21 Temmuz 2024 Pazar

Wet more, worry less

Köprünün açılmasıyla beraber, sınıra daha da yaklaştık. Yunanistan'ın Evros bölgesine gitmek buralarda epeyce revaçta. Ekonomik koşullar, arabanın sigortası, konaklama derken meblağ giderek yükseliyor. Yerel tur şirketleri bu arza günübirlik turlarla çözüm getirmişe benziyor. Geçen yazdan beri takip ettiğim, ancak katılma fırsatı bulamadığım turlar, bu yazın ekonomik seçimi oldu benim için. 

Kurban bayramında kısa Balkan turuyla ilk adımı attık. Yaz bitene kadar yüzme molalı bir başka tura daha  katılırım, diyordum. Vizyon, misyon belirlenince, eyleme geçmek kolaylaşıyor. Hiç gitmediğim Thassos adasına günbirlik gitmeyi gözüm almadı. Mesafe, adanın kendi popülaritesi, sınır yoğunluğu sağlam birer gerekçe olarak dikildi önüme. Aklın yolu birdi. Daha önce defalarca gittiğimiz Alexandrapolis'ye günübirlik gidebilirdik. Tur şirketinin vaadi, bir yaz günü orada yapmak isteyebileceğimiz her şeyi kapsıyordu. Sabah 5'te çıktık evden. Gelibolu'da kahvaltı molasının ardından İpsala'ya vardık. Tur otobüslerini bekletmiyorlarmış, meğer. Kuyrukta bekleyen binek otolarının yanından geçtik ancak Türk tarafında vardiya değişimine denk geldik. Toplamda iki saate yakın sürdü her iki gümrüğü aşmamız. 11 civarı Jumbo'nun önündeydik. Şen ve meraklı çocuklar gibi dağıldık içeride. Birkaç aksesuar, mutfak eşyası, defter, soğutucu çanta ile nefsimizi körelttik. 

Makri koyuna gittik. Nula Beach Bar, güzel bir seçimmiş. Plajda yeterince şezlong şemsiye vardı ancak yeterinceden biraz daha fazla kişi sayısı beklemeye yol açacaktı. Üstünde mayo, önünde deniz varsa, gerisi teferruattır diyerek suya atladık. Girişteki küçük çakıl taşlarını saymazsak deniz tamamen kumdu. Sıcaklığı ise tam benlik. Ne soğuk ne sıcak. Yüz, yemek ye, yüz, kahve iç, yüz, kitap oku, şekerleme yap yüz şeklinde beş saate yakın plajda kaldık. Kitap oku ve şekerleme yap kısmında artık şezlongumuza da yerleşmiştik tahmin edileceği gibi. Yunanistan, bu kurla, benim için pek ucuz sayılmaz artık. Bodrum ve Çeşme beachlerinde tatil yapma ve para harcama alışkanlığım yok neticede. Belediyenin çay bahçesinde beş liraya çay içen insanım şunun şurasında. Alkol desen öyle su gibi akıp gitmez soframda. Ne demeye gidiyorsun, arkadaşım diye soracak olursan... 

Benim gitmeyi tercih etme sebebim, değişim ve rutinin dışına çıkma ihtiyacı. Belirli bir şeyi özlemek. Her şeyi istemekle belirli bir şeyi özlemek arasında fark var. Yani dünyaları fethetmek değil arzum. (Görmek istediğim çok yer var ama seyahatin kendisini bir haz alma ve tüketim nesnesine de dönüştürmek istemiyorum) Nedir bu belirli özlenen? Anlatayım. 

Yavaşlık ve keyif. Mekanların fiyat politikasındaki şeffaflık, kazıklanmayacağına, kaliteye dair duyduğun güven. Yavaş hazırlanan ama leziz yemekler... Birbirleriyle bol bol sohbet eden insanları görmek... Daha sakin ve gürültüsüz plajlar... Hoş, Nula'daki DJ bu sakinlik ihtiyacıyla çatışıyordu ama sakinlikten kastım yalnızca plajda bangır bangır müzik çalmaması değil. Ne bileyim, gürültü yapan, bağıran çağıran anne bak diye böğüren çocukların da olmaması. Yunan plajlarını biz de epeyce doldurduğumuza göre bizim çocuklar da oraya gidince ortama ve etrafa uyuyor demek ki... Çevre değiştirmek iyidir neticede. Etrafı daha çok gözlemlersin. İlgini çekecek şeyleri fark etmeye, yakalamaya çalışırsın. Burada olsa sabırsızlık göstereceğin konularda sakin ve odaklı kalmanı bile sağlar, bir yerin turisti olmak. 

Bir yerin turisti olmak, kısaca tüm duyularını keskinleştirir. Almaya, deneyimlemeye açık hâle gelirsin. Özlediğin şeyleri yapmak istersin. Arzu nesnesinin (burada Yunanistan oluyor) her an elinin altında olmaması, bu deneyimi daha özel ve doyumlu kıldığından kendini bir şeylere ulaşmış hissetmek gibi bir ödülü de vardır bu gidişin. Ödül insan bünyesine iyi gelir. Neyi ödül olarak algılıyor ve sakince, keyiflice yapıyorsak oradan bir doyum çıktığını söylersem bana katılırsınız muhtemelen. Dolayısıyla deniz aynı deniz, yüzmek aynı suyun içinde yapılan eylem olmaktan çıkar ve bütün plaj seni hoşnut etmek için hizalanır. Kızın yüzen bir yosun topağıyla oynar, ona isimler takarsınız. Dalgalar sizi güldürmek için yükselir, alçalır. Dünyanın en harikulada taşları (bütün taşlar güzeldir ne de olsa) plajda ayaklarınızın dibindedir. Bir sürahi huzur üzerinden dökülmüş gibi gevşek, rahat bakınırsınız etrafa. Fotoğraf kareleri yakalamak için ava çıkarsınız sonra. Dikkatinizi bir tabela çeker. Bir sahil gurusu mottosunu paylaşmıştır tüm dünyayla. Haksız da sayılmaz. 



"Wet more, worry less" 

That's the deal 


19 Temmuz 2024 Cuma

Yaz, sıcak ve dört yılı...

Yazın en sıcak günleri... 

İş yerinde mecburen klimayla çalışıyorum. Aksi düşünülemez bile. Eldiven, maske, bone altında, yakın mesafe... Yine de zaman zaman çok bunaldığım oluyor. Eldivenin içinde ellerim nemleniyor. Bir ay kaldı şunun şurasında diyerek sabrediyor, erken çıktığım günler kendimi denize atıyorum. Dün o günlerden biriydi işte. Saat 3'te çıktım. Kızımı evden aldım. Mayolarımızı giydik. Birkaç ufak işi hallettik. Plaja vardık. Pek keyifli bir deniz yoktu. Okuduğum kitap da evde kalmıştı. Olsundu. Yine de birkaç saat erken çıkmıştım ve kendimi pekala tatilde gibi hissedebilirdim. 

Hamağa yatınca bir fotoğraf çektim ve İnstagram'da paylaşırken şu satırları yazdım altına. 



Aynı ağacın altında sallanıyoruz, birer kırmızı hamakta... O kitap okuyor. Ben sesleri dinliyorum. İnsan sesleri mırıltıları aşamıyor. Cırcır böcekleri sahnede çünkü. Koro halinde yükseliyor, alçalıyor sesleri. Sonra bir avaz bağırıyorlar. Tüm sesleri bastırarak. Güneş servilerin arkasında. Sıcak hava üflüyor uzaktan. Deniz çırpıntılı. Serinliği iyi geliyor bir süre. Gir, çık. Kuru, bunal, ıslan. Bunalmakla ıslanmak arasında bir yerdeyiz şimdi. İş gününü birkaç saat erken bitirmenin hediyesi, bu aylaklık dakikaları. Tatildeymiş gibi, ama tatil değil. 

Bu satırları yazdıktan sonra ıslanıyoruz bir kez daha. Deniz hâlâ vasat. Serinlemek yetiyor. Kuruyoruz şezlongta ve bir arkadaşıma uğruyoruz. Biraz laflıyoruz ailesiyle. Dondurma yiyoruz. Eve dönüp duş alıyoruz. Renklileri makineye atıyorum. Yarın günübirlik geziye gideceğiz çünkü. Lazım olacak temiz plaj havluları. Sabah katlıyorum onları. Bu kez beyazlar giriyor makinenin içine. Asıyorum tertemiz. Aralarında plaj elbiselerimiz salınıyor bu defa. 

Yarın bu saatlerde Dedeağaç'ta olacağız bir aksilik olmazsa. Yapmayı sevdiğimiz her şey günübirlik turun içine sıkışmış olacak. Jumbo, Liedl, Makri'de yüzme molası, merkezde yemek... Kızıma bu kez farklı şeyler deneyelim, diyorum ama ne gerek var diyor. İstemiyor değişimi. Birkaç gün önce Facebook hatırlattı. Yine böyle bir tatil öncesiymiş. Bavul hazırlıyormuşuz. O soruyormuş bana, minnak haliyle. Neleri götüreceğimiz, neleri bırakacağımız konusuna sıkkınmış canı. Diyormuş ki, duvarları, perdeleri, her şeyi götürsek... Perdeleri, ona kendini evde hissettirirmiş. Mevzu derin. 

Evde hissetmek için neler gerekir? Değişimi neden sevmeyiz de aynılığın içinde şikayet eder dururuz? Zor bir yıl geçirdim. Eğip bükmeye gerek yok. Zordu. Zorluklar sürüyor da üstelik. Ne kadar zorlandığımı, şimdi kendimi biraz daha ferah hissedince anlıyorum. Belki gelecek yıl da diyeceğim ki, ne çetin bir iki yıldı. Geçen yaz da iyiyim, diyordum. Reddettiğim için, inkar ettiğim için değil, kayıpların yanı sıra kendim olmak, kendi seçimlerimi yapmak iyi hissettirdiği için. Yorgunluk da varmış çokça, onu görüyorum şimdi. Kaçınılmaz cilveleri hayatın. Elden ne gelir. 

Geçen yıl bahar aylarından beri hayatımın ana kelimesi "değişim". Beni rahatsız eden ne varsa, halının altına süpüremeyeceğim şekilde geldi karşıma. Kimi insanlar gitmek zorunda kaldı. Öyle bir ifşa oldu ki örneğin, kalmak artık bir seçenek olamazdı, eğdi başını gitti. İş yerimde sınandım durdum bununla. Hayat boşluk sevmiyor, biri gelecek, başlayacak, el mecbur. Bir, iki, üç... Yorgun düştüm sürekli yeniden başlamaktan. Yeniden dizayn etmekten. Navigasyondaki ses hiç susmadı: yeniden hesaplanıyor. 

Bu yeniden hesaplama zamanlarında ben en çok bedenimi ve evimi koyverdim. 10 kilo aldım bir yıl içinde. Evde zaruri şeyler hariç elimi süremedim. O ara tesadüfen numerolojiyle ilgili yüzeysel bir bilgiye rastladım. Hesapladım. Dört yılındaymışım. Dört yılı, eğer ilk yıl yanlış çattıysanız temelleri, her şeyin zangırdadığı, zorlayıcı bir yılmış. Bu tuhaf şekilde rahatlattı beni. "Tabi ya, şimdi dört yılındayım, zorluklarla karşılaşmam çok normal, hepsi geçecek," düşüncesinde ferahlatıcı bir yan var. Mevsimsel bir döngü gibi karşılamayı kolaylaştıracak bir bilgelik gibi. Bu günler gelip geçici. "Neden ben? Neden?" sorularına tutunmadan, didişmeden çözüm için neleri değiştireceğimi fark etmeye çalışmak, daha sağlam temeller oluşturmak için tohumlar atmak, kendimi yiyip bitirmekten yeğdir. Belki o zaman hazmedemediklerime takılmak yerine değişime, yeni gelene daha ferah açarım kendimi. Ve duygusal olarak hazmedemediklerimi bırakırım ardımda. Bakarsın fiziksel olarak birikenler de gider kolayca. İşte buna amin denir. 


17 Temmuz 2024 Çarşamba

Günlerin içinden damlayanlar...

Hatırla. Bir pazar sabahı Rıfat günlerin aynı kaba damlamadığını fark etmiş; "Günler damlıyor ama aynı kaba değil," demiş ve bundan müthiş huzursuzluk duymuştu. Çünkü günler aynı kaba damlamalıydı. 

Yazmak da günlerin aynı kaba damlamasını sağlamanın bir parçası. Öyleyse bir tas tutuyorum günlerimin altına ve topluyorum damlaları sizin için, kendim için. 

Cumartesi 

Cumartesi iş çıkışı denize gittik. Kamyonetinin arkasında sebze satan amcadan mevsimin ilk börülcesini aldım. Börülcenin kilosu kaça diye sordum. Eliyle kasanın dibinde kalanı gösterdi. "Geri götürmeyeyim, hepsini al. 50 lira ver," dedi. Hepsini aldım. Gözüme çok görünmüştü ilkten. Böler, anneme de veririm diye düşünmüştüm. Boşverdim. Ayıklar, haşlarım. Fazlasını dondurucuya atarım diye düşündüm. Haşlayıp soslayınca çıtır çıtır gidiyor. Yazın en güzel yemeklerinden birisi, taze börülce. Zeytinyağı, limon, sarımsak, domates ve sivri biberin girdiği ve leziz olmayan başka bir tarif de yok, doğrusu. 

                                                                                *

Pazar 

Pazar gününü evde geçirmeyi düşünüyordum. Öyle de oldu. Sabah uyandım. Kahvaltı yaptım. Zeytin Ağacı dizisinin ikinci sezonunun çıktığı haberi üzerine cumartesi geceden ilk sezonu tekrar izlemeye başlamıştım. Pazar günü hem ilk sezonu bitirdim hem de ikinciyi. Son bölümlerde gözlerim dolu dolu  oldu. Aile köken dizilimi hakkında epeyce bilgi sahibi de oldum. Güzel manzaralar, sıkı dostluklar... Daha ne olsun. 

                                                                                 *

Pazartesi 

Pazartesi yin yoga günü. Temmuz başından beri. Benim gibi kontrolü elden bırakmayanlar için bire bir. Derin gevşemek için kendini yere bırakmak acayip bir şey. Kendini yalnız, desteksiz hissettiğin zamanlarda yere uzan ve yeryüzünün, en büyük destekçin olduğunu, seni taşımaktan asla vazgeçmediğini hatırla. 

Salı 

Salı iki yoga dersi arası boş günüm. Evde yalnızdım. Hazır da yemek de vardı. Havuzun olağan sakinleri akşam yemeği için hazır eve gitmişken keyif çatayım, dedim. Mayomu giydim. Aldım elime kitabımı. Balkon kapısını açtım. Gökyüzü fön çekiyor adeta saçlarına. Sıcağı yüzüme yüzüme vurdu. Uzandım şezlonga. Kaldığım yerden başladım okumaya. Kadınlar Ülkesinde. 1915'te yazılmış bir roman. Bitsin, yazarım belki birkaç satır. 

Bali'de, Maldivler'de ya da Akdeniz kıyılarında çekilen filmleri kaçırmıyorum. Netfilx'te buldum yine bir tane. Cennete Bilet. Julia Roberts ve George Clooney'in başrolleri paylaştığı filmde, hukuk bölümünden mezun olan genç kadın, işe başlamadan önce yakın arkadaşıyla Bali'ye tatile gider, yerel birine aşık olur. Amerika'daki hayatına boş verip adada kalmaya, evlenmeye karar verir. Birbirinden ölesiye nefret eden, aynı yerde bile bulunmaya tahammül edemeyen yıllar önce boşanmış anne ve babasının şimdi ortak bir hedefi vardır. Bu ani ve onlara yanlış gelen evliliği durdurmak. Güzel manzaralar eşliğinde hafif, seyirlik bir film. 

Dört  günün içinden damlayanlar işte böyle. 



13 Temmuz 2024 Cumartesi

Babam



Babam gideli üç yıl oldu. Onu en çok metanetiyle, görme, gezme hevesiyle hatırlıyorum. Hastalıkları, ameliyatları, felç geçirdiği için tekerlekli sandalyeye bağımlı kalmayı, hepsini cesaretle karşıladı. Şikayet etmeden, bunu bir ceza gibi görmeden yaşadı. Elinden geldiği kadar tutundu hayata. Rutinlerini asla bırakmadı. Futbol maçlarını izlemekten, gazete okumaktan, haberleri takip etmekten vazgeçmedi. Tek arzusu Denizle daha uzun zaman geçirmekti. Bunu da başardı. Torunuyla yeterince zaman geçirdi. Hatırlanacak kadar, anılarda yer tutacak kadar. Babam her koşulda iyi olma kararlılığını sürdürdü. Hayattaki en büyük mücadele bu belki de. Koşullar değiştiğinde de iyi olmak, torunuyla gülebilmek az buz zafer değil. Babam bunu başardı. İyi insan olmayı, dürüst olmayı sürdürdü. Ondan kalan en büyük miras da bu. 

7 Temmuz 2024 Pazar

Yüzmek devrimci bir hareket midir?

Bunca yıldır Çanakkale'deyim. İlk kez kordondan denize girdim. Aklıma da gelmezdi açıkçası. Arkadaşım teklif etti. Sabah erkenden gittik. İçimizde mayolar. Kimse olmaz sanıyorduk. Bir grup erkek vardı. Baktık, tarttık. İstifimizi bozmadan yürüdük. Uzakta bir banka oturduk. Arkadaşım termosla kahve getirmiş. Birer bardak kahve içtik. Olay yerine geri döndük. Hâlâ kalabalıktı. Kararsızlığımız sürüyordu. Nihayetinde plaj olmayan bir yerden denize girmek zor geliyor bazen bize, kadınlara. 

Halk Bahçesi'nde yürümeyi önerdi arkadaşım. Gittik, ağaçların arasında birkaç tur attık. Tenhalaşmıştır umuduyla geri döndük. Popülasyonda bir değişiklik yoktu. Kararsızlığı bir kenara attık. Ahşap platforma indik. Hızlıca üzerimizdekileri çıkarttık. Ve basamaktan kendimizi sırayla sırt üstü suya bıraktık. Serin serin iyi geldi. Vazgeçmemek de öyle. 



Feminizmden rahatsız olan erkekler ve de kadınlar var. Feminizm ya da toplumsal cinsiyet eşitliği, tam da bunun gibi sıradan şeyler için gerekli işte. Hepimiz için gerekli üstelik. Bir yaz günü kentin içinden zahmetsizce denize girme keyfi süren erkekler gibi rahatça yüzebilmek için. Üç beş erkek bir aradayken yanlarına bir kadın geldiğinde onları rahatsız etme tedirginliği hissetmesin diye.

Annemin ilk kez pantolon giymeye başlamasını hatırlıyorum. Eni konu olay. Rahat etmek için giymek istiyor ama el alem onu hep etekle, elbiseyle gördüğü için de cesaret edemiyor. Babam Çanakkale'den Kayseri'ye tayin olunca aradığı fırsatı buluyor. İstanbul'a gidiyoruz o ara. Nişantaşı, Mahmutpaşa dolaşıyoruz. Annem pantolon arıyor kendine. Üstünde nasıl durduğu konusunda endişeli belki de. Giyiyor, çıkarıyor, sıkılıyorum alışverişten. Gittiğimizde Kayseri'den alırsın, diyorum. Hayır, diyor, beni pantolonlu görsünler. Öyle görürlerse, öyle alışacaklarını, normal karşılayacaklarını düşünüyor çünkü. 

Babaannemin çarşafı atması anlatılırdı aile içinde, bir efsane gibi. Aynı uğurda hareket eden kadınlarız belki de, üç kuşak, üçümüzün derdi de kıyafetlerle. Çarşafsız sokağa çıkan babaannem, pantolonla yeni tanışacağı cemiyete giren annem ve mayosuyla şehrin içinde yüzen ben... Üç kuşaktan üç kadın... Ortaklığımız kamusal alanda kendimize daha geniş yer bulma çabası... 

3 Temmuz 2024 Çarşamba

Hava durumu

Haftaya başlarken 

Bugün içimdeki gökyüzü bulutlu. 

Dün gece, geç vakit kızımı karşılayacağım için güne öğlene doğru başladım. Uykumu alırım, baş başa kahvaltı yaparız diye düşünmüştüm. Uykumu aldım ancak kızım yorgundu ve uyuyordu. Kahvaltısını, öğle yemeğini hazırladım ve evden çıktım. 

Dün alışveriş, yemekle geçti. Elimin değdiği yerleri topladım. Yalnızca sabah dışarı çıktım. Kordonda kahvaltı yaptım tek başıma. Kitap okudum. Biraz yazdım, serbestçe, defterime. Alışveriş yaparak eve döndüm. İçsel Simya derslerinin kaydını dinledim. Ses kayıtları uzun. Dün dinlediğim ders dört saatlikti örneğin. Arada durdurarak, notlar alarak dinledim. Zihnim bu meselelerle dolu. 

Yeni haftaya başladım. İşe adımımı basar basmaz çözmem gereken kimi durumlarla karşılaştım. Mühim değil aslında. Rutin işler... Kimi küçük hataları, ihmalleri fark ettim ve içimdeki gökyüzü bulutlarla kaplandı. Homurdandım biraz. İçimde kızgınlık, bıkkınlık, yorgunluk biriktiğini fark ettim. Biraz söylendim, biraz izah ettim. Çözüm bulduk en nihayetinde. Bununla beraber yüreğim sıkışık hâlâ. Ensem, şakaklarım, kürek kemiklerimin arası gergin. Dişler zaten dikkatimi çekersem üzerlerinden hemen hop temasta. Sürekli onlara komut veriyorum: Açılın bakayım, ilişmeyin birbirinize. Gevşeyin. Aralanın. Sonra bakıyorum hızla. Dişler gevşek, çene gevşek, yüz gevşek, dil gevşek. Ne plak ne botoks. En büyük yardımcı bu farkındalık hâli işte. 

İşte bu yazıyı da fark etmek için yazıyorum. Fark etmek ve zihnimi sakinleştirmek için. 

Bugün içimdeki gökyüzü bulutlu. Ama biliyorum ki geçecek. Çünkü birtakım tetiklendiğim durumlar karşısında zihnimin ürettiği bir hâl bu. Ve zihindeki tüm hâller gibi bu da geçecek. Yerine iyi şeyler gelecek, onlar da geçecek. İşte hepimiz biliyoruz teorik olarak hayattaki her şey gökyüzündeki bulutlar gibi gelir geçer ama teorik olarak bilinen her bilgi pratiğe dökülemiyor. 

Hafta ortası 

Dün de bulutlar kararıp durdu. Bir uçağa binip onların üstüne çıkmak mümkün olmadı ama sık sık kendime bunu söyledim. Yukarıda aydınlık parlak masmavi bir  gökyüzü var. Aradaki perde açılacak. Bekle. Bunu beklerken de duygularının seni peşi sıra sürüklemesine, içinde yargılar uyandırmasına, zihninin seni yönetmesine izin verme. 

Gelelim bugüne... 

İçim hâlâ sıkkın. Bir ara blogta iyi olma cüretinden, kararlılığından bahsetmiştim. Fikir bana ait değil. Katıldığım bir eğitimdeki hoca söylemişti. İyi olma kararlılığını göstermeye çalışıyorum. Ama bu sadece dilde çok şükür, iyiyim diyerek yapılabilecek bir şey değil. Çaba istiyor. Tepkileri, düşünme şeklini, eylemleri farklılaştırmayı gerektiriyor. Beynin plastisitesine güveniyorum. Ve bugün farkında olarak, bilinçli olarak iyi olmayı deniyorum. Canımı sıkan şeyler karşısında kara üzüm gibi kararıp durmadan, olayların, kişilerin, sözcüklerin kalbimi buruşturmasına, ıslak havlu gibi burup sıkmasına izin vermeden iyi olmaya, iyimser olmaya çalışıyorum. Günümü planlıyorum. Yapacağım eylemlerin her biri üzerine düşünüyor, ona hazırlıklı olmaya, özenli olmaya çalışıyorum. Bu kendi başına önemsiz görünen davranışların, eylemlerin her birinin el ele tutuşup çok daha iyi olma haline koşmasını, beni de oraya taşımasını umuyorum. 

Değişim için kaybı göze almalısın, derler. Ben de aldım. Sanırım artık kaybettiklerimin yasını tutma sürecini de bitirdim. O zaman yerine nelerin dolduğunu, nerede olduğumu keşfetme zamanı gelsin. 

Yılın ilk altı ayı geride kaldı. Temmuz ikinci yeni ayın başlangıcı. Spesifik bir önemi de var. Avrupa'da okulların kapanması, gurbetçilerin akın akın yurda dönmesi. Benim de payıma düşen sevdiklerim var bu furyanın içinde. Onlarla yeniden buluşmak, deniz kenarında sohbet etmek, aylaklık etmek zamanıdır şimdi. Yaz en sevdiğim değil, esasında, okul bittiğinden ve daha çok çalıştığımdan beri ama koca bir mevsimi çok sıcak diye vır vır edip çöpe atacak değilim. Güzel yanları var yaz gecelerinin. Açık hava konserleri, aydınlık günler, iş çıkışı istersen yüzmeye, güneşi batırmaya yetişebilme ihtimalleri... E bunlar da az buz mutluluk kaynağı değil. Ya senin için? Senin için yaz ne demek? Yazın en özlenesi yanı hangisi?  Anlatsana... 




29 Haziran 2024 Cumartesi

Kızımı beklerken...

Okullar kapandı ve kendimizi hızlı bir temponun içinde bulduk. Bayram tatili, eve dönüş, kızımın yeniden bir başka gezi için hazırlanması... Öyle böyle değil, aylardır sabırsızlıkla, dört gözle beklediği bir okul gezisi, arkadaşlarıyla, hem de yurt dışında. Hatırlıyorum. O yaşlarda ben de okulla Avrupa gezisine gitmiştim. Hayatımın en güzel tatiliydi, hâlâ bu yaşta enler arasına girer. O günlerde cep telefonu, internet yok elbette. Ankesörlü telefon bulacaksın da, evi arayacaksın, onlar da o saatte evde olacaklar da konuşacaksın. Evde annem, telaşe memuresi... Hem telaş yapar hem fır fır gezer, telefonu açmaz. Konuşamazsın. Sonra en vesveseli halleriyle, karalar bağlar, bırakın beni Kapıkule'de bekleyeceğim diye tutturur. Kaygı mantığı itiyor. Tecrübeyle sabit. 

Şimdi çocuğunu tura yollayan ebeveyn olmak, hayli rahat. Öğretmenler whatsapptan fotoğraf yolluyor, kısa bilgilendirmeler yapıyor. Ben de annemin zamanında gösteremediği sükunetle kızımın gezisini izliyorum uzaktan, tecrübelerini dinliyorum, başından geçenleri... İlk gün telefonunu avmde bir mağazada unutmuş. Ertesi gün bulunca, sesli mesaj attı. Kaybetmedim, dedi. Güldü. "Anne sen diyorsun ya, kaybetmedim, nerede olduğunu bilmiyorum. Öyle oldu işte," dedi. Sesli mesajlarımız sırasında onun büyüdüğünü, kendimize ait bir dil oluşturduğumuzu hissettim. İçim minnetle ve şükranla doldu. İyi ki beni seçmişsin evlat.  

                                                                             *

Hazır evde tek başımayım, gezeyim diye düşündüm. Her güne bir program. 

Pazartesi bir arkadaşımla kendimizi deniz kenarına attık. Biraz meze söyledik ve tek rakı. Üzerine kordonda yürüyüş.            

Salı yemekten sonra bir arkadaşıma uğradım. Onunla ve annesiyle sohbet ettik, kahve içtik. 

Çarşamba düğüne gittim. Üç arkadaştık masada. Göbek bile attık. 

Perşembe ablama akşam yemeğine gittim. 

Cuma İstanbul'dan bir arkadaşımla görüntülü whatsapp konuşması 

Cumartesi yani bugün. Reyhan'ın söyleşi ve imza günü. Öncesinde Yalıhan'da çay, kahve, muhabbet. Annemde akşam yemeği ve evde sıcakta pinekleme.           

Pazar günün bir aralığında denize girme imkanı ve ihtimalini cebe koyuyor, her normal Türk anası gibi markete gidip alışveriş yapıp kızımın sevdiği yemekleri pişirmeyi planlıyorum. Şu en sevilen yemek konusu çok net değil, arada değişkenlik gösteriyor ama ya ana yemekten ya tatlıdan ya meyveden bir şeyler tuttururum. Öyle değil mi? 

Reyhan Yıldırım ile söyleşi

* Bu söyleşi 24 Haziran 2024 tarihinde edebiyathaber'de yayımlandı. 

Reyhan Yıldırım'ın yeni öykü kitabı "Olay Yeri" geçtiğimiz haftalarda yayımlandı. İnsanlığın acılarını öyküleştiren Yıldırım ile öykülerini konuştuk. 

                    "Hayata yaşadığı ağın sorumluluğunu alan taraftan bakıyorum"

Yeni öykü kitabınız “Olay Yeri” okurla buluştu. Öncelikle tebrik ediyorum. Yeni bir yayınevi, sekiz yıllık bir ara… Nasıl geçti bu süreç?

Teşekkür ederim. ‘Olay Yeri’ için çok heyecanlıyım. Bazı olumlu geri dönüşler almaya başladım bile.

Sekiz yıl… Ara değil aslında, çalışmakla geçti bu süreç. Hızlı yazabilen biri değilim. Öykülerim olgunlaşmak için zaman istiyor. Elbette iş bununla bitmiyor; kitabı basmayı kabul edecek yayınevi bulmak da gerekiyor. Bu her yeni kitabın yayın süreci için ayrı bir uğraş demek. Araya bir de pandemi, ekonomik kriz, şu bu girince bir bakıyorsunuz ki sekiz yıl geçmiş. Sekiz yılın içinde iki üniversite ve bir yüksek lisans da var. Eklemeyi unutmayayım.

Kitabın girişinde yer alan Karl Marx alıntısı, okuru içeride karşılaşacağı öykülerin insanlığın acılarına sırt çevirenlerin, yalnızca kendi postuna özen gösterenlerin tarafında olmayacağını duyuruyor. Tam da yeri gelmişken sormak istiyorum. Sanat toplum için midir? Sanatçı çağının tanığı mıdır?

Ben bu ‘sanat toplum için midir, sanat için midir’ tartışmasını hep yersiz buldum. Bence her ikisi için de. Duyarlılığınız, toplumsal farkındalığınızın düzeyi kadar, bunu estetize ederek sanat yapıtına dönüştürürken tercih ettiğiniz yazınsal tür ve niteliklere kadar uzanan geniş bir yelpazeyi belirliyor. Gerçekliği yazarak kavramak, tartışmaya açmak benim için bir ihtiyaç, fakat gazete haberi de yazmıyorum.

Çağın tanıklığı meselesine gelince… Sanatçı çağıdır, desem…

Kitap kapağıyla ve içinde yer alan öykülere eşlik eden çizimlerle de dikkat çekiyor. Yazar çizer işbirliğinde uyumlu bir iş çıkmış ortaya. Nasıl bir çalışma yürüttünüz?

Yayınevimden gelen öneriler gayet güzeldi. Kitabımı yalın, etkili çizimlerle kurguladılar. Kapağın renkleri için küçük bir önerim oldu, sağ olsunlar beni kırmadılar. Başka da bir çalışma yürütmedik.

“Olay Yeri”nde olgun ve yetkin bir dil karşılıyor bizi. Edebiyatın neyi anlattığı kadar, nasıl anlattığı ile de ilgilenen, bunu daha çok gözettiği her halinden belli bir dil. Bu dilin oluşmasında sizi besleyen yazarları, metinleri ve diğer sanat dallarını bizimle paylaşabilir misiniz?

Ben sanatın her alanıyla çok ilgiliyim, yalnız edebiyatla değil. Güncelliğimi korumak için de gayet istekliyim. Felsefe, sosyoloji, psikoloji, teknoloji gibi çeşitli alanlardan çok disiplinli beslenmeyi de alışkanlık edindim. Bunlar, beni geliştiren, dönüştüren, değiştiren unsurlar. Mutlaka dilimi de etkiliyorlar.

Yazarlar ve metinlere gelince… Öyle çoklar ki, buraya sığmazlar. Tam on beş kitaplık dolusu kitabımı genç arkadaşlarım ve diğer okurlarla paylaşmak üzere hibe ettim. Öykü, şiir, roman, deneme, kaynak kitaplar… Hepsi de beni besledi diyebilirim.

Ülkeyi bir olay yeri gibi masaya yatırdığınız, sarı emniyet şeritleriyle çevirdiğiniz, sınıf meselesinden, kadına şiddete, cinsel yönelimden, rantsal dönüşüme farklı meseleleri öyküleştirmişsiniz. Konu seçimlerindeki ağırlığa rağmen kitabı okumayı bıraktığımızda baskın his, acı veya keder değil. Öykülerin içine sinen ümitli, iyimser bir direniş var. Bunun kaynağı nedir?

Kaynağı, benim düşüncelerim. Ben hayata yaşadığı çağın sorumluluğunu alan taraftan bakıyorum. Ben ve benim gibiler varsak; çiğliğe, cehalete, karanlığa karşı mücadele ediyorsak, eninde sonunda güzel günler göreceğimize inancım tam. Bunun öykülerime yansımış olduğunu öğrenmekten mutluluk duydum. Teşekkür ederim.

Öykülerin bir kısmı korona salgını döneminde geçiyor. Henüz yaşanılmakta olanın nereye varacağının bilinmediği, belirsizliğin, korkunun hâkim olduğu dönemleri anlatan, emekçi kesimi konu edinen öyküler, bunlar. Bu dönemi, çağının da tanığı olan bir yazar olarak nasıl deneyimlediniz? Neler yaşadınız? Bu salgının bireyler ve toplum üzerindeki etkileri, sonuçları sizce edebiyatınıza sızmaya devam edecek mi?

Sevdiklerimi kucaklayamamak derin bir yalnızlık duygusu uyandırdı bende. Bu kadarla kalmadı. ‘1999 Gölcük Depremi’nden sonra, bireysel ve toplumsal niteliklerin nasıl kötüye gittiğini gözlemlemiş olduğumdan çok da kaygılandım. O zamanlar boş vermişlik, bencillik, doğaya ve insanlara saygısızlık, vicdansızlık, şiddet artmıştı. Yarın ne olacağı belli değil, her şey kırk beş saniyede yok olabilir, ben ne yaptım da bu başıma geldi, boşuna uğraşmışım zaten, artık ne anlamı var ki düşünceleri ülkeyi ele geçirmişti. Korona ile birlikte yeni bir kırılma daha yaşandı bence. Kontrolümüz dışında gelişen afet nitelikli her olayda olduğu gibi. Ben süreci yazarak, okuyarak, öğrenerek geçirdim. Fırtına geçtikten sonra ayakta kalabilmeyi ümit ettim.

Salgın edebiyatıma sızmaya devam eder mi? Bilemiyorum. Belki dönüşümlerinin kökeninde salgın olan karakterler çıkarsa karşıma, sızabilir.  Gündem o kadar yoğun ki, özellikle geriye dönmem diye düşünüyorum. Yaşam devam ediyor.

Yazımı devam eden ya da fikren olgunlaşmayı bekleyen projeleriniz var mı?

Evet, var.

Ayrılık, Metin Altıok’un beni çok etkileyen bir şiiridir. Şair şöyle der:

‘Kesilmiş dalın budak olur vereceği nafaka

Söyle sende nem kaldı.’

Bu dizeler çok derin. Öyle zannediyorum ki yeni projemde ben de geriye kalanları  sorgulayacağım; budaklardan gövermiş filizlerin peşinden koşacağım. Şimdiden birkaç taslağım var, yaz boyunca da epey sıkı çalışacağım.

İkinci bir projem ise çoktan tamamladığım bir eleştiri-yakın okuma kitabı. Onu yaz sonuna kadar yayıma hazırlamayı planlıyorum. Daha önce bazıları yayımlanmış, kaybolmalarını istemediğim yazılarımdan oluşuyor.[1]



[1] Sartre’ın Gizli Oturum’u: Cehennem Başkalarıdır!, Yazılışı Üzerinden Nerdeyse Yetmiş Yıl Geçen Haldun Taner’in Konçinalar’ının Düşündürdükleri, Hulki Aktunç’un Umudu: Göz Bağından Kurtulmak, Erendiz Atasü'nün Kadınlar Da Vardır'ı, Aziz Nesin’in Korkma Öyküsü,  Ayla Kutlu Öykülerinde Şiir Avcısı Mekanlar, Büyük Soruların Peşindeki Saramago ve Edebiyatı vd.

 

21 Haziran 2024 Cuma

Haziran alfabesi

"Anne biraz neşeli olmayı deneyemez misin?" dedi küçük yol arkadaşım. Yola ancak oyunla katlanabildiğinden. 

Bitola. Mustafa Kemal'in yatılı okuduğu askeri idadinin bulunduğu şehir. Görmek nasip oldu. Balkan turlarına sıkıştırılmış miniminnacık bir köşe. 

Cennetten bir köşe olduğuna inanıyor Makedonlar. Ohrid'den bahsediyorum. Rivayet bu ya, Tanrı cenneti yaratırken bir damlasını Ohrid'e düşürmüş. Merak eder, dururdum. Ihlamur çiçeklerini sundu bana ve de serin sularını. Göl kıyısında keyifli bir akşam yemeği de cabası. 

Çilek, çilek, çilek. Bu sene de doyduk şükür. 

Dizlerimin dermanı geldi çok şükür. Eve varışımın ikinci gününde. 

En uzun gün bugün. Neşeli ve aydınlık geçsin. 

Frappe. Yunanistan'a ayak bastığımız belli olsun diye hüplettik birer tane. Buzlu buzlu. 

Gyros. Yunan döneri. Üsküp'te ve Selanik'te birer porsiyon yedi, pide içinde, cacıklı macıklı.  

Ismarladı kızım bana bir buzlu kahve, kendi harçlığından. Babasına aldığı hediyeyi de ödedi cebinden. 

İskender, Kör Philip'in oğlu. İleriye, hep ileriye... Keşfetmenin ve galip gelmenin kör hırsı sarmış. Aynı babası gibi gözleri görmemekte. 

Jambonlar dizili, incecik dilimlenmiş açık büfe kahvaltılarda. Ben peyniri, zeytini yeğlerim jambona. Bu da böyle biline. 

Kör Philip, İskender'in babası. Balkanlara damgasını vurmuş, önemli şahsiyet. Her yerde karşıma çıktı. 

Lezzetliydi yediğim pişi, yanına katık verdikleri kaşkaval ve de sallama çay. 

Makedonya, yemyeşil bir ülke. Dağlarla çevrili. Köfte, börek, pişi, çoban salatası... Alıştığımız lezzetler... Manastır'da vardı havuz. Küçük ve kuru. Türküler beklentiyi arttırıyor. Bir örneği de aynalı çarşı. 

Nice yeni şehirler, arkadaşlar, hoş anılar diliyorum hayat senden. Alacaklı sayılırım neticede. Cömertliğini sun, bundan böyle. 

Olympia. Kör Philip'in karısı. İskender'in anası. Adı yaşıyor, Olimpiyat Oyunlarında. Kocası sağ olsun. 

Özgürdür bulutlar, sınırlara takılmaz, bizim gibi. 

Plovdiv. Filibe diğer adın. Biz ve siz ayrımından mı bilinmez. Misafirperver değilsin bebeğim. 

Resneli Niyazi. Arnavutluk kökenli bir Osmanlı askeri. İttihat ve Terakki'ye katılmış. 2. Meşrutiyet'in ilanına yol açan ayaklanmanın liderlerinden. Ordudan ayrılıp Resne'ye çekilmiş, doğduğu kasabaya. İtihat ve Terakki'nin kendisini korumakla görevlendirdiği kişi tarafından öldürülmüş. Öldürülme sebebi bilinmiyor. Ölümünün ardından şu deyimle yaşıyor dillerde. "Ne şehittir ne gazi. Pisi pisine gitti Niyazi."

Sofya. Hoş binaların var. Birkaç saatte tanıyamadım seni. Yataklı trenle gelip gezeceğim bir kez daha. Var işte bir hayalim. 

Şans mı saymalı, henüz 150 TL iken yurt dışına çıkmayı. 

Tek başıma bir tatil. Hiç yapmadığım ve hayallerimi süsleyen. 

Ucuz şarap aldım Manastır'da marketten. Mantar tıpa dahi yok ağzında.

Üsküp. Karanlık çökerken vardık. Sabah açtın güzelliğini bize. Seni ikiye bölen Vardar nehri, heykeller ve meydanlar yakışmış sana. Seni heykellerinle hatırlayacağım ve kıble taşının önünde kilitli anahtarlarınla... 

Veciz Sözler, okumayı unuttuğum bir Barış Bıçakçı kitabı. Okundu. Bitti.

Yaz geldi, geçecek. Yunanistan'a günübirlik tur hayallerimle arama yurt dışı çıkış harcı mı girecek? Nayır, nolamaz! 

Zeytinyağlı yeeerim aman mevsimi geldi. Herkese güneşli, denizli, gezmeli tozmalı, sereserpe yatmalı, kitaplarla koyun koyuna şekerlemelere uzanmalı bir mevsim diliyorum. 

20 Haziran 2024 Perşembe

Sırrı sabır

Bayram tatilinin ardından ilk iş günü. Muayenehanemdeyim. Bir şeyler atıştırdım. Çayımı yudumluyorum. Bacaklarımdan yorgunluk ağır usul yeryüzüne damlıyor adeta. Öyle bir akış sanki hissettiğim, damla damla akıyor.

Bazı hastalar, diş çekiminden sonra ağrı hissettiklerinde, işlerin ters gittiğini, içeride kök kaldığını düşünüyor. Yılların alışkanlığı, çektiğim her dişi hastaya gösteririm. Bütünlüğünün kaybolmadığını, kökü kırmadan çıkardığımı görsünler diye. Sonuç yine de değişmez bazen. Arada bir içeride kök kalmış diyen hasta gelir, ağrının her zaman bıçakla kesilmiş gibi geçmeyeceğini unutmuştur. Yavaş yavaş gelen, olanca sertliğiyle iki büklüm eden ağrı, buharlaşarak yok olmaz oysa. Damla damla gider sizden. 

Geçenlerde kumsalda liseden bir arkadaşımla telefonda konuşuyorduk. Ortak, az katılımlı whatsapp grubunda aktif olmadığım, geç yanıtladığım için kendimi ifade etme gereksinimi duydum. Dedim ki bu aralar kafam çok dolu, dikkatim bölünüyor, takip edemiyorum, kusura bakmayın. Benimki mesleki deformasyon, telefona yapışık yaşıyorum, dedi Dr arkadaşım. Laf lafı açtı. Son bir senemi özet geçtim. Bana dedi ki, "Hayatımda ne zaman büyük bir travma olsa, iki yıl sürdü iyileşmem." Üzerine düşündüm. Gerçekten de acı hızla terk etmiyor insanı. O arada bir de ayakta kalma telaşı sürüyor. Durup acıyla baş başa bile kalamıyorsun. On ay evvel diyelim iyiyim, dediğimde bu yiğitliğe leke sürdürmemekten değilmiş bunu anlıyorum. O halin, iyi bir hal olduğunu zannetmekmiş. Şimdi yıllarca zihnimde vücut bulmuş acıların, korkuların, endişelerin, tedirginliklerin damla damla üzerimden aktığını hissederken, bendeki karşılığının sabit kalma, harekete geçmeme, değişime karşı koyma, erteleme şeklinde kendini gösterdiğini fark ediyorum. Ve yavaş yavaş kendimin daha iyi versiyonuna ulaşacağımı hissediyorum. Bu satırları yazmaya ara verince karşıma bir alıntı çıkıyor. Hem manidar hem de iyimser. 

"Tabiatın temposunu benimseyin, onun sırrı sabırdır." Ralph Waldo Emerson


18 Haziran 2024 Salı

Bayramda yollarda: Makedonya

Dün Sofya'da çıktıktan bir süre sonra otobüs dearıza ikazı verdi. Şoför sağa çekti. Motorun orasına burasına baktı ve arızayı tespit etti. Patlayan hortumu yedeği ile değiştirdi. Zaman aldı tabi yeniden yola düşmek. 

Üsküp'e varınca otele yerleştik. Ve şehri gezmeyi bugüne bıraktık. Üzerini değişen kendini Türk çarşısına attı. Pazar gecesi ve bayramın ilk gününe denk gelince çarşıda in cin top oynuyordu. Sokak lambaları desen pek çoğu yanmıyor. Issız sokaklarda dört döndük. Ve önünden geçerken burun kıvırdığımız fastfoodçuya girip dürüm döner yedik. 

Vardar nehrini, Taş köprüyü bulamadan gerisin geri otele döndük. Bedeni ve zihni uykuya yatırdık. 



Sabah yerel rehberimiz Cihat, bize Türk çarşısını, Taş köprüyü ve önemli heykelleri gösterdi. Rumeli şivesiyle hem hikayelerini anlattı hem de espriler yaptı.

Hızlı bir turun ardından alışveriş ve bir şeyler içip yola çıktık. Yolda Mhatma Kanyonuna girdik. Yapay bir baraj oluşturulmuş üzerinde, elektrik ihtiyacını karşılamak için. Bölge, kafeler, seyyarlar, bot, kano turları ile kendi arzını yaratmış, yerli ve yabancı turist ağırlamakta. 



Bot turu keyifliydi. Soğuk içeceklerimizi de aldıktan sonra Ohrid'e doğru yola çıktık. Yol boyu dağlar eşlik etti bize. Takibi hiç bırakmadı desem yeridir. Nefesi her daim ensemde hissettim. Bazen kitap okudum. Çoğunlukla da dışarıyı izledim. Etrafı izleyerek, otobüsteki komşularla laflayarak geçti yol. Dünkü yorgunluğun üstüne lafı bile olmaz. Yol üzerinde bir tesiste pişi molası verdik. Ve öğleden sonra üç civarı Ohrid'e girdik. 



Yerel rehber Şöhret Hanımı dinledik. Ve gruptan ayrıldık. Merkezde plaj niyetine kullanılan bir noktadan yerel halkla beraber göle girdik. 



Sıcağın üzerine serin serin iyi de geldi. Bir kabın, birkaç bank ve iki merdivenden oluşan mini sahilde bir saatin ardından meydanda göle karşı oturduk ve yemek yedik. Ohrid gölünde yaşayan bir balığın pulları ve istiridyenin sedeflerinin birleşmesiyle oluşan orijinal Ohrid incisi satan kuyumculara göz gezdirdik. Albino bir yılanı boynuna dolayan kadına sırtımı çevirdim. Yerel rehberin önerdiği kuyumcudan alışverişimi tamamladım. Bizde elma çayı, onlarda ise taze kayısı ikramı... Bir kayısı, bir kolye derken 15 bini aşan adım sayısıyla buluşma noktasındaydık. Mis gibi kokan ıhlamurlardan bir tutam çantamda. Gözlerim ise kapanmakta. 




16 Haziran 2024 Pazar

Bayramda yollarda: Bulgaristan

Herkese iyi bayramlar! 

Bugün bayramın ilk günü. Bayramın ilk dakikalarında çıktığımız yolculuk tam tamına 20 saat sürdü.  

Kapıkule, Plovdiv, Sofya derken Üsküp'te feneri söndüreceğiz. Otobüsün içine saatlerce tıkılmamıza rağmen günü 12 bin adımın üzerine çıkarak tamamladım. Gelelim günün ayrıntılarına.

Kapıkule'den geçişimiz iki saat sürdü. Rehberin önerisiyle freeshoplara girmedik. İyi de oldu. İçki, sigara, parfüm... Onca insanın alışverişi, yorardı. Sınırı geçer geçmez uzaktan devasa bir yapı dikkatimi çekti.  Casino imiş. Burgaz, Nessebar için çıkış yaptığımız kapının yakınlarında da vardı. Demek ki seviyor Türkler. Hiç oynamadım. Merak da etmedim. 

Freeshopta kaybetmediğimiz zamanı Mustafa Market diye bir yerde kaybettik. Lüzumsuz bir molaydı bana göre. (Edit: Fiyatlar freeshoptan daha uygun imiş)

Gördüğümüz ilk Bulgar şehri Plovdiv'di. 





Hızlı bir turun ardından meydanda soğuk, buzlu kahvelerimizi içtik. Kahve öncesi ve sonrası pozumuz arasında dağlar kadar fark var. Ne derler bilirsiniz. 

"Bir buzlu kahvenin güldüremeyeceği yüz yoktur." Deyiş bana ait olsa da tırnak içine alalım.

Sofya yolunca Antepli bir ustanın restoranında kahvaltı molası verdik. Günün ikinci lüzumsuz molası. Tırların, kamyonların arasında metal tabldotta kahvaltı tabağı aldık. Ne manzara ne lezzet... Yavan mı yavan. Ama yorgunluğun panzehiri Türk çayı. İyi geldi 

Sofya'dan da ateş aldık. 

 




Çanakkale cephesi öncesinde Sofya ateşesi olan Atamızı andık, kaldığı otel, meşhur yeniçeri kostümünü giydiği orduevi... İlginç de bir bilgi: Sofya ve İskenderiye Anadolu hariç Osmanlı devleti arşivinin en zengin olduğu iki ilmiş. İlber Ortaylı zaman zaman arşive kapanır, çalışırmış. Ben rehberin yalancısıyım.



Ülke bayrağın yeşilinin hakkını veriyor doğrusu. Mısır, pirinç, ayçiçekleriyle dolu geniş tarlalar, ormanlık alanla, tek tük köy ... Ülke sınırları dışında karşılanıyor ancak gözün boşluk ve doğa ihtiyacı. Üzücü ama gerçek. 



11 Haziran 2024 Salı

Günün izi: 18

Ursula Le Guin'e hikâyeleri nereden bulduğunu sorduklarında evrenin hikâyelerle dolu olduğunu, tek yapmamız gerekenin elimizi uzatıp bir tane çekmek olduğunu söylüyor. 

Beliz Güçbilmez de benzer şeyler söyleyen akademisyenlerden. Bizden önce yazılmış tüm kitapların, çekilmiş tüm sinema filmlerinin, sahnelenmiş tiyatro oyunlarının yazar/sanatçı tarafından incelenmek üzere durduğunu, hikâyelerin birbirinden doğduğunu, ilham gelmedi diye bir bahanenin olamayacağını, tek yapmamız gerekenin elimizi uzatıp bir fikir çekmek olduğunu söylüyor. 

Bu lafları çok fiyakalı bulsam da nasıl yapacağımı bilmiyordum, doğrusu. Şimdi ne kastettiklerini daha iyi seziyorum. Bir kitabı okuduğumda, bir filme baktığımda, tüm içerik tek kelimeye iniveriyor bazen ve o kelimenin zihnimi açtığını, beni çalışmak üzere yazı masasına çağırdığını fark ediyorum. Öyle geniş zamanlara da ihtiyaç duymuyorum. İptal edilen bir randevudan ya da erken bitmiş bir seanstan arta kalan zamanı kullanıyorum. Bir boş sayfa açıyorum ve bir hikâyenin yolunu aramadan liste tutmaya başlıyorum. Söz öbekleri, benzetmeler sırlaıyorum peşi sıra, kimi zaman bir duygu, bazen bir soru. Yazmaya başlıyorum, bilinçli yanıma atlatıp hızlı hızlı. Bazen bilgisayarla bazen kalemle. Ve kelimeler belirdikçe bir de bakıyorum bir nüve belirmiş, öykü olabilecek bir nüve. Teşekkürler tanrım! Beş dakika önce elimde hiçbir şey yokken, eski yazdıklarıma ya bunu ben nasıl yazmışım diye merakla bakarken üzerinde düşünebileceğim bir fikirle dolu olduğuma bakıyorum. Evrenin bereketi karşısında içim minnetle doluyor. Aferin diyorum yaratıcı yanıma. Bir hikâyenin başka hikâyelerden doğduğuna ikna oluyorum ve çalışmaya inancım artıyor. 

İlhama değil, çalışmaya inanmak lazım. İlhamın boş, çalışmayan, düşünmeyen bir zihne gelmeyeceği gün gibi ortada. İlham dediğimiz şey, bir çeşit sembol çünkü. Kendini ancak aşina olanlara açıyor. Hikâyelerle dolu evrenden bir parçayı alıp işleyerek kendinize mal etmek istiyorsanız sizden önce üretilmiş olanları okumanız, inceliklerine varmanız, özümsemeniz gerekiyor. İlhamı sembollere benzetmem bu yüzden. Kendini aşina olana açar demem bu yüzden. 

Önümüz yaz. İster istemez daha çok dışarıdayız. Sokakta, parkta, bahçede, plajda, otelde, tatilde. Güneş sıcak, kimi zaman pişiriyor ama yine de uzun, aydınlık günleri seviyoruz. İçimiz neşeyle, iyimserlikle doluyor. Dışarıdayız ya, gözümüz de gönlümüz de açık yeni deneyimlere ya da en azından olanı biteni izlemeye. O yüzden soğuk, kış günlerinden, evlere kapanmalardan sonra birer çiftçi gibiyiz şimdi. Hasatlarımızı toplayacağız. Yazı fikirleriyle dolacağız. Burada biz bizeyiz. Yabancı yok aramızda. Çoğumuz da blog yazıyor. Soruyorum size. Taslaklarınızda bekleyen, hakkında yazmak istiyor(d)um aslında dediğiniz ne var? Ne kadar zamandır erteliyorsunuz bu fikri, düşünceyi? Önümüz bayram tatili. Hadi bu molayı bir fikrini, düşünceni hayata geçirmek, onun için harekete geçirmek için kullan. Tatile çıkacağım, bayramda bize gelen giden çok olur, zaman bulamam diye mızıklama, bir şeylere başlamak için gereken o uzun, upuzun boşluklar belki de hiç gelmeyecek. Şartlar en müsaitken bu ay bitmeden neyi bitiriyoruz, onu söyle. 

 



10 Haziran 2024 Pazartesi

Günün izi: 17

Bu bahar, baharı tam anlamıyla yaşadık. Güneş göğsünü gere gere kendini gösterdi, ısıttı. Gücünü yitirdi, bulutların ardına gizlendi. Çattı kara kaşlarını gökyüzü. Bulutlar toplandı, yığıldı birbirinin üzerine. Ha babam de babam yağdı. Çatlamış toprak suya doydu. Tişörtler giyildi, sandaletlere geçildi. Hop ertesi gün uzunlar sırtta. Yorgan desen mayıs sonuna kadar tepemizdeydi. Derken bir günde yaz geldi. 

Yaz uzun, sıcak. Denize girmeler güzel. Planlar, hayaller, bu yazı nasıl geçirsek derken tesadüfen, arkadaşlarımda kahvaltıdayken bu yaz kendi yazlıklarını sezonluk kiralamayı düşündüklerini öğrendik. Onların evinde kahvaltıdayken. Geçen hafta anahtarımızı teslim aldık. Evin huyunu, suyunu öğrendik. Pazar günü annem ve ablamla birkaç kişisel eşya götürüp kahvaltı yaptık. Deniz suyu yeterince ısınmadığı ve kızım da yanımda olmadığı için denize tek başıma gittim. Henüz yeterince ısınmamış suya girme cengaverliği gösterdim. Denizde tek değildim elbette. Suya on beş dakikada girip bir dakika içinde yüzme eylemini tamamlayarak günün rekorunu kırdım ve geri döndüm. Sezonu açtık bir kere. Devamı gelecek.

                                                                              *

                 


                                                        

Canım arkadaşım Reyhan Yıldırım'ın yeni öykü kitabı "Olay Yeri" yayımlandı. Bunu vesile edip cuma öğleden sonra buluştuk. Sohbetin ardından imzalı kitabımı kolumun altına sıkıştırdım doğru yazlığa... Biraz deniz biraz güneş derken öykülerle buluştuk. Bir önceki kitabın üzerinden tam tamına sekiz yıl geçmiş. Dile kolay. Yazar acele etmemiş, ince elemiş, sık dokumuş, kılı kırk yarmış ve yazmış. Onun uzun mesaisine karşın ben iki gün içinde okudum. İsminin hakkını veren öyküler. Reyhan ülkeyi bir olay yeri gibi masaya yatırmış, sarı emniyet şeritlerini çekmiş, rantsal dönüşümden, kadına şiddete ama en çok da sınıf meselesine eğilen konuları incelemekte. Ele aldığı durumların ağırlığına karşın, baskın tat acı ya da keder değil üstelik. Tuhaf bir iyimser, umutlu direniş içeriyor yazdıkları. Dil yetkin ve olgun. Okuduğum kitapların çetelesini tutmuyorum, hep özensem de, ondandır belki unutkanlığım okuduklarıma dair. O yüzden haziranın kaçıncı kitabıydı bu bilmiyorum. Aklımda değil. Öncesinde kimi çocuk ve gençlik romanları var galiba, olmalı. 

                                                                       *



Dün gece ilk kez yazlıkta kaldık, kızımla. Buna dair pek şiirsel şeyler yazmıştım ama teknolojinin ahı tuttu, tüm kelamım silindi. Vardır bir hikmeti. Yeniden yazarım, kökü bende dedim, gene sildi. Gene sildi. Her ikimizin de arkadaşıyla buluştuğu, sahilde oturduğu, sohbete doyduğu, incecik hilali batırdığı, yasemin kokularının içinden eve döndüğümüz keyifli bir geceydi. Yazın aşağı yukarı böyle geçme fikri ve hayali heyecan verici. 

                                                                       *

Bayram yaklaşıyor. Benim gibi çalışanlar için tatil vesilesi. Ne yapsak, bir yerlere gitsek mi, evde mi kalsak derken kısa Balkan turuna katılmaya karar verdik. Hayli ekspress. Çanakkale'den otobüsle çıkacağız. Geceyi otobüste geçirerek Kapıkule'den Bulgaristan'a giriş yapacağız. İlk gün Plovdiv, Sofya, Üsküp. Geceleme Üsküp'te. Ertesi gün Ohrid'e giderken yol üstünde bir kanyonda mola verilecek. Geceleme Ohrid. Ertesi gün Manastır, Selanik üzerinden eve dönüş. Hızdan başımız dönecek  muhtemelen. İn bin, gez, gör, fotoğraf çek, ye, iç, yola devam etmek bizi yoracak. Bununla beraber Selanik dışında diğer tüm iller bizim için yeni, keşfedilmemiş. Dönüşte hâlâ iki günlük bayram tatilinde dinlenme, denize girme imkânı var. Kedili hayat çok da uzun uzun gezilere olanak vermiyor zaten. 

                                                                  *

Evde okunmayı bekleyen yığınla kitap varken yenilerini almaya pek yeltenmiyorum. Tek tük istisna çıkıyor arada. Genellikle arkadaşların yazdığı kitaplar... Çok seçenek bazen seçeneksizlik yarattığından hafta sonu yazlığa giderken üç, beş kitap aldım yanıma. Orada kaldığım süre boyunca okuyayım, üzerine düşüneyim diye. İlki Olay Yeri'ydi bitti. Biter bitmez de sorularımı hazırladım, yazarına ilettim. Çünkü yazar varsa okur var, okur varsa da soru... Yanıtlar gelince söyleşi okunmaya ve paylaşılmaya hazır olacak. Şimdilik beklemece... 

                                                                 *


                                                             


31 Mayıs 2024 Cuma

Haydi yazmaya


Hep söylerim. Yazmak, tek başına yapılan bir faaliyet. Bununla beraber her yazarın bir müttefiğe ihtiyacı var. Birlikte okuyup yazacağın, yazmak üzerine düşüneceğin, taslaklarını paylaşabileceğin, sana yorumda bulunabilecek arkadaşların varlığı, onlarla dirsek teması şahane şey. Benim de böyle bir arkadaşım var. Gizem'le pandemi döneminde daha yoğun bir araya geliyorduk. Dışarıda ağır akan hayat, ev içlerine hapsedilmeler, kaygı, vesvese bu çevrimiçi buluşmaları çok olağan hâle getirmişti. Hatırlayın. Bu dönemi verimli geçirenler, bence kendilerine çevrimiçi gruplar bulup orada nefes alıp verenler oldu bence. Biz de kendi çapımızda okur yazarlık buluşmaları yürüttük anlayacağınız. Öyküler okuduk, tartıştık, kendi yazdıklarımızı birbirimizle paylaştık. En önemlisi virüs yükünü unutup birkaç saatliğine hoşça vakit geçirdik. Zaman geçti. Araya hayat girdi. Buluşmalar seyreldi. Yeniden bir rutin oluşturmaya başlıyoruz. Küçük küçük karalamalar, yazı alıştırmaları...

Bir tetikleyici belirlemek ve yazmaya başlamak, hemen oracıkta, hiç aklında yokken bir taslak çıkarmak... Düşünsen peşi sıra diyemeyeceğin kelimelerin zincirden boşanırcasına hizalanması... Küçük, keyifli şeyler en nihayetinde. 

Geçen hafta yaptığımız bir alıştırmayı paylaşayım. Belki denemek isteyeniniz çıkar. Öneri Gülayşe Koçak'ın Yaratıcı Yazarlık kitabından. Efendim alıştırma şu. Yüzünü buruşturmadan, izmariti dünyanın en leziz şeyiymiş gibi yazıyorsun. Önyargılardan sıyrılıp düşünen zihni atlatmanın eğlenceli bir yolu. Denemesi bedava. Haydi yazmaya! 

Zaman akıyor

  • Kuralları biliyorsunuz. Ayda 8 yazı. Yine son düzlüğe -3 ile girmişim. El mahkum yazacağım. Ha babam de babam. Bilinç akışı bu gibi durumlarda hayat kurtarıyor. Hele de süre tuttuysam. Büküyorum kulağını zamanın, bir kelime, bir kelime daha yazıyorum. 
  • Barış Bıçakçı'nın Seyrek Yağmur'u düşüyor akıl tasıma.  Dün gece yazı tetikleyici olarak kullanabilir miyim diye baktığım, sayfalarını çevirdiğim kitap. Hap gibi, yoğun, konsantre... Çengelli iğne bölümü örneğin. Hafızayı yitirmenin ne tatlı, ne güçlü metaforu o öyle. Kitap başucunda. Gözlerimin kapanmasına engel olursam, uykunun bir ağırlık gibi böğrüme çökmesine mani olursam okuyacağım yeniden hevesle ve ilgiyle... Ama şimdi gözlerim kapanıyor. Film izlerken yediğim onca şey yüzünden belki. Belki bir ayı, bir mevsimi daha bitirmenin yorgunluğu ve evde ötelediklerimin kalk çağrısı.... 
  • Zaman akıyor, rutubet tutup yapışmıyor birbirine saliseler, saniyeler ve de dakikalar. Süre doluyor. Ortaya bu biçimsiz yazı çıkıyor.

Hayali arkadaş dile gelirse

Okuma önerisi
Nefis bir çocuk kitabı okudum. İsmi Şövalye Çocuk. Anlatıcı bir hayali arkadaş. İsmi Kürek. Mor tüylü pofuduk bir arkadaş. Bir hayali arkadaş olarak tabiri caizse bir raf ömrü olduğunun bilincinde. Çocuk büyüyecek, sosyal çevresi genişleyecek ve puff hayali arkadaş kaybolacak. Ama öyle olmuyor. Ortaokulun ilk günü bile ona eşlik ediyor. Çünkü tam hayali arkadaşın yiteceği günlerde kahramanımızın babası ölüyor. Annesi anılarla dolu evde yaşamaya katlanamayınca taşınılıyor. Tek ebeveynle çocuk büyütmek zorunda kalan anne, hem yasını tutuyor hem de daha çok çalışıyor. Ev tam anlamıyla bir enkaza dönünce, kahraman hayali arkadaşı Kürek'e sımsıkı tutunuyor ve gerçeklikten kaçarak hayali alemlerde maceradan maceraya koşuyor. Gerçeküstü dünya, sıklıkla karanlık. Gerçek dünyada yaşadıklarının metaforik anlatımı bir nevi. 

Kürek kısa bir özetle sözü bugüne getiriyor. Ve ortaokulun ilk günlerinde bir hayali arkadaşı olduğu ortaya çıkan kahramanımız akran zorbalığına uğruyor. Olaylar ilerliyor. Türlü zorluklar aşılıyor. Elbette yeni yol arkadaşları ortaya çıkıyor ve olaylar tatlıya bağlanıyor. 

Ebeveyn kaybı, değişen ve zorlaşan yaşam, maruz kalınan akran zorbalığını hayali arkadaş Kürek'in ağzından dinlediğimiz yaratıcı, nefis bir hikâye. Gerçeklerin yol açtığı duygusal enkazın hayali dünyadaki karşılığı, çocuğun yaşadığı kaybı çok güzel dile getiriyor. Gerçek ve gerçeküstü geçişler, hızlı ve doğal. Tekrar okumak isteyeceğim türden bir kitap. Yazma tutkunları için öğretici. Sinematografik dil de cabası. Filmi çekilmiş mi bilmiyorum ama bence sinema filmi yapmaya çok uygun. Ben daha ne diyeyim. 

Çocuk kitapları herkes içindir. Okuyun. Pişman olmayacaksınız. 

Arka kapak yazıları kitabın her zaman hakkını verir mi? 

Dikkatimin, ilgimin bölündüğü ama kitap da okumak istediğim zamanlarda tercihimi çocuk kitaplarından yana kullanıyorum. Çocuk kitapları hem bir çırpıda bitiyor hem de zor konuları dahi ele alsa içerdiği iyimserlik insana iyi geliyor. Şövalye Çocuk da bu gibi zamanlarda el attığım bir kitap oldu. Birkaç kere elime alıp geri bıraktığımı hatırlıyorum. Kitap kapağının ve arka kapağın beni çeken bir yanı yoktu ama bir kez anlatıcıyla tanışınca, onun bir hayali arkadaş olduğunu duyunca mest oldum. Elden bırakmadan bitirdim. Ve arka kapak yazısının bu güzelim kitabı tanıtmakta yetersiz kaldığını düşündüm. Sonra da şu soru takıldı aklıma. Sahi arka kapak yazıları kitabın her zaman hakkını verir mi? Bayıldığınız ya da yetersiz bulduğunuz kitaplara dair düşünceler üşüştü mü? Konuşun ki göreyim.







Mutluluk, kalp kırıklığı, güzel manzaralar ve
korkunç canavarlarla dolu devasa bir yerde,
gerçek dünyada unutulmayacak bir macera.
 
Bu romanda lanetli mağaralar keşfetmek, evcil ejderhalarla karşılaşmak,
Elflerle takılmak ve denizkızlarıyla beşlik çakmak mümkün.
 
Lee Bacon nefes kesici Şövalye Çocuk’ta
büyümek üzerine yaratıcı ve dokunaklı
bir hikâye anlatıyor.

28 Mayıs 2024 Salı

Tuğba Gürbüz: "Kadınların Seslerini Daha Güçlü Duyurmalıyız"

Fikir Gazetesi için Evrim Sayın ile yazın anlayışım ve Geçmiş Zaman Çileleri üzerine konuştuk. 



Tuğba merhaba! Seninle, bir çocuklarla felsefe eğitiminde tanışmıştık. Hassas ve nazik kalbini oradaki küçük grup sorgulamalarımızda tanımıştım. Sonrasında kitaplarınla buluştum, biraz da kitaplarınla sohbet ettim aslında. Daha önce hiç sohbet etme fırsatımız olmamıştı, şimdi bu fırsatı iyi değerlendirelim istiyorum. Klaros Yayınları’ndan çıkan yeni öykü kitabın “Geçmiş Zaman Çileleri” odağımız olsun ama odağımızdan hiç ayıramadığımız hayat da sohbetimizde kendi yerini alsın dilerim. Bize kıymetli zamanını ayırdığın için teşekkür ediyoruz her şeyden en önce. Başlıyorum...

Tuğba, sen yazarlığının yanı sıra bir hekimsin. Kadınlık, annelik, hekimlik ve diğer kimliklerine eklenen yazarlıkla birlikte hayatında neler değişti? Bunu, yazmayı çok seven bir öğretmen olarak sormak istiyordum hep. Yazıyla hep ilgilenmekle bu kimliklerinin yanına gerçekte de eklenen “yazar” kimliğine evrilen sürecin hayatına etkilerini nasıl açıklarsın bize? Eminim yanıtını okuyan birçoğumuz tatlı tatlı ilham alacağız.

Övgü dolu sözlerin ve davetin için teşekkür ederim. Sorunu yanıtlamak için önce yazar kimliğine yakından bakmak gerek. Yazar kimliği ya da etiketi diyelim, bir onayın ardından geliyor. Birtakım otoriteler sizi onaylıyor. Yazılarınız, öyküleriniz, kitaplarınız basılıyor. Ama bu bir sonuç. Yazma eylemi çok daha gerilere dayanıyor. Dolayısıyla yazarlık daha çok “sürdürmek” ile ilgili bana kalırsa.

Kimse sizin yazdığınızı bilmezken, yazdıklarınızı yayımlamakla ilgilenmezken dahi yazmayı sürdürmek için boş bir sayfa, kalem, klavye, ilginç tanıklıkların ötesinde bir şeylere ihtiyaç var. Yazmayı tutkuyla sevmek, şartlar müsait olmadığında (diğer kimlikler çok talepkar iken) bile kendiliğinden buna alan açmak, başka türlüsünü düşünememek, yazmak için eve kapanmaktan yüksünmemek, kendi başına olmaktan keyif almak gibi şeyler. Dolayısıyla ilk kitabının yayımlanmasını hayal eden yazar adayıyla dördüncü kitabı yayımlanan yazarın yazma ve yaşam dinamikleri aynı. Tek fark, yazdıklarınızla duygulanan, düşünen okurların varlığı ve onların seslerini, yorumlarını duyma ihtimali. 

Kitabının ismi “Geçmiş Zaman Çileleri”. Kitaba ismini veren öykünde, çekilen derdin acısının yıllar geçtikçe daha çok can yaktığına işaret ediyorsun. Bu bir büyüme hikayesi. İçinde hiç dinmeyen bir acıyı da barındırıyor. Ama bir yandan sonunda “Keşkelerden, acabalardan örülü geçmiş zaman çilelerini yokuş aşağı bırakıyorum,” diyor öykünün kahramanı. Öyküyle ilgili çok da ipucu paylaşmadan sormak istiyorum. Acı verenin kaybı, daha büyük bir yaranın habercisi değil midir?

Bu, öyküde yer almayan, değinmediğim, atladığım bir bilgi. Ancak tüm metinler, özellikle de kısa öykü, yazarın içeriye aldıkları kadar, bilinçli olarak dışarıda bıraktıkları, ima ettikleri ile var olur. Hemingway’i haklı çıkartan bu soruyu yazarı değil hikâyenin kahramanı yanıtlamalı bence. Onunla söyleşme şansımız yok. Yanıtı eylemlerinde arayacağız o halde. Öyküde geçmişin, geçmişte yaşanılanların dününü, bugününü kararttığını, geleceğini de etkileyeceğini fark eden yetişkin bir kadına bakıyoruz; babasının cenazesiyle beraber geçmişin cenazesini de kaldırma yürekliliği gösteren bir kadına. Yara hâlâ orada ama kahramanın dikkati artık bütünüyle orada değil. İlgisiyle, dikkatiyle onu beslemeyi bıraktığı için, buna niyet ettiği için kuvvetle muhtemel yarını, dünden ve bugünden farklı olacak.

Babalar Tuğba... Babalar, edebiyatta popülerler. Hayatlarımızda genelde “beceremedikleri”yle anılıyorlar. Baba mefhumu senin öykülerinde de önemli bir yer edinmiş görünüyor. “İksir” adlı öykünü okurken o küçük çocuğun yerine kendi kalbimi koydum ve paramparça oldum. “Sıvışmak İstiyor” adlı öykünü düşündüm sonra. “Tanıdığı tüm babalar bir şekilde ailesinden sıvışmak istiyor,” diyen anlatıcın öfkeli mi, kırgın mı, isyankâr mı, hesap mı soruyor? Senin karakterlerinin babalarıyla meselesi tam olarak nasıl bir yerden cereyan ediyor?

Eduardo Galeano “Kutsal Aile” başlıklı kısa ama yoğun denemesinde babayı cezalandırıcı, anneyi fedakar, kızı itaatkar, eşi dilsiz olarak nitelendirir. Çünkü Tanrı böyle emretmiştir, gelenek böyle öğretmiştir, yasa böyle mecbur kılmıştır. Galeano’ya göre, dün bugünün istikametidir, yaşanan her şey yaşanmaya devam edecektir. Bununla beraber bütünüyle umutsuz da değildir. Herhangi bir yuvanın duvarına birisinin “Ben nefes almakla yetinmek istemiyorum. Ben yaşamak istiyorum,” sözlerini karalayabileceğini anımsatarak bitirir denemesini. Hakkında yazdığım kahramanların, geçmişin izinin ya da Galeano’nun deyişiyle zorunlu istikametinin yol açacaklarını fark etmesini, itiraz etmesini, yetinmek ve kabullenmek yerine seçim yapma güçleri olduğunu algılamasını, bu uğurda eyleme geçme arifesinde olmasını hayal ettim. Öykülerin durağan ve sabit (değişmez) görünürken dahi okurla buradan konuşmasını istedim. Onlar değişmese, anlamasa bile biz anlasak, değişmeye, iyi olmaya cüret etsek fena mı olur?

Bir öykün var ki öykünün kadın karakteri sessizliğe bürünmüş ama kendiyle konuşmayı bırakmamış. Zaten sanki sadece kendiyle konuşabiliyor gibi. Onun iç konuşmaları yolumuzu pişmanlıklara, hayal kırıklıklarına çıkarıyor. Fiziksel bir sıkışıklıktan yola çıkarak ruhun sıkışıp sıkışıp nefes dahi alamamasını anlatıyorsun. Bu sıkışıklıklarla muhatap olan özne ise kadın. Bu öznenin yarattığı yazın’ın etkisi hakkında ne düşünüyorsun? Bir kadın olarak başka dertlerle, meselelerle yazdığını söyleyebilir misin?

Toplumun bir kadın ferdi olarak kadının toplumla çatışması, kendiyle çatışması, ataerkil toplumun kadınlar üzerindeki etkileri ister istemez sızıyor satırlara. Başka türlüsü de mümkün değil galiba. Edebiyat genel olarak insanı ve yaşamı anlatsa da kadın yazarlar olarak kadın diliyle kadınları, kız çocuklarını, onların yaşadıkları zorlukları, sevinçleri, umutları, hayalleri yazmak, dilin cinsiyetçi ve ayrımcı kullanımlarından kaçınmak, kadınlara yönelik basmakalıp yargıları sorgulamak, farklı kadın deneyimlerine yer vermek, kadınların seslerini daha güçlü şekilde duyurmak gibi bir sorumluluğumuz da bulunuyor.

Son olarak kullandığın dilin mizahına değinmek istiyorum. Çok ciddi bir meseleyle boğuştuğumu düşünürken yer yer tam o anda güldüm de... Ben böyle bir tarzı çok samimi buluyorum çünkü hayatın da biraz böyle yaşandığı ortada. İnişli çıkışlı, ağlarken gülerek, gülerken aslında dertlenerek geçiyor zaman. Ölümlü olmanın zaten ömrümüz boyunca unutamayacağımız bir hüzün taşıdığını düşünenlerdenim. Gülmeyi unutmamak için gösterdiğin bu samimi ve doğal çaban, umuda göz kırptığının bir göstergesi mi?

Öykü, insana, topluma eleştirel bir dikkatle bakma, yaşamın içindeki tezatlıkları gösterme sanatı bana göre. Aktardığı küçük kırılma anlarının içinde çatışmalar, karşıtlıklar yer alıyor. Mizah ve gülmece de kaynağını tezatlıklardan aldığı için özellikle güldürmeyi amaçlamasam da okur kendi yaşam tecrübesi ve algısı doğrultusunda bu tezatlıkların içerisinden kendi gülmecesini çıkarıyor galiba, ama kahkahayla, ama buruk bir gülümsemeyle…