perşembe

Erkan Acar ile söyleşi

 Dentalhaber'de Erkan Acar ile diş hekimliği ve öykü yazarlığım üzerine yaptığımız söyleşi


"Üretkenliği belli koşullara bağlamıyorum"

Marmara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi (İngilizce) 2000 mezunusunuz. Bu fakülteyi tercih etmenizin özel bir sebebi var mı?

Lise sıralarında meslek seçimi yaparken çok bilinçli bir tutum sergilemek kolay değil. Anadolu Lisesi’nde okuyordum, sayısalcıydım. Mühendislik ve ileri matematik bana göre değildi.Sağlık sektörünü kendime daha yakın buluyordum. İstanbul, İzmir ya da Ankara dışında bir şehirde okumak istemiyordum. Bu üç şehirdeki Tıp Fakülteleriyle Eczacılık Fakülteleri arasında geniş sayılabilecek bir aralık vardı.Araya Diş Hekimliği Fakülteleri’ni sıralamaya karar verdim. Marmara Üniversitesi İngilizce eğitim verdiği için diş hekimliği tercihlerim arasında ilk sırada yer alıyordu. Oraya yerleştim ve okumaya başladım. Neticede her seçim, başka bir hayatın ihtimalini ortadan kaldırıyor. Ve bizi edebiyatın, sinemanın çok sevdiği kader mi tesadüf mü meselesine getiriyor.

Çocukluğunuzda sizi muayene eden ilk dişhekimini hatırlıyor musunuz? İlk nerede dişhekimine gittiniz? O zamanların zihninizde bıraktığı izleri bugünün muayenehane ve dişhekimleri ile karşılaştırabiliyor musunuz?

İlk kez Çanakkale’de dokuz, on yaşlarındayken diş hekimine gittim. Ümit Bey, tedavilerim sırasında bana karşı sakin ve sabırlıydı. O günlerde diş hekimleri hastalarına kesin bir randevu saati vermiyordu. Bekleme odasından hastalar sırayla çağrılıyordu. Öğle saatlerinde gidip cesaretimi toplayamadığım için sıramı başkalarına verdiğim kalmış en çok aklımda, bir de çürüktemizlenirken çıkan koku ve ağızda bıraktığı nahoş tat. Uzun ve sıkıntılı işlemler görmem gerekmedi. Bununla beraber bir kez diş hekimi koltuğuna oturmak ve dolgu yaptırmak zorunda kalmak ağız bakımıma gösterdiğim ihtimamı arttırdı.

Öykü yazmaya ilk ne zaman başladınız?

Öykü türüyle 2006 yılında katıldığım bir yaratıcı yazarlık atölyesinde tanıştım. Öykü türü kısa sürede okunup irdelenmeye olanak sağladığı için bu tür atölyelerde sıklıkla ders materyali olarak ele alınıyor. İlk yazdıklarım, elbette öykü olmaktan uzak, bir fikri, olayı, düşünceyi anlatan, aktaran, olay örgüsü de ihtiva ettiği için öyküymüş sandığım metinlerdi. Öykünün kıvrak dilini, yoğunluğunu kavramak zaman alıyor. Her beceri gibi bol tekrarla ediniliyorve türün iyi örneklerini okudukça ve yazdıkça gelişiyor. O yüzden ilk örneklerle yayımlanmak arasında hayli zaman var.

Kitaplarınızı kaleme alış hikayelerini sırasıyla anlatır mısınız?

Yazının acemilerinin hikâyeleri pek çok ortaklık taşır. Hemen hepsi iyi bir okurdur en başta. Okudukları gibi metinlerin yazarları olmak hevesiyle çıkmışlardır bu yola. Kimsenin bundan haberi olmadığı gibi, bir ürün çıkarmaları da beklenmez. Yazmak denilen hevesin marifetidir tüm bu çaba. Dolayısıyla kitap yazacağım fikrinden çok yazmak, biriktirmek, yazdıkça daha iyisini kotardığını görmek ve dergilere, yarışmalara yollamakla başlıyor süreç. Ürünlerinizin yayımlanması kendiliğinden bir sonraki aşamaya taşıyor.  Eldeki işe yarar metinler birleşiyor, aralarında bir tür duygudaşlık olanlar seçiliyor ve diziliyor.

Eserlerinizin almış olduğunuz ödüller var mı?

Kitaplarım yayımlanmadan önce farklı öykü yarışmalarına katıldım ve öykü seçkilerinde yer aldım. Bunlardan birisi de Ankara Diş Hekimleri Odası’nın 2014 yılında düzenlediği 1. Öykü Ödülü Yarışmasıydı. “Ütopya: Benim De Bir Hayalim Var” teması üzerine yazdığım öykünün Ayla Kutlu, Özcan Karabulut, Aysu Erden tarafından okunması, seçkiye alınması heyecan verici olduğu kadar yazmaya devam etmem konusunda da teşvik ediciydi. Ödüllerin yazara sağladığı en büyük motivasyon da bu olsa gerek.

Muayene ve tedavi ettiğiniz bir çocuğun veya yetişkinin öykü kurgusuna katkı sağladığı oldu mu?

Meslek gereği elbette ilginç hayat hikâyeleriyle karşılıyorum. Bununla beraber bir olayı ya da kahramanı sırf ilginç bulduğum için yazmak hem etik değil hem de benim öykü anlayışımdan uzak. Bana göre öykü “geçerken gördüğüm şey”. Dolayısıyla olay örgüsünün daha silik olduğu, bir kahramanın başarılarla dolu büyük değişim öyküleri yerine bir anın, kesitin içinden seslenen durum öyküleri yazıyorum. Bunun için büyük şaşırtmalar, sürprizli sonlar peşinde değilim. Sözün özü doğrudan bir hastamdan ya da yakınından yola çıkarak yazmadım. Yazarken zihnin gerisinden farkına varmadan çağırdığımız anlar, duygular, mimikler kimlerden mürekkep bilmek mümkün değil.

Yazma ortamınız daha çok neresidir? Kurgularken, yazarken veya not alırken muayenehaneyi de kullandığınız olur mu?

Okurken ya da notlarımı alırken çok kaprisli değilim. Vapurda, uçakta, çay bahçesinde, evde her yerde okuyabilir, notlarımı alabilirim ancak iş öyküyü yazma aşamasına gelince daha sakin, odaklanabileceğim bir ortama ihtiyaç duyuyorum. Son altı yıldır kendime ait bir odam var. Çoğunlukla orada yazıyorum.

Öykü kitaplarınız “Lodos Çarpması” ve “Kendisiymiş Gibi”de kentli insanın sorunlarına dikkat çekiyorsunuz? Mesleğinizin kentli insanı gözlemenizde yardımcı olan yanları var mı?

Muayenehanelerde mesleğini icra eden diş hekimleri olarak farklı insanlarla karşılaşıyor, normalde belki de hiç karşılaşmayacağımız insanlarla tanışıyor, konuşuyoruz. Onların ağrılarını dindiriyor, estetik ve fonksiyonel beklentilerini karşılamaya çalışıyor, korkularına, heyecanlarına, mutluluklarına, hayal kırıklıklarına tanık oluyoruz. Bellek hepsini kaydediyor elbette ancak bizde kalıcı bir deneyime dönüşmesi için bir duyguya dönüşmüş olması gerek. Bunu sağlayan şey de birbirimize anlattığımız hikâyeler. Onları dinlemeye zaman ayırabildiğimiz oranda aramızdaki bağ derinleşiyor. Ve hikâyeler belki de bu bağların bende bıraktığı izlerden doğuyor.

“Pelin ve Küçük Dostu Karamel” (2021) adlı çocuk öykü kitabınız var. Bir röportajınızda “Çocuklar için yazmak benim için keyifli ve de öğretici bir süreçti. Dolayısıyla bu alanın emekçisi olmaya devam edeceğim,” diyorsunuz. Çoğu meslektaşınız uzmanlık alanı olarak çocuk dişhekimliğini zor buluyor pek tavsiye etmiyor. Çocuk edebiyatı ile uğraşmanın onlarla ilişkilerinizde kolaylık sağlayan bir yanı var mı?

Çocuklarla çalışmanın zorlu yanı korkmaları. İşin tuhaf yanı bu korku çoğu zaman onların kişisel deneyiminden kaynaklanmıyor. Üst kuşaklara aitler. Diş hekimine gitme sıklığının düşük olması,ekonomik sebeplerle gecikmesi, ileri safhalarda hekime başvurulması gibi  durumlar, aile bireylerinde şiddetli bir ağrı ve deneyime dönüşünce ciddi bir dişçi fobisi de oluşuyor. Koruyucu önleyici tedavilerin bir sağlık politikası olarak sunulmaması, ekonomik sebeplerle geciken tedaviler, kamudan diş hekimliği hizmeti almanın giderek zorlaşması bu korkuların daha da derinleşmesine, kuşaktan kuşağa aktarılmasına, köklenmesine sebep oluyor. Bu döngüyü ancak ailelere yönelik ağız diş sağlığı eğitimleriyle, erken yaşlarda başlayan düzenli takipler ve koruyucu tedavilerle kırmak, çocukların güvenini kazanmak pekâlâ mümkün. Çocuklar kendilerine dürüst ve açık davranıldığında çalışması keyifli müttefiklere dönüşüyor ve neşelerini de bulaştırıyorlar.

Ayrıca çocuk dünyasına daha bütüncül bakabilmek Çocuk Gelişimi önlisans programı ve Çocuklar İçin Felsefe Eğitmenliği Eğitiminiz sürüyormuş. Neden bu eğitimleri almaya başladınız?

Bu eğitimleri almaktaki temel amacım, çocuk ve gençlik edebiyatı alanında üretirken yaslandığım art alanı genişletmek, kalemimi güçlendirmekti.

Bir yandan oda genel sekreterliği, diğer yandan muayenehane, bir yanda kızınız, diğer yanda edebiyat uğraşınız. Yazmak için okumaya vakit ayırmak da lazım. Peki nasıl vakit buluyorsunuz, zor olmuyor mu?

Araştırmalar insan beyninin aynı anda birçok işi birden etkin olarak yapmadığını, bir işten diğerine geçerken az ya da çok bir çaba gerektiğini ortaya koysa da çağ bize multitask olmayı dayatıyor. Muayenehane hekimliği de bundan azade değil. Orada da dikkatim, eylemlerim sorularla, telefonlarla, kapıdan gelen yeni hastalarla, tedarikçilerle, teknisyenlerle bölünüyor. Buna hatırı sayılır oda iç yazışma trafiği eklendi. Üretkenliği belli koşulları sağlamış olmaya bağlamıyorum. Öyle olsaydı kızımın büyümesini, emekli olmayı, daha geniş bir eve çıkmayı bekler dururdum. Neticede hayat seçimlerden, önceliklerini belirlemekten ibaret. Okumaya, yazmaya zaman ayırabilmek için uykudan, televizyon izlemekten, siber aylaklıktan feragat etmek, ev işleri için saçını süpürge etmemek yetiyor. Küçük bir şehirde yaşamak, evle işin birbirine çok yakın olması da büyük avantaj elbette.

 

 

27 Temmuz 2022 Çarşamba

Siesta, güç ve doğa üzerine

Havalar eni konu ısındı. İş yerindeki çalışma odamın önünde kapalı bir balkon ve dış bahçede zeytin ağaçları olmasına rağmen gün içinde sıcağın beni çok zorladığı zamanlar oluyor. Eldivenin içinde ellerim tamamen ıslanıyor kimi, bonenin altında ensem ıslanıyor. Şimdi tek cerrahi maskeyle çalışırken geçtiğimiz iki yaz nasıl N95 ile çalıştığıma akıl sır erdiremiyorum. İnsan bir zorlukla sınanmaya görsün, her şeye katlanıyor da gıkı bile çıkmıyor. Geriye dönüp başardıklarımızı görmek, gelecekte belirecekleri aşmak için bize güç veriyor esasında. 

Sıcakları görünce çalışma saatlerimi yeniden düzenlemeyi, gün ortasına bir siesta koymayı hayal ettim, yalan yok. Şöyle ara versem iki saat. Yüzsem, gelsem. Ne güzel olurdu. Aklıma Midilli tatili gelmiş olmalı. Ayvalık'tan tekneyle Midilli'ye gitmiştim yıllar evvel, o zaman euro ucuz, bir frappe Çanakkale'de belediye çay bahçesinde Türk kahvesi içmeye bedel gerçekten. İlk kez Yunanistan'a ayak basacağım. Kalıp kalacağımız bir gece iki gün nihayetinde. Vize formaliteleri gözümü korkutmuş olmalı. Kapıda vizeye razıyım. Deniz iki yaşında ya var ya yok. Puseti benden başka kimse itsin istemiyor. Tekneden inerken Yunan denizciler el atınca yaygarayı koparıyor. Ne ağlamak, ne ağlamak. Sınırda bir kadın bir çocuk... Hâlimize acımış olmalı ki yetkililer, kapıda vize işlemi için ilk biz alınıyoruz. Deniz hâlâ iç çekiyor. Hop dışarıdayız. Sanki Bostancı'dan adalara vardık. Ablam yeşil pasaportuyla ayrı bir yerden çoktan geçip günübirlik ada turunda yerini almış. Bize düşen kent merkezinde aylaklık. Dolanıyoruz etrafta. Deniz uyuyor kimi zaman pusetin içinde. Şansıma Turkcell de çekiyor kıyıda. Bir iki arkadaşımla konuşuyorum. Sütlü frappe içiyorum, Deniz ise köpürtülmüş süt. Yeniden ayaklandığımızda kepenkler iniyor art arda. Mobilet kontaktları açılıyor. Kadınlar, erkekler ayaklarında parmak arası sahil yolunu tutuyor. Bir adada minik bir çocukla yapacak daha iyi bir şey yok. Merkeze yakın küçük bir sahil buluyor, yüzüyoruz. Deniz ve ben, siesta zamanında, bir küçük koyda, taşlı bir sahilde. Onda bez mayo var daha. Su Ayvalık'tan daha iyi. Atıyoruz kendimizi suya. Kızım ilk kez yurt dışında. O günün anısı düşüyor bu sabaha. Bir de siesta hayali. Sahi işe yüzme molası vermek yalnızca adalara mı özgü?

Dün gece Deniz ile ne yapacağımızı bilemedik. Film izleyelim bari, dedik. İklim Avıları adlı Netflix'te oynayan bir belgeselde karar kıldık. Küresel iklim krizinden etkilenen yirmi bir çocuğun Amerikan hükümetine karşı açtığı dava beni en çok iki yerden vurdu. Birincisi davanın görülmesi için dahi beş yıl uğraştıkları yıldırıcı süreç. İkincisi küresel iklim değişikliğinin etkilerinin 70li yıllardan itibaren çok net bilinmesi... İklim ve iktidar çarpıştığında tepedekiler seçimi iktidardan yana kullanıyor. Yazık. Benzer bir karşıtlık Borgen Power&Glory  dizisinde de var. Grönland'da bulunan petrol rezervi, iklim, iktidar, uluslararası çıkarlar... Kaliteli bir yapım. Hiç kuşkusuz. İktidarı, çıkarını, bazen de yalnızca mevcut olanı korumak için neler yapar insan? Neleri kaçırır, ıskalar? Ne gibi ödünler verir? İyi çatışmalar, derinlikli karakterler, arkada çetin Grönland doğası... İnsanın doğa karşısındaki zayıflığını hatırlamasında fayda var. Ve buzullar ne de görkemli. Görebilsem keşke. 
 
Bugün ilk kez, çalışma odamda, pencere önüne yerleştirdiğimi duyurduğum masamda yazıyorum bu satırları. Hareketsizlikten yorgun ve ağrılı bedenim gerinmek istiyor. Uzatıyorum kollarımı yukarıya, sırtımı geriye iterken başım yükseliyor. Tülün ardından görünüyor iki beyaz araba kıç kıça, bir moloz yığını ve uzak ağaçlar. Günün hangi saatinde okuyacağınızı bilemem elbette ama bu anda saat henüz dokuz bile değil. O halde GÜNAYDIN!

26 Temmuz 2022 Salı

Küçük şeylerle yetinebilmek

İnstagram'da takip ettiğim Dr. Ayşegül Çoruhlu "Neden küçük şeylerle mutlu olamıyoruz?" diye bir soru atmış ortaya. Sebebini de dopamin duyarsızlığına bağlamış. Sabahları yataktan çıkmak, heves etmek, harekete geçmek için bir şey lazım, güçlü bir şey, bir ödül. Bu ödülü unutmamak, kim uğraşacak şimdi dememek için vücudumuz birtakım hormonlar salgılıyor. Dopamin de onlardan biri. Böylece inançlarımız, hayallerimiz doğrultusunda emek veriyor, uğraşıyor ve ödülü kazanınca seviniyoruz. Ayşegül Çoruhlu söz konusu iletide dijital dünyada aldığımız like'ların, yorumların, artan takipçilerin dopamin düzeyini yüksek tuttuğunu, buna karşın eskisine nazaran daha tatminsiz olduğumuzu, küçük şeylerle yetinemediğimizi söylüyor ve bu tabloyu da henüz literatüre girmemesine karşın dopamin yetersizliğine bağlıyor. Üç günlük dijital detoksa gireceğini söylüyor. 

Bu anlatılanlar eminim hemen hepinizin gözünde kimi sahneler yaratmıştır. Benim aklıma ilk gelen tedavileri bitiren çocuklara taktığım gülen yüz stickerları oldu. Kimisi hemen mutlu oluyor, yüzü gülüyor; kimiyse ödülün küçüklüğü karşısında hayal kırıklığına uğruyor, başka, daha büyük bir şey talep ediyor; kimiyse bir taneyle yetinmiyor, az sonra elinden, alnından düşecek, yapışkanı geçecek bir ufacık nesneden onlarca istiyor. Kimseyi kınamak değil derdim, ödül meselesinin, motivasyon kaybının çok küçük yaşlara kadar düştüğünü göstermek için bu örneği verdim. 

Benzerini ben de yaşıyorum elbette. Örneğin eskiden beğendiğim, tabiri caizse "ne döktürdüm be" dediğim blog yazılarımı sosyal medyada paylaşıyor, güne karışıyordum. Buna rağmen aklımın bir köşeciği gelecek tepkileri, sayılacak beğenileri, etkileşimleri merak ediyordu. Bu yüzden de elim sık sık telefona, bilgisayara gidiyordu. Bunu aşmak için sayısız kere hesaplarımı dondurdum. Ödülü orada aramamak, yazmanın en büyük ödülünün yazmak eyleminin kendisi olduğunu kavramayı sağlıyor. Yine de yazar olmak için en az bir okur şart. Bloğa yazıp paylaşıyorum, kitaplarım satışta. Evet dışarıda bir yerlerde okurlar var. Bazen ben uyurken eposta yazıyorlar, bazen bloğun altına bir yorum. İşte o anlarda gerçekten mutlu oluyorum, içim hevesle doluyor. Bu yüzden bugün bu yazıyı okuyan herkesi sevdikleri, etkilendikleri bir bloğun altına yorum yazmaya, sevdikleri bir yazara ulaşmaya davet ediyorum. Ben öyle yapacağım. Dopamininiz bol, duyarlılığı çok olsun. Sağlıcakla... 


23 Temmuz 2022 Cumartesi

Sabri Safiye ile söyleşi*

                         "Yazmak bir ilham rüzgârıyla tek seferde başlayıp biten bir süreç değil"



1.       “Tüylü Bir Uzaylı Macerası”Günışığı Kitaplığı’ndan yayımlanan ilk çocuk romanınız ancak ilk kitabınız değil. Öncesinde geçtiğimiz yıl Türkçe ve Arapça olmak üzere çift dilli basılan ve saha çalışmalarında kullanılan Aydaki Tavşanlar adlı çocuk kitabı var. Sizi bu kitabı yazmaya götüren süreç, yazım aşaması ve akabindeki tanıklıklarınızla başlamak istiyorum.

Çocuklar benim için her zaman çok ilgi çekici olmuştur. Bunu, hayatında ilk kez gördüğü bir şeye şaşırarak bakan bir turist gibi söylemiyorum. Aksine, kendiniz ve dünya hakkında şüpheye düştüğünüz her anda, kapısında bekleyerek size yol göstermesini umduğunuz bir bilgenin karşısında duyulan sonsuz merak duygusuyla söylüyorum. Onların düşünce şekli, zihin açıklıkları, hayal güçleri bana her zaman unuttuğum şeyleri hatırlatarak yol göstermiştir. Bu sayede içimdeki çocuğa giden patikaları tekrar tekrar keşfedebildiğime inanıyorum. Her çocuk, yetişkinler dünyasında ayak bağı olarak görülüp hızla geride bırakılmaya ve unutulmaya çalışılan, oysa bence insana dair en keyifli kısımları oluşturan özelliklerin not edildiği birer akıl defteri gibidir. Bu nedenle çocuklarla göz hizasında ilişki kurmaya çalışmak, çok eskiden beri oldukça sık başvurduğum bir yöntem. Fakat onlar için yazmam, tam tersine, son derece yeni bir şey. Beni yazmaya yönelten olgu, savaşın evlerinden, mahallelerinden, oyun oynadıkları sokaklardan, hatta ailelerinden koparıp, binbir acı ve korkuyla dört bir yana hoyratça savurduğu çocuklarla karşılaşmak oldu. Bu deneyim, benim için de korkutucuydu. Çünkü bir çocuğun içindeki umudun ve neşenin solup gittiğini apaçık görmek, hayal edebileceğiniz endişelerin en büyüğüdür. O zaman, onlarla eşit bir diyalog kurabilmek ve umutlarını, neşelerini tekrar canlandırabilmek için bir şeyler yapmak ihtiyacını derinden hissettim. Bunu öğütler vererek yapamayacağım çok açıktı. Bir insana “neşelen!” diyerek onu neşelendiremezsiniz. Ben de bir hikâye kurgulamaya ve onlarla böyle konuşmaya karar verdim. Yetişkinler için savaş çok farklı tartışmalara konu edilebilir, ediliyor da. Ama bir çocuk için ne anlamlar taşıyabileceğini anlamak, insanı derinden sarsıyor. Sevgili Claude Léon’un resimleriyle birlikte Arapça ve Türkçe olarak hikâye edilen “Aydaki Tavşanlar” kitabının fikri böyle doğdu. Öyküyü tamamen, savaşın acımasız rüzgarına kapılarak kendini bambaşka bir ülkede, farklı dilde konuşan yabancı insanlarla çevrilmiş halde bulan bir çocuğa, yepyeni başlangıçlar için ihtiyacı olan cesareti ve dayanışmayı ilham edebilmek kaygısıyla tasarladım. Öykünün yazımı, benim yazmayı adeta yeniden öğrendiğim bir süreç oldu. Hem kurguyu hem anlatımı daha iyi hale getirebilmek için epey ter döktüm. Fikri başından beri gönülden destekleyen ressam arkadaşım Claude da bence harika bir iş çıkardı. Kitabın yazılma amacı ve iki-dilli niteliği, onu şimdilik sahadaki sosyal çalışmalarda kullanılır kılsada elbette gelecekte tüm çocuklara ulaşabilmesini hayal ediyorum. Aydaki Tavşanlar benim için, yayınlanan ilk kitabım olmasının çok ötesinde bir anlam taşıyor. Ne yazık ki, kitabı okuyan çocuklardan geri dönüşler, sadece bu çalışmaları yürüten insanlar dolayımıyla olabiliyor. Onlar çocuklardan son derece olumlu tepkiler aldıklarını belirtiyorlar. Bu elbette sevindirici bir şey ve açıkçası beni de yeni öyküler, romanlar yazma konusunda cesaretlendirdi.

2.       Kariyerinize baktığımızda uzun yıllar sinema sektöründe çalıştığınızı, yönetmen yardımcılığı yaptığınızı, animasyon konusuna yoğunlaştığınızı görüyoruz. Bu deneyimler anlatım dilinize de yansımış hiç kuşkusuz ve “Tüylü Bir Uzaylı Macerası” sinematografisi yüksek bir kitaba dönüşmüş. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz?

Doğru bir tespitte bulunmuşsunuz. Yıllarca film diliyle düşünmek, yazı dilime de etki etmiş gibi görünüyor. Açıkçası yazdıklarımı öncelikle görsel olarak, adeta üç boyutlu olarak hayal ediyorum. Olaylar, duygular ve düşünceler zihnimde daima bir zaman-mekân matrisi içinde şekilleniyorlar. Eğer metinde iki kişi konuşuyorsa, onların mimikleri, beden hareketleri, birbirlerine yansıttıkları enerji gözümde canlanıyor.  Sanki o anı yaşayıp seyrediyorum ve gördüklerimi anlatıyorum. Anlatının iç ritmi, zamanın yavaşlayıphızlanması, önceyesonraya uzanmalar, mekânlar arasındaki geçişler, kurgunun çizgisel yapısının bozularak sarmallaşması vb., bütün bunlar bana film alanındaki hem pratik hem teorik uğraşlarımdan kalan birikimler. Sanırım bu kişisel tarihçe, anlatımda sinematografik dediğimiz niteliği güçlendiriyor. Ama yine de altını çizerek belirtmek isterim ki, edebiyatın, bir film akışının anlatımından çok daha fazla bir şey olduğu fikrindeyim. Edebiyat, görselleştirmenin ve kurgunun ötesinde, sadece kelimelerin ve cümlelerin dünyasında var olabilen bir güce sahip. Bu gücün, tek anlamlılığın asla ifade edemeyeceği cevapsız sorular dünyasına açılabilmek gibi bir ayrıcalığı olduğunu düşünüyorum. Uzun lafın kısası, benim gözüm ve gönlüm, edebiyatın bu gizemli gücünü daha fazla kullanabilmekte. Bu anlamda daha yolun başında olduğumu düşünüyorum.



3.       “Tüylü Bir Uzaylı Macerası” iki koldan ilerleyen bir hikâye. Bir tarafta karlı bir günde okuldan çıkmış servis beklerken uzaylılarla karşılaşan dört çocuk, diğer tarafta kedili bir kadının iş yerinde kendisini ziyaretinin ardından rahatsızlanan başarılı ve çalışkan CEO ve ona neler olduğunu anlamaya çalışan patronu… Gerisi hızlı bir polisiye… Kayıp bir kedinin peşine düşen iki ayrı grup ve zamanla kıyasıya yarış okuru da hızla anlatının içine çekip alıyor. Bunca hız içinde akışı bozacak, okuru şüpheye düşürecek aksaklıkların doğmasını engellemek büyük bir çaba olsa gerek. Yazarken nelere dikkat ettiniz?

“Tüylü Bir Uzaylı Macerası” içinde yolumu kaybetmemek, çıkmaz sokaklara sapmamak, tökezleyip çuvallamamak için kullandığım iki yordam oldu. Öncelikle neyi hangi tonda anlatacağımı, yazmaya başlamadan önce bilmek için elimden gelen her şeyi yaptım. Yani bol bol düşündüm. Bu sayede anlatının dünyası henüz yazmaya başlamadan önce, ana hatlarıyla kurulmuş oldu. Yazma süreci, bu ilk tasarımda ister istemez bir dizi değişikliğe yol açıyor. Anlatı detay kazandıkça, tasarlanmış olan o ilk dünyanın ana caddelerinde bir dizi ara sokak çıkıyor karşınıza. Bazıları çok cazip olsa daçıkmaz olduklarını anlamak uzun sürmüyor. Bazıları ise sizi yepyeni dokularla tanıştırıp keyifli sürprizler yaratıyorlar. Bir de elbette, sokakları ve caddeleri öngörülemeyecek şekilde birbirine bağlayıveren pasajlar. Bu yolculuk tamamlandığında ikinci safha devreye girdi: Acımasız bir eleştirmen olarak yazdıklarımı okumak.  Okumak, değiştirmek, silmek, yeniden yazmak. Aksayan, tıkırdayan, iki yakası bir araya gelmeyen yerlere çözümler düşünmek, buluşlar yapmak. İtiraf edeyim, çalışmanın bu kısmı da, yani anlatıyı bir çömlek tornasındaki yumuşak kil gibi döndüre döndüre geliştirmek, pürüzsüzleştirmek, bana en az ilk yazma eylemi kadar keyif verdi. Demem o ki, benim için yazmak, bir ilham rüzgârıyla tek seferde başlayıp biten bir süreç değil. Daha çok, dönerek daireler, spiraller çizmeyi göze aldığınız, molalar verip soluklandığınız sürprizli bir keşif gezisi gibi.

4.       Hikâye de çok katmanlı diyebiliriz. Yüzeyde çocukların ilgisini çekecek bir polisiye kovalamaca, Jelibüs adında mekânları ışık hızında kat eden bir uzay aracı gibi ilgi çekici ayrıntılar varken altta seçim yapmak, seçimlerimizle yüzleşmek, hayvan deneyleri, insanları ayıran sınırlar ve milliyetler gibi meseleler dip suyu gibi usul usul akıyor. Kitap yayımlanalı kısa bir süre geçti ancak çocuk okurların yorumlarını merak ediyorum. Size gelen geri bildirimler nasıl? Çocuklar neye bakıyor, ne görüyor?

Belirtmeliyim ki, bu dip katmanları özel bir çabayla oluşturmadım. Kitabın temel fikri etrafında şekillenen karakterler ve olaylar, onların içinde yer aldığı dünya, bu katmanları kendiliğinden anlatıya taşıdı. Galiba kitaptaki bütün karakterler benden bazı parçalar taşıyor. Bu nedenle olsa gerek, benim dert edindiğim şeylere onlar da kayıtsız kalamadılar. Maalesef çok merak etmeme rağmen, kitabı okuyan çocuklardan henüz geri bildirim alamadım.  Hem kitabın yeni yayınlanmış olması, hem tatil dönemine denk gelmiş olmamız, çocuklarla buluşmak ve onların yorumlarını ve sorularını dinlemek için biraz daha sabretmemi gerektiriyor. Ama emin olun, bu bekleyiş benim için o kadar kolay bir şey değil. 😊

5.       Siz çocukken nasıl bir okurdunuz? Neleri okumaktan hoşlanırdınız?

Ben çocukken, en veciz ifadeyle, iştahlı bir okurdum. Neredeyse her hafta sonu kitapçıya gidip yeni bir kitap almayı ve onu yer gibi okuyup birkaç günde bitirmeyi iple çekerdim. Elbette benim çocukluğumda internet ve bilgisayar oyunları yoktu. Görsel-işitsel kültür ürünleri bu kadar bol, çeşitli ve kolay ulaşılabilir değildi. Bu nedenle, kitapların beni bu derecede cezbetmesine şaşırmamak gerek. İlgimi en fazla çeken kitaplar, ister bir ıssız adada, ister bir şatoda veya bir ormanda geçsin, kahramanları ister çocuklar, ister büyükler veya hayvanlar olsun, maceralı arkadaşlık kurgularıydı. “Tüylü Bir Uzaylı Macerası”nın da dört arkadaşın (aslında köpek Ramses’le birlikte beş arkadaş) başından geçen bir macera olması tesadüf sayılmamalı. Sanırım arkadaşlık ilişkileri ve özellikle çocukların önemli bir zorluğu aşmak için kafa kafaya vererek dayanışmaları en başından beri benim ilgimi çeken bir tema.

6.       Her yazar yazın hayatı boyunca hep aynı meseleyi yazar, derler. Sizin de bu temalara geri döneceğiniz ön kabulüyle tüm bu meseleler yazılmak için kendilerine yeni hikâyeler ve kahramanlar bulmaya başladı mı?

Sorunuzun net bir cevabı var: evet. Hatta bazıları yazıldı bile. Bazılarıysa henüz birer fikir olarak zihnin çömlekçi tornasında dönüp duruyor. Umuyorum, bir aksilik olmazsa, önümüzdeki aylardayeni bir kitap daha çocukların beğenisine sunulmuş olacak.

Güzel sorularınız ve bu keyifli sohbet imkânını sağladığınız için teşekkürler. 😊

* Bu söyleşi 21 Temmuz 2022 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır. 

 

 

8 Temmuz 2022 Cuma

Şablonun Dışı: Düşünmenin Hazzı*

 

Brigitte Labbe’nin yazdığı, Fransızca aslından Azade Aslan tarafından çevrilen Günışığı Kitaplığı tarafından yayımlanan Çıtır Çıtır Felsefe dizisinin iki kitabına yönelik sosyal medyada ve bazı basın organlarında başlatılan linç kampanyası, maalesef sonuç verdi. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu’nun 24.06.2022 Tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan kararıyla serinin yedi kitabı (Aşk ve Dostluk, Beden ve Akıl, Cesaret ve Korku, Diktatörlük ve Demokrasi, İyi ve Kötü, Küçükler ve Büyükler, Oğlanlar ve Kızlar) muzır ilan edilerek bu kitapların yalnızca 18 yaşından büyüklere poşet içinde satılmasına karar verildi.

Brigitte Labbe, çocukların eğitimine ve gelişimine sunduğu katkılardan dolayı 2019 yılında Fransa Eğitim Bakanlığı tarafından ülkenin en yüksek devlet nişanı olan Legion d’Honneur ile ödüllendirilirkenyarattığı Çıtır Çıtır Felsefe dizisinin ülkemizde muzır neşriyat kapsamına alınıp yalnızca 18 yaşından büyüklere satılmak üzere poşete sokulması kabul edilemez bir yanlıştır. Bu kitapların içerisinden bağlamından kopartılarak seçilen örnekler, çocukları yetişkinlerden gelebilecek suistimallere karşı uyarmayı, iyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı genellemelerden kaçınarak aktarabilmeyi amaçlamaktadır. Tüm yabancılar kötü olmadığı gibi, tüm yakınlarımız da iyi değildir. Sarılmak güzeldir ama bazı sarılmalar bize kendimizi kötü hissettirebilir. Bunları, listelemek, çocuklara çarpım tablosunu ezberletir gibi öğretmek nafile bir çabadır. O halde öncelikli ve de kıymetli olan çocuklara düşüncenin kendisini bir filtre olarak kullandırtma becerisini kazandırabilmektir. Çıtır Çıtır Felsefe dizisinin amacı ve niyeti de tam olarak budur.

Çıtır Çıtır Felsefe dizisinin geneline baktığımızda, her bir kitabın çocuk ya da yetişkin tüm bireyleri düşünmeye davet ettiğini kolaylıkla fark ederiz. Serinin yaratıcısı Labbe, mutlak bir doğruya erişmenin ya da onu aktarmanın peşinde değildir. Aksine öğrenim hayatı boyunca bilgiyi öğretmenden hazır şekilde almaya alışmış çocukları (felsefenin ruhuna uyacak şekilde)  olanı biteni gözlemlemeye, her bir olayı kendi özgünlüğü içinde değerlendirmeye teşvik eder. Bu sayede birey,iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, hoşa gideni gitmeyenden bir şablona oturtmaksızın düşünce yoluyla ayıracaktır.

Brigitte Labbe, günün birinde hiçbir anlam bulamadığı için ara verdiği internet satışı ve ticareti işinden ayrılıp Sorbonne’da Felsefe dersleri almaya başladığında bu diziyi yaratacağını, pek çok dile çevrileceğini, tüm dünyada sevileceğini bilemezdi hiçkuşkusuz. O derslerde ilk kez düşündüğünü fark eden Labbe, düşünme eyleminin kendisine karşı duyduğu hazzı, çocuklara da aktarabilmenin peşine düştü.  Yazdığı ilk kitap İyi ve Kötü bugün yirmi yaşında.

Serinin ilk kitabı İyi ve Kötü Fransa’da 2002 yılında, Türkiye’de ise 2006 yılında yayımlandı. Aradan geçen yirmi yılda kitap sayısı ve çevrildiği diller, buluştuğu okur sayısı giderek artıyor. Alınan bu yanlış karara karşın artmaya da devam edecek. Çünkü arkasında bilgi, deneyim ve sahicilik yatıyor. Brigitte Labbe yalnızca felsefi bir kavramı ele alıp ona dair örnekler vermiyor. Sahadan edindiği deneyimlerle hayata dair temel ve zor kavramları çocuklarla nasıl işleyeceğimize dair giderek genişleyen bir dağarı gerek katıldığı konferanslarda, gerekse kitaplarındacömertçe sunuyor. Bize de diziyi çocuklarla ve çocuklarla çalışan yetişkinlerle paylaşmak kalıyor. Zira dünya çocuklarının severek okuduğu, öğretmen ve ebeveynlerin rehber niteliğinde gördüğü bu seri iyi ve kötü, adalet ve haksızlık, gerçek ve yalan, güzellik ve çirkinlik, savaş ve barış, yaşam ve ölüm, beden ve akıl, şiddet ve şiddetsizlik gibi otuz iki kavramı ele alıyor. Her kitapta bir kavrama odaklanarak ona farklı açılardan bakıyor, gerçek yaşamdan yola çıkan örnek olaylarla hakkında konuşmayı mümkün kılıyor. Böylece çocuk, hap gibi kendisine aktarılan bilginin pasif alıcısı olmak yerine düşünmeyi, sorular sormayı, dinlemeyi öğreniyor. Bu sayede hoşgörülü ve zihni esnek yetişkinler olmaya giden kapılar da aralanıyor. İyi, kötü, doğru, yanlış dikte edilmediği, hayali düşmanlar yaratılmadığı takdirde farklılıklarla bir arada daha barışçıl bir dünyada yaşamak pekâla mümkün. Değişimi yaratan küçük adımlar, önyargılarından arınmış, karşısındakini anlamaya, dinlemeye, kabul etmeye gönlü olan bireylerden geleceğine göre serinin yazarı, danışmanı, dilimize kazandıran çevirmeni ve tüm yayınevi emekçilerine kalpten teşekkür ediyor, bu talihsiz olayla bile olsa Çıtır Çıtır Felsefe dizisini hatırlatmayı borç biliyorum.

* Bu yazı ilk kez 7/7/2022 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır.  

5 Temmuz 2022 Salı

Mektup

Epeydir mektup yazmıyorum, ne kendime ne de bir başkasına. Oysa bir mektuba içini dökmenin, karşındaki alıcıyı bir anlığına unutup ruhunu sermenin yüreği ferahlatan bir yanı var. Şu sıra yüreğimi ferahlatmaya ihtiyacım var. Kenetlediğim dişler mi engel içimdekilerin dışarı saçılmasına, kendimden esirgediğim yazma zamanları mı? Yüreğimde tuhaf bir ağırlık var, bedenimde gerginlik. Beden mi ruhu takip ediyor, ruh mu bedeni emin değilim. Bedenimdeki ve ruhumdaki katılıktan şikayetçiyim. Hafif ağlamaklı. 

Epeydir mektup yazmıyorum, ne kendime ne de bir başkasına. O yüzden duymuyorum sesimi, içimde neler olup bittiğini, en içte, derinde yaşama dair ne istediğimi. Kulak vermeliyim belki de kendime. Bu kulak vermeler de bana rahatsızlık veriyor. Çünkü karar almam gerekiyormuş gibi hissediyorum. Olumsuz olanı engellemek için, bunların yeniden tekrarlanacağı yerlerden, işlerden kaçınmak gibi kararlar peşine düşüyor kolaycı yanım. Sonrası çözümsüzlük... 

Epeydir mektup yazmıyorum, ne kendime ne de bir başkasına. Ondandır belki yalnız ve yorgun hissedişim. Biriktirdiklerim yüzünden. Bir evi taşımanın ferahlığı nereye uçtu gitti. Daha üç gün önce buradaydılar, yoğun ve coşkulu. Duyguların geçiciliği işte... Beklersem gelirler geri gelecekler biliyorum, gelecekler ve gidecekler... 

                                                                                         *

Epeydir mektup almıyorum ne kendimden ne de bir başkasından. Posta kutumda sürpriz satırlar yok Geçmişteki benden bugüne seslenen bene dair bir ses yok. Yeni bir havadis yok. Her günkü düşüncelerimiz bir gün oncekinden oluşuyormuş, çoğunlukla. Yüzdesini de okumuştum bir yerlerde. Hatırlamıyorum. Sözün büyüsü tam olarak buradan kaynaklanıyor işte. Defterine, bloğuna yazdığın her söz, her hayal, zihninde yepyeni düşünceler yaratıyor. Her gün içeriye aldığın yeni, farklı bir düşünce ile otomatik pilotta yaşamaktan bir adım uzaklaşıp direksiyona geçiyoruz. Direksiyonda bizzat, fark ederek yol aldığımız müddetçe de tepkisellikten, sürüklenmekten uzak olacağız. Bunun için içeriyle dışarı arasında bağlantı kurmak şart. Mektuplar da iyi bir araç. Bu satırları yazmak üzere oturan ben ile yemek yemeye kalkacak ben arasında fark var. Yüreğimi sıkan eller biraz olsun aralandı. Kendine mektup yazmayı ihmal edenlere selam olsun. İçeriye kulak verme günüdür belki bugün. Bir dinleyin bakalım, neler diyecek?