Bilmek isteyen yola çıkar.
31 Ocak 2022 Pazartesi
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 40
Bir demet kitap...
Uzamış pandeminin hepimizin okuma alışkanlıklarını değiştiren bir etkisi oldu sanırım. Dikkatimi toplamakta kimi zaman zorlandığımı fark ediyorum. Okumak istediklerimiz her zaman okuyabildiklerimizden fazla. Yetişmek mümkün değil, biliyorum. Bunun ötesinde bir zihinsel yavaşlama, eline aldığını bitirememe hâli daha çok benimki. Hâl böyleyken çocuk edebiyatına yöneliyorum. Sevdiğim kimi çocuk kitapları hakkında küçük değerlendirmelerim burada. Belki kitaplığınıza eklemek istedikleriniz çıkar.
Notabene Yayınları'ndan çıkan "Dünyayı Kurtaran Öfke"kendi halinde yaşayan Sophia'nın hayatını anlatıyor.
Unutma sıkılmak sadece bir uyarı! Yaptığın işe mola verebilir, bu deneyime tüm duyularınla katılırsan farklı bir yan bulabilirsin.
Denizin tadı yüzmekle, müziğin tadı dansla, okulun tadı arkadaşlara katılmakla çıkar.
Defne ve ailesinin hayatından kısa bir kesiti anlatıyor. İkili bir anlatım var. Odasında baygın bulunan Defne'ye acilde müdahale, anne Emel'in kızının günlüğünü okuması şimdiki zaman hattını oluştururken, günlüğün kendisi geçmişi anlatıyor. Ben diliyle bir ergenin ağzından yazılan günlük en çok da ebeveynlere sesleniyor. Ergenlik denilen o zor geçişi ne kadar anlıyoruz, dinliyoruz? Kitabın umutlu bir sonu var. Yeni bağlar kurarak onarmak, çaresizliği yenmek, "Dur!" deme cesaretini göstermek de mümkün. Tüm bunları bize en hızlı kurmacalar gösteriyor. İyi ki...
Greta Thunberg'in hikayesi, çocukları küresel iklim krizi hakkında bilgilendirirmekle kalmıyor, onun kararlılığı ve adanmışlığını bir örnek olarak sunuyor, büyük şeyler yapmak için çok küçük olmadıklarını hatırlatıyor ve eyleme geçmeye çağırıyor. Çocuktan çocuğa güçlü bir davet bu. Sınıf ortamında birlikte okumalarının doğuracağı eylemliliği şimdiden merak ediyorum.
En çok Peter'ın bir kurtarıcı aramamasını sevdim galiba. Düşleri, hayalleri içinde kaybolurken, düşünceyi bir anahtar gibi kullanmasını, bu anahtarla kendi algısını, anlayışını genişletmesini, felsefi bir sorgulamayı başlatabilmesini, ilerletip sonuçlar çıkarabilmesini...
28 Ocak 2022 Cuma
İşbirliği Şart
Pandemi nedeniyle son bir buçuk yıldır ev içlerine tıkılan ve çevrimiçi eğitime devam eden çocuklar, bu
öğrenim yılında yeniden okullarına döndü ve ilk ara karnelerini aldı. Tam
zamanlı yüz yüze eğitime başlamak, gün boyu maskeyle öğrenim görmek, uzayan
okul saatleri, evde geçirilen sürenin kısalması, ders ve ödev yükünün
artması... Tüm bunların yanı sıra kendini virüsten koruma çabası… Çocuklar
duygusal olarak belki de hiç olmadıkları kadar zorlandıkları bir sürecin
içinden geçiyor ve yeniden uyumlanmaya çalışıyor. Bununla beraber rekabet, okul
sınav sonuçları üzerinden yürüyen yarış, merkezi sınavlara yönelik yoğun
çalışma kaldığı yerden devam ediyor. Başarı ve başarısızlık karneler ve sınav
sonuçları aracılığıyla ilan ediliyor. Alınan eksik puanlar çocuklar nezdinde
nereleri güçlendirmesi gerektiğine dair bir uyarı olarak görülmüyor. Başaramama
kaygısı, sınavlardan korkmak, ödevlerden bıkmak gibi sonuçlar doğurmayı
sürdürüyor.
Bu yazıda amacım,
sistemi eleştirmek, ödül ceza yöntemini yermek ya da “Peki ya öğrenmenin, merak
etmenin heyecanına ne oldu?” diye sormak değil. Enerjinizi verimsizce, olumsuz,
eksik yanlarda tutarak çocuklarınızda bu inanışları daha da köklendirmenizi
istemem. Çünkü nöropsikolojik çalışmalar, verilen mesajların bizi
şartlandırdığını, çalışmalarımızı, dünyayı algılayışımızı belirlediğini,
davranışlarımız ve gerçekliğimiz üzerinde sonuçları olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla
davetim, başınızı başka bir yöne çevirmeniz için. Bir çocuk kitabı aracılığıyla
çocuklarınıza okul hayatında başarının temelini oluşturan beceri ve
alışkanlıkları kazandırmak için basit ama etkili stratejiler göstermeye,
bunları birlikte uygulamaya var mısınız? Umarım, cevabınız “Evet”tir çünkü çocuklara başarmanın, kendi gelişimini
izlemenin hazzını verebildiğimizde, öğrenmenin, merak etmenin kendiliğinden
geleceğini, bu sayede okula, ödevlere, sınavlara bakış açılarının değişeceğini,
kaygı ve stres seviyesinin düşeceğine canı gönülden inanıyorum.
Ada'nın Planı
Okuyan
Koala’dan yayımlanmış APA (Amerikan Psikoloji Derneği) onaylı bir resimli
kitap. Kitabın alt başlığı “Ödev Yapmak ve Düzenli Olmak Aslında O Kadar da Zor
Değil”. APA, binlerce araştırmacı, eğitimci, klinisyen, danışman ve
öğrencilerle bilimsel çalışmalar yapan dünyanın en büyük psikoloji topluluğu.
1997 yılından itibaren bünyelerine kattıkları Magination Press aracılığıyla 4-18
yaş arası çocuk ve gençlere, büyüme dönemlerinde karşılaştıkları okul
yaşantısı, korkular, dikkat eksikliği, depresyon, öfke ve kızgınlık gibi zorlu
duygularla başa çıkma, yeni kardeşin doğumu, boşanma, yas gibi kayıplarla
ilgili resimli kitaplar sunuyor. Çocukları bu konuyla ilgili bilgilendiriyor,
günlük yaşamlarına adapte edebilecekleri pratik çözüm önerileri sunuyor.
Hikâyelerin sonunda yer alan “Ebeveynlere ve Eğitimcilere Not” bölümü kitapları
okuyan yetişkinlere yönelik. Kitapların içeriği ve çocuklara nasıl rehberlik
edileceği bilgileri burada yer alıyor. Görüldüğü üzere kitapların hedef kitlesi
yalnızca çocuklar değil. Ebeveynler, çocuklarla çalışan öğretmenler, sosyal
hizmet uzmanları, pedagoglar, psikologlar için de kaynak niteliği taşıyor. Okuyan
Koala bünyesinde yirmiden fazla APA onaylı kitap mevcut.
Jeanne Kraus’un yazdığı,
Charles Beyl’in resimlediği, Selim Yeniçeri’nin çevirdiği Ada’nın Planı’nı 6-12 yaş grubu çocuklara çalışma becerileri
kazanmak ve ödev yapmayı kolaylaştırmak amacıyla yazılmış bir kişisel yardım
kitabı olarak görmek mümkün.
Kitap Ada adlı
kahramanı tanımamızla başlıyor. Ada akıllı, kitap okumayı, bulmaca çözmeyi ve
dört işlem yapmayı seven bir çocuk. Bununla beraber okulda dikkatini dağıtacak
çok şey var. Bu yüzden okulda anlatılanları dinlemekte, derste verilen sürede
işlemleri bitirmekte ya da yazmakta, evde ise ödevleri tamamlamakta zorlanıyor.
Ev ve okul arasında getirip götüreceklerini yönetme işi ise tam bir kaos.
Ada’nın okul günleri hayal kırıklıklarıyla dolu, gerçek bir karmaşa. İşte bu
yüzden öğretmeni her gün, okul çıkışında onu rahatlatmak için
“Yarın yeni bir gün Ada,” diyor. Ada dikkatini vermeyi, dinlemeyi, her şeyi hatırlamayı, sorumluluklarını
yerine getirmeyi çok istiyor. Başa çıkmakta zorlanınca öğretmen ve ebeveyn
işbirliğiyle okulda ve evde yürütülecek 10 adımlık eylem planı devreye giriyor.
Hikâye bu noktadan itibaren önce okulda, sonra evde yapılması tavsiye edilen on
adımın açıklanması, Ada'nın çabası, değişimi, gelişimini göstererek devam ediyor. Temiz bir sıra, odaklanmak için gizli
hatırlatıcılar, çalışma arkadaşı, günlük hedefler, sakin çalışma alanı vb.
küçük ama işlevsel tavsiyelerin Ada üzerindeki dönüştürücü gücünü görmek, çocuk
okurları harekete geçirecektir. Onların hevesini, kararlılığını, eylemliliğini
desteklemek için işbirliği şart! Unutmayın, iyi alışkanlıklar her zaman
kendiliğinden gelmez. Basit ve etkili stratejiler öğretmenin ve bunları
sürdürmesi için de yardım etmenin, tepeden bakarak nasihat etmekten çok daha
fazla işe yarayacağından hiç kuşkum yok. Belki deneme sırası şimdi sizdedir.
Ada’nın Planı çizgi roman gibi hazırlanmış. Yazı görsel dengesi, görselden yana. Bu sayede okuma geniş bir yaş aralığına yayılıyor. İlkokul seviyesinde dahi kolay bir okuma sunuyor. Kitapta yer alan görseller, bu adımların bir poster gibi çocuğun zihninde kalıcı imgelere dönüşmesini sağlıyor. Ada’nın Planı’nı, bir kez okunup geçilecek bir kitap olmaktan ziyade bir kaynak kitap olarak görün. İhtiyaç durumunda adımları hatırlamak için göz atmayı da ihmal etmeyin derim.
* Bu yazı ilk kez 25 Ocak 2022 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır.
22 Ocak 2022 Cumartesi
Nasıl Yazar/Şair Oldum? (66)
Yazmak, yazar olmak, ucu çocukluğa kadar gidip dayanan, hiç bitmeyen, ömür boyu çaba gerektiren bir uğraş. Yazarların yazmak ve yazar olmakla ilgili içlerinde uyanan en erken hatıradan, ilk ürünlere, yayımlanmış eserlere ve geleceğe uzanan yolculuklarını onların ağzından Yazmak, yazar olmak, ucu çocukluğa kadar gidip dayanan, hiç bitmeyen, ömür boyu çaba gerektiren bir uğraş. Yazarların yazmak ve yazar olmakla ilgili içlerinde uyanan en erken hatıradan, ilk ürünlere, yayımlanmış eserlere ve geleceğe uzanan yolculuklarını onların ağzından dinlemek, sizi de bu serüvene dahil etmek istedim. Buyurun.
Tuğba Gürbüz
YAZARSIN DEDİLER, İNANMADIM…
İki binli yılların başıydı. Hayatımda şöyle bir dönemdeydim: Yirmi yıl İngilizce öğretmenliği yaptıktan, iki çocuğumu büyüttükten sonra emekli olmuş ama emekli olmak düşüncesini reddetmiş, bir çocuk evi açmıştım. İçimdeki yetişkin kadın, “dinlen artık,” diyordu, haylaz kız ise, hadi oynayalım havasında…
Onları birbiriyle anlaştırmaya çalışmaktan yorgun düşmüştüm.
Çocuk evimdeki çocuklar yetişti imdada. Her gün çılgın bir hikayeyle geliyor, beni neşelendiriyorlardı. Doğum günü için babasına ne almış Ceren biliyor muymuşum? Bilmiyordum. Bir şey almamış da, Tanrı’ya yalvarmış, lütfen babama saç gönder.
Hikayeler… Hikayeler… Ben onlarla neşelenirken içimdeki haylaz kız, kendi çocukluğuma dair neşeli hikayeleri anımsatmaya başladı. Harikaydı onlarla buluşmak. Unutulmasınlar istedim ve yazmaya başladım. Everest Yayınlarından Ben Eskiden Çocuktum ve Jale’yle Konuşmak çıktı ortaya. Okurlar, “yazarsın sen,” dediler, inanmadım. Çocuklar için yazmalısın, dediler, inanmak istedim. Çocuklar için yazmak epey riskliydi. Ne demişler, kediyle yaşıyorsan tırmığa razı olacaksın. Ürktüm başlangıçta, ne yalan. Ama kitaplarım harika yayınevleriyle buluşunca, çocuk okurlar kitaplarımı sevince… Dünyalar benim oldu. Günışığı Kitaplığıyla, Perşembeleri Çok Severim ile başlayan, (10. Kitap: İyi Günler Eczanesi) serüven çok iyi geldi bana.
Kitaplar beni çocuklara, ışıl ışıl günlerle dolu çocukluğuma ve kendime yaklaştırdı. Hayatın hüznüyle baş etmeyi öğretti.
Daha ne olsun? Dahası iyilik güzellik.
*Bu yazı ilk kez 17 0cak 2022 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır.
19 Ocak 2022 Çarşamba
Nasıl Yazar/Şair Oldum? (65)
Yazmak, yazar olmak, ucu çocukluğa kadar gidip dayanan, hiç bitmeyen, ömür boyu çaba gerektiren bir uğraş. Yazarların yazmak ve yazar olmakla ilgili içlerinde uyanan en erken hatıradan, ilk ürünlere, yayımlanmış eserlere ve geleceğe uzanan yolculuklarını onların ağzından dinlemek, sizi de bu serüvene dahil etmek istedim. Buyurun.
BÜYÜLÜ ORMAN
Küçük bir kasabada büyüdüm. Çocukluğumun geçtiği bu kasabada kitapçı yoktu. Sadece bir tane gazete bayii vardı. Her hafta oraya “Lorel ile Hardi”nin çizgi romanını almaya giderdim. Bazen bayiinin sahibi, beni karşıdan görünce, kapıya çıkar “Senden başka gelen kız çocuğu yok. Aferin sana!” diyerek çizgi romanı elime tutuştururdu.
Babam okumaya olan ilgimi fark etmiş olmalı ki ayda bir kasaba dışına çıkıp kucak dolusu kitapla dönerdi. Benim kanım şu yönde: Bir sabah kalkıp yazar olmaya karar vermiyorsun. Engin sulara ulaşmak için, ufuk aydınlığını takip eden caretta caretalar gibi, yazmaya eğilimli olan insan da edebiyatın ışığı nerdeyse oraya çeviriveriyor dümenini.
Üniversite yıllarından sakladığım bir kutu dolusu üstü yazılı peçetem var. Dört yıl boyunca kafede, evde, hangi mekânda kimlerle oturup ne sohbet ettiysek o güne özel ne hissetiysem yazdım. Kendi yazdığım yetmiyormuş gibi yanımdaki arkadaşlarıma da yazdırdım. Şiir defterimi kaybettim ama peçete kutusunu itinayla saklıyor, zaman zaman önüme döküp okuyorum.
Okul öncesi eğitim öğretmenliğimin zihnimde hikayeler filizlenmesinde etkisi olsa da ilk yazma deneyimimin ilkokulda tuttuğum şiir defterim olduğunu belirtmek isterim. Her gün şiir yazardım ve sayfalarının kenarlarını konuya uygun süslerdim. Keşke kaybolmasaydı. Kim bilir ne saf, ne içten kelimelerle dökmüşümdür içimi. Yaş ilerledikçe yazma edinimi kendini farklı şekillerde ortaya koymaya başlıyor. Bir dönem düzenli günlük tutmalar, bir dönem okul gazetesinde yazmalar, şarkı sözleri, mektuplar, dergilere gönderilen öyküler.
Yavru carettanın suyla kavuştuğunda duyduğu heyecan gibi, ilk kitabım çıktığı günden beri yazma serüveninin büyüsü ile gözlerimi açıyorum her güne. Bazen kahvaltı sofrasındaki bir zeytin çekirdeği öyküye dönüşüyor, bazen de ağacın dalındaki karganın bana anlattığı öyküyü duyuyorum kalbimde.
Yazmak, büyülü bir ormanda gezmek gibi. Her gezi yeni bir macera. Bu ormana bir kez giren çıkamaz. O zaman yazmaya devam!
Filiz Gündoğan
* Bu yazı ilk kez 10 Ocak 2022 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır.
18 Ocak 2022 Salı
Nasıl Yazar/Şair Oldum? (64)
Yazmak, yazar olmak, ucu çocukluğa kadar gidip dayanan, hiç bitmeyen, ömür boyu çaba gerektiren bir uğraş. Yazarların yazmak ve yazar olmakla ilgili içlerinde uyanan en erken hatıradan, ilk ürünlere, yayımlanmış eserlere ve geleceğe uzanan yolculuklarını onların ağzından dinlemek, sizi de bu serüvene dahil etmek istedim. Buyurun.
Anlatma İhtiyacı
Henüz oldum mu, bunu bilmem şimdilik olanaksız. Bu sorunun yanıtını -kendime- nasıl verebilirim? Belki sorular sorarak ilerleme kat edebilirim.
Yazıyorum, evet, kitaplarım da var ama henüz gerçek bir yazar sayılır mıyım? Yazar olmanın bir eşiği varsa eğer, ben o eşikten nerede ve nasıl atlamış olabilirim? Sanırım yıllar içinde bu alandaki ısrarıma, istikrarıma, yazdıklarımın iyi olup olmadığına bakarak okur dediğimiz kimse karar verecektir buna.
Yazmaya nasıl başladığımı düşündüğümde aklıma gelen birkaç şey var tabii. Dilerseniz kısaca onlardan bahsedeyim.
Neden yazıyorum ya da yazma ihtiyacım nereden ileri geliyor, sorusunu kendime sorduğumda bunun birden çok nedeni olabilir: Bir iz bırakmak, ölüme meydan okumak, ölümden sonra da yaşamak, kalıcı olmak… Hadi canım! Böylesi bir bilinçle yazmaya başlamadım ben. Ama derinlerde bir anlatma ihtiyacı hep vardı.
İnsanın yazmak için önce kendi içine bakması gerekiyormuş. İçindeki derinliğe baktığında orada ne görüyorsun? Ne gördüğün ve ne duyduğun önemlidir, çünkü yazacaksan anlatacak sözün de olmalıdır. Nasıl algıladığımız ve bizde kalan tortuyu yontarak nasıl aktardığımızla ilintilidir bu.
Çocukluğumdan itibaren sayılarda değil sözcüklerde başarılıydım. Duyguları, hayalleri, ayrıntıları ve bakış açılarını önemsedim. Eğitimimi de yeteneklerim doğrultusunda, Sosyal Bilimler alanında tamamladım. Günlükler tuttum, uzun uzun mektuplar yazdım. Sadece kendime yazdığım metinlerim vardı.
Aslında beni yazmaya yönlendiren ilk isim, geçtiğimiz yıl aramızdan ayrılan Türk basınının değerli kalemi Bekir Coşkun’dur. Henüz tıfıl bir mezunken, onun asistanı olarak neyi nasıl yapacağımı pek de bilemezken, içimdeki yazma ışığını fark etmemi sağlamıştır. İlk yazma seminerlerini kendisinden aldığımı söyleyebilirim. Fakat zaman ilerledikçe onun küçük bir kopyası olmaya başladım ve o günlerde sevgili yazarım Necati Tosuner’in “Kendine bir yazar seç ama ondan farklı ol,” sözünü henüz bilmiyordum. Bir ayrıma geldiğimi anladığımdaysa kendi yolumu çizebilmek, iç sesimi kurabilmek, üslubumu ve yazdıklarımın türünü belirlemek amacıyla yaratıcı yazarlık atölyelerine katıldım. Atölyelerde öğrendiğim kısaca şuydu; kalemim kısa öykü türüne yatkındı ve görmesini bilirsen odağında insan olan öyküde tema her yerde karşına çıkabilirdi.
Peki, atölyeler bir insanı yazar yapabilir miydi?
Elbette, yazarlığın öğretilemeyecek yönleri olduğunu bilerek katılıyoruz o derslere. Üniversitedeki hocalarımdan dil bilimci Emin Özdemir, “düş gücü, duyarlık, sabır ve yazma cesareti”nin yazarlığın öğretilemeyecek yönleri olduğunu söylemişti. Öğretilebilen yönü ise iyi metinler oluşturabilmekti. Homeros’tan bugüne el atılmamış hiçbir konu kalmamış, hemen hepsi yazılmışsa, o halde ben ne yazacaktım? İlk anda bana düşen bizden öncekilerin izine bakmak ve o ize basarak ilerlemekti. Sonrasında beslendiğim alanları belirlemek, algı kapılarını açık tutmak, imge oluşturmak, bilinçaltıma kaydettiğim öğeleri geri çağırırken canlandırma ve hayal etme gibi öğelere baş vurmaktı. Yaşamın bendeki kalıtlarını kendimce yeniden söyleyebilmenin bir yolunu bulmaktı. Çoğunluğun göremediği, işitemediği ayrıntıları seçip almak ya da hayatın tekrar eden yönünü farklı bir bakış açısı ve üslupla dile getirmek beni farklı kılabilirdi. Artık “İç dökmelerin vaktinden geçme”nin sırasıydı, hatta salt anlatıcı olmaktan öte, devreye edebi kaygılar da girmeliydi. Sonuçta atölyelerde fazlalıklardan kurtulmayı, metinlerimi sadeleştirmeyi öğrenirken, bir yazma ve okuma disiplini de geliştirdim.
Sonrasında dergiler, ortak kitaplar ve seçkilerde yer aldım. Üyesi olduğum Egeli Kadın Yazarlar Platformu’nun projelerine katıldım. İlk öykü kitabım, bu uğraşılardan sonra doğdu. İyi bir öykücü olma yolundaki ilk adımlarımı böylece atmış oldum.
Bir yandan Ankara Hürriyet’e edebiyat röportajları hazırlıyordum. Yazarlığım röportajcılığımı besledi, röportajlara hazırlanmak için yazarların eserlerini incelerken kendi metinlerime de farklı bir gözle bakabilmeyi öğrendim. Bu sayede çoğaldım, zenginleştim. Ardından ikinci öykü kitabım raflardaki yerini aldı.
Evet, bir süredir yazıyorum ve dünyayı bir kadın olarak deneyimliyorum. Evlat, kardeş, sevgili, eş, yazar kimliklerime ait roller ve sorumluluklar birbiriyle çakıştığında yeteneklerimin farkına varıyorum. Şartlar beni planlı programlı olmaya zorladığında -ki bunu annemin hastalığını yönetmeye çalışırken ziyadesiyle deneyimledim- stres altında çalışabiliyor, aynı anda birden fazla işi yapabiliyorum. Yazarken alınan bir haz duygusu var, o anda hiçbir şeyin bunun önüne geçmesini istemiyor insan. Ama hayat bunu bir çırpıda söylemek kadar kolay yaşanmıyor maalesef, her koşulda üretmeye gayret ediyorum. Dil arayışım ve üslubumu oluşturma konusundaki kaygılarım elbette ki devam ediyor, edecek ve etmeli de. Kendini bilmeye, insanı anlamaya doğru götüren bir yol bu. Öyle seziyorum ki daha anlatacaklarım var. Hepimizin kafasında dönüp duran hikâyeleri var, paylaştığı ya da kendine sakladığı…
Sonuçta, edebi kaygılar olsun ya da olmaksızın hepimiz aynı yere varıyoruz, anlatma ihtiyacına! İşte, o noktada kalemimi iyileştirmeyi kendimden esirgemeyi düşünmüyorum.
Esme Aras
*Bu yazı ilk kez 17/12/2021 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır.
NEHİRDEN GELEN ARMAĞAN
Çocuklar belli bir yaşa
gelince ilk sosyalleşme kurumu olan aileden çıkar ve eğitim almak üzere okula
gider. Okul,bilgi ve becerilerin kuşaktan kuşağa aktarıldığı eğitim kurumudur. Bununla beraber okulun işlevi yalnızca bilgiyi aktarmak
değildir. Pek çok örtük işlevinden birisi de bireylerde “istenen” davranışların
yaratılmasına hizmet etmektir.
Çocuklar okulda
okumayı, yazmayı, konuşmayı ve diğer temel becerileri edinirken, kendilerini
rekabetçi bir ortamda buluverirler. Okul, bu rekabeti, başarının olumlu
sonuçlarını göstererek meşrulaştırır, yani bir diğer deyişle ekonomik kazanç ve
statü vaat eder. Öğrenciler bu yolla “istenen” davranışları sergilemeye teşvik
edilir. İstenen davranışlar bir standart gibi çocukların önünde belirir. Standartın
üzerinde kalan çocuklar doğal olarak el üstü tutulurken, altında kalanların okul
hayatı çekilmez bir hâl alır. Kimi fiziksel farklılıklar bu durumu daha da
çetinleştirir, örneğin kekemelik.
Kekemelik, en yalın
hâliyle kişinin akıcı konuşamamasıdır. Kimi zaman fiziksel kaynaklıdır, kimi
zaman duygusal. Kekemeliğin ayıplanacak, kınanacak, alay edilecek bir yanı
yoktur. Buna karşın çoğu kişi için kekeme birini dinlemek çok da kolay
değildir.
Dilin ve sesin
sınırlarının zorlandığı, alışık olunan akışkanlığı sağlayamayan konuşma
karşısında, ilgimindağıldığını, takip etmekte güçlük çektiğimi, konuşmayı
tamamlama eğilimine girdiğimi fark edebilirim. Yetişkin olduğum için bu
davranışı sergilememin karşımdaki kişinin işini kolaylaştırmayacağını,
kendisine duyduğu güveni tepetaklak edeceğini tahmin edebilir, dikkatimi
akışkanlığın yitimi yerine konuşulanlara vermeye çalışabilirim. Kelimeler,
ağza, dile çarpsa da, bir araya toplanması zaman alsa da oradadır, birbirinin
üzerine birikecek ve gücünden bir şey kaybetmeden bana ulaşabilecektir. Peki ya
üzerine düşünerek, bilinçli çaba göstererek anlamaya çalıştığım kekemelik
hâliyle daha küçük yaşlarda, “istenen” davranışların normal, “istenmeyenlerin”
anormal sayıldığı bir sınıf ortamında karşılaşsaydım ne olurdu?
Sesleri dilediğince çıkaramayan
sınıf arkadaşıma güler miydim, alay eder miydim, alay edenlere karşı koyabilir
miydim? Bugünden bunların cevabını vermek güç. Belki de bu konuda en doğru, en
kalbimize işleyen ve bizde dönüştürücü sonuç yaratan cevabı yalnızca bu
deneyimin içinden geçenler verebilecektir, Jordan Scott gibi.
Jordan Scott, o
çocuklardan biri. Çam ağacındaki Ç’nin köklerini ağzının içine saldığı, K
harfinin bir karga gibi boğazına tutunup kaldığı, aydaki A’nın dudaklarına onu
inleten bir sihir serptiği, her sabah ağzına yapışan bu seslerle uyanan, okulda
sınıfın en arkasına saklanan, söz sırası ona geldiğinde tüm sınıf
arkadaşlarının dönüp baktığı kekeme çocuk. Scott, bu döngüden çıkmayı başardığı
günü şöyle aktarıyor:
Çocukken,
babam bazen, “kötü konuşma günleri”nde beni okuldan alır ve nehre götürürdü. O
günlerde ağzım işlemezdi. Her sözcük acı verir, sınıf arkadaşlarımdan gelen
kahkahalarsa dayanılmaz olurdu. Sadece sessiz kalmak isterdim. Nehir boyunca
taş sektirirdik, somon balığını bekler, böcekleri bulur ve böğürtlenleri
toplardık tek söz söylemeden.
Bir
gün suyun kıyıya vuruşunu izlerken babam şöyle dedi: “Suyun nasıl hareket
ettiğini görüyor musun oğlum? Sen de işte öyle konuşuyorsun.”
Bu yeni imge ve dil
sayesinde kekemeliğine bambaşka gözlerle bakmayı öğrenen Jordan Scott, yıllar
sonra hikâyesini “Nehir Gibi Konuşurum” adlı, resimli kitapla paylaşmış. Bir
şairin dilinden çıkan hikâye yine bir şair, Gonca Özmen tarafından
Türkçeleştirilmiş. Kırmızı Kedi Çocuk tarafından yayımlanan kitap “New York
Times Yılın En İyi Resimli Çocuk Kitabı-2020” ve “Schneider Aile Kitap Ödülü-
2021” ödüllerinin de sahibi.
Hikâye kekeme bir çocuğun
okula gitmek üzere hazırlanırken yaşadığı kaygıyı, sınıfta işlerin nasıl daha
da kötüye gittiğini gösteriyor. Herkesin dünyadaki en sevdiği yer hakkında
konuşması gerektiği “kötü konuşma günü”nün ardından babası oğlunun yaşadığı
sıkıntının farkına varıyor ve onu nehir kenarına götürüyor. Sessizlik ve
babayla yalnız kalmak iyi hissettirse de kötü konuşma gününün hatıraları
üşüşüyor anlatıcının zihnine, izleyen gözler, kıkırdayıp gülen ağızlar… Oğlunun
üzüntüsünü gören baba, gözlerinin önünde akıp giden nehri gösteriyor ve
anlatıcının konuşmasını KÖPÜREN, GİRDAPLANAN, ÇALKALANAN ve ÇARPIŞAN nehre
benzetiyor. Böylece çocuk, nehir gibi konuşmayı, eşsiz bir armağan olarak cebine
koymayı, ilerleyen günlerde okulda en sevdiği yeri, gururlu nehri anlatmayı
başarıyor. Bu yeni imgeyle sınıfta yepyeni bir iletişim dili yaratıyor ve kendini
ifade etme, olduğu gibi kabul görme olanağı buluyor.
“Nehir Gibi Konuşurum”
güçlü duyguları, çatışmaları doğanın içinden imgeler kullanarak aktaran kısacık
bir anlatı. Her iyi çocuk kitabında olduğu üzere metin görsel el ele gidiyor.
Sydney Smith gerek renk seçimiyle gerekse netliğin kaybolduğu, flu çizgilerden
oluşan desenlerle çocuğun içinde bulunduğu çatışmayı, güvensizliği, sınıfın
içinde kendisini değersiz hissetmesini olduğu gibi okura geçiriyor.
Kekeme bir çocuğun
çektiği yalnızlık ve iletişim kurma güçlüğüne şefkatle ve onarıcı bir şekilde
yaklaşan bu kitabın okul öncesi ve ilköğretim öğrencilerine verecek güçlü bir
mesajı var. Öğretmenlerin ve ebeveynlerin gözünden kaçmamasını diliyorum.
Künye
Nehir Gibi Konuşurum
Yazan Jordan Scott
Resimleyen Sydney Smith
Çeviri Gonca Özmen
Kırmızı Kedi Çocuk
* Bu yazı ilk kez 13 Ocak 2022 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır.
5 Ocak 2022 Çarşamba
Şefkatli Ebeveyn İpuçları: 39
Bilmek isteyen yola çıkar.