23 Nisan 2024 Salı

Yazarın odası

Meltem Dağcı'nın edebiyathaber için hazırladığı "yazarın odası" köşesini hatırlarsınız. Edebiyatçıların yaşamlarını, yazdıkları mekânları, son zamanlarda okudukları kitapları yakınlarının gözünden mercek altına almaya çalıştığı köşe uzunca süredir güncellenmiyor. Aklıma geldi. Soruları kızıma verdim. Benim için yanıtladı. Önce çok kısa yanıtladı. Sonra biraz genişletti.  İşte Deniz'in merceğinden benim okuma yazma hâllerim: 



Yazılarını nerede yazar? Yazarken denk geldiğinizde o an yaşadığınız ilginç bir anınız oldu mu? 

Bilgisayar. 

Çalışma masasında bilgisayarına yazar genelde. Eskiden kahvelere, Golf'e giderdi. Taşındığımızdan beri gidemiyor. Dışarı çıksa keçilerle beraber yazar herhalde. 

Annenizle yazı/okuma üzerine neler paylaşırsınız?

Kitap parası (Annenin notu: Kitap parası "Ben kitap isterim annem alır ya da benim aldığım kitapların ücretini annem öder anlamına gelmektedir.)

Ben genç kurgu okumayı o ise öykü bazen klasik okumayı sevdiği için kitap parasından başka bir şey paylaşmayız. Ben arada bir kitaplarımı anlatırım. Onda da annem hayatının şokuyla ayrılıyor. 

Yazdıklarıyla ilgili sizden ne tür fikir/öneri alır? 

Almıyor çünkü ya yetişkinler için yazıyor ya da veletler için yazıyor. 

İlk iki kitabını yazarken küçüktüm ve kitaplar yetişkin kitabıydı. Bu nedenle bir fikir almadı. Çocuk kitabını yazarken ben 2. sınıf falan olduğumdan dolayı yazınca okutup fikrimi almıştı. Son kitabı yine yetişkin kitabı olduğu için çok fikir almadı ama Geçmiş Zaman Çileleri'ni şu an okuyorum. 

Yazı yazarken vazgeçmediği ritüelleri nelerdir? 

Ben yazmıyorum ki nereden bileyim. 

Yazarken hep oturur. Genellikle akşam saatlerinde yazar ve yanına kahve (bana yaptırıyor) ya da soda alır. Nadiren deftere yazar. Yazarken etrafında ses istemez. Bazen müzik açar. Kendine aldığı yüzüğü takar. Türk kahvesi içiyorsa da uğraşarak yaptığım köpüğü masaya ayağını çarparak döker. #kahveköpüğüsanattır 

Son olarak, elinde en son gördüğünüz kitapları öğrenebilir miyiz? 

Amerika'ya taşınmış bir arkadaşı olan Halil Yörükoğlu'nun "Şu An Saat Kaç?" kitabını okuyor. Amerika'ya taşınan Türkleri konu alan kısa kısa öykülerin bulunduğu bir kitap. 



17 Nisan 2024 Çarşamba

Güzel anılar kumbarası

Sevgili blog, sevgili okur, 

Fark ettin. Sana ikinci kez üst üste mektup yazar gibi sesleniyorum. Çünkü mektup yazmak, doğrudan insanın yazının içine dalmasını, kendinden, düşüncelerinden samimi bir şekilde bahsetmesini sağlıyor. Bir okurun varlığı, ona seslendiğin bilinci yazıyı kolayca ilerletmeyi olanaklı kılıyor. Benim de işte bu kolaylığa, ne hakkında nasıl bir yazı yazacağımı planlamadan, düşünmeden, ertelemeden, yazının içine hop diye yerleşmeye ihtiyacım var. 

Bahar geldi. Farkındasın. Havada morsalkım kokuları, bahçelerde kır çiçekleri... Hareketsiz ve eve kapalı geçen ayların ardından doğa bizi çağırıyor. Öyle çok büyük buluşmalara bile gerek yok. Bilirsin, doğa, meraklıdır, bir kedi sessizliğiyle yürür, yayılır, beton içlerinde yaşayan bizleri sarar, sarmalar. Kaldırım çatlağında baş verir bir sarı çiçek örneğin. Bildiğin yolunu keser, bana bak, der, inadımı gör. Umutludur şehrin en olmadık yerlerinde rastlanan bu tomurcuklar. 

Yıllar önce yolumu kesen bir sarı çiçeğin öyküsünü yazmıştım ben de. İlk kitabımda yer alır. Merak edersen. Anı Toplayıcısı. Şu hayatta anı toplamak dışında başkaca görevimiz yok belki de. Hepimiz de geçmişi irdeleme, geleceği hayal etme alışkanlığı var malum. Kontrol etme güdümüz, beklentisizlikle barışamama hâlimiz hep bundan belki de. Beklentisizlikten kastım, olayların olmasına izin vermek, hayatı büyük ölçüde kaosun yönettiğini kabul etmek ve gelen günleri bir bir toplamak, içindeki güzellikleri görmek ve anı kumbarasına atmak... Elimizden daha fazlası da gelmiyor zira. 

Nisan ayı için ayların en zalimi demiş şair. Katılıyor musun? Ben asla ve kata katılmıyorum. Kızım bu ay doğdu bir kere. Sırf bu yüzden bile nisan ayların en güzeli belki de. Kuru dallara can veren baharı ihtiva etmesi de cabası. Sözün özü sevgili arkadaşım, sen bu ay hangi güzel anıları biriktirdin? Bir çırpıda sayabilir misin? Bu da çaba istiyor aslında. Aklındaki, kalbindeki sayacı güzellikleri, iyilikleri saymaya ayarlamayı gerektiriyor. 

Birkaç güzel şeyi birlikte saymaya, hatırlamaya ne dersin? İşte benimkiler: 

Balkonu temizledim, topladım. Kızım da çiçeklerin bakımını yaptı. Bazı saksıları da bahçeye çıkardım. Oh oldu mu balkon yayla gibi. Kimi sabahlar ve akşamlar orada yiyip içmeye başladık bile. 

Çalışma odasındaki masayı mutfağa alınca L şeklinde ilave kitaplık yapabilmek için bir alan doğdu. Dün marangoz geldi. Ölçü aldı. L şeklindeki açık raf sisteminin altında L şeklinde bir masa yer alacak. Bir köşeciğinde de keson. Böylece yerli yerine yerleşemeyen kitaplar, hobi ve kırtasiye malzemeleri güzelce sıralanacak. 

Şehirler arası araba yolculukları devam ediyor. İtiraf edeyim. Hâlâ zaman zaman kaygı duyuyorum. Ayvalık'tan gece yola çıktığımızda önümde uzanan uzun konvoyu görünce ellerim terlemeye başladı. Yorgunlukla yolda hata yapar mıyım endişesi kabaca. Bu endişeyi aşmak için dikkatimi tamamen o anın içinde tuttum. Şöyle şeyler işte: Ellerim terliyor. Biraz korkuyorum. Önümdeki araba durdu. Markası şu vs. Bu beni giderek sakinleştirdi. Önüme çıkan ilk pidecide tuvalet ve yemek molası verdik. Kapatmak üzere oldukları halde varsa yalnızca çorba içme ricamızı kırmadılar. Üç ezogelin, bir mercimek çıktı ancak. Yanında sıcacık tırnak pide. Güleryüzlü hizmet. Samimi bir rica karşısında bizim iyiliğimizi gözetmeleri karşısında kalbim eridi. İnsan insana iyi gelir, tam olarak bu. 

Kızımla samimi bir konuşma yaptık akşam, balkonda. Eleştirileri var ebeveynliğime dair. Hangi çocuğun yok? Alınmak, kızmak, söylenmek pekâlâ mümkün ama madem niyet etmişim güzel anılar biriktirmeye, yazısını hazırlamaya bile başlamışım. Bu niyetle uyumlu olmalı eylemim, sözüm, davetim. Çabam karşılığını buldu bence. İşte kumbaraya atılacak bir madeni para daha. Söze bir çırpıda dökülen anılar bunlar. Ya seninkiler? 


10 Nisan 2024 Çarşamba

İyi bayramlar

Sevgili blog, sevgili okur,
Sana bu satırları bir otel odasında, telefonumdan yazıyorum. Öncelikle iyi bayramlar diler, büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim.
Benim kızın yaz tatilinde okul gezisi var. Almanya, acı vatana... Hoş bu tabir gerilerde kaldı, öyle değil mi? Yeni gurbetçiler, öyle eskisi gibi işsizlikten, parasızlıktan gitmiyor, Para biriktirip vatana dönmeyi hayal etmiyor. Bildiğin insanca yaşamak için, basit, huzurlu ve güven dolu bir yaşantı için, melezleşmek için, vatandaş olmak için gidiyor. Bu gidişlerde hüzünlü, çok hüzünlü bir yan var. Gidenleri anlıyorum, o boyunlarına dolanan sıkışıklığı, nefes alamama halini, kaygıyı... Kızım ilkokula başlamadan önce benzer bir ruh halindeydim. Sonra silkindim, kendime geldim. Bir daha da yurt dışına yerleşme meselesi zihnime üşüşmedi. Bunun temel bazı sebepleri var. Öyle hop diye mesleğimi istediğim ülkede yapamıyorum ve bir neslin geleceği için kendiminkini çöpe atmayı da gözüm yemiyor. Hem ne demiş atalarımız. Taş yerinde ağırdır. Ben de Türkiye'nin en batısında usul usul yaşıyor, arkadaşlarla bizi karşı kıyıya bağlasalar geyiği yapıyor, her beyaz yakalı gibi Schengeni cebe koydukça komşuya geliyorum. 
Hah işte bu satırları da sana Ege'nin karşı kıyısından yazıyorum işte. Madem kızıma Schengen gerek. Yunanistan ne güne duruyor. Aldık vizemizi. Yaptık giriş çıkışı. Dün Ayvalık'ta başlayan gezi bugün, burada Midilli'de devam ediyor. 
Midilli'ye ilk kez 2013 yazında geldim. Kızım, ablam, ben. Yunanistan'a ilk girişimdi. Adanın sakinliği, yavaşlığı, saat 2 oldu mu kepenklerin kapanması, mobiletine atlayanın kendini sahile atmasını, leziz yemekleri, Yunanlıların bir frappeye eşlik eden uzun sohbetlerini, masaların arasında ürkmeden kırıntıları didikleyen kumruları sevdim, hem de çok. Bu üçüncü gelişim olsa da hep arabasız ve bir gece kaldığım için adanın geneline dair çok da fikrim yoktu. 
Bu sabah Deniz otobüsünde Meis tur yetkilisiyle konuştuk ve günübirlik tura katılmaya karar verdik. Bu sayede Aigasos'a kadar gittik. Yol boyu Midilli'nin bir numaralı geçim kaynağı zeytin ağaçlarını gördüm. Adanın kıvrımlı yolları, bakımlı zeytinlikleri, kendine yetmesini sağlayan mazotla çalışan elektrik santralleri, adalıları ana karaya ve diğer adalara bağlayan feribot hattı her birini merakla, ilgiyle izledim. Tatilin güzel yanı da bu olsa gerek. Rutinden çıktığın için dikkatini, ilgini gerçekten etrafına vermek, otomatik hareketler yerine farkındalıkla günü geçirmek ... Bugünden kalan anlar işte aşağıda. 



Mübadil bir anne ve üç çocuğunu tasvir eden bir heykel. Ne çok şey anlatıyor. Bırakılan arkanda şimdi. Yüzün acıdan kaskatı ama çocukların için yeniden başlama kararlılığı göstermek, kaya gibi, çelik gibi dimdik, sert durmak dışında bir seçeneğin de yok. 

Paskalya bu anın neresinde kaldı? Geride mı? İleride mi? Paskalya deyince sizin de aklınıza yumurta avı ve Yumurta öyküsü geliyor mu? Bazen kendimi o öyküdeki anne kadar güçlü, kararlı hissediyorum. 




Öğle yemeğinin ardından ayaklarımızı bu pırıl pırıl suya sokmayalım da ne yapalım... Var elbet bir hayalimiz. 19 Mayıs'ta Ege'nin bizim kıyılarında yüzeceğiz elbette. 



bu


Baharın gelişi Mor salkımdan belli olur. Kokusu bu kadar mı güzel olur bir çiçeğin. Bu bahar gözlerim morsalkıma doydu çok şükür. 

Aigasos'ta bir köy kahvesinin güzelliği. Sakinliği, rahatlığı, incelikli zevki... Tek kelimeyle bayıldım. Şerbetli tatlıları meşhurmuş. Öyle dediler. Ama benim kurallarım var. Türkiye sınırları dışında ne Yunanistan ne Balkanlar şerbetli tatlı ağzıma sürmem. Baklava, revani, o, bu... Birkaç denemenin ardından aldığım karardan hayli memnunum. Bugün de ballı, cevizli yoğurt yedim. Mis! 



Sokak kedisi olmayan memleket de ne bileyim. Seviyoruz patilileri. 

Hepinize peşin satan rahatlığı diliyorum.










31 Mart 2024 Pazar

1000. kez buradayım!

Dün geceden planı yapmıştık. Sabah kalkar kalkmaz oy kullanmaya gidecek, oradan da sahile çayın 5 lira olduğu belediyeye ait çay bahçesine gidip kahvaltı yapacaktık. Önümde birkaç kişi olduğu için sandıkta fazla oyalanmadım. Oy pusulalarını katlayıp zarfa sığdırdıktan sonra soluğu yeni nesil simitçinin önünde aldık. Oradaki kuyruk daha uzundu. Çheddar peynirli simitlerimizi aldık. İlk kez renkli simitlerden denedik. Bana göre pembe, satıcıya göre mor renkli -aromasının böğürtlen olduğunda mutabıkız- simitten bir taneyi de kaptık. Sokak simidine göre çok daha yumuşak, pofuduk, şeker mi şeker bir karbonhidratı da hüplettikten sonra kurban bayramını planlamaya koyulduk. Henüz olgunlaşmasa da istikametimiz belli. Bizimle bu rotayı yapmak isteyen arkadaşımı aradım. Konuya girmeden bekleyin geliyorum, dedi. Böylece kahvelerimizi birlikte içmiş olduk. Son aylarda dışarı çıkma ve spontan buluşmalar yaratma konusunda eskiye nazaran epeyce iyiyim. Donuk ve isteksiz hâlim geride, yaralı hâlim de zira. Dolu dolu on ayı bıraktım geride. Kısacık kestiğim saçlarımın ucu omuz başlarıma değdi değecek. Lastik toka sımsıkı sarıyor saçlarımı, at kuyruğu olmasa da bir sıpa kuyruğunun içinde topluyor. İyiyim anlayacağın. Geçen bahar diktiğim bahar dalları çiçeğe durdu. Adaçayı desen dimdik ayakta. Fidanlığa gidip birkaç bitki daha alıp dikeceğim. Lavanta, biberiye, gül, defne belki. Geçen yıl tutmayanlar ve yenileri... 



İyi olmaya, iç ve dış bahçemi güzel ve bakımlı tutmaya kararlıyım. Bahar dizisine başladık kızımla. O önce pek oralı olmadı. Sonradan dahil olup sevince geriye dönüp eksik bölümleri izliyor şimdi. Son yıllarda ana akım medyada yayımlanan en güzel dizi değil mi, sence de? Bir kere tepeden tırnağa kadın dizisi. Bir kadının kendini bulmasında, harekete geçmesinde, kafa tutmasında, itiraz etmesinde, ayak diretmesinde iyimser, sevinçli bir yan var ve bu bana öyle geliyor ki tüm kadın izleyicilere iyi geliyor. Şifa gibi yayılıyor ruhumuza, neşe katıyor, güç veriyor. Belki sen de zor bir dönemden geçiyorsun şu sıralar, kim bilir, eğer öyleyse etrafında uyanan doğayı izle. Kuru dallara can veren döngüyü gör. Ve senin de can suyunun çok yakında yürüyeceğini bil. Çünkü kötü şeyler de, iyi şeyler de geçicidir. Ben bir kötülüğün içinden geçtim, durağanlığın. Mevsimler geldi geçti o arada. Hüznün ve soğuğun mevsimi geride. Bir de baktım kalbimde kır çiçekleri... 

Bu ayın son yazısı. Yine durdum durdum, yazıları tamamlamak için başka mecralarda yayımlananları dizdim peşi sıra. Son iki günde ikişerden dört yeni ileti ile ayı tamamlamak durumunda kaldım. Elimde her zaman için bir joker var: huzurlu yaşam ipuçları çevirileri. Ama şu anda okuduğun yazı blogta 1000. yazı. Dolayısıyla bir çeviriyle geçiştiremezdim veyahut yayımlanmış bir yazımı kopyalayarak. Özgün olmalıydı, yeni yazılmalıydı, bininci yazı bilgisini içermeliydi. 

Saat 16 suları. Yığınla kirli çamaşır yıkanmayı, kurutulmayı, katlanmayı bekliyor. Bulaşık makinesi boşaltılacak, kirliler dizilecek. Akşam yemeği pişecek ancak bu iş yerinde grev var arkadaşım. Önce kendim için bu satırlar yazılacak. Daha çok yardım ricasında bulunacağım belki. Belki daha çok hizmet satın alacağım. Kendine iyi gelmek, bunu sürdürmek bir niyet işi. Tohum diker gibi dikmek gerekiyor, sulamak, bakmak, gözlemlemek. 

İçimle haşır neşirim anlayacağın. Nadasa bıraktığım toprağı kabarttım, Hani geviş getirdiğimiz konular vardır ya, temcit pilavı gibi ısıttığımız, düşüne düşüne köklediğimiz, bahçenin ayrık otları bir nevi. Hah, bildin. Onlar inceldi, kurudu. Düşüncelerimle beslemedim çünkü onları. Yakıtı, besini kesince topraktan ayrıldılar bir bir, köksüz, yurtsuz kaldılar. Toprak kabarık, havalanmış, dikime hazır. Bir sürü iyi niyet tohumu var cebimde. Onlarla çiçeklendireceğim içimi. Vermekten yorgun düşmeyeceğim. Alacağım da artık. Gözlerimi daha sık dinlendireceğim yeşilin binbir tonunda, mavi sularda. Daha çok gezeceğim. Kapı gibi Schengen cebimde. Haftaya Midilli'deyiz örneğin. Kızımın on üçüncü doğum gününde. Sofya trenine de bineceğim, mışıl mışıl uyuyacağım yolda. Batum'da hinkal ve haçapuri de yiyeceğim. Tek başıma bir seyahat de patlatırım belki. Belli mi olur. 

Ben buradayım, tam bu anda, bininci kez! Dile kolay. Yalnızca dile kolay ama. Bir şeye başlamak nispeten kolay. Zor olan onu emekle, inatla, inançla sürdürmek. Geleceği belirleyen şey, bugün burada sürdürdüklerimiz neticede. Ben yıllardır buradaydım. Bugün burada yazmak, dördüncü kitaba varmış olmak hep geçmiş emeklerimin verimi. Şimdi bunu kutlama zamanı. Biraz da meraklanma zamanı. Bugünden düne bakınca buraya nasıl geldiğini anlayan ve anlamlandıran insan zihni için geleceği yaratmak ve okumak çok da olanaklı değil. Belki gereği de yok. Artık bize hizmet etmeyen yükleri geride bırakmak, ayrık otlarını beslemekten vazgeçmek, yürüyüp gitmek yetecek belki de. Çünkü öldürdüğümüz her ihtimalin yerini yenileri alacak. Kendiliğinden. Şems yanılmış olamaz. Artık hayatımın altına bakma ve oradan keyif alma zamanı. Kalın sağlıcakla, umutla... 

Ha son bir soru: Ben bininci kezdir buradayım. Ya sen?


Ayla Akbuar ile söyleşi

Diş hekimi, psikolog ve aile dizilimcisi Ayla Akbuar ile diş hekimliğinden psikolojiye geçişi, aile dizilimiyle tanışıklığı ve bu konuda kaleme aldığı kitabı üzerine TDB Dergi için yaptığımız söyleşi: 

                            "Aile dizilimi, sorumluluktan kaçma yöntemi değil"



Sizi kısaca tanıyabilir miyiz?

1964 İstanbul doğumluyum. İlkokula çok erken yaşta özel izinle başlatılmış bir çocuktum. 15 yaşında hayalim olan İÜ Psikoloji’ye haylice yüksek bir puanla girdim. Ancak okula girdikten sonra Prof hocalarımdan birinin “psikologluğun hayalimdeki gibi bir meslek yaşamı vaat etmediği ve beni lisede psikoloji hocalığının beklediğini” söylemesinden travmatik bir şekilde etkilenip o yıl okulu bıraktım ve tekrar üniversite sınavına girdim. Diş hekimliği fakültesini de annemin arzusu olduğu için yazdım. İÜ Diş Hekimliği Fakültesi 1985 mezunuyum. Mesleğimi çok severek 16 yıl yaptım. Muayenehanede çalışmaya devam ederken hobim olan resim ve özellikle minyatür sanatına biraz daha akademik yaklaşmak istedim. 1993 yılında MSÜ Güzel Sanatlar Fakültesi Geleneksel Türk Sanatları bölümüne girdim. Bir yandan hekimlik yaparken diğer yandan akademiye gidip 1997’de mezun oldum. Yurt içi ve yurt dışında çeşitli sergilerim oldu. 1996’da Japonya Nagoya Üniversitesi’nde misafir öğrenci olarak bulundum. Sergiler açtım, Türk Sanatı üzerine konferanslar verdim. Hekimliğim 2001 yılına kadar devam etti. Muayenehane ortamının tekdüzeliğini hobilerimle zenginleştirmeye çalıştım.

Aktif diş hekimliğini bırakma kararını nasıl aldınız?

İÜ Diş Hekimliği Toplum Ağız Diş Sağlığı bölümünden Prof Gülçin Saydam önderliğinde yürüttüğü birkaç projede birkaç yıl boyunca aktif rol almıştım. Proje dahilinde anne baba ve çocuklara eğitimler de yer alıyordu. Tamamen tesadüf eseri bu projeden haberdar olan bir psikoloji profesörünün bana kurumlara yönelik eğitimler konusunda iş teklif etmesiyle, önceleri hekimlikle paralel, ki saat 17’e kadar eğitimler vererek saat 18’den bazen gece yarılarına kadar muayenehanede çalışarak, uzun yıllar geçirdim. Ancak bir süre sonra çok yorucu olmaya başlayınca tercihimi psikoloji temelli eğitimlerden kullanmak durumunda kaldım. Tekrar eski gözağrım psikoloji beni çağırdı yani. Bu süreçte Psikoloji Master’ı yaptım. Kurumsal eğitimler 17 yıl sürdü.

Geriye dönüp baktığınızda diş hekimliği yaptığınız yıllara nazaran hayatınızdaki olumlu ve olumsuz gelişmeler nelerdir? Üzerine hiç düşündünüz mü?

Hiç düşünmez olur muyum? Öncelikle şunu söylemem lazım, hekimliği çok severek yaptım. Ancak maddi ve manevi olarak beklentilerimin karşılandığını düşünmüyordum. Hekimlikle temasta olduğum hastalarımla harika iletişimlerim vardı ancak ben insanların daha derinine ulaşmak istiyordum. Dediğim gibi eğitimcilik süreci benim psikoloji ile yıllar önce kopardığım bağlarımı tekrar kurmama vesile oldu. Şimdi kendimi daha genişlemiş ve daha çok insana, potansiyelimin çoğuyla destek olduğumu hissediyorum.

Aile Dizimi ile tanışıklığınız nasıl gerçekleşti? Neden bu alanda eğitim almayı tercih ettiniz?

Bir boşanma sürecinden geçiyordum. Faydası olacağını düşünerek Psikolog Mehmet Zararsızoğlu’na gittim. Bireysel terapinin yanı sıra Aile Dizimi de yapıyordu. Gerek bu süreci hasarsızca atlatmamda gerekse sonraki dönemdeki ruh halimde o kadar olumlu etkisi oldu ki, bu yöntemi öğrenmeli ve herkesin faydalanmasını sağlamalıyım dedim. Ve bir yandan psikoloji master’ı yaparken diğer yandan Dr. Zararsızoğlu’ndan 900 saat Aile Dizimi eğitimi aldım. 18 yıldır Aile Dizimi yapıyorum.

Aile Dizimi nedir? Psikoterapi yöntemlerine göre bir üstünlüğü var mıdır?

Herhangi bir yöntemin diğerine göre üstün olduğunu düşünmüyorum. Kişinin ihtiyacına uygun yöntem vardır. Elbette ehil bir uygulayıcı tarafından yapılması kaydıyla. Aile Dizimi yaşamımızdaki tıkanıklıkların, yoksunlukların sadece bizim seçimizden değil atalarımızdan da kaynaklanmış olabileceğini öne süren bir terapi yöntemi. Bazılarının öne sürdüğü gibi sorumluluktan kaçınmak için sığınılan bir yöntem asla değil. Aksine kişinin kendi yaşamı üzerinde daha fazla sorumluluk almasına vesile oluyor diyebilirim, her terapi yönteminde olduğu gibi.  Atalarımızın yaşadığı ani ölümler, kayıplar, savaş, göç, hak yeme hak yenme, miras kavgaları, kız kaçırma, tecavüz vs gibi travmalar, gelecek nesillere genler yoluyla taşınıp bireyin tam potansiyeli ile hayata yönelmesine ve seçimler yapmasına engel olabiliyor. Aile Dizimi ile hem atalarımızın, hem içine doğduğumuz ve kurduğumuz ailelerin dinamiklerine çalışarak bireyin boynundaki o görünmez zincirlerden bağımsızlaşmasını hedefliyoruz. Mutlaka psikoloji bilgisi ve eğitimi almış, Aile Dizimi eğitimini yetkin bir uzmandan ve (50-100 saat gibi kısa değil) gerekli sürede  almış, tecrübeli bir uzman tarafından yapılması gerekiyor. Maalesef diş hekimliğinde hala kurtulamadığımız sahte diş hekimleri gibi sahte aile dizimcileri de ortada çok sayıda var. İzlediği bir diziyi seyretmiş, iki defa dizime katılmış bir çok eğitimsiz kişinin dizim yaptığına şahit oluyorum. Hasta olarak, danışan olarak sorumluluğumuz hizmet verecek kişinin yetkinliğini kontrol etmek olmalı. Aile Dizimi yetkin biri tarafından yapıldığında bir çok yönteme nazaran çok daha etkin ve daha kısa sürede gerçekleşen bir terapi yöntemi. Bugüne dek binlerce kez yaptım. Olumsuz bir durum hiç yaşamadım. Dizimlerin zarar vereceğine dair duyduğunuz her şey yetkin olmayan biri tarafından yapılmış olmalarıyla ilgilidir. Bence herkes en azından içine doğmuş olduğu aile ve kurduğu aileye dair dizim yaptırmalı.

Mona Kitap tarafından yayınlanan “Aile Dizimi- Atalarınızın kaderleri kaderimiz olmasın” bir Türk uzman tarafından alanında yazılan ilk kitap olma özelliği de taşıyor. Kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz? Çalışmalarınızı nasıl sürdürdünüz?

Uzun yıllar binlerce aile dizimi yaptıktan sonra haylice birikimim oluşmuştu. Danışanlarım bu konuda aydınlatıcı bir kitaba ihtiyaç olduğunu söylüyorlardı. Aslında pandemi buna vesile oldu. Pandeminin ilk 3 ayı herkes gibi hiçbir şey yapmadan evde oturmaya mahkum kalınca kitabı yazmak için büyük bir itki duydum. Pandeminin armağanı, hiçbir şey yapma zorunluluğunda olmama hali buna aslında vesile oldu. Saatlerce yazma lüksüne sahip oldum. Zaten kısa sürede de yazıp bitirdim.

Sizinki aslında sanatla iç içe de bir yaşam. MSÜ Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Geleneksel Türk Sanatları’nı bitirdiniz. Japonya’da bu konuda sergiler açtınız. O süreç nasıl başladı, ilerledi anlatabilir misiniz?

Kendimi bildiğimden beri Japonya ve kültürüne aşığım. Bu konuda çok okumuştum. Hayalimde de hep bir gün Japonya’da yaşayacağım düşüncesi vardı. Güzel sanatlarda okurken, Japon ve Türk geleneksel sanatlarındaki yöntem ve malzeme benzerlikleri ilgimi çekmişti. Biraz da bunu öğrenme bahanesiyle , o zaman internet henüz bu kadar aktif kullanımda değildi, Japonya’daki bütün ilgili üniversitelere mektup yazdım, burslu öğrenci olarak beni kabul ederler mi diye. Bir tanesi kabul etti ve gittim. Gitmeden bir kursa yazılıp derdimi anlatacak kadar Japonca öğrendim. Kısa dönem burslu öğrenci olarak geleneksel Japon resmi eğitimi gördüm. Çeşitli tesadüf mü dersiniz tevafuk mu bilemem ama çeşitli fırsatlar çıktı önüme ve sergiler açtım, Türk Geleneksel Sanatlarını anlatan Japonca seminerler verdim. Harika insanlarla tanıştım. Hepsinden önemlisi benim için çok önemli bir hayali gerçekleştirdim.

Japon resim sanatı Sumie ile tanışıklığınız da orada başladı sanırım. Sumie sanatı ile Geleneksel Türk Sanatları benziyor mu?

Sumie ile çok yıllar sonra bundan 8 yıl önce tanıştım. Geleneksel Japon ve Geleneksel Türk sanatlarından çok farklı. Tezhip ve minyatür keskin kuralları olan, dışına çıkılması doğru olmayan birer sanat. Zamanında benim ruhumun ihtiyacını karşıladığına eminim. Ancak artık ben de, ruhumun ihtiyaçları da çok farklı. Sumie, bir tür zen meditasyonu yapmak gibi. Elbette kendince kuralları var, ancak katı ve engelleyici değil. Sadece boyalar, fırça ve kağıtta kaybolup gitmenin keyfini size anlatamam. Diş hekimliği yaparken yorulan, sıkışan tüm ruhlara sanatın bir dalıyla uğraşmasını öneririm. Dünyanın şartları bu kadar zorlayıcıyken, diş hekimliğinin sorumluluğu bu kadar ağırken hepimizin hafiflemeye çok ihtiyacı var.

Bundan sonrası için planlarınız nelerdir? Teşekkür ederim.

Bitirdiğim bir romanım var. Son düzeltmelerini yapıyorum uzunca bir süredir. Bir de gene herkesin ihtiyacı olduğunu düşündüğüm bir konuda bir psikoloji kitabı var sırada yazmak istediğim.

Bu röportaj için ben çok teşekkür ederim.

Sağ beyin, sol beyin ve yaratma cesareti üzerine

Yeni kitabımın yayınlanacağını öğrenen bir hastam benimle kahve içmek ve yazma sürecim hakkında sohbet etmek istedi. Eğitim psikolojisi alanında çalıştığı, yaratıcılık, öğrenme konuları ilgi alanı olduğu için, beni hekim olarak tanıdığı ve kodladığı için bu yeni kimliğim ilgisini çekmişti çünkü. Hem merak ettiklerini sordu hem de bildiklerini anlattı. Yaratıcı olduğum için sağ beynimin baskın olduğunu düşündü. Hekimlik pratiğiyle sol beynin organize ettiği işleri öğrenerek  yapabildiğimi ancak hayatın her alanında bunu sürdüremediğime dair bir tahminde bulundu. Farklı bir tür falcılık. Belki de bir tür genelleme. 
  
Bildiğiniz gibi yaratıcılık, insanın hayal gücünü kullanarak yeni fikirler üretme kapasitesidir. Bu kapasiteye sahip birine neden sağ beyin yakıştırılır çünkü sağ beyin yaratıcılık, sanat ve duygusal ifade gibi alanlardan sorumludur.  Sol beyin ise, mantıklı düşünme, analitik düşünme ve dil becerilerini yönetir. 

 Sağ beynimiz, yaratıcılığımızın ve sanatsal yeteneklerimizin merkezi olarak kabul edilir. Sol beynimiz ise mantıklı düşünme, analiz yapma ve planlama gibi işlevlerle ilişkilendirilir. Yaratıcılık, genellikle sağ beyin tarafından yönlendirilen bir süreç olarak görülür.

Yaratıcılık, yeni fikirler üretme, problemleri farklı açılardan ele alma ve estetik duygularımızı ifade etme yeteneğimizdir. Bu yetenek, anlık ve spontan bir şekilde ortaya çıkabilir veya disiplinli bir çalışmanın sonucunda geliştirilebilir. Bir sanat eserini oluştururken, bir müzik parçası bestelerken veya bir hikaye yazarken yaratıcılığımızı kullanırız. 
Yaratıcı düşünceyi geliştirmek mümkün. Resim yapmak, müzik dinlemek, kitap okumak, doğa yürüyüşleri yapmak gibi faaliyetler, sağ beyin aktivasyonunu artırarak yaratıcılığımızı destekleyebilir. Ayrıca, hayal gücümüzü zorlayan sorular sormak, problem çözme becerilerimizi geliştirmek ve yeni deneyimler yaşamak da yaratıcılığımızı artırabilir.

Yaratıcılık sağ beynimizin bir özelliği olmakla birlikte geliştirilebilir ve teşvik edilebilir bir yetenektir diyebiliriz pekâlâ. O halde yaratıcı eylemleri sürdürmek için kendimize yaratım dostu bir çevre oluşturmak şart belki de. Kitaplar, filmler, sanatla ilgilenen dostlar, ilham veren yapıtlar... Çevremizi bunlarla ne kadar doldurursak o denli besleriz yaratıcı yönümüzü ve dahi içimizdeki sanatçıyı. Diyeceğim o ki arkadaşım, içindeki sanatçıyı gör, duy, onu iti gıdalarla besle ve üretmesine müsade et. Et ki yaratıcılığının ateşi sönmesin. Çünkü sönerse durum vahim. Kendi doğana sırt çeviriyorsun ve çuvallaman, sendelemen yakın demektir.

30 Mart 2024 Cumartesi

Yazar olabilir miyim?

Sorunun yanıtı basit. Yazarsan yazar olursun.  Yazar/ yazan ayrımına girmiyorum. Yazar olmanın tek kriteri yayımlanmış kitapların olması değil neticede. Bu tutmak istediğin bir yol neticede. Yürümeye kararlıysan o ilk adımı atmak ve ardından gelecek binlerce adımı her koşulda atmak şart. Kayayı delen suyun kararlılığıdır, sürekliliğidir. Yazar olmak istiyorsan, yazarak hafiflemek,  istiyorsan, kelimeler sana iyi gelsin istiyorsan, yalnızca kelimeleri dizerek içlendiren, şaşırtan, gülümseten sekanslar yaratmak istiyorsan, bir kitabın sırtında adını okumak istiyorsan yazma işini ciddiye almanın zamanıdır. 

Bahar kapıda. Kuru dallara can suyu yürüyor. Dalları tomurcuklar basıyor. Dışarıda uyanan mevsime ayak uydur. Yazacak bir hikayem yok demeden, cesaretini kırmadan, kendine çelme takmadan başla. Sürdürmek için, modası hiç geçmeyecek kimi tavsiyeler aşağıda. Tepe tepe kullan. Sana iyi gelen kaynakları, alışkanlıkları paylaşmak istersen yorumlara yazmayı ihmal etme. Tanışana kadar hepimiz yabancıyız. Ama kelimelerimiz, hikayelerimiz de birbirine iyi geliyor. 





1. Her gün yazmaya zaman ayırın: Yazma becerilerinizi geliştirmek için düzenli olarak yazmaya vakit ayırın. Bu, yazma alışkanlığınızı güçlendirecek ve yazdıkça kendinizi geliştireceksiniz.


2. Okuyun: İyi bir yazar olmanın temel şartı bol bol okumaktan geçer. Farklı türlerde kitaplar okuyarak kendinizi geliştirin ve başarılı yazarların eserlerinden ilham alın.


3. Eleştirilere açık olun: Yazdıklarınızı başkalarıyla paylaşın ve alacakları geri bildirimlere açık olun. Eleştirilerden ders çıkarın ve yazma becerilerinizi geliştirmek için bu geri bildirimleri değerlendirin.


4. Sabırlı olun: Yazma yolculuğu sabır gerektiren bir süreçtir. Başarılı bir yazar olmak zaman alabilir, bu yüzden sabırlı olun ve yazma becerilerinizi geliştirmek için zaman ayırın.


5. Yaratıcılığınızı besleyin: Yaratıcılığınızı güçlendirecek aktivitelere zaman ayırın. Resim yapmak, müzik dinlemek, doğa yürüyüşleri yapmak gibi aktiviteler yaratıcılığınızı besleyecektir.


6. Rutin oluşturun: Yazma rutini oluşturarak kendinize disiplin kazandırın. Her gün aynı saatte yazmaya başlamak, yazma alışkanlığınızı güçlendirecek ve daha verimli olmanızı sağlayacaktır.


7. İlham kaynaklarınızı belirleyin: Hangi konularda yazmak istediğinizi ve ilham kaynaklarınızı belirleyin. Bu size yazma sürecinde yol gösterecektir.


8. Yazma hedefleri belirleyin: Kendinize yazma hedefleri belirleyin ve bu hedeflere ulaşmak için adımlar atın. Belirlediğiniz hedeflere yönelik çalışmalarınızı planlayın ve hedeflerinizi gerçekleştirecek motivasyonu kendinizde bulun.


Yazar olmak isteyenler için bu tavsiyeler, yazma becerilerinizi geliştirmenize ve başarılı bir yazar olmanıza yardımcı olacaktır. Unutmayın, yazmak bir tutku ve sabır işidir. Kendinize inanın ve yazma yolculuğunu keyifli bir şekilde sürdürün.

28 Mart 2024 Perşembe

Ömer Açık ile söyleşi*

 

     



                  "İşin temelinin iyi hikâye anlatmak olduğunu düşünüyorum"



       Yaz Gezgini ile Hapşu Teyze’den üç yıl sonra Hatırlamak İçin Güzel Bir Gün adlı kitabınız okurlarla buluştu. Bu kez resimli bir öykü kitabı. Daha küçük yaş grubu için yazmak sizin için nasıl bir deneyimdi?


İşin temelinin iyi hikâye anlatmak olduğunu düşündüğüm için yaş düzeyini çok kafama takmamakla başlıyor ve ilerlemeye çalışıyorum. Bir yerden sonra eldeki hikâye ne kadar dramatik yük kaldırabileceğini tartıyor ve aşağı yukarı sesleneceği seviye kendiliğinden belirleniyor. Hikâyeyi o seviyeye en iyi aktaracak biçimsel yapı denemeleri de kaçınılmaz oluyor tabii. Hatırlamak İçin Güzel Bir Gün tek solukluk bir hikâye bence. Çok fazla mola vermeden okunması en uygunu. Öyle de yazıldı zaten.

       Kitabın kahramanı Güneş, meraklı, kıpır kıpır bir kız çocuğu. Anlatım dilinin de Güneş’ten aşağı kalır yanı yok. Bu dilin, okumayı yeni öğrenen, resimli öykülerden resimsiz metinlere geçiş yapmaya hazırlanan küçük okurlarca sevileceği muhakkak. Okurlarınızla bir araya gelme, onların yorumlarını dinleyebilme imkânı doğdu mu? Çocukların geri bildirimi nasıl olurdu?

Kitabın ilk okurlarından biri elbette Güneş’ti. Kitap çıkana kadar böyle bir hikâyeyi kaleme almış olduğuma inanmadı. Çocukların kendilerini bir öykü içinde bulması garip bir duygu olmalı. Sınıfça değil ama tekil okumalarda bulunan çocuklardan bazı dönüşler aldım. Tahmin ettiğim gibi daha çok park ve oyun odaklı bir okuma yapmışlar.

Çocuk kitaplarının aynı zamanda yetişkinler için de (her şeyden önce bize çocukları daha iyi tanıma fırsatı veriyor kitaplar) olduğunu akıldan çıkarmadan yazmaya çalışıyorum. İyi hikâyeler kim için kaleme alınmış olursa olsun herkes içindir. Tıpkı masallar gibi. Çocukların yetişkinlerle paylaşabileceği hikâyelerin zamana direnme konusunda daha başarılı olacağını düşünüyorum ayrıca.

     Hatırlamak İçin Güzel Bir Gün’ün merkezinde çocuk parkı, parkta oynamaya doyamaya Güneş ve onu ikna etmek için türlü yollar araştıran babası yer alıyor. Dedenin bulduğu formül, ister istemez aklımıza, bir sonraki günü görebilmek için hikâye anlatan Şehrazat’ı getiriyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Hikâyeyi bitirdikten sonra fark ettim ben de bunu. Bir büyük anlatı güncel bir öyküye bir biçimiyle sızmıştı işte. Sıkı hikâyelerin ölmez yanı bu. Kendilerini kuşaktan kuşağa başka görünümlerde var etmeyi başarmaları.

Çocukların hikâye dinlemeye yatkın olmalarının anlamını da paralel düşünce olarak akılda tutmak gerek sanırım. Müthiş meşgul ya da acılar içindeyken, uykusuzluktan gözleri kapanır halde ya da en olmayacak zamanda bir çocuğa hikâye anlatmaya başlayın ve olacakları görün. Çocuk o an tek ihtiyacı bir hikâye dinlemekmiş gibi anlatıya güvenle bağlanıyor.

Güneş de ancak sürüp giden hikâyeler sayesinde parktan vazgeçiyor. Dünü bugüne bağlayan, dünyaya güven hissiyle yaklaşmamızı kolaylaştıran bir yanı var sıkı hikâyelerin.

Hikâyenin içinde göçmen meselesine de değiniliyor. Yetişkinlerin yabancı olarak gördüğü kimseleri daha kolay yadırgayabildiğini, çocukların bu konuda daha önyargısız olduğundan dem vuruyorsunuz. Göz göze gelmek, oyun başlatmaya yeter mi?

Çocuksanız evinizin önünde, sokağınızda kim varsa onunla arkadaş olup oyuna dalıyorsunuz. Çocuklarda karşıdakini oyunun içinde tanımak söz konusu. Önyargı az çok söz konusu olabilir. Ama bunların çevresindeki yetişkinlerden aktarılmış olması kuvvetle muhtemel.

Biz yetişkinler önyargılardan kale duvarları örüyoruz kendimize. Başka türlü hayatta kalamayacağımızı düşünüyoruz sanırım. Ancak o kalenin içinden geçen tek tip yaşam da çok kıymetli sayılmasa gerek.

Bugün göçmenseniz bütün kötülüklerin kaynağı sayılıyorsunuz. Yalnızca ülkemizde değil tüm dünyada. Güç bela vardığınız yeni ülkeye ekonomik, sosyal bütün sorunları siz taşımışsınız sanki. Bir çeşit günah keçisi. Artık yurtsuz olması yetmiyormuş gibi bir düşman sayılıyor göçmen. Ama yaklaşan ekolojik felaketler zincirini göz önüne alırsak, belki de insanlığın Afrika’dan yeryüzüne yayılmasından beri en büyük göçmen akınının arifesinde olduğumuzu söyleyebiliriz. Yani her birimiz yeni göçmenler olmaya her zamankinden çok daha yakınız.

       Hatırlamanın ve unutmamanın ilk şartı, anlatmak. Baba da anlattıkça, çeyrek yüzyıl önce yaşanan 17 Ağustos felaketinin anılarını, mahalle sakinleriyle parkta sabahlamalarını, kurulan çadırları hatırlıyor. Güneş ve arkadaşları için düzenlenen çadır gecesi bir eğlencenin ötesine geçerek bir tür anmaya dönüşüyor. Hatırlamak İçin Güzel Bir Gün’ün asıl meselesi deprem olmasa da çok geride kalmış bir felaketin dayanışmayla onarılan yaralarına da bakan, 6 Şubat depremlerinden önce yazılmış bir kitap. Aksi olsa yazmak mümkün olur muydu?

Hayır olamazdı. Depremin yan konularından olduğu bir hikâye bile 99’un üzerinden yirmi yıldan fazla zaman geçtikten sonra yazılabiliyorsa… Belki 6 Şubat etrafında dönen bir hikâye de ancak yeterli mesafe alındıktan sonra kaleme alınabilir olacak. En azından benim için.

Deprem, göçmenlik ve diğerleri… Zor konular. Ama üzerinde kafa yormak, çocukları karmaşanın ortasında bırakmamak gerek. Bunun en iyi yolu zor konuların hikâyelerini anlatma cesaretini göstermek. Kabullenmenin, yas tutmanın, aşmanın, yeniden umutlanmanın iyi yollarından biri bu çünkü.

Hatırlamaya ya da unutmamaya gelince... Çocuklar için soyut kaldığı düşünülse de bu kavramlar hemen her gün onların yaşamlarında. Hayatları unutmadıkları üzerine inşa ediliyor çocukların ve hatırlanmaya değer şeyler sayesinde yaşama katlanabiliyorlar.

* Bu söyleşi 13 Şubat 2024 tarihinde Parşömen Edebiyat'ta yayımlanmıştır. 

23 Mart 2024 Cumartesi

Ben, kendim ve diğerleri...

Chat Al ile laflayayım biraz dedim, kendimi ve kitaplarımı sordum. Ortaya Ülkü Tamer'in kurmaca yazar biyografilerini aratmayan bir tablo çıktı. Buyurun, bakın. 

Tuğba Gürbüz


Tuğba Gürbüz, Türk yazar ve editördür. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'ni bitirdikten sonra çeşitli medya kuruluşlarında editörlük ve metin yazarlığı yapmıştır. 2012 yılında ilk çocuk romanı olan "Meryem’in Oyuncakları"nı yayımlamıştır. Tuğba Gürbüz daha sonra çocuk edebiyatı alanında birçok kitaba imza atmıştır. Aynı zamanda farklı yaş grupları için romanlar, hikaye ve masallar yazmıştır. Eserlerinde genellikle çocukların eğitim, aile ilişkileri ve sosyal konular karşısındaki duyarlılıklarını işlemektedir. Tuğba Gürbüz, çocuk edebiyatı alanındaki çalışmalarıyla tanınmaktadır.

Lodos Çarpması


"Lodos Çarpması", Türk yazar Gülseren Budayıcıoğlu tarafından kaleme alınmış bir roman serisidir. Serinin ilk kitabı olan "Lodos Çarpması", 2013 yılında yayımlanmıştır. Roman, aşk, şiddet, acı ve geçmişle yüzleşme temalarını işlemektedir.


Kitap, başta İstanbul'un semalarında esen "lodos" rüzgarı olmak üzere, ana karakterlerin hayatlarına giren farklı olaylar ve insanlar aracılığıyla yaşanan çalkantıları anlatmaktadır. İstanbul'un dokusunu ve atmosferini yansıtan bir dille yazılan roman, okuyucuya farklı duygular yaşatmaktadır.


Gülseren Budayıcıoğlu'nun duygusal derinliği ve karakter analizleriyle ön plana çıkan eseri, okuyucular tarafından beğeniyle karşılanmış ve geniş bir okuyucu kitlesi tarafından ilgiyle takip edilmiştir. "Lodos Çarpması" roman serisi, çeşitli kurgusal ve gerçekçi karakterlerin yaşadığı olaylarla, okuyuculara sürükleyici bir okuma deneyimi sunmaktadır.


Kendisiymiş Gibi


"Kendisiymiş Gibi", Türk yazar Aslı Erdoğan'ın 2000 yılında yayımlanan bir öykü kitabıdır. Kitap, yazarın 1993 ile 1993 yılları arasında yazdığı öykülerden oluşmaktadır. 


"Kendisiymiş Gibi", insan ilişkileri, yalnızlık, umutsuzluk ve hayal kırıklıkları gibi temaları ele almaktadır. Yazar, öykülerinde genellikle toplumsal sorunlar ve insan psikolojisi üzerine derinlemesine düşünceler sunar. Aslı Erdoğan'ın sarsıcı ve etkileyici yazım tarzıyla okuyucuları derin düşüncelere sevk eden bir eserdir.


Yazarın duygu yüklü ve sıradışı anlatımıyla öne çıkan "Kendisiymiş Gibi", 2006 yılında Duygu Asena Kadın Dayanışma Ödülü'ne layık görülmüştür. Kitap, okuyucuları derin düşüncelere sevk ederken, insanın iç dünyasına ve karmaşık duygularına odaklanmaktadır.

Pelin ve Küçük Dostu Karamel


"Pelin ve Küçük Dostu Karamel" adlı kitap, Derya Abla tarafından yazılmış ve resimlenmiş bir çocuk kitabıdır. Kitap, çocukların sevgi, arkadaşlık ve paylaşım konularını anlamalarına yardımcı olmayı amaçlayan ve eğitici bir öykü içermektedir.


Kitabın ana karakteri Pelin adlı bir kız çocuğudur. Pelin'in hayatına küçük ve sevimli bir köpeği olan Karamel girmiştir. Karamel, Pelin'in en yakın dostu haline gelir ve birlikte maceralara atılırlar. Kitap, Pelin ve Karamel'in birlikte yaşadıkları güzel anları, karşılaştıkları zorlukları ve arkadaşlık bağlarını güçlendiren deneyimleri anlatmaktadır.


"Pelin ve Küçük Dostu Karamel" çocuklara sevgi, dostluk, sorumluluk ve empati gibi değerleri öğretmeyi amaçlayan duygusal ve eğlenceli bir hikaye sunmaktadır. Kitap, çocukların duygusal zekalarını geliştirmeye ve hayvanlarla olan ilişkilerinde daha duyarlı ve sorumlu bireyler olmalarına yardımcı olmayı hedeflemektedir.


Geçmiş Zaman Çileleri

"Geçmiş Zaman Çileleri", Osman Şahin tarafından kaleme alınan ve 2018 yılında yayımlanan bir roman kitabıdır. Kitap, yazarın kendi yaşam öyküsünden esinlenerek yazılmış ve gerçek bir yaşam hikayesini konu almaktadır.


"Geçmiş Zaman Çileleri", yazarın çocukluk ve gençlik yıllarındaki zorluklarını, aile içi sorunları, yaşadığı acıları ve mücadele deneyimlerini anlatmaktadır. Roman, yoksulluk, ayrılık, aşk, sevgi ve umut gibi temaları işleyerek okuyuculara duygusal bir deneyim sunmaktadır.


Kitap, yaşamın zorluklarına karşı direnme, umudu kaybetmemek ve hayatta kalmak için verilen mücadeleyi vurgulamaktadır. Yazar, kendi hayatından izler taşıyan bu eserinde, okuyuculara cesaret ve dayanışma duygularını aşılamayı amaçlamaktadır. "Geçmiş Zaman Çileleri", duygusal derinliği ve etkileyici hikayesiyle okuyucuları etkilemeyi hedefleyen bir roman olarak dikkat çekmektedir.


Kemal'in İyilikleri*

 

Bennane’nin Uçan Koltuğu, Cumhuriyetimizin kuruluşunun 100. yılında yayımlanan, kurgusal bir kahraman olan cumhuriyetin ilk kadın öğretmenlerinden Nane’nin hikâyesini anlatan bir kitap. Olaylar Bodrum’un Peksimet köyünde geçiyor. Yazar Leyla Ruhan Okyay’a yazma fikrini veren “uçan koltuk” köyün içinde gerçekten de mevcut.

Kitap, köyün içinden arabayla geçen bir ailenin, tıpkı yazar Leyla Ruhan Okyay gibi incir ağacının dalları arasına bir taht gibi kurulmuş koltuğu görmeleriyle başlıyor. Koltuğun sahibi Nane, çocukluk yıllarından beri kendisini Bennane olarak tanıtan, Nane. Köyün yaşayan belki de en yaşlı sakini. En saygı göreni de o, üstelik.  Kadınların övünç kaynağı, genç kızların idolü. Henüz ilkokulda okuma yazma bilmeyen annelere, ninelere okuma yazma öğretmek için kolları sıvamış, onları örgütlemiş, köy meydanında başarılarını bir okuma bayramı taçlandırmış biri. Köyün ileri geleni olmak, öğretmeni olmak küçük yaşlardan itibaren kaderi sanki. Üzerine o günlerde bol gelen kostüm,  gün geliyor, tam tamına oturuyor. Gerçek bir öğretmen olarak köyüne geri dönüyor. Evinin yanı başındaki incir ağacı bir toplanma alanı vazifesi görüyor. Köyün sakinleri Nane’nin keman resitallerini, hikâyelerini, masallarını dinlemek, pişirdiği bazlamaları yemek için hep orada. Eşi Halil’i kaybetmesi ve ilerleyen yaşı nedeniyle eskisi kadar insan içine çıkmayınca bayrağı kızı Feride ve torunu İncir devralıyor. Okur olarak tam da böyle bir sahnenin içinde tanışıyoruz aileyle.

Feride pişirdiği bazlamaları, köyün içinden geçen aileye ikram ederken aralarındaki sohbete de kulak misafiri oluyoruz. Aileye, özellikle de Nane’ye ait mühim ayrıntıları bir çırpıda öğreniyoruz. Köyde saygı görmesinin tek sebebi, öğretmen olması, doktor olan eşiyle yıllarca halka hizmet etmesi değil yalnızca. Köy enstitütüsü mezunu çift, iyi tarımdan, hayvancılığa, terzilikten, marangozluğa bir köyde ihtiyaç duyulabilecek her türlü teorik ve pratik bilgiye, donanıma sahip. Çünkü müfredatları böyle şekillenmiş. Genç cumhuriyet, Köy Enstitütülerini kurarken kırsal kalkınmaya, kızların, oğlanların okumasına, birer meşale gibi yanmalarına, tüm Anadolu’ya yayılıp yurdu ışıl ışıl parlatmalarına odaklanmış. Genç ve idealist öğretmenler bilgilerini elden ele yaymış, köylerde tarımın, hayvancılığın, arıcılığın gelişmesini sağlayarak birer ziraat mühendisi gibi davranmış. Yetmemiş sağlık reformuna katkı sağlamış. Çocukluğu büyük annesinin hikâyesini dinleyerek geçen İncir, yabancı aileyle karşılaşmanın ardından ilerleyen yaşı ve hayat arkadaşını kaybetmenin yası içinde giderek kabuğuna çekilen Bennane’ye neyin iyi geleceğini bulur. Onun yaşam öyküsünü yazacaktır. İkili, yaşlı kadının sağlığı, keyfi el verdiği sürece bir araya gelir ve doğumdan bugüne yaşam öyküsü yavaş yavaş belirir.

Bizim roman olarak okuduğumuz da, İncir’in kitap taslağı ile el ele yürüyen günlük yaşamdır. Bennane’nin yaşam öyküsü ile Cumhuriyet’in ilk yıllarında çocuk ve genç olmayı, köy yaşamı ve zorluklarını, dönemin yoksunluklarını, buna karşın eğitime, milli bayramlara karşı duyulan coşkulu tutumu, 2. Dünya Savaşı sırasında ülkede hüküm süren ekonomik, sosyal ve kültürel yaşamı, Cumhuriyet’in gözbebeği Sümerbank Fabrikaları arasında yer alan Nazilli Sümerbank Basma Fabrikasını, bu örnek üzerinden bu kuruluşların yalnızca kumaş vb. mal üreten üretimhaneler olmadığını, içlerinde bulundurdukları okul, kreş, gösteri salonlarıyla bir kültür mekânı olarak tasarlandırıldıklarını öğrenir; halk arasında “Kemal’in İyilikleri” diye nitelendirilen ne varsa anlatının içine sızdığına tanık oluruz böylece.

Kitabın yayımlanmasının Cumhuriyetimiz’in kuruluşunun100. yılına denk gelmesi, kurgunun seyrini de değiştirmiş bir bakıma. Yazar Leyla Ruhan Okyay, kitabın ortaya çıkış hikâyesini şöyle dile getiriyor:

“Romanın ilk kurgusu köy kökenli yaşlı bir kadının hikâyesi çerçevesinde oluşacaktı. Sevgili editörüm Müren Beykan’ın önerisiyle Cumhuriyetimizin 100. yılı için bir kitap fikri gelişti. Ben de kahramanımın hikâyesini bu çerçevede işlemeye başladım. Cumhuriyetimizin kuruluş yılları sürecinde doğan Bennane’yi eğitim görebilmesi için köy enstitülerine gönderdim. O yıllardaki sosyal yapı, yaşam biçimi, Cumhuriyet’in kazanımları, aydınlanma süreciyse romanımı şekillendirdi.”

Editör yazar işbirliğiyle anlatı, köy kökenli bir kadının hikâyesi olmaktan sıyrılıp Cumhuriyet’in kuruluşundan bugünlere kat edilen yolu, kazanımlarını, dönüştürücü gücünü köy enstitüsü mezunu bir öğretmen üzerinden anlatıyor. İşin içine dönemin kültürel değerlerini, yaşam alışkanlıklarını, dönemin çocuk şarkılarını, marşlarını da katıyor. Kitap, biçim itibarıyla nehir söyleşileri andırdığı için  çocukların ilgisini nesiller arası iletişimin önemine, kıymetine çekme, onları aile büyükleri ve etraflarında yaşayan yaşlı bireylerle sözlü tarih çalışmaları yapma potansiyeli de taşıyor.

* Bu yazı 22 Mart 2024 tarihinde Parşömen Edebiyat'ta yayımlandı. 

9 Mart 2024 Cumartesi

Geride Kalan Kardeşin Hikâyesi: Abim Benjamin*

 

Ödüllü yazar Peter Carnavas’ın yazıp resimlediği Abim Benjamin, kardeş sevgisi, kuşlar ve büyümek üzerine bir hikâye.



Peter Carnavas yaptığı bir söyleşide kitabın kahramanlarını şöyle tanıtıyor:

“Luke bizim anlatıcımız.  Sessiz bir çocuk, gittiği her yere bir çizim defteri ve kuş rehberi taşıyan bir kuş gözlemcisi. Ben, Luke’un ağabeyi, birkaç yaş büyük ve çok daha cesur. Bir şeylere tırmanmayı ve futbol topunu olabildiğince uzağa atmayı seven bir çocuk. İkisi çok farklı çocuklar ama yine de birbirlerine karşı büyük bir sevgi besliyorlar. Luke, Ben’e bir tür arka bahçe kahramanı olarak hayranlık duyarken, Ben de kendisini bir tür koruyucu olarak görüyor ve özellikle babaları gittiğinden beri daha sessiz olan kardeşini savunuyor.  İlişkilerinde bolca mizah ve eğlence var, ancak hikâye ilerledikçe gerilim ve hayal kırıklığı aralarındaki yakın bağı tehdit ediyor.”

Babalarının evi terk ettiği günlerde başlayan anlatı, Luke’un yol kenarında kıpırtısız yatan bir saksağan bulmasıyla başlıyor. Ölü olduğunu düşündüğü saksağana bakarken neredeyse ona çarpacak arabadan ağabeyi Ben sayesinde kurtulur. Şoku atlattıktan sonra Ben, kuşu alır, bir kutunun içine koyar. Kutunun yuva mı tabut mu olduğu belirsizdir. Kuş giderek iyileşir. Maggie adını verdikleri saksağan, ailenin bir parçası olur.

Bu kaza, babasının onları terk etmesiyle içine kapanan Luke için bir çıkış yolu ve umut kaynağı olur. Teyzesi Gem’in ilham verici bir notla ona hediye ettiği kuş rehberini, çizim defterini yanından ayırmaz, teyzesiyle sık sık kuş gözlemlemeye gider, kuşların türlerini kusursuzca aklında tutar, renklerini, biçimlerini, hatta ötüşlerini.

Aradan bir yıl geçer, iki kardeş yaz tatillerini dere boyunda gezinerek, yüzerek ve bir tekne hayaliyle geçirmektedir. Yerel bir yarışmanın ödülünün tüm aksesuarlarıyla birlikte bir kano olduğu bilgisiyle günleri olağan seyrinden çıkar. İki kardeş güçlü yanlarını birleştirerek büyük ödülü kazanmak üzere işbirliği içinde çalışmaya koyulur. Ancak doğanın değişmez yasası “büyümek” devrededir.

Ben’in liseye başlaması ilişkilerinde bir dönüm noktası hâline gelir. Ben kendisine daha çok benzeyen bir arkadaş bularak elini küçük kardeşinin sırtından çeker. Artık her an birlikte değillerdir. Luke birden kendini geride kalmış hisseder ve hikâyelerin olmazsa olmaz unsuru çatışmalar başlar.

Ben’in liseye gitmesi, mahalleye yeni gelen bir kızla arkadaşlık kurması, ortak projelerine artık ilgi duymaması, babayı yok saymak, onun ilişki kurma çabası, göz bebeği Maggie’nin kaybolması, bölge sakinlerine ait olmayan gizemli bir kuş sesi, hepsi Luke için başa çıkılması gereken önemli bir mesele olarak bir bir belirir.

Peter Carnavas Abim Benjamin kitabında iki kardeş üzerinden büyümeye, küçük kardeşin geride kalmasına, büyük olanın kendine ait bir dünya yaratmasına dair gerçekçi ve sıcacık bir kardeşlik hikâyesi sunuyor. Kardeşliğin yanı sıra dostluk, aile, özveri, azim, kararlılık gibi önemli temalara da değiniyor. Kitap, başarılı atmosferiyle de dikkat çekiyor. Carnavas, beş duyuyu harekete geçirme konusunda oldukça mahir, çünkü. Çocuk okura maceralı, sürükleyici bir olay örgüsü sunmakla yetinmiyor. Dilin zenginliği olayları, mekânları, hikâyeye konu olan ayrıntıları görsel olarak zihnimizde canlandırmamıza olanak sağlıyor. Kelimelerin gücü, olay örgüsü ve pastoral detaylarla birleşince ortaya okurun karakterlerle kolayca bağ kurduğu, kalplere dokunan bir anlatı ortaya çıkıyor. Abim Benjamin, ağırlıklı olarak büyümek ve onunla birlikte gelen sorunlar yumağını çözmeye çalışan ergenlik öncesine seslense de, yaşsız bir kitap. Biz yetişkinlere de keyifli ve düşündürücü bir okuma deneyimi sunduğu muhakkak.


* Bu yazı 5 Mart 2024 tarihinde Parşömen Edebiyat'ta yayımlandı. 

 

29 Şubat 2024 Perşembe

Şubat alfabesi

Artık gün, bugün. Topuklularını giydi şubat hanım. Seneye yere yakın. 

Bursa'ya gittik anne kız. Hafta sonu kaçamağı, kız kıza konaklama... Tatilin kötüsü olmaz. Yol boyu sohbetimiz de cabası. Bamya çorbası içtim pazar günü. Bursa'da değil, burada. Efsane tat. Seviyoruz.

Camdan dışarısı görünmüyor kapalı balkonda. Bakalım ne zaman silinecek?

Çaykolik oldum bu aralar. Bildiğin severek içiyorum.

Deniz Gezmiş'in doğum günüydü dün. Kızım şerefine pasta yapmış. Gece boyu elinde "Bir Avuçtular Deniz Oldular" sergisinin kataloğu. 

Ev işi. Her gün biraz. Kendimi yormadan, boğmadan. Gerektiği kadar. 

Fayton şarkısını hatırladım, nedense, yıllar sonra. Dilime dolandı, hem de ne dolanmak... İyi ki. Fas'a gezi varmış mayısta. Her yere de gidemezsin. Çıkar o fikri aklından. 

Geçmiş Zaman Çileleri. Dördüncü kitabımın çıkmasının tatlı telaşı, henüz elime ulaşmamasının sabırsızlığı...

Haydi diyorum bazen kendime. Hayat, eylemi ödüllendirir. Hareketi sürdür. Büyük olması şart değil.

Islak saçla yatma evladım. Çıplak ayak yerlere basma. Annelik yinelemeleri. 

İnci Küpeli Kız. 1000 parçalık yapboz, ahşap çerçeve içinde. Ben yaptım. Yıllar önce. Muayenehanemin baş köşesini süslüyor. Dışarıdan gelip geçenlere bakıyor yan gözle. Mağrur ve kendinden emin. Hastalarımı teşvik ediyor yapboz yapmaya. 

Jale Sancak'ın kulaklarını çınlattık bugün yazanlar arasında. Uyanan Güzel, iyi romandı. Hatırlanası. 

Kavga eden kedilerin arasına girilmezmiş. İzi hâlâ bileğimde. 

Likör sevmiyorum. Çok net. Kahvenin yanında limonçello sevmeyen bir ben olamam. 

Madecassol. Bugün aklıma geldi. Kolumdaki diş ve tırmık izleri için sürmeye başladım. 

Nane diksem saksıya. Bahar kapıda.

Obur kedi. İzlerini sileyim diye sürdüğüm madecassolü yiyecek, bıraksam. 

Özgürleştirir yazmak.

Portakal reçeli yapmış annem. Mis!

Reçel yapmayı öğrenmeliyim. Kızım arkamdan annem reçel yapmış diyebilsin diye. 

Schengen vizemiz çıktı. İki yıl daha evrak işleriyle uğraşmaya gerek kalmayacak. Çok şükür!

Şakır şükür şükretmeyi adet haline getirmeli insan. Bildiğin pratiğini yapmalı. 

Trenle Sofya yolculuğu. İstiyorum. Hazır schengen cepteyken.

Uzo, kalamar, bekle bizi Midilli. Feribot bileti, otel rezervasyonu tamam. Bir gecelik kaçamak. Bayramda. Ailece. 

Ümitli şeyler say bana. Diline dola sonra Nazım'ın dizelerini, ezgisi Ezginin Günlüğü'nden. 

Van Gölü'nde bir ada. Ne güzel açar badem çiçekleri. Kızım da görse. 

Yer fıstığı aromalı patlamış mısır. Her hafta sonu bir paket alıyorum. Yanına da gazoz. Hayat alışkanlıklarla güzel. 

Zerrin Tekindor'un Toz oyununu izlemek istiyorum. Ey evren duy sesimi.

28 Şubat 2024 Çarşamba

Huzurlu Yaşam İpuçları: 17

www.nonviolentcommunication.com web sitesi Şiddetsiz İletişim ile ilgili Türkçede kaynakların sınırlı olduğu günlerde, ücretsiz belgelerinden sıklıkla yararlandığım bir dijital platformdu. Halen seyrek aralıklarla devam ettiğim Şefkatli Ebeveyn Günlükleri’nin ipuçlarını oradan alıyorum örneğin. O günlerde hevesle üye olduğum bültenlerin her birinden gelen ipuçları kıymetli esasında ama günlük hayatın hızı içinde, İngilizce bültenlere ilgimi, dikkatimi vermek, okuduğumu içselleştirmek her zaman mümkün olmuyor. O yüzden buraya ara ara bir başka serinin, Mary Mackenzie’den Huzurlu Yaşam Meditasyonu çevirilerini paylaşacağım. Her ne zaman, hangisine rastlar ve okursan dilerim şifa olur, ilham olur ve seni dönüştürür.   

                                                                                *

En az bilen genellikle en çok tahmin eder.

-Thomas Fuller, M.D.

17. Gün: Şiddetsiz İletişimin İlk Bileşeni Gözlem

 

Beş yaşındaki çocuğunuz boya kalemleriyle duvarınıza bir şeyler çizdi ve siz "Bana kızgın olduğu için hayatımı zorlaştırmaya çalışıyor" diye düşünüyorsunuz. Ya da kocanız bu hafta üçüncü kez eve kararlaştırdığından daha geç geliyor ve siz de "Duygularımı hiç önemsemiyor" diye düşünüyorsunuz.

 

Tanıdık geliyor mu? İnsanlar genellikle bir şeyin neden olduğuna, diğer kişiyle konuşmadan önce karar verir. Bu örneklerdeki "nedenler", "Bana kızgın olduğu için hayatımı zorlaştırmaya çalışıyor" ve "Duygularımı hiç önemsemiyor" idi.

 

Bu durumlarda bildiğiniz tek gerçek, duvarda pastel boya ile çizilmiş resimler olduğu (duvara resim çizen çocuğu görseydiniz, sanatçıyı da tespit edebilirdiniz) ve kocanızın bu hafta üç kez eve hatırladığınızdan daha geç geldiğidir. Şiddetsiz İletişim'de buna gözlem denir: gördüğünüz veya duyduğunuz şeylerin gerçekleri. Bunu, kendi yargılarınızı veya neden böyle olduğunu düşündüğünüzü eklemeden, olanların anlık bir görüntüsü veya söylenenlerin bir kaydı olarak düşünün.

 

Gözlem yaptığınızda, karşınızdaki kişiyle daha derin bir bağ kurma olasılığını ortaya çıkarırsınız. Eve geldiğinde kocanıza şöyle diyebilirsiniz: "Biliyor musun, bu hafta eve üçüncü kez altıdan sonra geliyorsun ve kafam karışmış ve sinirlenmiş hissediyorum çünkü bu gece beş buçukta evde olacağını kabul ettiğini sanıyordum. Senin anladığın da bu muydu?"

 

Her durumda olduğu gibi, konuşmaya yaklaşabileceğiniz pek çok yol vardır. Mesele şu ki, bir şeyin neden olduğuna dair önceden belirlenmiş bir fikir olmadan konuyu açarsanız, diğer kişiyle bağlantı kurmak ve ihtiyaçlarınızı karşılamak için daha büyük fırsatlara sahip olursunuz.

 

Bugün tam olarak ne söylendiğini veya yapıldığını fark etmek için bir taahhütte bulunun ve olayların neden gerçekleştiğine dair varsayımlarda bulunmaktan kaçının.

 

27 Şubat 2024 Salı

Günün izi: 15

Sarı Duvar Kağıdı

İlk dalga feminist akımın önde gelen isimlerinden sosyolog, yazar, eleştirmen Charlotte Perkin Gilman'ın en önemli öyküsü Sarı Duvar Kağıdı'nın Delidolu basımını okudum. Bu özel baskıya Polonyalı çizer Maria Brozozowska'nın desenleri eşlik ediyor. Birinci tekil şahıs anlatısı. Adını bilmediğimiz kahraman genç bir anne. Muhtemelen lohusa depresyonunda. Eşi ve erkek kardeşi birer hekim. Kadının iç bunaltılarının giderilmesi için sezonluk bir kır evi tutulıyor. Görümce ve eşinin gözetiminde orada kalan kadın, adeta tecrit altında. Yazması engelleniyor, sosyalleşmesi mümkün görünmüyor. Evdeki sarı duvar kağıdı sanrılarının giderek artmasına yol açıyor. Otobiyografik ögeler taşıyan kısa bir hikaye. 



Daha önce de belirttiğim gibi, hikayeyi Şenay Eroğlu Aksoy'un Kendisiymiş Gibi hakkında yazdığı yazı sayesinde duymuştum. Benim öykümdeki kahraman duvardaki çatlaklara, lekelere bakarak sanrılara kapılıyordu, bu hikayede ise sarı duvar kağıtlarına... O gün bugündür okumak aklımda. Dün gece bitirdim nihayetinde. Kıssadan hisse koyalım mı cebimize: Yazmak özgürleştirir, delirmek de. Senin tercihin hangisi? 

                                                                             *

Aşıklar Bayramı 

Geçen hafta dinlediğim sesli kitaplar ve izlediğim filmler üzerine yazarken izlediğim bir filmi atladığımın farkındaydım. Ama hangisi olduğunu hiç mi hiç hatırlayamadım. Hafta sonu kendime izlemek için film, dizi ararken filme rastlayınca hah dedim, ben bu filmi izledim. Bana kendini unutturan film hiç de vasat bir yapım değildi. Ancak her nasılsa üzerimden kayıp gitmişti. 

Özcan Alper imzalı Aşıklar Bayramı filmi bahsettiğim. Kemal Varol'un aynı isimli romanından uyarlanan film, tam da sevdiğim gibi bir yol hikâyesiydi. Çekimler nefisti. Sevdim diyemem, sevmedim diyemem. Ama iz bırakmamasının, izlendiği gibi hafızamdan silinmesinin de bir sebebi olmalı. Zihinlerin dolu, hayatların hızlı olmasından öte bir sebep. 

Romanı okuduğumu hatırlıyorum. Bir arkadaşım övgüyle bahsetmiş, okumamı salık vermişti. Ödünç alarak okuduğumu, onun kadar etkilenmediğimi hatırlıyorum. Silik silik mektuplar kalmış aklımda. Filmde bahsi geçmeyen. Konu etkileyici. Yıllar sonra ansızın çıkagelen saz aşığı bir baba, onun terminal dönem kanser olduğunu fark eden avukat oğul, bu bilgiyle onun son yolculuğuna eşlik etme çabası. Yeniden tanışma, hesaplaşma, helalleşme... Tüm malzeme nefis ama bir araya geldiklerinde ortaya çıkan bana aradığım tadı vermedi. Belki de Kemal Varol ve onun kurgu evreni bana göre değildir. 

                                                                          *


Daha esnek, zinde bir ben için

İçsel Simya derslerinin ikinci modülü bitti. Teorik dersler tamam da, pratikleri hayatıma henüz tam anlamıyla geçiremedim. Üçüncü modüle kadar dersleri tekrar dinlemek, pratikleri bire bir uygulamak gerek. Yine de, yalnızca teorik bilgileri dinlemek bile beni olumlu yönde etkiliyor sanırım. Kendimi daha canlı, hevesli hissediyorum çoğu zaman. Yardım istemeye, sosyal ilişkilere daha açığım. Ertelemektense eyleme geçmeye de keza. Evdeki işler hariç diye şerh mi düşsem bilemedim. Evde yerli yerine yerleşemeyen kimi kitaplar, evraklar ve dosyalar için yeni depolama alanları ihtiyacımın farkındayım. Bununla ilgili yapılacak olan belli. Eve marangoz çağrılacak. Kitaplık genişleyecek. Ne derler bilirsiniz. Çok eşya/ kitap yoktur, az dolap/kitaplık vardır. Her şey iyi, güzel de dişlerimi sıkmaktan tam anlamıyla vazgeçebilmiş değilim. Belki henüz günlük rutinime sokmadığım pratiklerin buna anlamlı bir katkısı olacaktır. 

                                                                       *

Hayat dolu bitkiler gibi, yumuşak ve esnek

Yazın saçlarımı kısacık kestirdim. Bir tür zaman sayacı olarak. Hayatımın on altı, on yedi yıllık bir evresini geride bırakıp işte, evde, hayatta tek başıma olmanın sorumluluğunu taşıyacak, bu değişime ayak uyduracak, dahası hem kendimi, hem de kızımı karşıdan karşıya burnumuz bile kanamadan geçirecektim. İlkin saçlarımı kestirdim. Sonra tatile çıktık. Yaz bitti. Eylül geldi. Okullar açıldı. Günler kısaldı. Havalar soğudu. Bahar kapıda. İkinci cemre bile düştü. Ellerimle diktiğim bahar dalı çiçek açtı. 




Aradan geçen sekiz ayda epey iyi iş çıkardığımı düşünüyorum. Eskiye nazaran çok daha fazla yoruluyorum. Pek çok şeyi tek başıma hallediyorum. İşime yatırım yapıyorum, kendime, kızımla ilişkime. Eskiden üstlenmem gerekmeyen pek çok şey, omuzlarımda şimdi. 

Bir yük gibi görmüyorum. Yalnızca değişimin bir parçası, gerekliliği...  Şikayetçi olmanın, ayak sürümenin, mızırdanmanın yumuşak ve esnek bir yanı yok. Ne demiş Lao Tzu: 



Hem saçlarım da uzadı epey. Minicik bir kuyruk bile oluyor. 




26 Şubat 2024 Pazartesi

Basında Geçmiş Zaman Çileleri

Geçmiş Zaman Çileleri'ne ait basında, bloglarda, sosyal medyada paylaşılan haberler, yorumlar bu başlığın altında: 

                                                                      *


Geçmiş Zaman Çileleri'nin basın bülteni 23 Şubat 2024 tarihinde "Tuğba Gürbüz'den yeni öyküler" başlığıyla Parşömen Edebiyat'ta yer aldı. 

                                                                      *


Geçmiş Zaman Çileleri'nin basın bülteni 26 Şubat 2024 tarihinde "Tuğba Gürbüz'den aileye, ilişkilere ve kkayıp giden zamana dair öyküler" başlığıyla Edebiyathaber'de yer aldı. 

22 Şubat 2024 Perşembe

Sesli kitaplar ve filmler


Dinledim 

Sesli kitap dinleme konusunda hala iyi değilim. Dikkatim dağılıyor. Duyduklarım bir kulağımdan giriyor, diğerinden çıkıyor, pek azı tutunuyor gibi hissediyorum. Yine de son iki hafta içinde üç kitap dinlemeyi başardım. 

Ev Yapımı Bir Paraşüt Berrak Yurdakul. Mindfulness temelli kurgu kitaba yazar, kendisini de bir karakter gibi sokmuş. Bir başka kitabından iki de karakter eşlik ediyor kurguya. Biri, diğer ikisine yedi gün süreyle kendi evinde ücretsiz minfulness öğretiyor. Biz de o derslerdeki diyalogları ve yazarın anlatıcı sesini dinliyoruz. Ara ara kahramanların diyalogları, çatışmaları ve anlatıcının iç sesi olsa da ağırlıklı olarak bir mindfulness eğitmeninin teorik dersini dinliyoruz. Süresi de hayli uzun. 6-8 saat arası bir dinleti. Doğal olarak odaklanarak dinlemek beni zorladı. 

Run Gülüzar Run Ayşegül Kocabıçak. Ayşegül ile aynı dönemlerde yazmaya başladık. İlk iki öykü kitaplarımız aynı yayınevinden çıktı. Hep Kitap imzalı bu romanı biliyordum elbette ama okuma fırsatı bulamamıştım. Günlük tarzında yazılan bu 1. tekil şahıs anlatısını hiç kaçırmadan takip edebildim. Yalın, takibi kolay bir dili var kitabın. Bursa'da muhafazakar bir ailenin kızı olan Gülüzar'ın 80li yılların sonlarında başlayıp 90lara uzanan günlüğün içindeki ayrıntılar, benzer yıllarda çocukluğunu, ilk gençliğini yaşayan herkesi kavrayacak nitelikte. Gülüzar için işler hayal ettiği gibi gitmese de umutlu bir yerde sonlandırmayı başarıyor yazar. 

Bir Katilin Güncesi Kim Young Ha. Timaş Yayınları'ndan çıkan roman hayli etkileyici. Roman olarak okuduğumuz metin, 70li yaşlarını süren ağır demans hastası eski bir seri katilin güncesi. Gençliğinde pek çok kadını öldüren, sonra bir kız çocuğu evlat edinip bir daha cinayet işlemeyen, geçmişini saklamayı başaran kahramanın huzuru yaşadığı kentte yeniden kadın cinayetleri işlenmesiyle kaçıyor. Bu cinayetleri işlediğinden şüphelendiği şahsın kızının sevgilisi çıkmasıyla işler onun için daha çetrefilli bir hâle bürünüyor. Bir yanda gidip gelen aklı, bir yanda kızını koruma içgüdüsü... Unutmamak için yazıyor, ses kaydı alıyor ama buna karşın zihni hiç de parlak değil. Sık sık kesintiye uğruyor. Bulunduğu anın öncesi yok. Gelecek hafızası zayıf. Yazar, kahramanın bu hallerini çok iyi aktarıyor. Sonsuz bir şimdiye hapsolmuş bu adamın nerede tökezleyeceğini merak ediyor insan haliyle. Polisin mahallede işlenen cinayetleri soruştururken onunla birkaç kez konuşması, kızının kaybolması gerilimi arttıran unsurlar.  Oidipus Kompleksi ve Sofokles'in Kral Oidipus tragedyasına göndermeleri olan bir metin. Yazar bu bağı alenen kuruyor. Güncenin içinde yer yer kahramanın buna dair düşüncelerini görüyoruz. Benzerlikler ne derseniz, Kral Oidipus'taki gibi polisiye bir olay var. Bir cinayetin izi sürülüyor. Babayı öldürme meselesi var. Oidipus, oyun boyunca katili arıyor, sonunda aradığı katilin kendisi olduğunu öğreniyordu. Bir Katilin Güncesi'nde aranan katil kim? 

İzledim 

Tibet'te Yedi Yıl



Başrolünü Brad Pitt'in paylaştığı film, gerçek bir hikâyeye dayanıyormuş meğer. Baba olmak istemeyen Avusturyalı dağcı Heinrich Harrer, hamile eşini arkasında bırakıp Nazi Partisi adına Himalayalar'a tırmanma görevini üstlenir. Hindistan'da dağa tırmanırken ikinci dünya savaşı çıkar, savaşa İngiltere de dahil olduğu için Harrer ve arkadaşları esir kampına alınır. Kamptan kaçmayı başaran iki ekip üyesi Tibet'e sığınır. Bu deneyim her ikisi için de dönüştürücüdür ancak öncesinde hayli bencil olan Harrer için henüz çocuk yaştaki Dalai Lama ile tanışmak özellikle çok etkileyicidir. Savaş bitip Çin'in Tibet'i işgaline kadar geçen sürede arkadaşlık yapan birbirinden farklı bu iki birey, birbirinden etkilenecek ve öğrenecektir. Tibet'in ruhani lideri Dalai Lama'nın Hindistan'a kaçışının ardından ikili arkadaşlıklarını sürdürmüş meğer. 

İki Papa 



2005 yılında Papa'nın hayatını kaybetmesi sonucunda yeni papa seçimi sırasında başlıyor film. İki adaydan Papa Benedict muhafazakar, gelenekçi, Alman kökenli. Papa Francis Arjantin kökenli. Futbol izleyen, tango yapan, kiliseyi sokağa taşıyan, modern, yenilikçi... Sonunda gelenek kazanır ama sonraki yıllarda kiliselerde yaşanan çocuk istismarları, Vatikan'a ait gizli belgelerin, banka kayıtlarının sızdırılması nedeniyle Papa Benedict istifayı bir seçenek olarak düşünmeye başlar. Kararını kamuoyuyla paylaşmadan önce, bir önceki seçimde rakibi olan reformist adayla bir araya gelmek ister. Bu arada Papa Francis, sokakta, halkın yanında daha faydalı olacağına dair duyduğu inanç nedeniyle kardinallik görevinden ayrılmayı düşünmektedir. Roma'da bir araya gelen ikilinin sohbeti, bir zamanlar geleneği savunan kardinalin ülkesinde yaşanan toplumsal ve siyasal olaylar karşısında geçirdiği değişimin hikâyesini öğreniriz. İki papa arasındaki değişim mi, taviz mi tartışmaları düşünmeye alan açıyor. Din ve inanç değişmez, katı bir gerçek mi? Toplumun ve bireyin ihtiyaçlarına cevap verebilecek esneklikte mi? Adalet, yardımseverlik, merhamet yalnızca seçilmiş, onaylanmış insanlar için sunulan bir ayrıcalık mı? Dini otoriteler toplumun tüm bireylerini kucaklamaya hazır mı? İki Papa filmi gerçek bir olaya dayanarak bu tartışmaları ele alıyor, izleyiciyle paylaşıyor. 



21 Şubat 2024 Çarşamba

Yeni kitap: Geçmiş Zaman Çileleri

Yeni öykü kitabım "Geçmiş Zaman Çileleri" matbaaya gitti. Yayınevi sosyal medyada paylaştığına göre ben de bu mutlu haberi bloğumda paylaşabilirim. 
Heyecanlı, hevesli ve sabırsızım. Kitabın bir an evvel elime geçmesini, sayfalarını çevirmeyi, okurlarla buluşmasını arzu ediyor, onların yorumlarını duymayı dört gözle bekliyorum. 
İlk kutlamayı kızımla baş başa yaptık. Tavuk dürüm, turşu, ayran... Bir dilim pastayı bölüşürken bir sonraki kitabımın bir çocuk romanı olmasını temenni ettim. Sesli olarak. Çünkü onun da isteği bu. Hem de yıllardır. Uzun bir kurmaca metin yazmaya zamanım olmadığına  dair kendimle yaptığım sessiz, sözsüz ama dirençli anlaşmayı iptal edersem, bir adım atarsam, denersem, bir yolunu bulursam neden olmasın! Bakarsın bir kitabım ikinci baskıyı da görür böylece.
                                                                               *

Arka kapak yazısı: 

Eksiltmeli, ucu açık ancak bir o kadar da kişisel alanlarda kök salarak düşündüren öyküler... Yazarın, söyleyeceği çok şey olduğunu sezdiren ama asıl bunları “söylemeyerek” düşündüren öykü dili... Öykünün tezgâhında ustalaşmadan kelimeleri böyle duru kullanmak mümkün mü? Tuğba Gürbüz, Geçmiş Zaman Çileleri’nde babanın cenazesini kaldırıyor.

Çekilmez evlilikler, tükenmiş kadınlar, hayalsiz ergenler, biteviye süregiden monoton hayat... Aile... o çilenin diğer adı. Kördüğüm. Varlığı da yokluğu da sorun olan “BABA”...  Kadının ve çocukların üzerine abanmış varlığı ağırlık, yokluğu daha da büyük bir ağırlık. Toplum öyle kurulmuş, ilahi yasalar öyle emretmiş. Baba dilsiz, baba dert, baba kördüğüm olmuş bir çile... Geçmiş zaman çileleri, hep baba merkezli. O çileler çocukların kollarında, anneler inançlı, o çileler çözülecek, yumak yumak sarılacak... Çocuk neşeyle sokağa koşacak, çile bitecek...

Ama bitmiyor. Çünkü Zamanı geçmiş her şey, çürümeye mahkûm. Can vermek mümkün değil.”