31 Mart 2021 Çarşamba

PAŞA ÇAYI

Ne ara uyandın sen, gel gel. 

Çişini yaptın mı? 

Bebek değilsin tabi. Bebek diyen mi oldu? 

Acıktın mı! 

Annen kızıyor sonra. Akşam evde bir şey yemiyormuşsun. 

Çok mu miden kazındı? Ee iyi madem. Reçelli ekmek yiyelim. 

Vişne reçeli kalmadı. Yazdan kalma hiç açılmamış bir kavanoz çilek reçeli var.

Bileğim de tutmaz şimdi. Nasıl yapsak? Koş Ayla  ablanın kapısını çal da çağır. Hadi oğlum. 

Utanacak ne var?

Eh iyi ya, biz deneyelim. Bütün kemiklerim çatırdıyor. İskelet değil demirci atölyesi mübarek. Hah, tut elimi de mutfağa gidelim.

Sen mi çıkardın halının saçaklarını? 

Oğlum kaç kere dedim. Rahmetli deden halının saçağına takıldı da, düşüp kalçasını kırdı. Niye çıkarıyorsun? Söyleyeceğim annene seni kreşe yazdırsın! 

Tamam, tamam ağlama. Sok onları halının altına da nenenin ayakları takılmasın. Hadi oğlum. 

Bak açılmıyor. Kolumda derman mı var benim.

Aman da anneannesinin kuzusu. Ayla ablasını da çağırırmış. 

Hoş geldin Ayla. Gel, geç içeri. 

İyiyim, iyiyim. Bora acıkmış. Reçelli ekmek yiyelim, dedik. Açamadık kapağını. 

Büyüğüm tabi. Beğenemedin mi? 

Ne güzel dedin Ayla. Ağzına sağlık. Duydun mu Ayla ablanı? 

Sevmiyorum mutfakta oturmayı. İçeri geçelim, ferah ferah. 

Otur oraya dökmeden ye.

Bacak kadar çocuğun ağzında maskara oldum. Ah, siz beni gençken görecektiniz. İskeleden balıklama dalar, dubaya kadar yüzerdim. Hey gidi günler. 

Ayla televizyon sehpasının altında fotoğraf albümü olacak.

Tamam o işte. Getir yavrum. 

O mu? Artin. 

Çok yakışıklıydı. Sınıf arkadaşım. Babası kapalı çarşıda kuyumcuydu. Ona sipariş yüzük yaptırmak kadınlar için ne prestijdi. 

Amerika’ya gittiler sonra. Bak bu da Rakel. Okula hep beraber giderdik, kardeş gibi, kol kola. 

Ayla bir çay demleyelim de içelim.

Bırak onu.  Çelik olan ağır geliyor bana. Kaldıramıyorum. Mutfakta alüminyum çaydanlık var. Onunla demle, sana zahmet. 

Bulamadın mı? Kaldırmıştır Ayşen. Eskiymiş, çirkinmiş. Ben de eskidim, n’apalım atalım mı yani!

Hah, demledin mi? Eline, koluna sağlık Ayla’cığım. Ne diyordum?

Bu koltuklar mı? Aman nesi güzel. Ben L takımları seviyorum. Modern şeyleri. Bunların hatırası var işte, atamıyor insan. 

Köşkten ya bak nasıl da hatırladın. Osman amcanın avukat bir amcası vardı. Allah rahmet eylesin. Nur içinde yatsın. Çoluk çocuk hepsi trafik kazasında ölünce kardeşlerine kaldı hep mallar. Karısının ailesi pek çingene çıktı. Haraç meraç para eden ne varsa sattırdılar. Hatıra diye bir bunlar kaldı. 

Sen karışma lafa. Anası kılıklı. Örtcem tabi. 

Yok, orijinal değil. Biz kaplattıydık. Şu çarşafın altında yüzünü gören mi var. Osman amcan çok titizdi. Aman gençliğimde az çektirmedi bana. Oraya oturma, buraya koyma. Sonra sonra alıştım ben de. Öldü ama bak kuralları evin içinde hâlâ. 

Can çıkar, huy çıkmaz diye boşuna dememişler. Elli üç yıl aynı yastığa baş koyduk.

Ben o zamanlar çok alımlıydım. Sokağa bir çıktım mı, bütün esnaf kapılara dizilirdi. Babam da nasıl sert, despot. Ablam da o ara, istemedikleri biriyle kaçıp gidince olan bana oldu. Ne sorgu ne sual. İlk isteyene verdiler, gitti.

Osman amcan titizdi, azıcık huysuzdu ama temiz adamdı. Yol yordam bilirdi.

Bir şirketin muhasebesinde çalışırdı. Bütün gün yoruluyor diye evde çocuklara çıt çıkarttırmazdım. Mum gibi otururlardı babaları gelince. Amcasından miras kalınca, kendi işimi kurayım, dedi. Bu evi aldık. Artan parayı sermaye yaptı bir kırtasiye açtı okulun karşısına. Aman o suratsız adam gitti, yerine neşeli bir adam geldi. Çocuklar bayılırdı.

Fotokopi makineleri ilk çıktığında kimden duyduysa alıp dükkâna koyacağım, dedi. Etme, eyleme, dünya para, dedim. O zaman ihtiyaç kredisi falan yok. Sen ver şu bileziği, söz sana aynısından iki tane alacağım, dedi.

Verdim, verdim. Ama anneme falan giderken içim içimi yiyor. Fark eder de, bir söz ederler diye.

Hiç de korktuğum gibi olmadı. Aldı makineyi. Para da kazandı, söz verdiği iki bileziği de taktı bileğime. Altın bilezik o değil ama seninki.

Mühendis çıkıp ne demeye evde oturuyorsun hiç aklım almıyor.

Boşuna demiyorlar, ekmek aslanın ağzında.

Hepiniz için dua ediyorum. İnşallah kızım tez zamanda gönlüne göre bir iş bulursun.

Bu dada iki aylıktı anası işe başladığında. İşten çıkarırlar diye korktu. Anne senden başka kimseye emanet edemem diye tutuşturdu elime o gün bugündür beraberiz.

Çocuklar küçükken ev kalabalıktı. Osman amcanın köyden ipini koparan gelirdi. Az çocuk okutmadım. Onlar yine bayramda, seyranda telefon açar, anneler gününde, yılbaşında hediye yollar, eksik bırakmazlar. Ayşen akşam kapıdan alır bir merhaba demez. Utanmasa sepete koy sarkıt aşağı diyecek. Kime çekti bilmem.

Yorgunlukmuş. Bir o mu yorgun. Bak bacaklarıma varisler düğüm düğüm.

Aman senin de kafanı şişirdim. İhtiyarlık. Bak işine evladım sen.

Bir bardak çay içseydin gitmeden.

Beklemesin makinenin içinde. Kırışır sonra, haklısın.

Ben içeyim bari. Ağzına kadar da doldurmuş. Kim içecek onca çayı. Bora paşa çayı içer misin?

 

 

 

29 Mart 2021 Pazartesi

Teknolojinin Aile ile Bütünleşmesi Üzerine Söyleşi

Çanakkale Diş Hekimleri Odası Kadın Diş Hekimleri Komisyonu olarak Doç. Dr. Özden Şahin İzmirli'yi ağırladık.

Özden Şahin İzmirli çevrimiçi etkinlikte bizlere Teknolojinin Aile ile Bütünleşmesi başlığı altında teknolojik gelişmelerin yaşama entegresi ve yaşama sızması arasındaki farklılıkları örnekler vererek anlattı. "Teknolojinin üstün yönlerinden faydalanırken olası sınırlılıkları ile nasıl baş edeceğiz? Nereden ve kimden başlamalıyız?" sorularını yanıtladı. 



26 Mart 2021 Cuma

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 34

 Bilmek isteyen yola çıkar. 

Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.
İpuçlarının çevirisi bana ait.

Şefkatli Ebeveyn İpuçları

Eğer çocuklarımızda değiştirmek istediğimiz bir şey varsa, bu kendimizde değiştirmemizin daha iyi olacağı bir şey mi diye önce kendimizi inceleyip bakalım. Carl G. Jung

Öğrendiklerimizin %95'i modelleme %5'i ise talimat yoluyla gelir.
Çocuklarınız çoğunlukla yaşantınızdan öğrenir. Sizin için kıymetli üç değerinizi listeleyin. Her değerin karşısına onu karşılayacak bir eylem seçin. Bugün bu üç eylemi yapmak için kendinizden ricada bulunun.

Ben ne düşünüyorum?
Bana iyi geldiği halde, üç aydır yeni günlük yazmamışım. Hesabını tutunca şaşırdım. Araya yayına hazırlanan yeni dosyamın editöryel çalışmaları ve Kadın Diş Hekimleri Komisyonu etkinlikleri ve hazırlıkları girdi. Çevrimiçi etkinlikleri blog sayfamda paylaşmak, aylık ileti sayısını tutturmak da beni günlüklerin uzağına savuran bir diğer etken olsa gerek. Pandemi koşullarında normal sayılmalı. Yeniden günlüklerin içine girmek, kaldığım yerden devam edebilmek için bu ısınma cümlelerini yazıyor, bir yandan da üç kıymetli değerimi düşünüyorum. Sanırım seçtim: süreklilik, Deniz'in ihtiyaçlarını gözetmek, yaratıcılık 
Süreklilik: benim için bu, en çok sürdürülebilir eylem planları seçmek demek. Anlık, geçici çözümler yerine emek vermeyi sürdürebileceklerimi belirlemek. 
Deniz'in ihtiyaçlarını gözetmek: üçüncü dalganın devam ettiği şu günlerde en görünür ihtiyacı eğlenmek, iyi zaman geçirmek. 
Yaratıcılık: Deniz'e en sık söylediğim şeylerden biri, tüm icatların bir ihtiyaçtan doğduğu. Bence yaratıcılık, bu ihtiyacın karşılanmamasının yarattığı olumsuz, rahatsız edici duygulara takılmak yerine gidermenin yollarını aramak, demek.

Deniz'le nasıl paylaşıyorum? 
Pandemi döneminde tek çocuk olmak, arkadaşsız kalmak, evin içinde bir hayvan dostunun bulunmaması Deniz için işleri zorlaştırıyor. Ekran karşısında geçen okul gününün ardından hareketsiz, eğlenmeye, oynamaya aç vaziyette beni bekliyor. Mesainin ardından maskelerimden sıyrılıp (metafor yok ey okur) dinlenmek, rahatlamak istiyor; bir yandan da ev işlerini sürdürüyorum. Deniz sıkıldığını dile getirdiğinde evde beni bekleyen işler, hevesim, bedensel ve zihinsel durumum gibi pek çok faktöre bağlı oluyor yanıtım. Bazen siber aylaklık edip biraz rahatlamak gevşemek istiyorum. Bazen kendi ilgi alanlarıma yönelik katılmak istediğim çevrimiçi bir etkinlik oluyor. Bazen okumak yazmak o an için  öncelikli geliyor. Her sıkıldım'a elimde bir etkinlikle koşmuyorum ve fakat sürdürülebilir hedeflerimiz de var. Örneğin her hafta bir aile filmi seçip sinema gecesi yapmak, bir yeni tarif denemek, her cuma dışarı çıkmak gibi. Çalışma saatlerim ve çocuklar için sokağa çıkma kısıtlamaları nedeniyle bu bizim günlük bir eylemimiz değil maalesef.  

Deniz'in geri bildirimi ne? 
Yitirdikleri düşünülünce telafi edebildiklerim Deniz için haliyle yetersiz. Daha fazlasını -haklı olarak- talep ediyor. İsteklerini ve ihtiyaçlarını fark ettiği zamanlar acil aile toplantısı düzenliyor. Gündem genellikle onun sıkılması ve bunu nasıl gidereceğini bilememesi oluyor. Sınırlarını genişleteceği yaşlarda eve kapanmak her çocuk gibi onun için de zorlu. Gün içinde çevrimiçi arkadaş sohbetleri, ödevler, kitap okumak gibi faaliyetlerle elinden geleni yapıyor. Sonrası için yardım bekliyor. Bunu da doğrudan dile getiriyor. 

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum? 
Deniz ekrana düşkün bir çocuk değil. Siber aylaklık eden daha çok biziz. Deniz ilgisini çeken bir sanat faaliyeti, mutfakta yoğurma, karıştırma işleri ya da doğa keşfi için her zaman harekete geçmeye hazır. Ona bunları daha çok sunmak ve/ya kendi yapabileceği araçları bulmak konusu önceliğim olacak. Elbette, çocukların nasihatler yerine davranışları izleyerek yani modelleyerek öğrendiğini aklımdan çıkarmayacağım. 

Kendimi nasıl değerlendiriyorum? 
Mükemmel değilim ama gayretliyim, öğrenmeye ve değişime de açığım. 


Eski günlüklere buradan ulaşabilirsiniz








22 Mart 2021 Pazartesi

Nasıl Yazar/Şair Oldum? (60)

 Yazmak, yazar olmak, ucu çocukluğa kadar gidip dayanan, hiç bitmeyen, ömür boyu çaba gerektiren bir uğraş. Yazarların yazmak ve yazar olmakla ilgili içlerinde uyanan en erken hatıradan, ilk ürünlere, yayımlanmış eserlere ve geleceğe uzanan yolculuklarını onların ağzından dinlemek, sizi de bu serüvene dahil etmek istedim. Buyurun.   



                               Soruya Soruyla Cevap: Olabildim mi?

Çocukluğumun yazları ve tüm tatilleri anneannemin tek katlı bahçeli evinde geçerdi.

Hiç göremediğim dedemden kalan kocaman, tahta, mavi bir sandık vardı. Boyumdan büyüktü ve içi dedemin kitaplarıyla doluydu. 

Gündüzleri Ege güneşi kavurur, siyah beyaz televizyonumuz akşamdan akşama açılırdı. Tüm günüm bomboş olduğundan o sandıkla geçerdi.

Bahçedeki asmadan topladığım korukları tuza banıp yerken gözlerim kapanana kadar kitap okumak en sevdiğim şeydi ve bu yaşıma kadar o huzurun üzerine çıkabilen an pek olmadı.   

Fakir Baykurt, Yaşar Kemal, Orhan Kemal ve Aziz Nesin vardı sandıkta. Rus ve Bulgar klasikleri vardı bir de Varlık Yayınları tiyatro serisi.

7-8 yaş için garip sorular sormaya başlayınca annem beni Rıfat Ilgaz ve Muzaffer İzgü ile tanıştırdı. Ökkeş serisini elimde parçalanana kadar okudum.

Hababam Sınıfı'nı okurken gülmekten sedirden düştüm. Sonra da Aziz Dede'ye düştüm, hayatımda bir kere kendimi yere atıp ağladım onda da imza gününde Tüm Eserleri özel sayısını bana almadılar diye.

İyi bir okur oldum.

İlkokulda Türkçe dersi ile barışamadım başlarda.

Ben zaten okumayı sökmüş, güzel bir dünyaya girmiştim. O kelimenin görevi edatmış, zamirmiş, dolaylı tümleçmiş kime ne?

Okul bir etüt açtı, beni de oraya yazdırdılar. Çocuklara çocuk gibi davranmayan, yetişkinmişiz edasıyla yaklaşan güler yüzlü bir lise öğretmeni geldi.

Önce masal anlattırdı bana. Sonra "Çok beğendim bunu yazıp getirir misin?" dedi.

Yazarken anlattığımdan daha uzun ve güzel bulduğunu söyledi. Benim için böylece kompozisyon sayfası açıldı.

Sınıfta heyecanla kompozisyon ödevi verilmesini bekler oldum.

Baktım ki ben yazarken düşüncelerimi daha iyi ifade ediyorum, duygularımı kontrol edebiliyorum.

Düşündüğümü yazayım diye oturuyorum ama yazarken daha iyi, daha geniş düşünüyorum.

Ergenlikte anneme, babama kızardım, oturur yazardım. Arkadaşıma darılır yazardım, içim sevgiyle kabarırdı, yazardım.

Yetmedi mektup arkadaşı edindim, hiç tanımadığım birilerine yazdım.

Lise bitti, Siyasal'ı kazandım. Çarşaf dediğimiz o devasa sınav kağıtlarına sayfalarca yazdım.

Göz korkuturcasına uzun yazdım, Anayasa'yı, Uluslararası Hukuku, Karşılaştırmalı Siyasal Sistemleri ve hatta Kamu Maliyesi'ni 

"Hocam bir kağıt daha alabilir miyim? diye diye yazdım.

Okul bitti, işe başladım. Sosyal medya yok, internetin en iyisi işte var, evdeki hala "dial-up". 

Hala çok okuyordum, okuduklarım aklıma farklı olayları, bakış açılarını getiriyor ama yazacak yer bulamıyordum.

Bornova Anadolu Lisesi mezunlarının açtığı bir "mail grup"ta üyeliğim oldu. Oraya yazmaya başladım. Yani aslında uzun bir e-posta yazıyordum. Sonra birileri onu alıp başkasına iletiyordu: "forward mail"lerin içeriğindeki bir yazardım artık.

Benden üst dönemler, yani ablalar, abiler yanıt veriyordu. "Aferin kız" diyorlardı. O zaman daha çok yazasım geliyordu. Aferin kelimesi, neslim için kıymetli bir hediye gibiydi, bizim zamanımızda pek sık bulunmazdı. 

 Yazılar elden ele yayıldıkça gazetelerde bazı köşe yazarları benden bahsetmeye başladı: "Bir e-posta geldi arkadaşımdan, genç bir kadının kaleminden çıkmış..." diyorlardı, alıntı yapıyorlardı. 

 

Sonra Ekşisözlük 6. nesil yazar alımlarına başladı, oraya yazar oldum.

İşte o ara yazdıklarımın okunduğunu fark ettim. Birine değil, ortaya yazıyordum, insanlar okuyordu. Hem de karşılık veriyorlardı.

Yanıtlıyorlar, mesaj gönderiyorlardı.

Kendim gibi insanlarla buluşmanın bir yolunu daha bulmuştum. Yazı beni kalabalıklaştırıyordu, ben de kalabalık bir yaşamı çok seviyordum. 

İlk kez Ekşisözlükçülerin çıkardığı Ekşi Dergi'de bir yazım basıldı. Sonra kolektif bir kitapta öyküm. Sonra kolektif başka bir kitapta daha.

 

Bir gün, yine Ekşisözlük'ten genç bir kadın benimle röportaja geldi. O kadar eğlenceli vakit geçirmiştik ki bir saatlik röportaj diye oturup birlikte içmeye başlamış, saatler sonra gece yarısında ayrılırken sımsıkı kucaklaşmıştık. Birbirimizi çok sevdik, birlikte madambrownie.com diye bir site yapıp orada kadınlık halleri yazmaya başladık.

Okurumuz bol oldu, iş büyüdü, ikimiz ortak olduk, bir ajans kurduk. 10 yılı geçti, birbirimize yoldaşız hala. Kendi işimi yapmak biraz özgürlük vermişti, o sıralar Evrensel Gazetesi benden bir pazar yazısı istedi. O kadar heyecanlandım ki her şeyi bir kenara bırakıp hemen oturup yazdım. Hatta yetinmedim iki yazı yazdım: "Siz seçin" dedim.

Bir daha istediler yine şevkle yazdım. Ne kadar yazı isterlerse o kadar yazdım.

Bavul Dergi kuruluyordu, ilk sayısı için bir yazı istediler. İlk kez bir dergide yazıyordum, basılacağı gün heyecandan uyuyamadım.

Dergi çıkınca bizi röportaja çağırdılar şimdilerde kapatılmış olan İMC kanalına.

İzlerken baktım, alt bantta adımın başına "yazar" kelimesini koymuşlar. Televizyonun fotoğrafını çektim. O alt banda uzun uzun baktım. İlk kez gördüm adımın başında "yazar sıfatını. 

Bir yıl sonra beni Everest Yayınları aradı. Rüya gibi bir şey oldu: onlar istedi, ben üç ayda yazdım, üç ay da düzenlenmesine harcadık ve ilk kitabım çıktı.

Söyleşilerden birinde "Editörlere gönderirken nasıl dosya hazırlamalı? Yazar olmak için ne yapmalı?" diye sordular.

Bilmiyorum, dedim. Ben çok şanslıydım çünkü dosya ile yayınevi yayınevi gezmedim.

Bunu söyledikten sonra nasıl olduğunu anlatırken bir de baktım ki ben kendimi bildim bileli yazmışım.

Belki de yirmi sene, imkan bulduğum her yere yazmışım, her isteyene, her gerekene ikiletmeden yazmışım. Tarihi bir gün bile kaçırmadan, kelime sayısını tam dedikleri ölçüde tutmaya çalışarak. Sözlüye kaldırılmak için ön sırada oturan öğrenci gibi günü gününe çalışarak, ödevleri hep renkli kalemle süslemeye uğraşarak, özene bezene yazmışım.

Nasıl yazar olunur bilmiyorum, ben sonunu düşünmeden, sonsuz yazarak oldum. Yazar olmak için değil, yazmaktan keyif aldığım için, okuyanın beni anlama ihtimalinin heyecanıyla, kendimi anlatabilmek umuduyla, aynı pencereden bakanlarla yazı vesilesiyle buluşuruz belki diye, zaman zaman düşüncelerimi toparlayabilmek için, zaman zaman içime atamadığımdan, bir zaman sonra da başka türlü rahat edemediğimden yaza yaza baktım ki yazar olmuşum.

 

Şimdilerde düzenli olarak aylık iki dergiye, haftalık olarak gazeteye, zamanı geldikçe Rağmen'e ve hala nereye istenirse yetişebildiğim kadar yazıyorum.

İkinci kitabım pandeminin ilk günlerinde Karakarga'dan çıktı. Yine şanslıyım dedim, yine dosya elimde gezmedim.

Ama şimdilerde bilgisayarımda yarım kalmış bir romanla düzenli olarak bakışıyorum.

Tam zamanlı bir işte ekmeğimi kazanıyor, iki çocuk yetiştiriyorum. 

Her güne bir vaka çıkıyor, adliyelere, emniyet kapılarına koşturuyorum herkesle birlikte, hep birlikte sokağa, alanlara çıkmak gerektiğinde eve sığamıyorum.

Gitmesem oturur yazarım, gitmesem kendim olamam,  o zaman da yazsam neye yarar diyorum.

Başka türlü bir yazar olmayı hayal ediyorum zaman zaman.

Sabahları kahvemi alıp telefonu kapatıp camın önündeki masaya oturup yazdığım karaktere bürünüp parmaklarıma kramp girene kadar yazsam diyorum

Yazmaktan yorgun düşüp elimde bir kitapla divanda uyuyakalsam. Çalışanların mesaisi biterken kısacık uykumdan uyansam, bir demlik çay koyup yeniden başlasam.

Bizde sabah ezanı diye anılan, doğanın uyandığı, varlığından haberdar bile olmadığımız hayvanların seslerinin şehrin merkezindeki balkonlardan duyulabildiği, göğün maviye döndüğü saatlere kadar yazsam. Fırıncılar kepenkleri açarken yeniden kısa bir uykuya yatsam. Sonra kalkıp kahvemi alıp...

Bir gecekondunun salonunu mu yazıyorum, öyle içine girsem ki tutuşmayan ucuz kömürü beslemek için habire sobaya atılan çıraların kokusu gelse burnuma.

Karakter mi yazıyorum, hiç bölünmeden öyle uzun düşünebilsem ki üzerine, burun kenarındaki ufacık iki yağ bezesine hiç dikkat etmeyişi üzerinden kendine boş vermişliğini anlatabilsem, karakterim aynaya bakmıyor olsa ama ben aynaya baktığımda bir an onunla yüz yüze gelecek gibi hissedebilsem. Yetişmesi gereken raporlar kovalamasa, çocuklar üç öğün acıkmasa, mutfak dağılmasa, ev tozlanmasa, telefonum sürekli çalmasa, her gün peş peşe toplantı benimse sürekli uykum olmasa, zamanı kovalamasam da içinde salınsam, tek işim keşke yazmak olsa.  

 

İşte ben o gün gönül rahatlığıyla "yazar oldum" diyebileceğim.

Var bir hayalimiz…

                                                                                                     Ayşen Şahin 

* Bu yazı ilk kez 16 Mart 2021 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır. 


                                            


18 Mart 2021 Perşembe

Ev İçi Emek ve Kadın Emeğinin Görünmezliği Üzerine Söyleşi

Çanakkale Diş Hekimleri Odası Kadın Diş Hekimleri Komisyonu olarak 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nü çevrimiçi bir etkinlikle kutladık. Covid 19 salgınında daha da belirginleşen, yok sayılan ev içi emek ve eşitsizlik konularını konuştuğumuz etkinliğin konuğu sosyolog Elif Uyar Mura oldu.  Elif Uyar Mura "Ev İçi Emek ve Kadın Emeğinin Görünmezliği Üzerine Bir Tartışma: Türkiye'de Köyden Kente Göç Anlatılarında Eksik Olan Nedir?" adlı sunumunun ardından katılımcılarla konu üzerine sohbet etti. 




16 Mart 2021 Salı

Nasıl Yazar/Şair Oldum? (59)

 Yazmak, yazar olmak, ucu çocukluğa kadar gidip dayanan, hiç bitmeyen, ömür boyu çaba gerektiren bir uğraş. Yazarların yazmak ve yazar olmakla ilgili içlerinde uyanan en erken hatıradan, ilk ürünlere, yayımlanmış eserlere ve geleceğe uzanan yolculuklarını onların ağzından dinlemek, sizi de bu serüvene dahil etmek istedim. Buyurun.   




YARATICILIK VE YIKIMIN SINIRINDA YAZARLIĞA BAŞLAMAK

Yazı benim için hayatı anlamaya çalışma yöntemlerimden birisi. Varoluşu, kendimi, duygu durumlarımı, insanlık hallerini, bir tohum gibi açıldıkça saçılan düşünceleri, ilişkilerimi ve yaptığım işi, kısaca insana, yani kendime dair ne varsa, yazarak anlamaya çalışıyorum. Uyanır uyanmaz ilk iş defteri elime alırım ve bilinç akışı ile sayfalarca yazarım. Rüyalarımı yazarım sonra. Bunu yıllardır yaparım. Ne zaman canım sıkılsa elime kalemi alır, yazarım. Ne zaman duygularım dolaşık bir yumak gibi avucuma düşse, yumağı çözebilmek için elime kalemi alırım. Yazdıkça açılır yumak. Yazdıkça içim açılır. İçinden çıkamadığım halleri anlamaya başlarım. Benim için yazmak kendi kendime konuşmanın bir başka hali. Kendi kendime dediğime bakmayın, kendim dediğim içime toplanmış sesler korosu. İçimde topladığım seslere sözcükler biçiyorum yazarken. Sesler görünür oldukça onları, yani kendimi daha iyi anlıyorum. Anlamak istediğim, ardı sıra gittiğim soru her ne ise, cevaplar yazının suretinde beliriyor. Defterlerim arkeolojik kazı alanına benziyor. Kazı yapılmış, toz toprak etrafa saçılmış. Bazen değerli eserler çıkmış ortaya, bazen sadece toz toprak.

Dağınıklığa bakmadan kazı alanında çalışmaya, toparlama derdine düşmeden yeni kazılar yapmaya ve defterlerimde kendimi saçmaya devam ediyordum. Günlerden bir gün birlikte Şamanizm çalışmaları yaptığım hocam bana bir kitap yazmam gerektiğini söyledi. O an, unuttuğum bir adım varmış ve onu hatırlamışım gibi hissettim. Uzun zamandır neye hazırlandığımı bilmeden, yazdıklarımın okuyucusu ile buluşmasını çok istediğimi kendime dahi itiraf edemeden bir kitap yazmaya hazırlanıyormuşum. Hocamın yüzüme karşı direkt söylediği “Kitap yazmalısın,” ifadesi beni bu uykudan uyandırdı ve öyle çok heyecanlandırdı ki, ertesi gün o kitabı yazmaya başladım. İkna olmuştum. Aslında uzun zamandır ikna olmuştum, gizli isteğimi gün yüzüne çıkaracak bir rehbere ihtiyaç duymuşum sadece. Bunu o an anladım. O günden sonra kendime örnek aldığım yoga hocam ve sevdiğim yazarlardan olan Defne Suman gibi ben de her sabah erkenden uyanıp, kitabımı yazmaya devam ettim. İlk kitabım olacak “MASAL: İki Dünya Arasında Aşk” böyle bir hikayede doğdu.

Yazma eylemini kitap yazmaya dönüştürmeyi ve kitabın okuyucu ile buluşacağını bilerek yazmayı çok sevdim. Her gün o kitap için masamın başına oturmak, sözcüklerin dünyasında seyahate çıkmak ve sözcüklerin kendi iradelerini eline alıp beni hiç bilmediğim yerlere götürmeleri, bu yolculuktaki şaşkınlıklarım öyle hoşuma gitti ki, bundan böyle artık kitap yazmaya devam edeceğimi biliyordum. Yazı benim yuvamdı. Bunu daha önce bulmuştum. Kitap yazmaya başladıkça yuvama daha da sağlam oturmuştum. Yazdıkça uykudan uyanıyordum sanki. Usul usul uyanıyordum hem de. Yazma ve yazdıklarımı okuyucu ile paylaşma isteğimi öyle çok bastırmışım ki, ben dahi farkında olmamışım. Sonradan ikinci kitabım olacak “Şifa Veren Masallar”ı ilkinden önce yazmaya başlamıştım. Uyandıkça bir rüyayı hatırlar gibi hatırladım bunu.

Şifa Veren Masallar kitabının hikayesini de anlatayım. Yine böyle çaresizce sorularıma cevap aradığım bir gecede kalemin iradesine teslim olmuştum. Sonradan fark ettim ki ortaya bir öykü taslağı çıkmıştı. İlk kitabım çıkmasaydı bu taslağın bir kitaba dönüşeceğini hayal bile edemezdim. Kendime güvenemezdim yani. Bu taslak nasıl çıkmıştı? Yaklaşık 17 yıldır muhabbet çemberinden beslendiğim üstadım, bir başka rehberim yardım etmişti. Nazik bir dokunuş ile yapmıştı bunu. Bana Steven Pressfield’in Yaratma Savaşı kitabını vermiş ve kitaptan bir bölümü okumamı söylemişti. Yazma sürecindeki direnci konu olan kitabın bu bölümünde Pressfield William Blake’in “Ebediyet zamanın yaratılarına sevdalıdır,” cümlesini yorumluyordu. Pressfield; Blake’in ebediyet kavramı ile bu maddi boyuttan çok daha üstün, zamandan ve mekandan münezzeh bir yeri kast ettiğini ifade ediyor ve bu mekanda yaşayan varlıkların tinsel ve vücutsuz olduklarını söylüyordu. Varlıkların zamanın ve mekanın kurallarının işlediği bu alemde bilinmek istediklerini yazıyordu. “Böyle bakınca,” diyordu, “Beethoven beşinci senfonisini bestelemeden önce o ulvi alemde, bir potansiyel olarak mevcuttu ve esin perisi bu potansiyel besteyi Beethoven’ın kulağına fısıldadı. Kim bilir belki bu periler başkalarının kulağına da fısıldamışlardır ama onu duymak ve bestelemek Beethoven’a nasip oldu,” diye devam ediyordu, Pressfield.

Kitabın bu bölümünü okuduğumda ağlamaya başlamıştım. Bilmediğim kendilik parçalarım kucağıma düşmüştü adeta. Yıllardır bastırdığım parçalarımı artık bastıramıyordum. Karanlık yanıma ışık sızmıştı. Belki de vuslat gözyaşlarıydı bunlar. Kim bilir! Benim de kulağıma fısıldayan sesler vardı ve yazıda görünür olmak istiyorlardı. Ama ben onları duymamazlıktan geliyor ve direniyordum. Onlar yokmuş gibi davranıyordum. Bu nazik dokunuşu takip eden günlerde sonradan ikinci kitabım olacak kitabın taslağını yazdım ve bir kenara attım. İlk kitap çıktıktan sonra, bu taslağı geliştirmenin vakti geldi ve “Şifa Veren Masallar” adıyla okuyucusuna kavuştu.

Masal kahramanları kendi hikayelerinde adım adım ilerlerken bazı sınavlardan geçerler. Bu sınavları rehberlerinin yardımı olmadan veremezler. Hepimiz kendi hikayemizin kahramanıyız ve tıpkı masal kahramanları gibi kendi yaşam maceramızda rehberlerimiz olmadan çetin sınavları vermemiz kolay olmuyor. Sürekli yazdığım halde, yazdıklarımı okuyucu ile paylaşabilmeye cesaret etmek benim için çetin bir sınavdı.

Yazmak yeni bir dünya yaratmak, kaostan kozmosu doğurmak demek. Yaratımın olduğu yerde yıkım da baş gösteriyor. Yaşamın doğduğu yerde ölüm de ilk nefesini alıyor. Yaratım ve yıkım, yaşam ve ölüm aynı nefesi paylaşan tek varlık gibi. Yaratım enerjisinin yanı başında beliren yıkım enerjisi ile baş edebilmek için, sembolik olarak o ölümü tatmış rehberlere ihtiyacımız var. Onlar olmadan tek başına bu maceradan çıkmak kolay değil. Ben de bu sınavımı rehberlerimin yardımı olmadan veremezdim. Onlar bana inanmasaydı ben kendime inanmazdım. Yazdıklarımı okuyucu ile paylaşamazdım.

İşte yazar olma maceram böyle başladı. Bana inanan iki güzel insanın elini omzuma koyup, “Hadi kızım,” demeleriyle ivmelendi. Onlara müteşekkirim!

Nazlı Çevik Azazi

15 Mart 2021 Pazartesi

Nasıl Yazar/Şair Oldum? (58)

 Yazmak, yazar olmak, ucu çocukluğa kadar gidip dayanan, hiç bitmeyen, ömür boyu çaba gerektiren bir uğraş. Yazarların yazmak ve yazar olmakla ilgili içlerinde uyanan en erken hatıradan, ilk ürünlere, yayımlanmış eserlere ve geleceğe uzanan yolculuklarını onların ağzından dinlemek, sizi de bu serüvene dahil etmek istedim. Buyurun.   



Yazan Olmak, Yazar Olmak…

“Nasıl yazar oldunuz?”

Bu soru kitap fuarları, okul söyleşileri ve imza günlerinde bizlere en sık sorulan soruların başında geliyor. Ben ilk başlarda yani kitaplarımın yayınlandığı ilk yıllarda karşıma çıkan bu soruya, “yazar olmak hiç aklımda yoktu” diyerek yanıtlıyordum. Ancak bir gün kedim Lokum kitaplığımın en üst rafında duran çocukluğuma, gençliğime ait günlükleri yere düşürdüğünde gerçeği söylemediğimi anladım. Çünkü bu günlüklerimde sıkça yazar olmak istediğimden bahsetmişim. Evet, çok konuşkan biri olarak bilinsem de yazmak benim için her zaman kendimi ifade etmek için iyi bir araç oldu. Pek çok kişi gibi ben de okul gazetesine öyküler yazdım, aşk şiirleri kaleme aldım, gezi notları tuttum. Ödevimi yapmak yerine duvar gazetesine yazı yazdığım için azar işittiğim de oldu, İstanbul’dan bindiğim Doğu Ekspresi’nde yazmaya daldığım için Ankara Garı’nda inmeyi unuttuğum da. Çocuklarla yaratıcı drama atölyeleri yapmaya ve onlarla oyunlar sahneye koymaya başladığımda ise yazmaya daha da sarıldım. Çocuklarla birlikte yaratmak harika bir şey. Onlarla birlikte oluşturduğum pek çok öğrenme tasarımını farklı platformlarda sundum. Makaleler, bildiriler, tiyatro metinleri, öyküler yazdım. Yazmanın biçemi değişse de edimi aynı aslında. Ancak bir öykümü yayımlatma konusunda girişken olamadım. İlk göz ağrım İyi ki Varsın Tilki Toni serim uzun bir yazma ve bozma süreci sonrası okurla buluştu. Çünkü nitelikli çocuk edebiyatının ne olup ne olmadığının çok iyi biliyordum. Çok iyi kitaplar okumuştum ve yüksek lisans, doktora düzeyinde çocuk edebiyatı dersleri almıştım. Kalem oynatılan her şeyin edebiyat olmadığının bilincindeydim. Yazılan ve basılıp okurla buluşan her eser artık okurun oluyor ve okur karar veriyor yazar olup olmadığımıza. Ben uzun süre kendime yazar değil yazan dedim ki bugün de yayımlanmış on dört kitabım ve dört farklı yayınevinden yayına hazırlanan altı kitap dosyam olmasına rağmen yazar sıfatını okurun benim için kullanmasının daha uygun olduğunu düşünüyorum.

Her gün defterini eline alıp ya da bilgisayarın başına geçip düzenli olarak yazan ve yazmak için konu kovalayan biri değilim. Hayatın akışında beni acıtan, heyecanlandıran etkileyen olaylar ve durumlar karşısında yazmadan duramıyorum. İşte o an nerede olursam olayım hemen kendimi dış dünyaya kapatıp bulduğum herhangi bir şeyler yazmaya başlıyorum. Sonrasında ise o fikrin bir öyküye dönüşmesi çok keyifli ve zorlu bir yolculuk oluyor.

Çocuklar için yazdığımı düşünmüyorum her yaştan okur için ama sanırım en çok da kendim için yazıyorum. Altı yılı aşkın bir süredir Kadıköy Anneleri web sitesindeki İlk Kitaplığım köşemde resimli kitapları anlatıyorum. Burcu Yılmaz ve Simlâ Sunay ile birlikte Cumhuriyet Kitap’taki Taş-Kağıt-Makas sayfamızı taşıdığımız Sanat Kritik web sitesinde ise her yaştan çocuk kitabını yorumluyorum. Tüm bunların okuma, yazma ve yorumlamanın birbirini çok beslediğini düşünüyorum. Bir de çeviri kısmı var elbette. Maalesef ben o kısımda kalem oynatamıyorum ama hayallerimden biri eserlerimin başka başka dillerde okurla buluşması diyebilirim. Başka ne mi hayal ediyorum? Hayallerimin hiç bitmemesini…

Hafize Çınar Güner

* Bu yazı ilk kez 4 Mart 2021'de Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır. 

Dünyayı Kadınlar mı Kurtaracak?

Çanakkale Diş Hekimleri Odası Kadın Diş Hekimleri Komisyonu kapsamında İlknur Urkun Kelso ile gerçekleştirilen Kadın ve Doğa üzerine söyleşi: