16 Mart 2021 Salı

Nasıl Yazar/Şair Oldum? (59)

 Yazmak, yazar olmak, ucu çocukluğa kadar gidip dayanan, hiç bitmeyen, ömür boyu çaba gerektiren bir uğraş. Yazarların yazmak ve yazar olmakla ilgili içlerinde uyanan en erken hatıradan, ilk ürünlere, yayımlanmış eserlere ve geleceğe uzanan yolculuklarını onların ağzından dinlemek, sizi de bu serüvene dahil etmek istedim. Buyurun.   




YARATICILIK VE YIKIMIN SINIRINDA YAZARLIĞA BAŞLAMAK

Yazı benim için hayatı anlamaya çalışma yöntemlerimden birisi. Varoluşu, kendimi, duygu durumlarımı, insanlık hallerini, bir tohum gibi açıldıkça saçılan düşünceleri, ilişkilerimi ve yaptığım işi, kısaca insana, yani kendime dair ne varsa, yazarak anlamaya çalışıyorum. Uyanır uyanmaz ilk iş defteri elime alırım ve bilinç akışı ile sayfalarca yazarım. Rüyalarımı yazarım sonra. Bunu yıllardır yaparım. Ne zaman canım sıkılsa elime kalemi alır, yazarım. Ne zaman duygularım dolaşık bir yumak gibi avucuma düşse, yumağı çözebilmek için elime kalemi alırım. Yazdıkça açılır yumak. Yazdıkça içim açılır. İçinden çıkamadığım halleri anlamaya başlarım. Benim için yazmak kendi kendime konuşmanın bir başka hali. Kendi kendime dediğime bakmayın, kendim dediğim içime toplanmış sesler korosu. İçimde topladığım seslere sözcükler biçiyorum yazarken. Sesler görünür oldukça onları, yani kendimi daha iyi anlıyorum. Anlamak istediğim, ardı sıra gittiğim soru her ne ise, cevaplar yazının suretinde beliriyor. Defterlerim arkeolojik kazı alanına benziyor. Kazı yapılmış, toz toprak etrafa saçılmış. Bazen değerli eserler çıkmış ortaya, bazen sadece toz toprak.

Dağınıklığa bakmadan kazı alanında çalışmaya, toparlama derdine düşmeden yeni kazılar yapmaya ve defterlerimde kendimi saçmaya devam ediyordum. Günlerden bir gün birlikte Şamanizm çalışmaları yaptığım hocam bana bir kitap yazmam gerektiğini söyledi. O an, unuttuğum bir adım varmış ve onu hatırlamışım gibi hissettim. Uzun zamandır neye hazırlandığımı bilmeden, yazdıklarımın okuyucusu ile buluşmasını çok istediğimi kendime dahi itiraf edemeden bir kitap yazmaya hazırlanıyormuşum. Hocamın yüzüme karşı direkt söylediği “Kitap yazmalısın,” ifadesi beni bu uykudan uyandırdı ve öyle çok heyecanlandırdı ki, ertesi gün o kitabı yazmaya başladım. İkna olmuştum. Aslında uzun zamandır ikna olmuştum, gizli isteğimi gün yüzüne çıkaracak bir rehbere ihtiyaç duymuşum sadece. Bunu o an anladım. O günden sonra kendime örnek aldığım yoga hocam ve sevdiğim yazarlardan olan Defne Suman gibi ben de her sabah erkenden uyanıp, kitabımı yazmaya devam ettim. İlk kitabım olacak “MASAL: İki Dünya Arasında Aşk” böyle bir hikayede doğdu.

Yazma eylemini kitap yazmaya dönüştürmeyi ve kitabın okuyucu ile buluşacağını bilerek yazmayı çok sevdim. Her gün o kitap için masamın başına oturmak, sözcüklerin dünyasında seyahate çıkmak ve sözcüklerin kendi iradelerini eline alıp beni hiç bilmediğim yerlere götürmeleri, bu yolculuktaki şaşkınlıklarım öyle hoşuma gitti ki, bundan böyle artık kitap yazmaya devam edeceğimi biliyordum. Yazı benim yuvamdı. Bunu daha önce bulmuştum. Kitap yazmaya başladıkça yuvama daha da sağlam oturmuştum. Yazdıkça uykudan uyanıyordum sanki. Usul usul uyanıyordum hem de. Yazma ve yazdıklarımı okuyucu ile paylaşma isteğimi öyle çok bastırmışım ki, ben dahi farkında olmamışım. Sonradan ikinci kitabım olacak “Şifa Veren Masallar”ı ilkinden önce yazmaya başlamıştım. Uyandıkça bir rüyayı hatırlar gibi hatırladım bunu.

Şifa Veren Masallar kitabının hikayesini de anlatayım. Yine böyle çaresizce sorularıma cevap aradığım bir gecede kalemin iradesine teslim olmuştum. Sonradan fark ettim ki ortaya bir öykü taslağı çıkmıştı. İlk kitabım çıkmasaydı bu taslağın bir kitaba dönüşeceğini hayal bile edemezdim. Kendime güvenemezdim yani. Bu taslak nasıl çıkmıştı? Yaklaşık 17 yıldır muhabbet çemberinden beslendiğim üstadım, bir başka rehberim yardım etmişti. Nazik bir dokunuş ile yapmıştı bunu. Bana Steven Pressfield’in Yaratma Savaşı kitabını vermiş ve kitaptan bir bölümü okumamı söylemişti. Yazma sürecindeki direnci konu olan kitabın bu bölümünde Pressfield William Blake’in “Ebediyet zamanın yaratılarına sevdalıdır,” cümlesini yorumluyordu. Pressfield; Blake’in ebediyet kavramı ile bu maddi boyuttan çok daha üstün, zamandan ve mekandan münezzeh bir yeri kast ettiğini ifade ediyor ve bu mekanda yaşayan varlıkların tinsel ve vücutsuz olduklarını söylüyordu. Varlıkların zamanın ve mekanın kurallarının işlediği bu alemde bilinmek istediklerini yazıyordu. “Böyle bakınca,” diyordu, “Beethoven beşinci senfonisini bestelemeden önce o ulvi alemde, bir potansiyel olarak mevcuttu ve esin perisi bu potansiyel besteyi Beethoven’ın kulağına fısıldadı. Kim bilir belki bu periler başkalarının kulağına da fısıldamışlardır ama onu duymak ve bestelemek Beethoven’a nasip oldu,” diye devam ediyordu, Pressfield.

Kitabın bu bölümünü okuduğumda ağlamaya başlamıştım. Bilmediğim kendilik parçalarım kucağıma düşmüştü adeta. Yıllardır bastırdığım parçalarımı artık bastıramıyordum. Karanlık yanıma ışık sızmıştı. Belki de vuslat gözyaşlarıydı bunlar. Kim bilir! Benim de kulağıma fısıldayan sesler vardı ve yazıda görünür olmak istiyorlardı. Ama ben onları duymamazlıktan geliyor ve direniyordum. Onlar yokmuş gibi davranıyordum. Bu nazik dokunuşu takip eden günlerde sonradan ikinci kitabım olacak kitabın taslağını yazdım ve bir kenara attım. İlk kitap çıktıktan sonra, bu taslağı geliştirmenin vakti geldi ve “Şifa Veren Masallar” adıyla okuyucusuna kavuştu.

Masal kahramanları kendi hikayelerinde adım adım ilerlerken bazı sınavlardan geçerler. Bu sınavları rehberlerinin yardımı olmadan veremezler. Hepimiz kendi hikayemizin kahramanıyız ve tıpkı masal kahramanları gibi kendi yaşam maceramızda rehberlerimiz olmadan çetin sınavları vermemiz kolay olmuyor. Sürekli yazdığım halde, yazdıklarımı okuyucu ile paylaşabilmeye cesaret etmek benim için çetin bir sınavdı.

Yazmak yeni bir dünya yaratmak, kaostan kozmosu doğurmak demek. Yaratımın olduğu yerde yıkım da baş gösteriyor. Yaşamın doğduğu yerde ölüm de ilk nefesini alıyor. Yaratım ve yıkım, yaşam ve ölüm aynı nefesi paylaşan tek varlık gibi. Yaratım enerjisinin yanı başında beliren yıkım enerjisi ile baş edebilmek için, sembolik olarak o ölümü tatmış rehberlere ihtiyacımız var. Onlar olmadan tek başına bu maceradan çıkmak kolay değil. Ben de bu sınavımı rehberlerimin yardımı olmadan veremezdim. Onlar bana inanmasaydı ben kendime inanmazdım. Yazdıklarımı okuyucu ile paylaşamazdım.

İşte yazar olma maceram böyle başladı. Bana inanan iki güzel insanın elini omzuma koyup, “Hadi kızım,” demeleriyle ivmelendi. Onlara müteşekkirim!

Nazlı Çevik Azazi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder