29 Nisan 2014 Salı

SARI KIZ VE ANA TANRIÇA KÜLTÜ

Ören yerlerini, müzeleri gezerken izlediğiniz arkeolojik eserlerin, geleceğe gönderilmiş bir mektup olduğunu düşündünüz mü hiç? Ben düşünmemiştim. Çünkü geçmişten, kayıp uygarlıklardan, dillerden, kültürlerden gelen bu mektupları okumayı bilmiyordum. Tatile gittiğimizde müze ve ören yerlerini görev icabı hızlı hızlı gezer, çıkışta, benim zorumla girdiği halde bir türlü çıkamayan Çağlar'ı sinirli sinirli beklerdim. Taşların gizemini çözecek ortak dilin, sembollerin dilinin şifrelerini keyifli bir söyleşide dinleyince arkeolojiye bakışım da değişti.


Sembol, antik Grekçe buluşmak, birleşmek anlamına gelen  "symbolein" kelimesinden gelir. Sembol, inisiyeler arası tanıma, tanışma ve anlaşma aracıdır, belli bilgi ve anlayışa aşina olmayanların bilincinden gizler ve aşina olana açar. Bu sayede günümüzden 7500 yıl önce Çatalhöyük'te bulunan bir figürle, günümüzden 3700 yıl önce Girit'te bulunan başka bir figürün aynı anlatının devamı olduğunu, her ikisinin de Ana Tanrıça'yı simgelediğini anlayabiliriz.

Çanakkale Kent Müzesi, ÇAYEK, Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği ortaklığıyla düzenlenen masal söyleşilerinin beşincisi 9 Nisan 2014 tarihinde Çanakkale Kent Müzesi'nde gerçekleşti. "SARI  KIZ EFSANESİ VE ANA TANRIÇA KÜLTÜ" başlıklı söyleşinin konuğu Ahmet Turgut Yazman, "12000 Yıllık Anadolu Bilgeliği" üzerine verdiği seminerlerle tanınıyor.
Yazman, Anadolu'nun 12000 yıllık tarihsel sürecindeki Ana Tanrıça kültünü arkeolojik buluntular eşliğinde değerlendirdi. Anadolu insanının doğaya hükmeden Ana Tanrıça kültüne çevirdiği Sarı kız efsanesini anlattı. 
"Dağlar çok eski çağlardan beri kutsaldır. Ana tanrıça inancına göre, Kibele dağların anası, hakimidir. Bu dağlardan biri de İda (Kaz) dağıdır. Bu dağa ilişkin Anadolu insanının oluşturduğu Sarı kız efsanesinin farklı anlatımları vardır. Ancak en yaygın olanını hatırlatalım.
Sarı kız güzel, iyi niyetli biridir. Haliyle çekemeyeni çoktur. Düşmanları sürekli onun hakkında dedikodular üretmektedir. Dedikodular yürür gider. Bu durumdan rahatsız olan baba, kızını alır odun kesme bahanesiyle dağa giderler. Yanında on iki adet de kazla kızını dağda bırakır. Kimse bir geceden fazla dağda tek başına yaşayamaz ölürmüş. Ancak sarı kız yaşar. Kazları çoğalır. Türlü mucizeler gerçekleşir. Ovada yaşayanlar, her gece dağda bir ışık görür. Kızını dağda bırakıp giden baba vicdan azabı çeker. Kızını bulmaya karar verir. Dağa giderken ormanda kaybolur. Yolunu kaybedince sarı bir ışık belirir. Baba, ışığı izleyerek dağın doruğuna kadar çıkar. Dağın doruğunda, ışık Sarı kıza döner. Baba çok şaşırır. Abdest almak için su ister. Sarı kız eğilir elindeki tasla Edremit körfezinden su alır. Babası bu su tuzlu der. Sarı Kız, toprağa sertçe vurur, vurduğu yerden tatlı su çıkar. Babası kızının ermiş olduğunu anlar. Köye geri dönmez. Kızıyla beraber kaz dağlarında yaşar. Sarı Kız Efsanesi, Ana Tanrıça kültünün devamıdır.
Sarı Kız ve Kazlar, Orta Asya'daki Umay Ana ve kazlarla, dağda terk edilen Sarı Kız, dağda terk edilen Paris ile benzerlikler taşır. Göç yolları boyunca sözlü tarih kuşaklar boyu aktarılır. Ülkeler, beylikler yıkılsa, farklı boylar kültürler de gelse bu sözlü tarih, sembol kaybolmaz, kendisinden sonra gelen medeniyete aktarılır."

Ahmet Turgut Yazman, Mimar Sinan Üniversitesi, Sinema Televizyon bölümünden, Senaryo ve Yönetmenlik üzerine eğitim görerek mezun oldu. Yıldız Teknik Üniversite’sinde Sanat Tarihi ve Müzecilik üzerine Yüksek Lisans eğitimini tamamladı. 1998 yılındaki mezuniyetinin ardından, Tuna Film Yapım Şirketi’nde Yönetmen Yardımcısı olarak çalışmaya başladı. 2008 yılında, ATV’de yayınlanan Anadolu mitolojisi, dinler ve ezoterik inançlar konulu 13 bölümlük “Aşure” programının yönetmenliğini üstlendi. “12.000 yıllık Anadolu Bilgeliği” adlı projesinden yola çıkarak, son 2 yılda seminerler vermeye başladı. Ahmet Turgut Yazman, Bilgi Üniversitesi Sinema Bölümü’nde yüksek lisans öğrencilerine ders vermektedir.
YÖNETMENLİĞİNİ YAPTIĞI BELGESEL FİLMLER
Göbekli Tepe - 2010
Boston 16. Turkish Festival, Documentary & Short Film Competition, Audience Awards, Best Documentary. 2011
Antalya 47. Altın Portakal Film Festivali, Ulusal Belgesel Film Yarışması, Finalist. 2010
Boston 16. Turkish Festival, Documentary & Short Film Competition, Finalist. 2011
Eskişehir 13. Film Festivali, Hayatımız Belgesel Bölümü Seçkisi. 2011
30. İstanbul Uluslararası Film Festivali, Gösterim. 2011
Nar Sanat 2. Film Festivali, Gösterim Seçkisi. 2012
Kaynak:www.kameraarkasi.org

22 Nisan 2014 Salı

MEKTUP EDEBİYATI


 
CİCERO'DAN SERVİUS SULPİCİUS'A MEKTUP
Evet Servius, mektubunda yazdığın gibi, bu en büyük felâketimde yanımda bulunmanı isterdim: yanımda bulunup beni teselli etmekle, hemen hemen benim kadar acı duymakla bana ne kadar yardım edebileceğini, mektubunu okuduğum zaman hissettiğim sükûnetten kolayca anladım. Çünkü hem yasımı dindirecek sözler yazmışsın, hem de beni teselli ederken kendin de aynı acıyı duymuşsun. Senin Servius'un o anlarda yapılabilecek her türlü yardımlarıyla, bana ne derece değer verdiğini, bana karşı duyduğu hislerin senin ne kadar hoşuna gideceğini gösterdi. Muhakkak ki onun tesellileri benim için her zaman hoştu, ama hiçbir zaman bu seferki kadar hoşa geçmedi. Sen ise beni yalnız yazılarınla, âdeta bir hastalık haline gelen derdime iştirakinle değil, şahsiyetin, büyük nüfuzunla teselli ettin. Çünkü felâketime, senin gibi bu kadar bilgelikle donanmış bir kimsenin söylediği şekilde katlanmamayı kendim için bir ayıp sayıyorum. Ama ara sıra acının altında eziliyorum, acıma güç dayanabiliyorum, çünkü aynı felâkete uğrayan insanları gözümün önüne getiriyorum da, onların tesellilerinden mahrum olduğumu görüyorum: Q.Maximus, konsüllüğe erişen büyük işler başarıp ünlü bir adam olan oğlunu kaybetti. L.Paulus ise yedi gün içinde iki oğlunu birden toprağa verdi. Senin Gallus'un da, Cato da çok zeki, çok erdemli çocuklarını kaybettiler. Ama felâketleri, devlet işlerinde kazandıkları itibarın, yaslarına bir merhem olabileceği zamanda başlarına geldi. Ben ise mektubunda hatırlattığın, çalışa çabalıya elde ettiğim o şereflerden mahrumum. Bir tesellim vardı, o da elimden alındı. Beni düşüncelerimden kurtaracak ne bir dost kaygısı, ne bir devlet görevi vardı; forum'da hiçbir dâvaya bakmayı canım istemiyordu, Curia'ya gözlerimi çeviremiyordum. Olanca maharetimi, kaderin bana bağışladığı her türlü nimeti kaybettim gibi geliyordu, gerçekten de öyleydi. Ama başıma gelenlerin, senin, daha birkaç kişinin de başına geldiğini düşününce, kendi kendime hâkim olarak, bu felâketleri hoşgörüyle karşılamaya kendimi zorladığım zaman, yanına sığınıp huzur bulacağım, tatlı yaradılışında her türlü kederimi, endişemi unutacağım bir kimse vardı; ama şimdi, bu derin yara ile beraber, iyileştiğini sandığım bütün yaralarım tekrar kanadı; devlet işlerinde kedere uğrayıp eve kaçtığım zaman bana kollarını açıp kederimi dindirecek bir evim vardı, ama şimdi kederimden evde oturamaz hale gelince, beni lûtuflariyle avutacak bir devlete sığınamıyorum. Bu yüzden, hem evimden  hem forumdan uzağım, çünkü artık, ne evim devlet yüzünden uğradığım acıyı dindirebilir, ne de beni evden uzaklaştıran kederi devlet işlerinde avutabilirim. Bu yüzden seni dört gözle bekliyorum, seni bir an önce görmek istiyorum. Hiçbir felsefi doktrin bana senin samimiyetin, sözlerin kadar teselli veremez. Zaten gelişinin yakın olacağını da umuyorum, bana öyle dediler. Bir çok sebeplerden seni bir an önce görmeği diliyorum. O zaman, eskiden yaptığımız gibi, vaktimizi ne şekilde geçireceğimizi tasarlarız. Çünkü her şeyi, bilge, asil ve anladığım kadar da, bana düşman olmıyan, seni de çok seven bir tek kimsenin (Cæsar'ın) arzusuna uydurmak lâzım. Bu böyle olunca, ne yapacağımızı değil, onun nazik müsadesiyle, dinlenmek için nasıl bir plan kurmamız gerektiğini düşüneceğiz. Sağ ol.
                                                                                                              (Ficulea, İ.Ö. Nisan 45)
 
 
Marcus Tulius Cicero (MÖ 106 - MÖ 43) Romalı devlet adamı, bilgin, hatip, yazar, avukat, politik teorisyen. Yunan felsefesini Roma'ya getirmiş, Latin felsefe dilini geliştirmiştir. "Humanite" gibi bazı felsefi terimleri dile kazandırmıştır. Mektupları Avrupa edebiyatını uzun yıllar etkilemiştir. Mektup, günlük dilin kullanıldığı bir metindir. Ancak Cicero'nun mektupları, çok niteliklidir, edebi yönüyle öne çıkar.
Cicero önemli bir hatipti. Kayda geçen 88 konuşmasından 58 tanesi günümüze ulaşabilmiştir.
MÖ 45 yılının Şubatında kızı Tullia'nın ölümü onu çok sarsmıştır. Yukarıda alıntılanan mektup kızı Tullia'nın ölümü üzerine kendisine taziye mektubu yazan öğrencisi Servius Sulpicius'un mektubuna yazdığı cevaptır.

FUZULİ  ŞİKAYETNÂME
Selam verdim, rüşvet değildir diye almadılar.
Hüküm gösterdim, faydasızdır diye iltifat etmediler. Eğerçi görünürde itaat eder gibi davrandılar ama bütün sorduklarıma hal diliyle karşılık verdiler.
Dedim: – Ey arkadaşlar, bu ne yanlış iştir, bu ne yüz asıklığıdır?
Dediler: – Bizim adetimiz böyledir.
Dedim: – Benim riayetimi gerekli görmüşler ve bana tekaüt beratı vermişler ki ondan her zaman pay alam ve padişaha gönül rahatlığı ile dua kılam.
Dediler: – Ey zavallı! Sana zulüm etmişler ve gidip gelme sermayesi vermişler ki, daima faydasız mücadele edesin ve uğursuz yüzler görüp sert sözler işitesin.
Dedim: – Beratımın gereği niçin yerine gelmez?
Dediler: – Zevaittir, husulü mümkün olmaz.
Dedim: – Böyle evkaf zevaidsiz olur mu?
Dediler: – Asitanenin masraflarından artarsa bizden kalır mı?
Dedim: – Vakıf malın dilediği gibi kullanmak vebaldir.
Dediler: – Akçamız ile satın almışız, bize helaldir.
Dedim: – Hesaba alsalar bu tuttuğunuz yolun fesadı bulunur.
Dediler: – Bu hesap, kıyamette sorulur.
Dedim: – Dünyada dahi hesap olur, haberin işitmişiz.
Dediler: – Ondan dahi korkumuz yoktur, katipleri razı etmişiz. Gördüm ki sualime cevaptan başka nesne vermezler ve bu berat ile hacetim kılmağın reva görmezler, çaresiz mücadeleyi terk ettim ve mey’us ü mahrum guşe-i uzletime çekildim.

En eski Türk Edebiyatı metnidir. Kanuni, Fuzuli'nin yazdığı bir kasideyi çok beğenir. Bunun üzerine Fuzuli'ye maaş bağlanır. Ancak Fuzuli, kendisine bağlanan maaşı alamaz. Bunun üzerine bu şikayetnâmeyi yazar.

GOETHE'DEN KESTNER'E MEKTUP
                                                                                                                                        10 Eylül 1772
İşte yok artık, Kestner, bu pusulayı aldığınız zaman O artık yok. Öteki pusulayı da Lottchen'e veriniz.

Goethe bir kadınla tanışır. Birbirlerinden etkilenirler. Ancak kadın Kestner'in nişanlısıdır. Goethe bir veda mektubu yazar. Lottchen ile Kestner evlenir. Goethe bir müddet onlarla görüşmez. Henüz 25 yaşındayken iki hafta gibi kısa bir süre içinde Genç Werther'in Acıları adlı mektup romanı yazar. Kitap yayımlandıktan sonra çok ilgi çeker. Werther'in giydiği mavi ceket ve sarı pantolon kısa sürede gençler arasında moda olur. İntihar vakaları artar. Kitapla ilgili tanıtım yazısını okumak için aşağıdaki linki tıklayın.
http://www.insanokur.org/?p=287



BRAM STOKER  DRACULA
Dostum,
Karpat dağlarına hoş geldiniz. Sizi sabırsızlıkla bekliyorum. Bu gece iyi uyuyun. Yarın saat 3'te posta arabası Bukovino'ya doğru yola çıkacak; arabada sizin için yer ayrıldı. ...
                                                                                                                                  Dostunuz Dracula

Dracula, İrlanda asıllı İngiliz yazar Bram Stoker'in 1897 yılında yazdığı bir romandır. Romanla ilgili değerlendirme yazısını okumak için aşağıdaki linki tıklayınız.
http://www.karakutu.com/karanlklar-prensi-kont-dracula/



BEŞİR FUAD  MEZARDAN BİR SEDA
İntihar niyeti bende iki seneyi mütecâviz oluyor ki mevcuttur. Yalnız vakt-i merhûnuna talik etmiş idim. Ancak şairlerin tarizâtını cevapsız bırakmamak için bir hafta daha tehirine mecbur oldum. Gerçi bazı tazirât daha varsa da, onları şayân-ı ehemmiyet görmediğim için niyetimi kuvveden fiile çıkarıp daha ziyâde te'cil etmeyi münasip görmedim.
 
Asker, düşünür, yazar. İngilizce, Almanca, Fransızca biliyordu. Batı yazarlarını çevirdi. Pozitivizm ve materyalizmi Osmanlı'ya getirdi. Gazetelerde bilimsel, felsefi, askeri yazılar yayımladı. Annesi gibi sinir hastalığından ölmek istemediği için bileklerini keserek intihar etti. Ölüm esnasında hissedilenleri bilimsel bir gözlem olarak kaydetmek istedi. Ardında bir kaç satırlık tasvir bıraktı. Bu metin ve intihar ile ilgili mektupları Ahmet Mithat Efendi, Beşir Fuad isimli eserinde yayımladı. Daha fazla bilgi almak için aşağıdaki linki tıklayın.


FRANZ KAFKA MİLENA'YA MEKTUP
                                                                                                                                        1922 dolayları
Hayır Milena, size yazmam için bir başka olanak daha yaratmanızı sizden bir kez daha rica ediyorum.
Postaneye boşuna gitmemelisiniz, o küçük postacınız bile-kimdir o?- gitmemeli, hatta postacı kadına bile boş yere mektup sormamalısınız. Başka bir olanak bulamıyorsanız, duruma dayanmak zorundasınız, ama hiç değilse biraz çaba harcayın, yazmam için olanak yaratın.
Dün gece düşümde sizi gördüm. Ayrıntıları anımsayamıyorum, bildiğim tek şey birbirimizin içinde eriyip ağladığımız. Ben sizdim, sizse ben. Sonunda nasıl olduysa alev aldınız. Ateşin kumaşla söndürüleceği aklıma geldi, eski bir ceket alıp üzerinize vurmaya başladım. Ama bu kez görünümünüz de değişmeye başladı, değişti, değişti, sonunda artık görünmez oldunuz. Bu kez ben yanıyordum, ceketleri alevle döven de bendim. Ama dövmemin bir yararı olmadı ve bu tür şeylerin yangını söndüremeyeceğine ilişkin eski korkumu doğruladı.
Bu arada itfaiyeciler geldi ve nasıl olduysa sizi kurtardılar. Ama eskisinden farklıydınız. Hayalet gibiydiniz, karanlığa tebeşirle çizilmiş çizgilerden oluşuyordunuz sanki, sonra kollarıma yığıldınız, ölmüştünüz ya da belki kurtarılmış olmanın verdiği sevinçten bayılmıştınız. Ama burada da şekil değiştirmenin belirsizliği devreye girdi, belki de birilerinin kollarına yığılan bendim...


Milena, Kafka'nın eserlerini Çekçe'ye çevirmek istemektedir. Kendisine bir mektup yazar. Bu vesileyle tanışırlar. Kafka, hikâyelerin çevirilerini çok beğenir. Kullanılan içten dil onu çok etkiler. Milena'ya bir mektup yazar. Bu, iki yıl sürecek aşkın başlangıcı olur. İki yıl süresinde ancak bir kaç kez görüşürler. Kafka'nın isteği üzerine ilişki sona erer.
 
VIRGINIA WOOLF'UN SON MEKTUBU
En sevdiğim,
Yine delirecekmişim; bu korkunç günleri atlatamayacakmışız gibi hissediyorum. Ve sanki giden zamanı geri çeviremeyeceğim. Sesler duymaya başlıyorum ve konsantre olamıyorum. Bu yüzden yapmam gereken şeyi yapıyorum.
Bana verebileceğin en büyük mutluluğu verdin. Kimsenin yapamayacağı şeyleri yaptın. İki insanın birlikte daha mutlu olabileceğini sanmıyorum. Ben artık savaşamayacağım. Biliyorum, senin hayatını mahvediyorum, bensiz daha mutlu olacaksın. Görüyorsun bu mektubu bile doğru düzgün yazamıyorum. Okuyamıyorum. Hayatımdaki bütün mutluluğu sna borçlu olduğumu söylemek isterim. Bana karşı inanılmaz sabırlısın ve iyisin.
Şunu söylemek istiyorum -aslında bunu herkes biliyor- eğer biri beni bu durumdan kurtarabilecek olsa bu sen olurdun. Her şey beni terk edip gitti ama senin iyiliğin benimle kaldı. Artık senin hayatını mahvetmeyeceğim. Kimse, bizim seninle mutlu olduğumuz kadar mutlu olamazdı.
                                                                                                                                             V.
Virginia Woolf, 28 Mart 1941 günü içinde bulunduğu duruma daha fazla dayanamaz, eşi Leonard Woolf'a bu intihar mektubunu yazar, evlerinin yakınındaki  Ouse nehrine gider, ceplerine taşlar doldurur ve suyun içine yürür. Virginia Woolf, son noktaya kadar kendi mitolojisini yazmış ve yaşamış bir yazardır. İntiharını bile bir sanata çevirmeyi başarmıştır.
 
YAZAR ÇEKİŞMESİ MEKTUBU
Sevgili Joyce,
Uzun zamandır seni tetkik ediyor ve üzerine düşünüyorum. Sonuç şu ki işlerini yaymak için hiç bir şey yapabileceğimi sanmıyorum.
                                                                                                                                  H.G. Wells
 
AHMET HAMDİ TANPINAR ANTALYALI GENÇ KIZA MEKTUP
Mektubunuza vaktinde cevap veremedim. Mâalesef katibim yok. Halbuki şair, muharrir ve üniversite hocası olarak işim epey fazla. Lise sınıflarını vaktiyle efsanevî denebilecek uzak bir çağda, yani 1918-19 19 yılları arasında, benim gibi Antalya'da okuyan ve beni merak eden bir genci hiçbir şekilde bekletmek istemezdim.
Edebiyatı gerçekten seviyor musunuz? Eserlerimle temasınız var mı? Buralarını bilmiyorum. Mektubunzda beni layıkıyla okuduğunuzu gösteren bir emareye rastlamadım. ...
 
Oldukça uzun mektubun tamamına aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.
 
TANPINAR'DAN AHMET KUTSİ TECER'E MEKTUP  
                                                                                                                                  9 Mayıs 1936
Kutsi,
Sana bir ay kadar evvel bir mektup yazmış ve hatta bir iş rica etmiştim. Kemal-i safvet ile beklediğim cevap gelmedi. ...bütün bu ızdırap, mahrumiyet, hayat çeşmesinin başında bir yudum su bile içmeden beyhude bekleyişler, hepsi boşu boşuna mı gidecek? ... Beni asıl müteessir eden kupkuru kalışımdır. Goethe benim iki manzumeyi yarım yamalak yazabildiğim bir sene içinde üç dört eser hem de bütün Avrupa'yı sarsan üç dört eser yazıyordu. Çalışmak... Yarabbim bu şifayı bana ne zaman göndereceksin? (...) Bu kadar yaşadığı dünyayı eskitmiş, tecessüs ve ihtirasını öldürmüş bir adam ne olabilir?

Tanpınar'ın çoğunluk Ahmet Kutsi Tecer, Adalet Cimcoz, Mehmet Kaplan ve Tarık Temel'e yazdığı mektuplarından oluşan Tanpınar'ın Mektupları, onun hayatını, mizacını ve sanatını anlamamıza yardım edecek önemli bir eser. Mektuplarda okuyucu Tanpınar'ın iç dünyasına girerek, onu daha yakından, arzuları, merakları, dikkatleri, acı ve ızdıraplarıyla tanıyor, eserlerindeki mükemmeliyete ulaşmak için geçirdiği çetin hazırlık devresinin buhranlarını yaşıyor.
Prof. Dr. Zeynep Kerman'ın yeni harflere çevirerek okuyucuya sunduğu bu mektuplar Tanpınar'ın sanatının, fikrinin alt yapısını ve o dönemin edebî ortamını anlamamız bakımından da büyük önem taşıyor. Kitap 91 mektuptan oluşuyor.

 
 
TANPINAR'DAN ADALET CİMCOZ'A MEKTUP
                                                                                                                               Paris Ağustos 1953
Adalet,
2 Ağustos tarihli mektubunu 21'de aldım. Çok sevindim ve verdiğin havadislere çok üzüldüm. Evvela V'nın hastalığı ve boşanması. ... Burada da işte şark çıkıyor meydana.
 
TEZER ÖZLÜ'DEN FERİT EDGÜ'YE
                                                                                                                                    Ankara Ekim 1966
Odanın içinde geziniyorum. Bazı bazı burada gezinmem gerekiyor. Resimlere, duvarlara, kendi resmime bakıyorum. Hep Bach'ın  süitlerinin ilk kısmını dinliyorum. Hiç yemek yemedim bugün.Öyle sanıyorum ki artık  hiç yemek yemeyeceğim. Uyumayacağım. Çünkü uyuyan ve yemek yiyen ben değilim. Ben beni bunaltıyor. Ben'in yazdığı bu satırlar canımı sıkıyor benim.

Tezer Özlü'yü çocuk yaşta tanıyan Ferit Edgü, zaman içinde dostu, (zaman zaman) dert ortağı ve yayıncısı olmuştur.
Bu kitapta, bu iki yakın dostun, İstanbul / Paris / Ankara ekseninde (çoğu Tezer'in hastalığının depreştiği zor günlerde) birbirlerine yazdığı mektuplar yer alıyor.
Yazmayı bir varoluş sorunu olarak gören iki yazarın yayımlamayı hiçbir zaman düşünmedikleri bu mektuplarda, özellikle Tezer Özlü'nün, Çocukluğun Soğuk Geceleri ve Yaşamın Ucuna Yolculuk kitaplarından tanıdığımız çırılçıplak dünyasıyla karşı karşıyayız.
"Severek mektup yazılan bir insanın bile olması ne büyük bir olay, söylenen her sözcüğün anlaşılmaktan öte, yaşadığını, dahası sözcüklere bile gerek olmadan yaşandığını bilmek, güç gibi yalınç bir olgu değil, var olmak gibi bir şey."
-T. Özlü-
 Tezer Özlü'yü bağlılıkla seven okurları için...
(Tanıtım Bülteninden)


NAZIM'DAN KEMAL TAHİR'E
Bana bir gün Ahmet Haşim, "Kendi kendini tekrarlamaktan sakın ve kork." demişti. Haşim'de bu korkuyu anlıyorum. O hakikaten kendi kendini tekrarladığı için değil, tekrarladığı şey, yani kendisi, yani şiirinin ana hattı çok basit, tekrarlanmaya değmeyecek ve tekrarlandığı zaman yaldızını kaybediveren bir nesne olduğundan böyle bir korkuya düşebilir ve bana bu halden sakınmamı söyleyebilirdi.
 
(Mektubun tamamına aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.)
http://suanyisan.blogspot.com.tr/2010/12/kemal-tahire-mapushaneden-mektuplar.html

Türk edebiyatının iki büyük ismi, Nazım Hikmet ve Kemal Tahir'i Türk okurlarına anlatmaya gerek yok sanıyoruz, her kuşaktan birçok insan onların edebiyatını ve yaşam serüvenlerini yakından tanıyor.
Bu kitapsa, Türk şiirinin yüz akı Nazım Hikmet'in Kemal Tahir'e mapushaneden yazdığı mektuplardan oluşuyor. Bu kitaplar, bir gün yayımlanabilir kaygısından ve özentiden uzak, içten geldiği gibi yazılmış metinler. Dolayısıyla bu mektuplarda büyük şairin, dil ve üslup konusunda da belli bir özenti içinde olmadığını görmek mümkün. Ne var ki bu mektupların asıl önemi, Nazım'ın sanat ve edebiyat anlayışını; yaşadığı çağın sorunlarıyla ilgili düşüncelerini, yaşamanın bir bölümünü yansıtmasından kaynaklanıyor. Dahası, bu mektuplar, işlemediği bir suçtan dolayı mahpus damlarında gençliğini yitirmiş olan koca şairin, onca zor koşullar altında bile yaşama, aşka, erdeme, şiire, özgürlüğe, yurt ve dünya sorunlarına karşı bağlılığını yansıtıyor.
Tekin Yayınevi, uzun süreden beri aranmakta olan bu eseri gururla okuyucularına sunuyor.
(Tanıtım bülteninden)


 
LEYLA ERBİL MEKTUP AŞKLARI
Sevgili Jaleciğim,
Trende yazmaya başladım bile sana. Şu anda yedi kurt adam sarmış çevremi. Ne yazıyorsunuz diyorlar. Öykücüyüm ben, yeni bir öyküye başladım diyorum. (...)

Bozguna uğrar ve gülünçleşirken bile kendi yüce potansiyellerini unutturamayan aşklar...
Türkçe edebiyatın en büyük ustalarından Leylâ Erbil, bütün yapıtlarıyla Kanat Kitap'ta...
Kanat Kitap, Leylâ Erbil'in kitaplarını yayınlamaya, ilk baskısı 1987 tarihinde yapılan Mektup Aşkları'yla başladı... Mektup Aşkları, mektuplardan oluşan, "modern klasikler" arasına girmiş bir roman: Birbirlerine yazdığı mektuplardan roman kişilerinin aşk için çırpındığı yavaş yavaş ortaya çıkar, ama aşk onlarla alay etmektedir sanki - eğer varsa tabii...
Bozguna uğrar ve gülünçleşirken bile kendi yüce potansiyellerini unutturamayan aşklar... Modern edebiyatın ürkütücü doruklarından biri.
"Tek ilkesi ikiyüzlülük olan bir toplumda birey ahlaklı kalabilir mi? Birbirlerine dayanarak ikiyüzlü bir toplum içinde ayakta kalmaya çalışan, dahası onu değiştirmeyi düşünebilen bu genç insanların aşk arayışları sadece küçük bir grubun değil, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki yılları yaşayan Türkiye'nin de bir betimini gerçekleştiriyor. Leylâ Erbil, yaşanan bireysel dramların içe işlemesini sağlıyor. [...] kişilere özgü olarak kurduğu anlatım biçimlerinin yetkinliğini özellikle vurgulamalıyım."
- Ahmet Oktay
Ayrıca geçen yıl Leylâ Erbil'in edebiyattaki 50. yılı dolayısıyla düzenlenen sempozyumda sunulan bildiriler toplamı da yine Kanat Kitap'tan çıkıyor: Leylâ Erbil'de Etik ve Estetik. Bildirilerde Leylâ Erbil'in öteki yapıtları gibi, Mektup Aşkları da değerlendiriliyor:
Aşk mektubu kime yazılır? Bu soru ilkin burada bilineni yinelediğim izlenimini uyandırmış olabilir. Aşk mektubu âşık olunan kimseye yazılmaz mı, bundan daha açık bir şey olabilir mi? Fakat âşık olunan kimse kimdir; mutlak olarak aşk mektubunu yazdığım, adresine gönderdiğim kimse mi? Ya o kimse adresinde yoksa ya da aynı adda iki kişi varsa? Bunlara iletişimin cilveleri denip geçilebilir. Ya da daha da karmaşık bir durum olarak ve Leylâ Erbil'in Mektup Aşkları'nda bize gösterdiği gibi, aşk mektubunu yazan kişi onu neredeyse kopyalayıp iki ayrı kişiye göndermişse, belki de onun asıl amacı buysa? Aşk mektubu bu yoldan amacına ulaşır mı? Bu amaç nedir?
[...]
"Aşk mektubu (Erbil'in bize sunduğu örneğe göre) bir ileti olarak doğru alıcısını her zaman bulur mu; istenen etkiyi istenen kişide uyandırarak onda çağrısını yapar mı; bulmaz ve yapmaz ise ne olur; aşk "aşk" olmaktan çıkar mı?"
(Tanıtım Bülteninden)

 

OĞUZ ATAY NE EVET NE HAYIR
Sayın Doktor Beyefendi, En derin içten samimi sevgi ve saygılarımı sunarım, ellerinizden sıkarım.
Çok afedersiniz efendim: 1967-1971 yılları arasında yani 1967'den itibaren bugüne kadar gerçekten içten samimi dürüst namuslu olarak genç güzel bir kızı seviyorum. 1967'den bugünkü tarihe kadar aramızda geçen olayları ciddi açık doğru kesin ve olduğu gibi açıklıyorum. (...)
                                                                                               
Ne Evet Ne Hayır, Korkuyu Beklerken hikâye kitabının beşinci öyküsüdür. Anlatıcı bir gazetenin Güzin Abla köşesine benzer bir köşenin sahibi, dilin doğru kullanımına özen gösteren entelektüel bir adamdır. Mektubun sahibi bir kızı ölesiye seven, onunla evlenmek isteyen bir gençtir. Ancak sevdiği kadın ona ne evet ne hayır demiştir. Çareyi bu köşeye yazmakta bulmuştur.
Oğuz Atay'ın Korkuyu Beklerken hikâye kitabı hakkında şu inceleme yazısını okuyabilirsiniz.
http://www.turkishstudies.net/Makaleler/1815076407_sakall%C4%B1fatih.pdf

 
MURAT YALÇIN İÇİMDE OĞUZ ATAY VE ORHAN GENCEBAY İKİZİ YAŞIYOR
Merhaba sevgili dost,
Geçen yıl ziyaretinize geldikten sonra, uzun saatler süren konuşmalarımız ışığında pek çok okuma yaptım. (...)

Murat Yalçın'dan, "yazar-yayıncı gerilimi" denebilecek "şey"in azaltılması yönünde diplomatik bir çaba. Bir tür mola.
Bir dergi editörüne ne gibi mektuplar gelir? Dergiye gönderilen metnin yayımlanmaması ne gibi artçı sarsıntılara neden olur? Editör olmaya niyetliyseniz neleri göze almanız gerekir? Yalçın, "tamamen kurgusal" yazılarında bu sorulara yanıt niteliği taşıyacak e-postalar sunuyor okuruna.
Editöre daha çok kitap okuması gerektiğini önerenlerden sen benim kim olduğumu biliyor musunculara, sponsor arayışı içindeki profesyonel okurdan kırgın şaire, içini editöre dökenler...
Kuşkusuz, yerinizde duramayacak, elinizden bırakamayacaksınız.
(Tanıtım Bülteninden)
Gülenay Börekçi'nin Murat Yalçın ile kitabı üzerine yaptığı röportajı okumak için aşağıdaki linki tıklayın.
http://egoistokur.com/icimde-oguz-atay-ile-orhan-gencebay-ikizi-yasiyor/


ŞİMDİ VE BURADA (MEKTUPLAR 2008-2011)
Sevgili John,
Bu, yıllar içinde uzun uzun düşündüğüm bir mesele. Dostluk hakkında tutarlı bir görüş geliştirebildiğimi söyleyemem, ama (kafamda bir düşünceler ve anılar girdabını tetikleyen) mektubuna cevap olarak, belki de şimdi bu görüşü geliştirmenin zamanıdır
                                                                                                                                              Paul
 
Sevgili Paul,
Dostlukların nasıl kurulduklarını, -bazılaırının- böylesine uzun, kimi zaman (yanlış bir tanımla) açığa vurulmamış bir biçimi olarak yorumlandıkları tutkusal bağlardan da daha uzun sürmelerinin nedenini düşünüyordum. (...)
                                                                                                                                             John
 
Okyanus aşırı ülkelerde yaşayan çağımızın iki büyük usta yazarı, Paul Auster ve J.M. Coetzee'nin yayımlanmak üzere mektuplaşmaları Şimdi ve Burada (Mektuplar 2008-2011) adıyla kitaplaştırıldı. Coetzee'nin teklifi üzerine gelişen proje ile ilgili daha geniş bilgi için aşağıdaki linki tıklayın.
http://www.ntvmsnbc.com/id/25408597/

 

21 Nisan 2014 Pazartesi

ACI GERÇEKLERDEN TATLI HİKÂYELERE KAÇMAK(*)


Bazı evlerde kara adamlar vardır, her zaman kara olmayan, renk değiştiren. Mavi olduğunda annelere iyi davranan, kırmızı ya da turuncu olduğunda şeker getiren... Agata'nın en sevdiği renk mavidir bu yüzden. Bir anda renk değiştirir adam, kalbi, yüzü kararır. Kapkara sesiyle bağırır, annesini ağlatır. Agata, korkudan sandalyenin altına girer ve bekler. Kara adamın gitmesini, annesinin ağlamasının bitmesini... Neyse ki artık tilki var, Agata'yı hayatın acı gerçeklerinden tatlı hikâyelere kaçıran, mavi gözlü bir tilki.

Hikâye Ormanı, İtalyan yazar Angela Nanetti'nin türkçeye çevrilen ikinci eseri. Dedem Bir Kiraz Ağacı adlı kitabında ölüm temasını sıcak, dokunaklı bir dille anlatan yazar, aynı ustalığı aile içi şiddet konusunu ele alan Hikâye Ormanı'nda da sürdürüyor.

Bir orman hayal edin. Dallardaki örümcek ağlarından, bitki köklerine, ağaçlardan, yapraklardan su çukurlarına kadar her yer hikâyelerle dolu. Yaprak hışırtılarının, ağaç dallarının, titreyen örümcek ağlarının sesi, usul usul havaya karışıyor, hava taşıyor sesleri, en güzel hikâyeleri. Bu ormanda başlayıp Agata'nın evinde devam eden iki yaralı yüreğin dostluk ve yaralarını sağaltma hikâyesi sizlere anlatmak istediğim.

Karlı bir günde tilki, kapana sıkışır. Anlarız ki, tilkilerin de kara adamları vardır. Sadece tilkilerin mi? Kuşların, tavşanların, ceylanların, hatta balıkların... Avcının karısının mantosuna kürk yaka, kızının odasına post olur. Sıkıldıklarında onu bir çuvalın içine tıkıştırıp bit pazarına götürüp satarlar. Kim mi alır? Tabii ki Agata. Annesi dolabı açar, tilkiyi mantosunun omuzlarına dolar. Beklerken tilki sıkıntıdan patlar. Bir gün evde yalnız kalacak olan Agata, annesinden izin alıp onu odasına götürene kadar.

Tilki geleli beri Agata mutludur, ne kara adamın gelip annesini ağlatmasından korkar ne de kötü rüyalar görmekten. Tilkinin bazen üzgün olduğu gözünden kaçmaz. Onun ormana geri dönmek istemesinden korkar ama “Gitmek ister misin?” diye de sorar. Çünkü sevmek karşındakinin isteklerine engel olmamaktır. “Aklımdan bile geçirmedim.” der Tilki. Ayaklarının üzerinde duramadığı için üzgündür. Bay Vincenzo, tilkinin içini samanla doldurur diker, ayaklarının altına bir de tekerlek yerleştirir. Tilki artık ayaktadır. Zaman zaman ormana geri dönmeyi düşünse de Agata'yla kalır. Kara adamdan korkmadığını söyler, çünkü sevmek yanındaki senden çok korktuğunda onu rahatlatmak için cesur görünmektir.

Kara adam döner, bağırır, tilkiyi fırlatıp atar, kuyruğu kopan tilki daha fazla dayanamaz. Hikâye ormanına dönmek üzere yola çıkar. Agata, kedi İsidoro, kolu kopuk bir bebek Valentino da bu yolculuğa katılır. Küçük grup dinlenmek üzere bir banka oturur. Tilki, bütün gece sürecek uzun bir hikâye anlatmaya koyulur.

Agata, sabah yatağında uyanır. Tilki, bebek, her şey yerli yerindedir. Anlar ki hepsi kötü bir rüyadır. Mutfağa gider. “Günaydın, uykucubaşı!” der babası, gülümser. Hep birlikte pazar kahvaltısı yaparken Agata'nın gördüğü rüyayı dinler.

Ya ben? Kara adam olarak mı kaldım yoksa iyi adam oldum mu?” diye sordu babası. “Bilmiyorum, rüya bitti. Ama biliyor musun baba, Kara Adam'lar gerçekten var.”


Hikâye Ormanı

Yazan: Angela Nanetti

Resimleyen: Brunella Baldi

Çeviren: Filiz Özdem

YKY

6-10 yaş

48 sayfa

(*)Bu yazı 18 Nisan 2014 tarihinde Birgün Kitap'ta yayımlandı.
http://birgunkitap.blogspot.com.tr/2014/08/ac-gerceklerden-tatl-hikayelere-kacmak.html

18 Nisan 2014 Cuma

ATLI KARINCA


+1 Tv'de cumartesi geceleri Yekta Kopan'ın Cumartesi programını takiben saat 24.00'de Festival Filmleri Kuşağı başladı. Festivallerde yarışmış Türk filmlerini sansürsüz olarak evde televizyonda izleyebileceğiz. Yekta Kopan, RTÜK nedeniyle sigara, alkol gibi sahnelerin kareleneceği, küfürlü konuşmaların bipleneceği ancak bunun dışında herhangi bir sansür uygulanmayacağı, sahnenin kesilip atılmayacağı müjdesini verdi. Bu güzel bir haber! Özellikle benim gibi küçük şehirlerde yaşayan, bu filmleri ancak evinde DVDden izleyebilenler için...
Gösterilen ilk film, senaryosunu Mert Fırat'ın yazdığı, İlksen Başarır'ın yönetmenliğini yaptığı Atlı Karınca oldu. Atlı Karınca ensest ilişkiyi ele alıyor. Üstelik bunu, tacizi göstermeden, çocuğu arzu nesnesi yapmadan, ajite etmeden, seyirciyi rahatsız edecek tek karesi koymadan, magazin tuzağına düşmeden yapıyor. Başarısı bu hassasiyette, göstermeden anlatmasında gizli belki de...
Gösterimden önce İlksen Başarır ve Mert Fırat Cumartesi programının konuğu oldu. Film hakkında bilgi verdiler. TRT 2'de yıllarca yayımlanan Atilla Dorsay'ın sinema kuşağını ne kadar özlediğimi fark ettim. +1 Tv'nin Festival Filmleri Kuşağı bu boşluğu dolduracak gibi gözüküyor. Cumartesi geceleri kendinize bir hediye verin. Ayaklarınızı uzatın, çayınızı, kahvenizi, biranızı alın. Festival filmlerini izleyin.
Gelelim ilk filmle ilgili izlenimlerime:
Film, bayramda kurban kesilmesi sahnesiyle başlıyor. Baba Erdem Yalçın, çocukların alnına kurban kanı sürülmesinden hoşlanmıyor. Çocukların yıkanmasını istiyor. O esnada mutfakta işi olan anne Sevil, sadece alınlarının yıkanmasının yeterli olacağını söylüyor. Baba tamamen yıkanmalarını istiyor. Anne mutfakta işi olduğunu, çocukları yıkayamayacağını, eşinin yıkayabileceğini söylüyor. Şiddete karşı, çocuklarıyla ilgili, gerektiğinde  onları yıkayan, ödevlerine yardım eden bir babayla tanışıyoruz. Aynı zamanda daha ilk sahnelerde babanın aşırı titiz, güvensiz ve kontrolcü olduğunu da görmeye başlıyoruz. Erdem Yalçın, yaşadığı kasabadan nefret eden İstanbul'a yerleşmek isteyen bir şair olarak çıkıyor karşımıza. Filmin ensest ilişki hakkında olduğunu bilerek izledim. Dolayısıyla ilk sahneden itibaren ipuçlarını aradım. Yönetmen göstermeden, metaforlar üzerinden anlatmayı tercih etmiş. İlk metafor, Edip'in kız kardeşi Sevgi ile paylaşmak istemediği bir oyuncak, tahta at... Sevgi ile paylaşmak istemiyor, öyle ya, paylaşmak demek babasının ilgisini de kız kardeşiyle paylaşmak, onu koruyamamak demek. Geceleri yorganını alıp Sevgi'nin yatağının kenarında yerde yatıyor. Anneannesi felç olup İstanbul'a taşınacakları vakit eline bir çekiç alıp tahta atı parçalıyor. Suskunluğunun hediyesi, rüşveti, tahta atı parçalıyor. Çember kapansın, taciz bitsin istiyor belli ki... Yolda giderlerken bir an bile gözünü kırpmıyor Edip. Anlıyoruz ki babasıyla yalnız kalmaktan korkuyor, güvende hissetmiyor. Bir an hayal kuruyor,  babası arabayı kullanırken onun gözlerini kapatmayı, bir kazaya yol açmayı düşlüyor, kısacık bir an. Aniden önlerine çıkan köpeğe çarpıp ölümüne sebep olduklarında, karısı Sevil ölü köpeği, yolun kenarına çekmek istiyor. Kocası elimi sürmem ben, diyor. Anne çocuklarıyla köpeği gömüyor.
İstanbul'a giderken bir süre kayınvalidenin evinde kalıp ayrı eve çıkma hayalleri kuruyor Erdem Yalçın. Zaman geçiyor, hayal edilen gerçekleşmiyor. Edip, evden uzaklaşmış, yatılı okuyor. Sevil'in yoğun bir iş temposu var. Erdem, felçli kayınvalidesini yediriyor, içiriyor, yatağına yatırıyor. Daktilosunun başına geçip geceler boyu şiirler yazıyor. İlk şiir kitabı yayımlanalı yıllar geçmiş, hâlâ yayınevinin editöründen istediği ilgiyi göremiyor, görüşmek için gittiğinde saatlerce bekletilip bir kaç yavan sözcükle sırtı sıvazlanıyor, şiir kitabı bir türlü ikinci baskıyı yapmıyor, edebiyat eleştirmenlerinden arzu ettiği övgüyü görmüyor. Tek eğlencesi eli boş da dönse (Sevgi ile balığa çıkıp dönüşte balıkçıdan balık aldıkları gün hariç) tekneyle balığa çıkmak... Tam da bu günlerde karısına çalıştığı iş yerinden müdür yardımcılığı teklifi geliyor. Daha uzun mesailer, iş seyahatleri demek olan bu yükseliş annenin evde neler olup bittiğini uzun süre gözden kaçıracağı bir süreç aynı zamanda. Yönetmen bunlar yaşanırken ikinci metaforu gösteriyor bize. Kapanmayan banyo kapısı... Banyo kapısından kaç gece Sevil'i izliyor, o banyo yaparken mi içeri giriyor bilemiyor, göremiyoruz ancak annenin iş seyahatine çıktığı bir gece Sevil'i taciz ettiğini Sevil'in olayı hatırlayıp banyoya gidip kusmasından, saçlarını kesmesinden, hayli dalgınlaşıp pazar günü okula gitmesinden, anneannenin tekerlekli sandalyesinde sessiz ve çaresiz açık banyo kapısına bakmasından, babasının müzik seti almasından (Edip'e alınan tahta at gibi bir rüşvet, sus payı) anlıyoruz. Anne de bir şeylerden şüpheleniyor ki bir sabah, akşam eve geç geleceğini söylüyor, babasıyla yalnız kalmak istemeyen Sevgi'nin arkadaşında kalma isteğini reddediyor. Kabul etmekten korktuğu şeyi gözleriyle görmek için eve erken dönüyor. Sonrası sessiz iç çekişler, suskunluk...
Anneannesine kitap okurken içindeki suçluluk, öfke, kızgınlık bir anda dudaklarından dökülüyor Sevgi'nin. "Birbirimizi daha çok seveceğiz, dedi. Utanıyorum. Annemin yüzüne bakamıyorum. Ne yapayım anneanne? Gideyim mi buralardan?"
Film, hızla finale doğru ilerlerken hâlâ Erdem'in, iki çocuğuna da neden bunu yaptığını bilemeyiz. Görünen bir sebebi yoktur. Karısının uzun çalışma saatleri, kendisinden daha başarılı olması, daha çok kazanması, olmak istediği kadar iyi bir şair olamaması, çalışması, yazması gereken saatlerde felçli kayınvalidesiyle ilgilenmesi, kim bilir... Hangi gerekçe çocuklara tacizi haklı çıkarabilir zaten!
Yazmak mağaraya inmek gibidir. Derine indikçe, üzerini örttüğünüz acılarla, utançla, pişmanlıkla yüzleştikçe daha dokunaklı metinler çıkar ortaya. Babanın sıradan giden kariyeri bir anda yükselişe geçer. Editör şiirlerini ilgiyle okur, bir an evvel şiir dosyasını tamamlamasını ister. En sevdiği şiir Atlı Karınca olur. Erdem o şiiri kullamak istemez. Oysa editör kitabı o şiir çerçevesinde planlamıştır. Filmde Atlı Karınca şiirini duymayız ancak ne anlattığını elbette biliriz. Anlarız ki baba da acı çekmektedir. Erdem'in tek bir şiirini dinleriz mezarı başında, her şeyi anlatan o tek şiirini...

Benim kefenim mor, tabutum ucuz bir günah teknesi,
Göklerinde sevgimin utanç kanları,
Sevgi utancımın dibinde leşimin kalbine tükürüyor
Ter kokan mezarımda
Sapsarı yük kadının yüzü
Kızılca kıyamet sevginin nefret rengi
Gözleri ölgün ağlamıyor
Yüksünmüyor dahası.
Öpüyorum alnını yaralarından
İniltim sıvazlıyor bedenini
Sevgi paramparça




Yönetmenİlksen Başarır
YapımcıKutu Film
Most Production
Senaristİlksen Başarır
Mert Fırat
OyuncularNergis Öztürk
Mert Fırat
Zeynep Oral
Sema Çeyrakbaşı
Sercan Badur
Oğulcan Güler
Eren Öner
Helin Çal
MüzikAhmet Kenan Bilgiç
Görüntü yönetmeniHayk Kırakosyan, R.G.C.
Sanat yönetmeniGamze Kuş
KurguErkan Özekan
CinsiSinema filmi
TürüDram
RenkRenkli
Yapım yılı2010
Çıkış tarih(ler)i1 Nisan 2011
Süre93 dk.
Ülke Türkiye
DilTürkçe

7 Nisan 2014 Pazartesi

MURATHAN MUNGAN'DAN OKURLARA ÖNERİLER


189 Sayfa'dan paylaşmaya devam...

Metni "edebiyle" okuyun
Bir okurun kitabında ille de kişisel sırdaşlıklar arayan okurlar edebiyat metni okumayı bilmeyen, metni "edebiyle okuma" terbiyesinden geçmemiş kişilerdir. Bunlar başkalarının hatıra defterlerine, saklı mektuplarına, gizli günlüklerine göz atmaya fazla meraklı, azıcık dedikodu düşkünü okurlardır yalnızca.

Başka okurların "okuma ve anlama hakkı" üzerinde baskı oluşturmayın
"Her okur okurken kendisini okur," diyen Marcel Proust'un bu saptamasının, kişisel görüş olmayı aşan, okuma ediminin doğasına ilişkin temel bir sav taşıdığı kanısındayım. Bu nedenle herkesin bir kitabı okuduğu gibi "anlamaya" hakkı vardır. Bu hakkı, başkalarının okumaları ve anlamaları üzerinde mutlakiyetçi bir baskıya dönüştürmediği ya da başkalarının "okuma ve anlama hakları" üzerinde iddia etmediği sürece...
Anlaştık mı?

Öykü sevin
Edebiyat sevmek benim gözümde kıymetli bir şeydir, ama özel olarak öykü sevmek benim için ayrı bir önem taşır.  Hadi biraz abartarak söyleyeyim: Bana göre iyi bir edebiyat okuru olmanın ölçülerinden biridir bu. Sinema sevmek, roman sevmek daha kolaydır, toplumun genel eğilimi de bunu doğrular zaten; öykü sevmek ise sıradan bir tercihi aşan, edebiyat içinde alınmış bir yolun işaretidir.
Bir tür olarak öykünün edebiyat geleneğimizde güçlü bir damara, sağlam bir geleneğe sahip olmasından da ayrıca gönenirim.
 
Klasikleri okuyun
Klasik metinler insan olmanın en temel sorunlarını sunarlar bize; diri kalmalarını, zaman karşısındaki güçlerini biraz da buna borçludurlar. Onlardan öğreneceklerimiz hiçbir zaman tükenmez. Klasiklere her dönüşümüzde daha önce görmediğimiz, fark etmediğimiz, bizi yeniden heyecanlandıracak bir şeyler bulmak olasıdır. 
Bildiğimizi daha sık hatırlamalıyız: Klasikler edebiyatın anayurdudur.

Arkadaş olmak için insan, okumak için kitap seçin
Arkadaşınız olmasını istemeyeceğiniz türden biri iyi bir yazar olabilir. Arkadaş olmak için insan seçeriz, okumak içinse kitap. Bunları birbirine karıştırmasak olur mu?

Okurluk tarihinizin kaydını tutun
Bir arkadaşım var, okuduğu her kitabın son sayfasına kurşunkalemle kitabı okuyup bitirmiş olduğu tarihi not düşer. Tatilde okuduğu kitaplardan o yılın tatillerini nerede geçirdiği izlenebilir. Benim de özellikle genç okurlara salık verebileceğim güzel bir yöntem; hem kendi okurluk tarihimiz için sağlam bir kayıt tutma biçimi, hem ileriki yaşlarda tadına daha çok varacakları bir derkenar tarihi...
Zamanla elden çıkardığımız ya da raflarımızdan eksilmiş kitaplara gelince: Varsın hayatımızın kayıpları da bunlar olsun!

Kişisel panteonunuzu oluşturun
İyi bir yazarın olduğu gibi, edebiyatın eğitiminden geçmiş bir okurun da kendi panteonu olmalıdır. Sevdiği, beğendiği, vazgeçilmez bildiği yazarlardan, şairlerden oluşan kişisel bir panteonu. Kitaplık kurmaktan farklıdır bu; bir kitaplıkta her türden kitap, her cins yazar bulunur, ama panteon dediğimiz seçimlerimizden, gözdelerimizden, zamanla sınadıklarımızdan, vazgeçilmezlerimizden oluşur. Orada bulunan yazarların, şairlerin dünyaları birbirinden farklıdır elbet, onları birbirine bağlayan en temel unsur, niteliklerinin zamanla sınanmış, onanmış olan edebi düzeyleri, derin yazı dünyalarıdır.
Beni sevdiğini söyleyen okurlara, başka kimleri sevdiklerini sormam biraz da bu nedenledir. Okurun bize biçtiği kıymetin tadını çıkartmamız, biraz da kimlerle birlikte sevildiğimizle ilgilidir.







 
 
 
 
 

6 Nisan 2014 Pazar

BARIŞ GELİNİ

Hikâyeler, siyasetin dilinden daha sahici ve ikna edicidir. Sarsılmaz zannettiğiniz inançlarınız olabilir. Ancak bir kez hikâyenin içine girip dinlemeye başlarsanız, sayılar, etten kemikten gerçek birer kimliğe dönerse, sarsılmaz sandığınız duvarlarınızda küçük delikler, çatlaklar açılır. Oradan bir kez gerçeğin ışığı sızdı mı, artık aynı kalmanız imkansızdır. Deliği büyütmeye, gerçeklere ulaşmaya devam edersiniz. Ülkelerin bodrum katlarında işlenen hak ihlallerini, ulusal güvenlik, terör sorunu diye geçiştiremezsiniz artık.
Çanakkale Barosu, Avukatlar Haftası vesilesiyle 1-2 Nisan 2014 tarihinde Mahal Sanat Merkezinde, Belgesel Günleri düzenledi.
Ortak teması "insan hakları ihlali" olan Belgesel Günleri kapsamında IŞIĞA ÖZLEM, KAYBOLMAYIN ÇOCUKLAR, BEŞ NOLU CEZAEVİ ve GELİN sanatseverlerle buluşan yapımlar oldu.
Unutmamak, unutturmamak, utanmak için oradaydım. Hepsini izledim.
 
 
 
"Karşındakine güvenirsen ondan sana iyilikten başka bir şey gelmez."
                                 Giuseppina Pasqualino di Marineo (Pippa Bacca)


İtalyan sanatçı ve aktivist Pippa Bacca ve arkadaşı Silvia Morro 8 Mart 2008 tarihinde Milano'dan yola çıktılar. Bir düşleri vardı. Savaştan zarar görmüş ülkelere bir otostop yolculuğu ile barış mesajı iletmek istiyorlardı. Yola çıkarken internet sitelerinden "Beraberimizde yolculuk boyunca üzerinde birikecek tüm kirlerle birlikte götüreceğimiz tek elbise beyaz gelinlik olacak." diye duyurmuşlardı.
Pippa Bacca için beyaz gelinlik masumiyetin evrensel simgesiydi; Silvia Moro içinse beyaz bir sayfa açmak demekti. Otostop yapmak, karşındakine güven duyduğunu göstermenin bir yoluydu. Pippa, koyu Katolikti. Tıpkı İsa gibi teşekkür etmek için insanların ayaklarını yıkıyordu. Yol boyunca yeni doğan bebeklere hayat veren ebelerin ayaklarını yıkadı. Video ve fotoğraflarla yolculuklarını, karşılaştıkları insanları belgeliyorlardı. Pippa, kaderine inanıyordu. Yolda her kim olursa olsun duracak araca binmeleri gerektiği konusunda hassastı. Bu projenin en önemli kısmıydı ona göre. Aksini sadakatsizlik olarak değerlendiriyordu. Silvia Moro'nun yolda güven duymadığı bir araca binmek istememesi üzerine  İstanbul'da yollarını ayırdılar.
Pippa Bacca'dan en son  31 Mart 2008 günü haber alınmıştı. Son olarak Gebze civarında görülen Bacca, ailesine "Otostop konusunda zorlanıyorum." diye mesaj atmış, cansız bedeni 12 Nisan 2008 günü Ballıkayalar Mevkiinde bulunmuştu. Pippa Bacca, öldürüldüğünde İsa gibi 33 yaşındaydı.
Yola çıkmadan önce "Rüyamız, otostopla yakın zamanlarda savaşlarla sarsılmış ve hâlâ tamamen sakin olmayan ülkelere seyahat etmek. İki muhteşem gelinlikle cesur bir seyahat olduğunu biliyorum. Ama rüyamız bu." diyen Pippa'nın düşü yarım kaldı.
"O tüm dünyayla evlenmek istedi. Tüm kötülüklerle ve şiddetle... Ancak azizelere has bir delilikle..."
                        Alda Merini (İtalyan şair - Pippa Bacca'nın arkadaşı)
Fransız sanatçı Joël Curtz'un yönettiği Gelin belgeseli Çağdaş Sanat Stüdyosu Fresney 2012 ödülünü kazandı. Belgeselde Pippa'nın annesi, dört kız kardeşi, yol arkadaşı Silvia Moro ve sanatçı dostlarıyla görüşülmüş.
Belgeselin en dokunaklı yerleri hiç kuşkusuz Pippa'nın performans seyahati sırasında otostop çektiği araçlarda kaydettiği yol ve kendi görüntüleri... Ebe kadınların ayaklarını yıkadığı, İstanbul'da kaldıkları bir evde iki türbanlı genç kız ve üç travesti ile birlikte gelinliklerine nakış işlemeleri seyahatin amacına yaklaştığını gösteren sevgi dolu, barış dolu sahneler.
Belgeselin çekimlerine başlandığı sırada ailesi ve arkadaşları Pippa'nın kamera görüntülerinin kaybolduğunu sanıyormuş. Polisin bulduğu kamera görüntüleri soruşturma bitince ailesine teslim edilmiş ve belgesele eklenmiş.
Kameraya son kaydedilen görüntüler, Pippa'yı aracına aldıktan sonra tecavüz edip onu boğarak öldüren katilin kaydettiği bir sokak düğünü.

 

2 Nisan 2014 Çarşamba

ÇAĞRIŞIM



"Hikâyeler sınırları yıkmaz ama mantık duvarlarımızda küçük delikler açabilir. Bu deliklerden bakarak Öteki'ni görebilir, hatta zaman zaman gördüğümüzü sevebiliriz."
                                                                                                               Elif Şafak

http://www.elifsafak.com.tr/ted_tr.asp?c=1

1 Nisan 2014 Salı

MURATHAN MUNGAN'DAN YAZAR ADAYLARINA TAVSİYELER

Yazarların (sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım) yazma önerilerini okumayı seviyorum.
Şu sıralar okumaya daha az zaman ayırıyorum maalesef. Belki bir aydır tek roman okuyamadım. Bunun tek istisnası çocuk kitapları ve Murathan Mungan'ın 189 Sayfa adlı deneme kitabı. Akşamları uyumadan önce (o sırada elimde bir çocuk romanı yoksa), gün içinde boş olduğum anlarda ayaküstü sohbet ediyorum Murathan Mungan'la.
Kendisi de kitabını böyle tanımlıyor zaten.
"İyi yazılmış notlarda ayaküstü sohbet etme tadı vardır. Hayat, geçerken birbirine uğramış insanların birbirlerinin kapısına bıraktıklarıyla da çoğalır. Benim bu notlarla yapmaya çalıştığım kısaca budur."
Okuru daha önce ilgilenmemiş olabileceği alanlara yönlendirmeye, birbirinden farklı konulara dikkat çekmeye; merak kışkırtmaya, heves bilemeye, kısacası ona kendi iştahını bulaştırmaya çalıştığı 227 Sayfa ve 189 Sayfa kitaplarını baş ucunuzdan ayırmayın bence.
Murathan Mungan'ın 189 Sayfa  adlı deneme kitabından derlediğim yazma önerileri:
 


Öyküsü olmak, öykü yazmak
Hayatta herkesin anlatacak bir öyküsü vardır kuşkusuz, ama yazılı bir metin olarak ortaya çıkartılmak istenen öyküde asıl önemli olan, öyküyü işleten tekniktir. Anlatacak esaslı bir şeyinizin olması önemlidir elbet, ama sizi yazar yapan şey, bir tekniğinizin olmasıdır. Hiçlikten bile bir öykü, metin, anlatı yapan şey budur. Kurmanın, çatmanın, anlatmanın, söylemenin, göstermenin, hissettirmenin, kavratmanın becerisi.
Ne anlatacağını bilmek kadar, nasıl anlatacağın üzerine düşünmektir insanı öykücü, yazar yapan.

Gözün boşluk gereksinimi
Başta mimari olmak üzere bütün oranlama gerektiren disiplinlerde gözün boşluk gereksinimi ve bu gereksinimin karşılanması önemlidir. Neden hoşunuza gittiğini anlamadan hoşunuza giden şeylerin bir kısmı "boşlukta" saklıdır.
Kurmaca yazın metinlerinde de gözün boşluk gereksiniminin gözetilmesi, bunun dikkat ve özenle değerlendirilmesi gerekir. Burada söz konusu edilen okurun gözüdür elbet. Ustalıkla kurulan bir dengenin orantıladığı "boşluk", okurun yazılanları anlama, alımlama, anlamlandırma, yorumlama payıdır. Metninse soluk alma payı. Yazar, orayı "artan malzemeyle" sıvamaya kalkmamalıdır. Okuruna güvenmeli, seçilmiş boşlukları onun gözlerine teslim edebilmelidir.
 
Oyun okumak
Oyun okumak boşlukları doldurmayı bilmek sanatıdır. İyi bir yazar (öykücü, romancı) olmak isteyenlerin en çok okuması gereken yazın türü bana göre oyundur.
Oyun okumak, oyun okumayı öğrenmek, öykü ya da roman yazarını, kişi ve durumlara ilişkin gereksiz açıklamalar yapma yükünden, uzun uzadıya yorumlayıcı cümleler kurma külfetinden kurtarır, ona sahne yazma bilgisi, durum yaratma becerisi kazandırır. Malzemesini yormamayı; yarattığı kahramanlara, durumlara, alt-metnin varlığına güven duymayı öğretir. Dolayısıyla okurun algısına, alımlama yetisine güvenmeyi de salık vermiş olur.
Öykü ya da roman yazarları keşke "Boş zamanlarımda oyun okuyorum," diyebilseler.
 
Başka yazarların izleri
Sadece kendi dünyanıza, duyarlılığınıza, görüşlerinize yakın bulduğunuz yazarları okumayın. Dünyası, duyarlılığı, görüşleri, tarzları ve seçimleri farklı yazarları keşfedin. Farklılıklar, başkalıklar, çeşitlilikler insan ruhunu, dünyasını ve yazısını zenginleştirir. Bazen bize yabancı, hatta uzak dünyaların, kendi malzememizi yoğunlaştırıp çeşitlendirmede yazarlığımıza katkısı benzerlerimizden daha büyüktür.
 
Güneş bakır bir tepsiye benzemesin!
Basmakalıp betimlemelerden kaçının. Siz sıcağı yazmaya çalışın. Örneğin, öyle bir yaz sıcağı anlatın ki bizler okurken mevsim kış da olsa terleyelim, o sıcağı tenimizde hissedelim. Ama bunu, "Ortalık sıcaktan cayır cayır yanıyordu", "Gökyüzünde güneş kızgın bir sini gibi parlıyordu.", "Asfalt, buram buram sıcaktan yıvışmıştı.", "Boncuk boncuk terleyen alnını bir mendille sildi." gibi artık hiçbir etki gücü kalmamış basmakalıp söyleyişlerin, bayatlamış tümcelerin doğrudanlığına sığınmadan yapın. Klişeler anlatmaz, yalnızca sıkar.
 
Şiirsellik tamam da...
Romanlarda, öykülerde şiir duygusuna fazla güvenen bir dil kullanıp olayları, durumları, karakterleri, kurguyu boşlamayın.
 
Polisiye romanlar
Polisiye romanlar atmosfer yaratma, merak uyandırma, gerilim kurma, metin örgüsünde ve kurgusunda ustalaşma; okura metin içi deliller sağlama konusunda genç bir yazara hüner kazandıran şemalar, çatılar, yapılar sunar. Yazının teknik odası diyebileceğimiz işin beceri, maharet ve mühendislik gerektiren kısmında polisiye kitapların gölgeli ışığının yardımı çok olur. Tabii bu türün usta örneklerinden bahsediyorum. Kötü örneklerden iyi dersler çıkaranlarsa zaten büyük yazarlardır. Onlar çerden çöpten bile iyi ders alırlar. Yolun başındakiler, kendi karatınızı tartacak yere gelene kadar, iyi örneklerin izinden gitmelisiniz. Kendi ömrünüzü iyi kullanırsanız, yazınızın ömrü artar.

Merak çatallandırmak
Merak uyandıran, sürpriz vaat eden, temeli bir buluş üzerine kurulu bir kitap yazıyorsanız, mutlaka bir ikinci takip hattınız daha olmalı; ilkinde atlatamayacağınız uyanık okuru oyalayacak, ilgisini diri tutacak, merak çatallandıracak bir ikinci katman... İlkini çözse bile merakını, takibini sürdürebileceği bir ikinci halka.

Kayıtsızlığın edebiyatı
Yazar olmayı kafaya koymuş kişilerin, yazar adaylarının, hatta bir-iki kitabı yayımlanmış yazarların, dünyanın belli başlı yazarlarından, çağdaş klasiklerden, bir nedenle öne çıkan, sözü edilen günümüzün önemli yazarlarından en az bir kitap okumayı amaçlayan kendilerince bir okuma listeleri olmalıdır.
Özellikle bazı genç yazarların sevdikleri birkaç yazarın dışında kimseleri okumamış, merak etmemiş, hatta adlarını bile duymamış olduklarını gördükçe kaygılanıyorum.
Bu genel kayıtsızlıktan, kayda değer bir edebiyat çıkar mı, ya da nasıl bir edebiyat çıkar?

Özellikle şairler ve öykücüler için
"Acemi marangozun talaşı tahtasından çok olur"
Sözcük israfında, sıfat bolluğunda hatırlanması gereken bir atasözü. Özellikle betimleme, çözümleme, tanımlama, açıklama akıntılarına kapıldığınız zamanlarda hatırlamakta yararı dokunacak gayet kullanışlı bir söz. Yazı masanızın çevresindeki görünmez duvarlardan birine asın.

Okuma belleği
Okurda olayların devamını hayal etme hissi uyandıracak belirsizlikler öyküyü güçlendirir. "Ondan sonra ne olmuş?" sorusunu roman yanıtlar, öykü değil. Bence en iyi öykü finali, en doğru yerde yarım bırakılandır.