28 Şubat 2019 Perşembe

UFUK ÇİZGİSİ



Deniz resim yapmayı çok seviyor ve ressam olmayı düşlüyor. Buna karşın bir süredir daha az resim yaptığını görüyorum. Pazar gecesi yatmaya yakın canının sıkıldığını ilan etti. Benimle oynamak istedi. O anda gönlümden geçen oyun oynamak değil, kanepede kıvrılıp kitap okumaya devam etmekti. Öyle de yaptım. Seçeneklerini gözden geçirdi, benden öneriler aldı ve resim yapmakta karar kıldı. Madem dışarıda lapa lapa kar yağıyordu ve ertesi gün de kar tatiliydi. Pekâla bir kış masalı çizebilirdi. En büyük boy resim defterini, çeşit çeşit boya kalemlerini, Ünlü Ressamlar kitabını tek tek çalışma masasının üzerine dizdi. 
"Bana ilham verebilir!" 
Feridun Oral'ın kış çizimlerinin olduğu iki kitap çıkardım onun için. Kırmızı Elma ve Yavru Ahtapot Olmak Çok Zor. Deniz ise Değnek Adam'ı buldu. Sayfaları karıştırdı, resimleri inceledi. Kurşun kalemini aldı. Çizdiği her yeni çizgiyi gösterir oldu: "Nasıl? Güzel oluyor mu?" 
Cevap vermekten sıkıldım. Çünkü işin başka tarafa doğru kaymaya başladığını düşündüm. Tıpkı bir okurun varlığını her an zihninde taşıyan bir yazarı andırıyordu. Omuzlarının üzerinden onu izleyen gözler varken, seyircinin varlığı her an aklındayken, beğenip beğenmediği aklının bir köşesini kurcalarken nasıl resim çizebilecekti. Bunları anlattım dilim döndüğünce. Patladı! Resim yapmayı seviyorum ama hayalimdeki gibi olmuyor, dedi. Çok da farklı olmadığımızı anladım o an. Taslaklarım, okumak istediklerim değil. Çizdikleri düşledikleri gibi değil. Buna rağmen ikimiz de bir yerlerden başlamalı ve oraya asla ulaşamayacağımızı bilerek devam etmeliyiz çünkü hayallerimiz her adımda uzaklaşan birer ufuk çizgisi gibi uzanıyor önümüzde. Yalnızca belli bir yönü işaret ediyor.   

27 Şubat 2019 Çarşamba

AĞAÇTAKİ EV

Bianca Pitzorno ülkesi İtalya'da en önemli çağdaş yazarlardan biri olarak tanınıyor. Hem çocuklar hem de yetişkinler için yazan Pitzorno, oyun, eleştiri, şarkı sözleri ve senaryolara da imza atıyor.  Arkeoloji ve klasik edebiyat eğitimi gören yazar, Hans Christian Andersen Ödülü adayı ve UNİCEF İyi Niyet Elçisi. Yapıtları pek çok dile çevrilmiş. Türkçeye çevrilen tek eseri, Ağaçtaki Ev (Günışığı Kitaplığı ilk baskı Aralık 2014). 



Ağaçtaki Ev bir ağaç betimlemesiyle açılıyor.  
Bahsi geçen hafifçe yokuş aşağı inen bir çayırın tam ortasında gökyüzüne doğru uzanan, kalın gövdeli bir meşe ağacı. Onu çayırdaki ve dünya üzerindeki diğer ağaçlardan ayıran şey, yoğun yapraklarının ardında gizlenen misafirler: Aglaia, Bianca ve kedi Mürdüm. 
Şehirde, apartmanda yaşamaktan sıkılan ikili, bu koca meşeyi elleriyle bir eve çeviriyor. Ağaç, yalnızca bir mesken değil, bir kahraman gibi anlatıya eşlik ediyor. Yoğun yapraklarıyla sakinlerini meraklı gözlerden koruyor. Onları doyuruyor. Bir meşe ağacı nasıl insanın karnını doyurur demeyin. Bianca onu çoktan bir seraya çevirmiş. Farklı dalları farklı meyve ağaçlarıyla aşılıyor. Ceviz, kestane, armut, kayısı, şeftali ve tropikal meyveler... Ağaç, farklı zamanlarda meyve veren dallarıyla onlara her daim cömert... Evin temizliğine yardımcı olacak kadar da yardımsever. 
Ağacın da bir kahraman gibi anlatıda kendine yer bulması, yaratıcı bir zihinden çıkan gerçeküstü öğeler kitabın sevdiğim yanları. Bununla beraber anlatı ilerledikçe olay örgüsü çok gelişiyor, kahramanlar çoğalıyor. Bir müddet sonra kendilerinden daha yukarıdaki dallarda köpeği ile yaşayan Çalçene Boşboğaz Bey ortaya çıkıyor, örneğin. Leyleklerin göç mevsiminde ağaçtaki evin sakinlerine dört bebek, bir süt anne (dişi bir köpek) dahil oluyor. Ve benim açımdan sorunlar baş gösteriyor. 
Kitabın girişi ne kadar sakinse, ilerleyen bölümleri o denli karışık, tek etki yaratmaktan uzak. Olaylar silsilesini okumaktan başım döndü. Özellikle sorunlu zaman geçişleri epey tadımı kaçırdı. Kitabın geneline hâkim olan geniş zaman durduk yerde geçmiş zamana, oradan da yeniden geniş zamana dönüyor. Ve bu sık sık yineleniyor. 

Ağaçtaki Ev 
Yazan Bianca Pitzorno 
Resimleyen Quentin Blake 
Türkçesi Nilüfer Uğur Dalay
Yaş 8-10 


26 Şubat 2019 Salı

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri:1

Bilmek isteyen yola çıkar. 
Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.
İpuçlarının çevirisi bana ait.

Şefkatli ebeveyn ipuçları: 1. hafta
"Hangi oyunu oynamak istersin? Kim haklı mı, yoksa hayatı muhteşem kılmak mı?"
                                                                                                           Marshall Rosenberg 

Niyetiniz ne, bağlantı kurmak mı yoksa düzeltmek mi? Ebeveynlik amacını, niyetini tespit eden ebeveynler, çocuklarının duygusal güvence, emniyet, güven, rehberlik gibi hayati ihtiyaçlarını karşılayabilir.  
Sizin niyetiniz, amacınız ne? Çocuklarınızı düzeltmek ve idare etmek mi, yoksa onlarla bağlantı kurmak ve keyif almak mı?

Haftanın mindful alıştırması: 
Bir hafta boyunca çocuklarınızı düzelttiğiniz zamanları sayın. Sonra onlarla bağlantı kurduğunuz zamanları sayın. Hangi rakam daha fazla? Bu, size hangi bilgiyi veriyor olabilir?

                                                                                
Ben ne düşünüyorum? 
Dan Siegel'in "Dramasız Disiplin" kitabında karşılaştığım, üzerine düşündüğüm, aklımın çokça yattığı bir kavram: ebeveynlik niyetini belirlemek.
Hekimlikte yeri vardır, başarısızlığı da planlarız, komplikasyon çözmeyi de öğreniriz. Çünkü hekimlik sanatı işler iyi gitmediğinde de neler olacağını tasarlamakla ilgilidir. Bir ebeveyn olarak insan yetiştirirken de farklı düşünemeyiz. Bir problemle karşılaşmadan önce ebeveynlik niyetlerimizi belirlememişsek, üzerine düşünmemişsek, dalgalar yükseldiğinde, merkezimizde kalmamız mümkün değil, savrulacağız. Savrulduğumuz zaman farklı farklı tepkiler vereceğiz, bazen bağıracağız, bazen bıktığımız için yok sayacağız, bazen çok anlayışlı olacağız. 
Peki ya tutarlı davranamazsak, çocuklara ihtiyaç duydukları duygusal güvenceyi nasıl vereceğiz?
"Bağırmayan Anne Baba Olmak" kitabını okuduğumdan beri ebeveynlik niyetim, sakinleştirici otorite rolünü üstlenmek. Bu her zaman kolay değil. Deniyorum, deneyimliyorum, öğreniyorum, duymaya çalışıyorum. Bunun için  okumalar yapıyor, şiddetsiz iletişim, mindfulness araçlarıyla çalışıyorum. En önemlisi eğlenmeye, rahatlamaya yeterince zaman ayırmaya çalışıyorum. Bunu yapmadıysam, kendi oksijenimi çoktan tükettiysem, daha sabırsız, anlayışsız ve sinirli oluyorum, çünkü. 
O yüzden bu yıl, kendimi besleyecek, rahatlayacağım alanları korumak önceliklerim arasında. 

Denizle nasıl paylaşıyorum? 
"Bugün hissettiğin yoğun duygular ve bugün olan güzel şeyler"
Uzunca zamandır devam eden uyku öncesi ritüelinin üç amacı var: duygularının farkına varmasını sağlamak, onları isimlendirmek ve gün içinde olan güzel şeyleri çıkartarak onları kutlamak. Bu en kötü geçtiğini düşündüğümüz günlerde bile sevildiğimizi, önemsendiğimizi, gözetildiğimizi fark etmemizi sağlıyor. 
İşler kötüye gittiği zamanlarda duygu ve ihtiyaç kartları üzerinden durumu değerlendirmek, hakkında konuşmak tansiyonu düşürüyor.

Deniz'in geri bildirimi ne? 
Duygularının giderek daha çok farkına varıyor, duygu kelime dağarcığı genişliyor. Kızgın, bıkmış, sinirli, mutlu, hevesli, meraklı, heyecanlı, gururlu, canı yanmış, delirmiş, yorgun... Bunlar Deniz'in çokça kullandığı duygu kelimeleri... 
Yoğun olumsuz duygular yaşadığında hislerini isimlendirmek, karşılanmayan ihtiyaçlarını belirlemek konusunda gelişme kaydediyor. 

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum? 
Duygularını isimlendirmeyi öğretmek önemli ama yetmiyor. Çoğunlukla suçluyu dışarıda arıyor. Duygularının ona neler yaptığını, ve/ya yaptırdığını fark etmesini sağlamak istiyorum. Olumsuz duygular ona uğradığında yapmak, söylemek üzere olduğu şeyin farkına varmasını, duraksamayı, düşünmeyi ve seçim yapmayı öğretmek istiyorum. Ona bu konuda rol model olabilmek için kırk fırın ekmek yemem gerektiğinin farkındayım. 

Kendimi nasıl değerlendiriyorum? 
Bu konudaki hevesimi, merakımı, öğrenmek, büyümek ve gelişmek için gösterdiğim çabayı takdir ediyorum. 


13 Şubat 2019 Çarşamba

DİŞ KOLEKSİYONU

Edebiyatta diş hekimliği teması "Hızlandıkça Azalıyorum" romanından bir bölümle devam ediyor.


Albümü yerine geri koyacaktım ki içinde dişler olan naylon torbayı görüyorum. Dişlerle dolu kocaman, saydam bir torba. İlk ve son işimden bir anı...
"Sana güzel bir haberim var," dedi Epsilon daha yeni evlendiğimiz sıralarda bir gün. "Emekliye mi ayrılıyorsun?" dedim. "Hayır, daha yeni başladım çalışmaya," dedi Epsilon. İstatistik Bürosu'nun kapısından içeri daha yeni girmişti. Şefinin yanında benim için temizlik işi bulduğuydu vereceği haber. Biraz dışarı çıkıp insanların arasına karışmak güzel olmaz mıydı benim için? "Ama ben insanların arasında olmaktan hoşlanmıyorum," dedim, "yalnızca seninle birlikte olmaktan hoşlanıyorum." "Evet, orası kesin," dedi Epsilon. "Kendini çok özel hissedebilirsin," dedim. Ne yazık ki Epsilon şimdiden işi kabul etmişti benim için. Ben temizlik yaparken nasıl olsa evde kimse olmayacağı kaygılanmama da gerek olmadığını düşünüyordu. O kadar kendinden hoşnut bir şekilde gülümsüyordu ki akıl yürütmesindeki mantık kopukluğunu ona göstermemeyi seçtim, çünkü evlilikte kimi zamanlar sessiz kalması gerekir. Yalnızca almak değil vermek de gerekir. 
Temizlik bittikten sonra dolapların, çekmecelerin içlerini kurcalamayacak kadar güçlü bir karakterim yoktu benim. Bulduğum ilk ilginç şey bir puro kutusuna benziyordu ama kapağını açtığımda çok şaşırdım, çünkü kutu bir sürü dişle doluydu, saymaya çalıştım ama bitiremedim. Süt dişleri, azı dişleri, dolgulu ve dolgusuz dişler, altın dişler, yirmi yaş dişleri. Ağzı diş dolu insanları hep kıskanmışımdır, çünkü dişçiye gitmeyi hiç başaramadım, dilimi ne yapacağımı bilemezdim herhalde. Dişlerim çok erken yaşta sallanıp dökülmeye başlamışlardı. Daha gençliğimde ağzımdaki boşlukları hissederdim ve bugün bile salatalık yediğimde yamru yumru diş izlerimi görünce dişlerimin duruşundan kaygıya düşerim. Kıskançlığım diş koleksiyonunu eve götürmeme neden olmuştu. Evde dişleri bir naylon torbaya koydum, er ya da geç onlara ihtiyacım olacağını hissediyordum içimde. Torbayı vestiyerin en altına koydum ki Epsilon bulamasın; çünkü Epsilon albümle hiç ilgilenmezdi. "Şimdiyi yaşamalıyız Mathea," der her zaman. 



Yazan Kjersti Skomsvold
Çeviren Deniz Canefe
Jaguar Kitap


7 Şubat 2019 Perşembe

Nigel Warburton'dan Yazar Adaylarına Tavsiyeler



Kendinizi geliştirmek istiyorsanız, yalnızca yazmayla ilgili kitaplar okumanız yetmez, yazmanız da gerekir. Yoksa yüzmenin teorisini öğrenen ama ayağını suya hiç değdirmeyen birine benzersiniz. Yaparak öğrenmenin yerini tutan hiçbir şey yoktur. Deneme yazmanın en zor yanlarından biri, yazmaya başlamaktır. Ama yazmak yetmez: Güçlü ve zayıf yanlarınızı bilmeniz ve üslubunuzu buna göre ayarlamanız gerekir. Yalnızca daha fazla yazmakla değil, yazmanızı iyileştirmekle de uğraşmanız gerekecek. Kaç saat pratik yaptığınız önemli değildir, başarınızı belirleyecek olan, pratiğinizin niteliğidir.

Kaynak: Deneme Yazmanın Temel Kuralları
Yazan Nigel Warburton
Çeviren Ahmet Fethi Yıldırım
Alfa Felsefe

6 Şubat 2019 Çarşamba

Elimin altında ne var?


Elimin altında sabah saatleri var. 8.45-9.45 bana ait, bütünüyle benim. Deniz'i okula bıraktıktan sonra eve dönmüyorum. Oturuyorum sevdiğim kafeye. Sıcak çay, defterim, kalemim ve izlediklerim... 
Gün yeni hareketleniyor. Hâlâ okula giden çocuklar var. Arabalar duruyor, kalkıyor. Okulun yanındaki yaya geçidinde bir polis, eli bir havada, bir aşağıda. Durduruyor, geçiriyor. İnsanların çoğunun yüzü yerde, içine dönük. Esirgiyor bir merhabayı, günaydını, gülümsemeyi. Her sabah "Günaydın" diyorum polis memuruna. Teşekkür ederim diye yanıtlıyor. Bir şefkat alıştırması düşüyor zihnime: Sen de tıpkı benim gibi mutluluğu arıyorsun. Sen de tıpkı benim gibi yalnızlığı, çaresizliği biliyorsun. Sen de tıpkı benim gibi … Herkes benim gibi özünde ama ördüğümüz duvarların ardında yalnız ve kırılganız. Serçeler, güvercinler inip kalkmıyor içerideki avlulara. Ekmek kırıntıları serpmeyi unutuyoruz. Deniz'in sorusu geliyor aklıma. "Bu kitabın ortasına duvarı kim koymuş?" Biz, kendimiz demiyorum. Yorgunum, ardından gelecek soruları yanıtlamaya hevesim yok. Tıpkı o şövalye gibiyiz. Güvenli olduğuna inandığımız surları sağlam tutmaya çalışıyoruz var gücümüzle. Sular yükseliyor, yırtıcı dişler beliriyor. Biz hâlâ duvarlara tuğla taşımakla meşgulüz. 
Okuduğum her kitaptan öğrendiklerim var. Dikkatimi çekenler var. Bam telime dokunanlar var. Bir okura bir cümle sunabilmek için sayfalar dolusu yazasım var. Elimin altında günlüğüm var. 

5 Şubat 2019 Salı

Yazmak ile yaşamak arasında


Otopsi, bir ilk kitap. Hacmi küçük, içeriği yoğun. Özge Lena'dan.

David Lang This Was Written by Hand eşliğinde diye başlıyor Lena söze.




Hep bir şey eksik. Bazen bir anı, bazen bir his, bazen kendilik. Ve bazen de bir kelime, bir imge ya da yaşam. Yaşamın içinde bir düşünce. Düşüncenin sonunda bir eylem. Eylemin yanında bir isyan. 
Eksik olan, içimizde bir boşluk suretinde var oluyor. 

Bir kadının yukarıdaki notlarıyla başlıyor roman. Sonra yazan ellere dönüyor, yazılan yere ve onu roman boyu takip eden tablodaki ihtiyar gözlere. Yalnızca yazmak için gelinen karlarla kaplı kuzeydeki taş kulübe ve öncesi el ele yürüyor böylece. Eş, anne ve iş kadını olmak, rutini sürdürmek için verilen savaş, yazmanın hazzına sırt çevirerek kişinin kendine yaptığı ihanet, kadının giderek kuruyan, çölleşen iç dünyası, karmaşası, onu günden güne ele geçiren boşluk. Boşluk ve toplumun belirlediği normalin sınırları arasında salınan, her salınımda şarkısını, derisini, etlerini yitiren bir kadın. 



Arka kapaktan
Boşluk hemen yanı başında beklerken, kadın onu görmezden gelmeyi öğreniyor. Derin nefes alarak, içerek, uyuyarak, kusarak, en çok da yazarak onu unutmaya çalışıyor. Boşluktan kaçmak için duvarlarını kendi elleriyle örüyor. Yıllarca umut ve sabırla. Ancak ne yaparsa yapsın rüyalarından kaçamıyor. Düşler hep ve tam orada. Boşluğun ortasında taştan bir ev. Issızlıkta, tek başına. Evde bir tablo. Pencerelerin arasında. Tabloda yaşlı bir kadın. Öylece ona bakmakta. Yüzlerce kez, içinde kar taneleri olan bir kaleydeskopun içinde dönüp duran bir ruh. Çığlıklarla uyanılan geceler. Gözyaşları ve terle. Boşluk, rüyalarından sızıp onu çağırıyor, şehvetle. 
Otopsi, bir kadının iç dünyasındaki derin çelişkileri anlatıyor. Onu yazmaktan, dahası kendi olmaktan alıkoyan kimliğini, sorumluluklarını, toplumsal baskılara karşın yazma tutkusuyla gelen gerilim, içinde gittikçe büyür ve bu hesaplaşma onu giderek varoluşsal bir seçim yapmaya zorlar. Söz konusu olansa boğucu günlük yaşamı ile yazmak, başka bir deyişle, esaret ve özgürlük arasında bir seçimdir. 


3 Şubat 2019 Pazar

DENİZCE SORULAR:2

Emine Özkaya Daloğlu işini tutkuyla yapan bir mozaik sanatçısı. 
Onunla ilk kez Madam Keti Evi'nde açtığı "Troia Mitolojisinden Mozaik Portreler" sergisinde (Ocak 2017) tanıştık. Troialıların ve Troia için savaşan kahramanların taşınabilir mozaik portrelerinin İlyada ve diğer antik metinlerden alıntılarla harmanlandığı eşsiz sergi, Akhalı kahramanlarla büyümeye ve Rhapsodos Mozaik Evi isimli kalıcı mekânında meraklılarıyla buluşmaya devam ediyor. 
Geçtiğimiz günlerde Denizle bir kez daha Rhapsodos Mozaik Evi'nin kapısını çaldık. Deniz sergiye yeni eklenen mozaik portreleri inceledi ve mozaik sanatıyla ilgili merak ettiklerini Emine Özkaya Daloğlu'na sordu. 





Neden buranın adı Rhapsodos Mozaik?

Belki önce Rhapsodos  Mozaik’te ne yapıldığını söylemek gerekli. Burası Çanakkale merkezde eski Yahudi mahallesinde yer alan kişisel bir mozaik atölyesi. Bildiğin gibi yaşadığımız şehirde Troya adında çok ünlü bir antik kent var. Destanlara konu olan bu kentin hikâyesinin tüm insanlığı ilgilendiren ama görmezden geldiğimiz pek çok duyguyu binyıllar öncesinden bize hatırlattığını düşünüyorum. Yaptığım mozaik portrelerde bu kentin destanı olan İlyada’dan yararlandım. Sonra başka destanlar, tragedyalar okuyunca oradaki karakterlerin portrelerini de ekledim. Bir de baktım ki birbiriyle ilgili başından sonuna Troya efsanelerini anlatan 43 mozaik portre olmuş. Portreleri yaparken seçtiğim metinleri altlarına yazarak gelen ziyaretçilere bu efsaneleri başından sonuna anlatmaya başladım.  Kısaca söylemem gerekirse Rhapsodos Mozaik bir atölye ve aynı zamanda Troya efsanelerinin başta İlyada olmak üzere destanlar ve tragedyalardan seçilen metinlere göre mozaik portreler üzerinden anlatıldığı bir yer. Bu bilgilerden sonra Rhapsodos Mozaik adını açıklayabilirim:  Rhapsodos, antik dünyada yani- yaklaşık 2500 yıl önce- kentten kente giderek Troya savaşı ile ilgili efsaneleri anlatan ozanların adı. Ben de bundan esinlenerek mozaik portrelerde Troya efsaneleri anlatıldığı için adını Rhapsodos Mozaik koydum. Kim bilir belki bir gün kolayca taşınabilmesi için seramik tabaklara yerleştirdiğim mozaik portreler de adı gibi kentten kente giderek Troya efsanelerini anlatır.

Neden gelenlere elma ikram ediyorsun?

Efsaneye göre Troya Savaşının nedeni olarak gösterilen güzellik yarışmasının yapıldığı, üzerinde “En güzeline “ yazan altın elmanın Aphrodite’e verildiği yer Kaz Dağı ya da antik ismiyle İda Dağı'dır. Kaz Dağı/ İda’nın en değerli ürünlerinden biri de eteklerinde yetişen golden(altın)  cinsi elmalardır.  Fakat şimdilerde Kaz dağlarında bulunan altını çıkarmak için çalışmalar yapılıyor. Bu konuda kentte yaşayanlar olarak yaşamsal kaygılarımız var. Bu konuda yürütülen çevre mücadelesinin sloganlarından birisi de “Kaz dağının altını elmadır”. Hem Kazdağı/ İda dağında yapılan güzellik yarışmasına atıfla “Hepimiz en güzeliz,  hepimize yetecek elma var, savaşlar çıkmasın” demek için hem de “en güzele verilecek olan elmalar Kaz dağındadır onu sonsuzca yaşatalım” demek için altın/golden elmalar ikram ediyorum.

Mozaik yapmayı nasıl öğrendin?

Yaklaşık 2300 yıl önce doğadan bulduğu taşları küpler halinde kırıp, renklerine göre yan yana koyarak resimler yapan ve hikâyeler anlatan insanlar tarif edilemeyecek ölçüde beni büyüledi. Ben de onlardan biri olmak istedim. Bunu çok istemiş olmalıyım ki eşim Hakan Daloğlu Çanakkale On sekiz Mart Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’nde mozaik dersleri de veren bir Öğretim Üyesi. Mozaik yapmayı ondan öğrendim. Sonra öğrendiklerimin üzerine Sanat Tarihi Bölümünde “Anadolu’da Erken Bizans Dönemi Figürlü Zemin Mozaikleri” konusunda yüksek lisansımı tamamladım. Bu süreçte de mozaik tarihini ve tekniklerini detaylı olarak araştırma ve kendimi geliştirme fırsatım oldu.

Mozaikleri tabakların içine yapmak nereden aklına geldi?

Mozaikler aslında zemine/ yere ya da duvara yüzey kaplaması olarak uygulanır. Günümüzün kısa ömürlü olan yapı tekniklerini göz önünde tutarak mozaik uygulamaların taşınabilir olması fikrini benimsedim. Taşınabilir mozaikler Bizans İmparatorluğu döneminde görülür. Yüksek lisansımı yaparken bazı taşınabilir mozaikleri görme fırsatım da oldu. Bunlar genellikle ahşapla çerçevelenmişlerdi. Fakat doğal bir malzeme olmasına rağmen ahşap yerine doğal taş gibi daha kalıcı bir materyal ile ürettiğim mozaikleri çerçeveleyerek taşınabilir hale getirmeyi düşünmeye başladım. Bir konu hakkında düşünmeye başlayınca etrafındaki her şeye başka bir gözle bakmaya başlıyorsun. Pek çok denemeden sonra yaptığım mozaikleri bir de seramik tabaklara uygulamaya karar verdim. Bunun sebeplerini üç başlıkta toplayabilirim: Birincisi, Prehistoryada yani yazı öncesi tarihlendirmelerde seramik buluntular çok önemlidir. Çünkü seramik yüksek ısıda piştiği için doğal taş gibi binlerce yıl bozulmadan kalabiliyor. İkincisi, seramik üretimini hızlandıran çömlekçi çarkının ilk kullanıldığı yerleşimlerden birisi de Troya antik kentinin ikinci katmanıdır (MÖ 2600-2250). Son olarak yaşadığımız kentin adı seramik  üretiminden geliyor. Bu deneme/ düşünme sürecinin yaklaşık iki yıl sürdüğünü de söylemeliyim.  Ayrıca tabakların şekli olan daire sonsuzluğun simgesidir. Savaşın yıkımını anlatan İlyada ve ölümsüzlüğünü arayan Gılgamış’ın destanının insanlar yaşadıkça hep önemini koruyacağına inanıyorum.

Neden mozaiklerde hep insan yüzleri var?

İnsanı insan yapan şey, olaylar karşısında yaşadığı duygulardır. Duygular ise yüzlerdeki ifadeye, bakışa mutlaka yansır.  İlyada’nın yazarı Homeros da yaklaşık 2800 yıl önce belli bir durum karşısında insanın duygularını öyle bir anlatır ki o kişiler gözünün önünde canlanıp ete kemiğe bürünürler. Hatta onun bu anlatım şekli sonradan tragedya ozanlarını da çok etkilemiştir.  Sanırım Homeros’un bende uyandırdığı etkiyle kişileri belli bir olay anında yüzlerine yansıyan duygularıyla betimlemek istedim.   Diğer yandan taşlarla resim yapmak olarak tarif edebileceğimiz mozaik sanatında portrelere/ insan yüzlerine ifade verebilmek biraz sabır ve çok çalışma gerektiriyor. Bu anlamda mozaik tekniğinin ve becerimin sınırlarını da merak ettiğimi söylemeliyim.

Tabakların içine bu resimleri nasıl çiziyorsun?

Aslında resimleri tabak içine resmetmiyorum. Resimleri bezin üzerine çiziyor taşları bu beze yapıştırıyor ve sonra bu resmi tabak içine transfer ediyorum. Yani tabaklar bir nevi çerçeve ve taşıyıcı işlevi görüyor.

Mozaik taşlarını nereden buluyorsun?

Mermer atölyelerden atık mermerler topluyorum. Bir de doğa yürüyüşlerinde topladığım doğal taşlardan yararlanıyorum. Böylelikle aynı renklerin devamı olmadığı için her bir resim eşsiz oluyor.



Mozaik taşlarını nasıl yapıştırıyorsun?

Mozaik taşlarını beze doğal yapıştırıcılar ya da şeffaf tutkal ile yapıştırıyorum. Tabağa transfer ederken harç kullanıyorum.

Burada nasıl para kazanıyorsun?

Daha önce söylediğim gibi başta İlyada olmak üzere destanlar ve tragedyalardan seçtiğim metinlere göre ürettiğim mozaik portreler üzerinden Troya Savaşını olayların oluş sırasına göre başından sonuna anlatıyorum. Bu anlatıya masal diyebilirsin ya da bir mozaik sanatçısının üretim sürecinde oluşturduğu Troya hikâyesi ya da başka bir şekilde tanımlayabilirsin. Yaklaşık bir – bir buçuk saat süren bu anlatı için bir ücret belirledik. Bu konuya meraklı olan daha çok şehir dışından ziyaretçilerim oluyor. İsteyen burada satılan küçük hediyelik eşyalardan alabiliyor ya da kendi istedikleri bir karakterin, bir yakınlarının mozaik portrelerini sipariş edebiliyorlar. Şimdilik Rhapsodos Mozaik bu şekilde yaşamaya devam ediyor. Ama sonra neler olur bilemeyiz. 


Bana mozaik yapmayı öğrettiğin ve sorularımı yanıtladığın için teşekkür ederim.
Asıl ben o küçük zarif ellerinle, tüm endişene rağmen taşı tutup kırmana ve sonra çocuklar için hazırladığım kalenin tüm koyu renk taşlarını yapıştırmana, bana böylesi bir tecrübe yaşatıp umutlarımı perçinlemene teşekkür ederim. Kim bilir belki bir gün birlikte yaptığımız mozaik çalışmalarda başka hikâyeler anlatırız. Biliyorsun yediden yetmişe hepimizin en hoşuna giden ortak iletişim aracıdır hikâyeler… Merakın ve cesaretin hep kılavuzun olsun. 

Rhapsodos Mozaik Evi
İsmetpaşa Mah. Yeni Havra Sok. No:10 Çanakkale
Tel: 530 6010639
www.rhapsodosmozaik.com