31 Ekim 2022 Pazartesi

Kıssadan hisse


 

İyi Edebiyatta Daima Gizem Vardır Dediğimizde...

Beyaz Fillere Benzeyen Tepeler, Ernest Hemingway'in 1920li yıllarda yayımlanmış kısa bir öyküsüdür. Hikaye kısa bir zaman aralığında geçer. Bir oturuşta okuyabileceğiniz kısalıktadır. Hikayede bir adam (Amerikalı) ve genç bir kız tren istasyonunda oturmuş, Barselona'dan gelecek Madrid trenini beklemektedir. Bira ve yerel bir likör içerler. Öykünün neredeyse tamamı diyaloğa dayalıdır. İlk bakışta fazlaca bir şey olmayan öykü, Hemingway'in ünlü buzdağı teorisine örnek gösterilebilecek niteliktedir. Hemingway, metnin okura sunulan kısmını buz dağının tepesine, görülen kısmına benzetir. Yazarın bildiği ancak metne almadığı kısımlar buz dağının altında kalan çok daha büyük yer teşkil eder. Bu sayede öykünün doğası gereği eksiltili yapısı içinde, okura bırakılan boşluklar bir sezme, üzerine düşünülme alanı olarak bırakılır. Eksiltmek, yok etmek, kafa karıştırmak anlam karmaşası yaratmak değildir. Görünenden çok daha fazlası olduğunu ima etmek, görülmeyenin de ağırlığını metne sindirmek ve gerilimi arttırmak, okura keşif yapabileceği alanlar bırakmaktır.
Kürtaj kelimesi bir kez bile telaffuz edilmez ancak okur öykünün kürtaj hakkında olduğunu yavaş yavaş sezer. Adam istenmeyen bebekten bir an evvel kurtulmak isterken, genç kadının kafası karışıktır. Çünkü o yıllarda İspanya'da kürtaj yasal olarak yasaktır ve işlem kim bilir hangi koşullarda yapılacaktır. İkili treni beklerken sürekli konuşmalarına rağmen birbirlerini gerçek anlamda dinlemekten, anlamaktan, iletişim kurmaktan da uzaktır. 

29 Ekim 2022 Cumartesi

Saramago'nun izinde

Lizbon gezimiz devam ediyor. Dün öğleden sonrayı kızımla baş başa geçirdik. 24 saatlik bir toplu ulaşım kartı aldık. İlk hedefimiz Casa dos  Bicos oldu. 

Casa dos Bicos, dış cephesi bal peteği görünümünde gri kabartmalarla kaplı eski bir yapı. Dört katlı yapının zemin katında Romalıların döneminden kalma taş duvarlar, kırık amforalar sergileniyor. Arkeologların buluntular üzerine yaptığı incelemeler burada binlerce yıl önce tuzlanmış sardalya  üretimi yapıldığı yönünde. Denize yakın üretimhanelerde tuzlanan balıklar amforalar doldurulup teknelerle Karadeniz'e kadar ulaştırılıyormuş. Binanın geçmişine dair kısa, genel bilgi veren ücretsiz sergi alanını gezdikten sonra üst katlara çıkmak için kişi başı 3 Euro veriyorsunuz. 12 yaş altı ücretsiz. Asıl hikâye üst katlarda başlıyor. 

Birinci kat Saramago'nun fotoğraflarının, çalışmalarının, çalışma Odasının sergilendiği alan. 

İkinci kat Saramago Vakfı'nın ofisi. Üçüncü kat kitapçı. Saramago'nun çevrildiği diller de dahil olmak üzere kitapları satılıyor. Dördüncü kat ise kütüphane. Saramago'nun doğumunun 100. yılında muhtemelen kimi etkinliklere de ev sahipliği yapıyordur. 

Casa dos bicos küçük bir yapı. Ama kimi yerlere biraz da buradaydım diyebilmek için gidiyoruz aslında. Lizbon'a gelmeden önce okumadıklarım arasından bir Saramago kitabı seçeyim, dedim. Yeniden onun kendine has diline dahil olmak kolay olmadı. Noktası, virgülsüz, konuşanın kim olduğunu anlamanın çaba gerektirdiği üslubuna yaklaşamadım bu kez. Kenara koydum şimdilik. Ne diyebilirim. Doğru zaman değilmiş. 

Gelmeden önce binanın karşısındaki zeytin ağacını da ziyaret etmem gerektiğini okumuştum ama yeni istikametimizi belirlemek üzere şehir haritasını açıp da parke taşlara yazılı Jose Saramago yazısını okuyunca anımsayabildim. Ancak o zaman yanına vardım avuçlarını göğe açmış ağacın. Dallarını okşadı. Bedenindeki derin yarıklara baktım. Ardına geçtim ve gülümsedim. Saramago'nun küllerinin serpildiği ağaç olduğunu bilerek. Bir ağacı, diğer tüm ağaçlardan ayıran ona biçtiğimiz hikâye nihayetinde. Hayatı, gezilerimizi anlamlı kılabilmek için hikâyelere ihtiyacımız var. O yüzden bu türden işaretlerin, izlerin peşine düşüyoruz gezilerimizde. Nihayetinde bazı yerler biraz da "buradaydım" demek için gezilir. 



28 Ekim 2022 Cuma

Başka şehirlerin sundukları



Lizbon'dayım. Bir otel odasında, elimde telefon. Klavyenin tuşlarında rahatça akan parmaklar yerine sol işaret parmağımın ucu dokunuyor harflere, tek tek. Yazma şekli değişince ritmi de değişiyor haliyle. Öyledir muhakkak herkes için. Yazmaya on dakika önce başlamakla şimdi başlamak arasında fark vardır. Kim bilebilir zihnin bu kez ne doğurabileceğini.

Lizbon kalabalık. Hava nispeten iyi. İlk gün sıcak ve açıktı. Dün kapalı ve yer yer yağışlı. Lizbon kaşifler şehri. Şaşıracak bir şey yok. Osmanlı nedeniyle zor ulaşılan, pahalıya gelen baharatlar başka yoldan ulaşma çabasından ileri geliyor kaşiflik. Cebelitarık'ın dışında, Atlas Okyanusu'nun hemen kıyısında olmanın avantajıyla açılıyor yelkenliler. Açık denizlerde her rüzgârla gidebilmek için üçgen parçalar halinde tasarlanan yelkenler her rüzgarda yol almayı sağlıyor ama ilerleyiş düz değil, slalom yapar gibi yalpalar gibi. O yüzden çok sıkı matematikçiler de alınıyor donanmaya. Gerisi onlar için mutluluk Afrika ve Brezilya kıyıları içinse yağma. 

İlk kez Avrupa kıtasının sonuna geldim, en batı ucuna. Atlantik Okyanusu'nun kıyısına. İnsanın yurdundan çıkıp turist olarak sokaklarda dolanması güzel şey. Amaca, hedefe yönelik bildik adımları atmak yerine gelen rahatlık, rastgelelik hoşumuza giden. Sokaklarda karşılaştığımız ayrıntılar, heykeller, sokakta performans yapan sanatçılar... Ancak olağanın dışına çıktığımızda görmeye açık olduğumuz şeyler kısaca. Bir şehri bir süreliğine bırakıp gitmr ihtiyacımız da tam olarak bu değil mi? 




25 Ekim 2022 Salı

Pelin ve Küçük Dostu TDB Dergi 195. sayıda

"Öğretici olmaktan çok sahici olmasını yeğlerim"

Marmara Üniversitesi Dişhekimliği Fakültesi mezunu meslektaşımız Tuğba Gürbüz’ün çocuk öykü kitabı Pelin ve Küçük Dostu Karamel de geçtiğimiz yıl yayımlandı. Pelin ve Küçük Dostu Karamel Gürbüz’ün ilk çocuk kitabı olsa da meslektaşımızın tek başına ve birlikte olarak birçok eseri çeşitli basılı ve dijital yayın organlarında yayımlandı. “Ütopya: Benim de Bir Hayalim Var” ve “Gurbet, Hasret, Fedakarlık, Aşk” öykü seçkilerinde öyküleriyle yer alan Gürbüz’ün Lodos Çarpması (2015) ve Kendisiymiş Gibi (2020) adlı öykü kitapları NotaBene Yayınları’ndan çıktı. Çanakkale Dişhekimleri Odası Genel Sekreterliği görevini de sürdüren meslektaşımızın Pelin ve Küçük Dostu Karamel kitabı Sia Çocuk tarafından yayımlandı. Tuğba Gürbüz, kendi ifadesiyle “en çok kızı Deniz’i ve içinde yüzülen denizi” seviyor. Sevdiği diğer şeyler: deniz kenarında yürümek, renkli taşlar ve midye kabukları toplamak, papatyalar, zeytin ağaçları, bulutlar, kediler, kitaplar, defterler ve hamakta sallanmak... Gürbüz, Pelin ve Küçük Dostu Karamel için şu ifadeleri kullanıyor: “Dişhekimi olduğum için sık sık ağız diş sağlığıyla ilgili öyküler yazmam bekleniyor. Doğrudan ağız diş sağlığı eğitimi veren, okuru bu yönde bilgilendirmeye çalışan öyküler yazmayı hiçbir zaman düşünmedim. Çocukların etrafı ona bilgi vermeye hevesli yetişkinlerle dolu. Hiç olmazsa okudukları kitapların içinde özgür olmalarını isterim. Yazdığım öykülerin öğretici olmasından çok sahici olmasını, dilinin temiz ve akıcı olmasını yeğlerim. Yine de ilgi alanlarımız, hayatla ilgili temel meselelerimiz elbette yazdığımız metinlerin içine sızıyor. Ben de 22 yıllık dişhekimi olarak toplumda çok yaygın olan diş hekimi korkusuna kayıtsız kalamadım örneğin. “Ağaçkakan Oyuk Açan” adlı öyküde Pelin ve annesini bir diş kliniğinde görüyoruz. Pelin başta çok gönülsüz gitse, kaçmaya yeltense de korkularıyla yüzleşiyor ve dolgusunu yaptırıyor. Öyküdeki ayrıntılar hem bir dişhekimi ziyaretinin, yapılacak işlemlerin neye benzediğini gösteriyor hem de çocuklarla felsefe oturumlarında tartışılabilecek “Cesaret nedir? Cesur kişi kimdir? Cesur olmak hiçbir şeyden korkmamak mıdır?” gibi kimi soruları da ortaya koyuyor.”

Pelin ve Küçük Dostu Karamel'e dair tanıtım haberi  TDB Dergi 195. sayıda yer aldı.


24 Ekim 2022 Pazartesi

Hatırlatmak İçin Hatırlamak



1-31 Ekim Meme Kanseri Farkındalık Ayı sebebiyle oda merkezinde bir etkinlik yapalım, dedik. Bir genel cerrah çağırıp meme kanseri belirtilerini, kendi kendini muayeneyi, meme ultrasonu ve mamografinin önemini anlatsın istemedik. Malum bilgiye ulaşmak hiç olmadığı kadar kolay. Zor olan o bilgiyi tutmak, içselleştirmek ve hayatına sokacak şekle çevirmek. İnsanları evinden dışarıya çıkmaya çağıracak şeyin, bilgi değil gerçek tanıklıklar olduğuna inandık. 
Hepimiz meme kanserinin tanığıyız diyerek seslendik. Meme kanseri hastası, meme kanserli hastaya bakan hekim ya da hasta yakını olduğumuzu vurguladık. Çünkü bilim bize her sekiz kadından birinin hayatının bir evresinde meme kanserine yakalanacağını söylüyor. Dolayısıyla tanık olduk ya da olacağız. O halde tanık olanlar konuşsun, tanık olacaklara kendi hikâyelerini anlatsın istedik. Konuşacağımız alanı Pembe Kürsü diye tanımladık. Hatırlatmak için hatırlama cesaretine sahip tüm kadınları Meme Kanseri Farkındalık Ayı olan pembelere bürünmeye, anlatmaya ve dinlemeye davet ettik. Çünkü kullanılmayan bilgi işe yaramaz. İnsanların kalbine işleyen, onları harekete geçiren hikâyelerdir. 
Tam da umduğumuz gibi geçti sohbet. Kahkahalı, yemeli içmeli. Kadın elinin değdiği her yerde olduğu gibi, imece usulü ve de süslü. 
Belki şimdi bu satırları okuyan biri geçtiğimiz ay eline gelen bir kitleyi hâlâ doktora göstermediğini anımsar ya da içeri çöken meme ucunun altında kötü haber yatıyordur diye doktora gitmeye cesaret edemediğini kendine itiraf eder ve adım atar diye yazıyorum. Ne de olsa hâlâ 1-31 Ekim tarihleri arasındayız. Eh, madem yazı kamu spotuna döndü, sloganı da yapıştırayım. 
Erken teşhis hayat kurtarır



22 Ekim 2022 Cumartesi

Füsun Çetinel ile Söyleşi*

 


“Eşyaların hikâyelerini yazarken kendimi bir kurtarıcı gibi hissediyorum”

Çocuktan ilkgençliğe pek çok seviyede okur için yazıyorsun. Bu kez metnin daha çok görselle desteklendiği, ilk okuma grubu çocuklara seslendiğin yepyeni bir kitapla karşımızdasın. Öncelikle tebrik ediyorum. Kraliçe'nin yolculuğu nasıl başladı, olgunlaştı?

Pandemi dönemiydi; ev hapsi, belirsizlik, söylentiler, korkular, hepsi peş peşe girmişti yaşamımıza…  Öğrencilerim yazamamaktan, okuyamamaktan, bir konuya odaklanamamaktan şikâyet ediyorlardı. Onlara cesaret vermek, örnek olmak için oturup yazmam gerekiyordu. O sıralarda İtalyan sanatçı Maurizio Cattelan’ın “Duvara Bantlanmış Muz” eserine dair bir haber okudum internette. Çok ilgimi çekti. Sanat nedir, nasıl olmalıdır gibi sorular dolaşmaya başladı kafamda. İlk hikâye işte böyle karmaşık bir ruh hali içinde çıktı ortaya.

İkinci öyküye adını veren yün bebeği pandemiden çok önce bir su birikintisinin içinde bulup oyuncak koleksiyonuma katmıştım. Bana çağrıştırdığı hikâyesini yazmayı ilk günden beri istiyordum. Suriye savaşı, denizde yaşamını yitiren mülteciler, yabancılara karşı olan önyargılarımız… Pandemi döneminde yeni sorunlar eklendi yaşamımıza; hijyen, bulaşıcı hastalık, endişe, korku, şüphe. Hepsi yoğrulup, olgunlaştı ve beni Yün Bebek hikâyesine götürdü.

Üçüncü hikâye vazife bilincimden doğdu. Mutsuzduk, yalnızdık, korkuyorduk. Hepimize umut ve mutlu bir son gerekiyordu. Oturup Dilek Vadisi’ni yazdım.

Her şeyin, herkesin kusursuz, mükemmel görünüme sahip olması gereğinin empoze edildiği sosyal medya çağında çilli, kırmızı saçlı, doğayla, insanla, kendiyle barışık bu kadın liderle çıktın okurun karşısına. Performans sanatından kendin olabilmenin biricikliğine, insanın doğayla kurduğu ilişkiden eşini kaybetmiş, çocuğunu yalnız büyüten ebeveynlere, onların duygu dünyalarına dair pek çok konuya değiniyor, okura tüm bunlar hakkında sohbet etme ve düşünme alanı açıyorsun. Yazar, olağanın dışına çıkma, farklı olanı gösterme iddiasındaki kişi midir? Ne dersin?

Yazar, olağanın dışına çıkma, farklı olanı gösterme iddiasındaki kişi değildir ama daha önce defalarca anlatılmış bir hikâyeyi diğerlerinden farklı anlatabilen ve pek çok kişiye dokunabilen kişidir. Burada tabii ki yazarın neyi nasıl gördüğü, nasıl anlatmak istediği girer devreye. Senin de kendi deneyimlerinden bilebileceğin gibi yazar kendi meseleleri doğrultusunda kurar hikâyeyi. Ancak bir yazar, “Ben insanlara şunu göstermek, şunları düşündürtmek istiyorum,” noktasından hikâye yazmaya girişirse pek de başarılı ve samimimi olamaz bana göre. Bir olayın, diyaloğun veya karakterin gerçekten yüreğine dokunması, içini cız ettirmesi gerekir ki oturup başkalarının da içine dokunabilen bir hikâye yazabilsin.



Kitabın açılış öyküsü olan Kırılan Vazo’nun gerilimi öykü boyunca sürdüren bir yapısı var. Öyküyü tabiri caizse yüreğimiz ağzımızda okuyoruz. Kaza sandığımız şeyin bilinçli bir eylem olduğunu kavradığımız anda bambaşka bir kavramla, kintsugi ile tanışıyoruz. Kusurları, çatlakları çöpe atmak yerine tamir eden, dönüştüren, daha kıymetli hâle getiren bu Japon sanatı, yalnızca ilk hikâyenin nesnesi olmaktan çıkıyor kitabın tamamına yayılan, okurla paylaşılan kuvvetli bir metafora dönüyor. Bu sembolün doğuş hikâyesini bizimle paylaşabilir misin?

Kintsugi kavramı yalnızca bu kitaba değil birçok yönden benim kendi hayatıma da yayılan bir metafor. Geri dönüşüm, ileri dönüşüm, sürdürülebilirlik, koleksiyon, takas, bitpazarları, atık malzemelerin sanata dönüştürülmesi, ikinci el kullanım, mektup, günlük, fotoğraf ve kartpostal yazılarından başka metinlere varmak, doğal yaşlanma önem verdiğim, sıkça içinde bulunduğum çalışmalardan.

Kintsugi kırılan bir objeyi altın tozuyla onarma sanatından çok daha fazlasıdır bana göre. İnsanın; yaptığını, yapamadığını, hatasını, kilosunu, yaşını, kırışıklığını, eksiğini gediğini kabullenerek, hepsiyle birlikte huzur içinde yaşamasıdır. Kintsugi insanları sağaltma sanatıdır. Uygulayabilirsek tabii…

Kopenhag Tıp Müzesi’ndeki, “Tıp ve Teknolojinin Onardığı Organlar ve Uzuvlar” sergisinde şöyle bir yazı gördüm geçen ay yaptığım ziyarette:

“Yaşam bizde izler bırakır. Yanıklar, morluklar, çatlaklar, sivilceler… Bazen kaza geçirir, yaralanırız. Hastanede iyileşir, ameliyat izlerimizle tekrar yaşama döneriz. Bu izler yaşadığımızın kanıtıdır ve bizi eski halimizden çok daha kuvvetli kılar. Bu sergi Japon Kuntsugi sanatından esinlenmiştir.”

Ben bu yazıyı okuduğumda, “Kraliçe’nin Maceraları”nı yazalı neredeyse iki yıl olmuştu. Dünyanın iki farklı yerinde iki farklı insan (kim bilir bilmediğim daha kimler, neler var) Kintsugi sanatından etkilenip bir şeyler üretmişiz…

Uzun yıllardır farklı seviyelerde yazar adaylarıyla, yazarlarla çalışıyorsun. Bu atölye ve birebir çalışmalar elbette kendi metinlerine yaklaşımını da değiştiriyordur. Kurgu öğretmek ve kendi kurmaca dünyalarını yaratmak… Bu iki uğraş birbirini nasıl besliyor, birbiriyle nasıl çelişiyor?

Çok farklı metinler üzerinde çalışmak kendi yazdıklarıma yabancılaşarak uzaktan bakmamı kolaylaştırıyor. Başkaları neler yazıyor, ben ne yazıyorum, neleri iyi yapıyorum veya nelerde eksiğim var? Bunları düşünmemi ve cevaplamamı kolaylaştırıyor başka yazarlarla çalışmak. Yeni kurgular yapmak, yeni problemler çözmek, metni toparlamak benim için yazı alıştırması yapmak gibi bir şey. Çabuk düşünmemi, çözüm odaklı ve analitik olmamı sağlıyor. Çok okuyorum, çok çalışıyorum, bunun sonucu olarak çok da yazmış oluyorum galiba...  

Sokaktan, yaşamdan çok beslenen bir yazarsın. Koleksiyoner bir yanın da var. Sokaktan, bit pazarlarından, el arabalarından pek çok nesne, oyuncak bebek, defter kurtarmışlığın olduğunu biliyorum. Bu nesneler ve ayrıntılar ile kurduğun ilişkiden, yazın dünyana etkilerinden bahsedebilir misin?

Yün Bebek” öyküsünü tam da yukarıda bahsettiğin şekilde yazdım. Yağmurlu ve soğuk bir günde metro durağına yürürken okul çıkışının önündeki su birikintisinde buldum bebeği. Boynunu tek tarafa yatırmış, üzgün gözlerle bana bakıyordu, “Beni buradan kurtar” der gibi. Hemen alıp çantamdaki poşete koydum. Yıkadım, kuruttum. Çok farklıydı diğer bebeklerden. Erkekti, kahverengi giysisi ve kasketi vardı. Boynu yamuktu, üzgün ve çaresiz bakıyordu. Yazı atölyelerinde karakter yaratma derslerinde epey bir çalıştık bebek üzerinden. Su birikintisi, kurtarılmayı beklemek, unutulmak, istenmemek, koyu renk giysiler, yabancı olmak, mültecilik, savaş… Bir sürü duygu, düşünce çağrıştırdı hepimize.

Eşyaların, oyuncakların sahipleriyle geçirdikleri zamanla ilintili karakterleri, ruhları olduğuna inanıyorum. Oraya buraya atılmış oyuncaklar, eşyalar üzüyor beni hemen korumaya, eve almak istiyorum. Veya onlara başka yuvalar buluyorum.

Mektuplar, günlükler, fotoğraflar, kartpostallar yazı çalışması yaparken kullandığım malzemelerden. Ne hikâyeler, ne üzüntüler ne sevinçler çıkıyor içlerinden… Yaşam taşıyor her bir cümleden. Kendimi bir kurtarıcı gibi hissediyorum eşyaların hikâyesini yazıp, onları satırlarda yaşatırken.

* Bu söyleşi ilk kez 22/10/2022 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır. 

 

10 Ekim 2022 Pazartesi

Denemeye değer

Pelin ve Küçük Dostu Karamel'in devamı niteliğinde yazdığım öykü dosyasını aylar sonra yeniden okuyorum. Çehov'un kulakları çınlasın. Okur demez mi "Be kadın madem o tüfeği duvara astın o halde neden patlamadı?" Öykünün başında beliren konuk çocukların bir daha belirmemesini bir sorun olarak görmem için editörün okuması ve uyarması şart mı? Olmamalıydı elbette. Efendimiz acemilik! 
Üç kardeşten biri sürece dahil oldu. Diğerleri henüz giremedi. Bir yol bulacağım elbette. Hazır yeniden okurken gereksiz kelime atma, yakın yerlerde kullanılan aynı fiiller yerine yenilerini seçme... Bitmeyecek gibi duran bir iş. Bazen bunun bir sonu var mı diye düşünmeden edemiyor insan. Her defasında silmek, eklemek mümkün galiba. Sözlü edebiyatın zenginliğinin aksine sonsuza kadar aynı kelimelerle kısıtlamak metni, arzu ettiğin kusursuzluğa ulaştıramadan. 
Kusursuzluk, ufuk çizgisi gibi bir şey aslına bakarsak. İnsana bir hedef gösteriyor ama ipin ucu kaçtı mı, fena şey. Fibromijaljilerin, mide ağrılarının, yanmalarının, yüksek tansiyonun, kanserin daha pek çok hastalığın da davetçisi. Çünkü kusursuzluk belli bir ortalamanın üstünde iş çıkarmaktan ibaret değil. Dile gelmek istediği gibi çıkamayan kelimeler, davranışlar, reaksiyonlar, görünümün, sahip oldukların, olmadıkların, hepsini içine alan kocaman bir beklenti balonu, şiştikçe şişen. 
Geçenlerde bir arkadaşımla oturmuş çay içerken, şiddetsiz iletişim üzerine sohbet ederken, hatalarına karşı suçluluk, pişmanlık, kızgınlık duymadan bakabilmeye dair de konuştuk. Bazen farklı türde iletişim kurmanın mümkün olduğu bilgisine sahip olmanın da içimizden çıkmak isteyen kızgınlıkları, hayal kırıklıklarını bastırdığını, bunun da doğal olmadığını konuştuk. İlişkilerde yap hep ya hiç diye bir şey olmadığını, bazen bir çuval inciri berbat etsek de, yeniden başlanabileceğini kabule çalıştık. Sırtımızda yük etmeden, onu yaşandığı anda bırakarak, belki karşılanmayan ihtiyaçlarımızın trajik bir ifadesi olarak kabul ederek, utancın, kendimize duyduğumuz kızgınlığın ya da pişmanlığın orada duyulmayı bekleyen duygu ve ihtiyacı örtbas etmesine izin vermemekten bahsettik. Arkadaşımın heybesinde neler kaldı o sabahtan bilmiyorum ama beni rahatlattığı kesin. Ancak etkisi uzun sürmüyor. 
Bazen yalnızca sessizliğe ihtiyaç duyduğum anlarda etrafında gelişen olayların, kontrolüm dışında ivmelenmesi, anafora dönmesi ve beni de içine çekip yutması kendimi Sisifos gibi hissettiriyor. Hadi bugünü de, bu ânı da kurtardım derken hop en aşağıdayım. Her şey yeniden başlıyor. 
Yeniden başlamak her zaman kolay değil. Bazen insanı kolayca bıkkınlığa sürükleyebiliyor. Anahtar düşünce "elimden geleni yaptım" anlayışı galiba. Sürekli neyi başka türlü yapabileceğinin yollarını aramak bazen insanüstü bir çaba gibi duruyor. Kastettiğim elimden geleni yapıyorum kolaycılığı değil. Buna kapılmadan elimden geleni yapıyorum kabulüne, anlayışına, şefkatine sahip olabilmek. Denemeye değer.