13 Mayıs 2024 Pazartesi

Geçmiş Zaman Çileleri üzerine söyleşi

TDBD 211. sayı için meslektaşım Emre Harbalıoğlu ile gerçekleştirdiğimiz söyleşi:


Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?

Marmara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nden 2000 yılında mezun oldum. Çanakkale merkezde kendime ait muayenehanemde serbest diş hekimi olarak çalışıyorum. Çanakkale Dişhekimleri Odası üyesiyim. Odanın çeşitli organlarında görev aldım. Geçen dönem odamızın yönetim kurulunda genel sekreterlik görevini üstlendim. Aramıza yeni katılan iki meslektaşımızla bir dönem daha yönetim kurulunda çalışmaya devam edeceğiz. Bunların yanı sıra kent genelinde sürdürülebilir yaşam, ekoloji, masallar ile ilgili çeşitli sivil topluluklarla birlikte gönüllü çalışmalar yürüttüm. Şu sıralar çalışmalarımı Çanakkale Kent Konseyi Kadın Meclisi Yürütme Kurulu’nda sürdürüyorum. Yetişkinler için öykü yazarak başladığım edebiyat alanında çocuklar için de eserler vermek istediğim için Çocuklar İçin Felsefe Eğitmenlik Eğitimi aldım. İstanbul Üniversitesi AUZEF önlisans Çocuk Gelişimi programından mezun oldum. 2021 yılında ilk çocuk kitabım “Pelin ve Küçük Dostu Karamel” yayımlandı. Bu konuda da muradıma erdim diyebiliriz.

Öykü yazmaya ilk ne zaman başladınız?

Geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz usta yazar Mario Levi’nin öğrencisiyim. Kendi kendime yaptığım karalamaları, iç dökmeleri daha iyi metinler haline getirebilmek arzusuyla 2006 yılında onun yaratıcı yazarlık atölyesine katıldım. İlk ürünlerimi de o atölyede ortaya çıkardım.

Öykülerinizi kitap haline getirmeye nasıl karar verdiniz? İlk kitabınız ne zaman çıktı?

2013 yılında kurmacabiyografiler adlı bloğumda yazmaya başladım. Burada yazarlarla söyleşiler yapmaya, kitap tanıtım yazıları yazmaya başladım. Yazdıkça ürettiğim içeriklerin pekâla başka yayın organlarında da yayımlanabilecek nitelikte olduğunu fark ettim. Böylece öykülerim, değerlendirme yazılarım, yaptığım söyleşiler yayımlanmaya, okur ve yazar arkadaşlarımdan geri dönüşler almaya başladım. Belli bir öykü toplamına ulaştığımda onları bir kitap bütünlüğünde görme arzusu duydum. Dosyamı çeşitli yayınevlerine göndermeye başladım. İlk kitabım “Lodos Çarpması” 2015 yılının aralık ayında NotaBene Yayınları tarafından yayımlandı. Sonrasında yazmak konusunda aceleci davranmadım. İlk kitabın üzerine çıkmak için öykünün teoriği üzerine kafa yordum. Okumalarımı yaptım. 2020 yılında ikinci öykü kitabım “Kendisiymiş Gibi” yayımlandı. Dördüncü kitabım geçtiğimiz aylarda yayımlandı. Yolculuğum sürüyor.

Mesleğiniz, karşılaştığınız hastalar öykülerinizde size ilham veriyor mu?

Bu sıklıkla karşılaştığım bir soru. Çok net bir şekilde hiçbir hastamın ya da arkadaşımın benimle paylaştığı kişisel hikâyesini öyküleştirmediğimi söyleyebilirim. Bir olayın başlı başına ilginç ya da etkileyici olması, beni öykü yazmaya çağırmıyor. Genellikle ilhamı yaratan şey, bir söz, bir duygu, bir mimik, okuduğum kitaplar, izlediğim filmler oluyor. Yazmaya başlamak için kimi zaman adına ilham denen küçük tetikleyiciler olsa da ilhamdan çok çalışmaya inanıyorum. Kimi zaman yazdığım eski öyküleri şimdi yazsam nasıl yazardım sorusunun peşine düşüp yepyeni, bambaşka öykülere varabiliyorum.

Çocuk okura hitap etmenin zorluklarından bahseder misiniz?

Günümüzün en büyük problemi odaklanmak sanırım. Dikkatimiz sık sık cep telefonumuzdan gelen bildirimlerle bölünüyor. Çocuğu, genci, yaşlısı oradan gelen çağrıya kayıtsız kalmakta zorlanıyoruz. Bunun yanı sıra bugünün çocukları, görsel uyarandan yana zengin bir dünyanın içinde. Örneğin bizim kuşak, yeni bir şey öğrenmek, ders çalışmak için yazılı metinlere başvurur, bir öğretmenden ders dinlerdi. Şimdi videolar, uygulamalar aracılığıyla sesli, görsel içeriklere ulaşmak mümkün. Bu zenginliğe alışan çocuğun beğenisi de değişiyor haliyle. Onu yakalamanın tek yolu, ona hitap eden iyi bir hikâye anlatmak. Merak duygusu uyandıran, duygular yaratan, akıcı ve yalın bir dille yazılmış sürükleyici bir hikâyeye kayıtsız kalmak güç. Bir yerde kitap okumayı sevmeyen bir çocuk varsa, henüz beğenebileceği türden bir kitapla karşılaşmamış olabilir.  Ya da kitaplarla geç tanışmıştır. İlkokula başlayana kadar ebeveynleri tarafından kendisine kitap okunmamış çocuğun kitaplara dair algısı elbette farklı. Kitabı doğal olarak bir tür eğitim nesnesi olarak görüyor, aşılması gereken bir güçlük… Öğretmenlerin kimi tutumları da bunu pekiştiriyor. Örneğin kitapların içinden zorla özet çıkartmak, belirlenmiş soruları yanıtlatmak… Bunlar özünde iyi niyetli çabalar olsa da çocuğu kitaba ve okuma eylemine yaklaştırmıyor. Çocukların eğlenmek, gülmek, okuma hazzı hissetmek için seçim yapma hakkına sahip olması gerekir. Bu sayede bir kitabın da aynı izlediği çizgi film, oynadığı bilgisayar oyunu gibi bir hikâye sunduğunu fark edecek ve okumayı sevecektir. Biz çocuk kitabı yazarlarına düşen ise öğretici olma sevdasına düşmeden, yalın, akıcı bir dille güzel hikâyeler yazmak.

Bize yeni projelerinizden bahseder misiniz?

Son öykü kitabım “Geçmiş Zaman Çileleri” henüz yayımlandı. Biraz ara vermeye, dinlenmeye, yeni hikâyeler biriktirmeye ihtiyacım var. Büyük olasılıkla kısa öykü yazmayı sürdüreceğim çünkü öykü türünü seviyorum. Bunun yanı sıra çocuklar için bir roman yazmayı arzuluyorum. Kızıma bu konuda verilmiş bir sözüm var.

Yazarlığa başlamak isteyen, düşünen meslektaşlarımıza tavsiyeleriniz olur mu?

Bugün yazmak isteyenler için düzenlenen çok sayıda yüz yüze ve çevrimiçi atölye var. Her sanat dalı gibi yazarlık da öğretilebilir. Türün iyi örneklerinin irdelendiği, kimi tekniklerin izah edildiği atölyeler ufuk açıcı. Geçireceğiniz zevkli saatler de cabası. Ancak yazar olmanın tek yolu var o da yazmak.  İyi bir okur olmak, bolca temrin yapmak, yazdıklarını paylaşmaya cüret etmek, onları dergilere, yarışmalara göndermek, dergilerden, yarışma jürilerinden yanıt almamaya, reddedilmeye hazır olmak, seni henüz fark etmeyen dünyaya küsmeden yazmaya devam etmek.


9 Mayıs 2024 Perşembe

Bir Büyüme Hikâyesi: Hortum Akıllı

 

İnsan beyni, milyarlarca sinir hücresi ve bu hücreler arasındaki bağlantılardan oluşmaktadır.  Bu bağlantılar sayesinde dünyayı algılarız, duygularımızı işleme alır, etrafımızda olanı biteni öğrenir, problem çözme becerileri ediniriz. Bu bağlantılar hepimizde aynı şekilde değildir. Tıpkı parmak izlerimiz gibi farklılık gösterir. Parmak izlerimizin aksine neredeyse hayatidir. Çünkü davranış kalıplarımızı, öğrenme şekillerimizi, çevreyle ilişkilerimizi bu bağlantılar belirler. Pek çoğumuz sarılmaktan hoşlanır, kolaylıkla okur, etrafımızdaki gürültülü dünyaya tahammül ederiz. Bağlantılarımız sayesinde, hem de çabasızca.

Oysa başkalarının ona dokunmasına katlanamayan, yüksek seslerden rahatsız olan, dikkati kolayca dağılan, günlük hayattaki değişikliklerden hoşlanmayan, arkadaş edinmekte güçlük çeken bireyler vardır. Onları normal/anormal olarak kategorize etmemek ancak bu farklılığın beyinlerinin farklı gelişmesinden veya çalışmasından, yani nöroçeşitlilikten kaynaklandığını bildiğimizde mümkün.

Nöroçeşitliliğe sahip bireyler, tüm gelişimsel ve davranışsal dönüm noktalarına çoğu insan için standart olan zamanda ulaşamazlar.  Günlük hayata uyumları,  beyinleri tipik şekilde çalışan ve gelişen bireylere nazaran daha güçtür. “Beceriksiz”, “uyumsuz” gibi takılması olası etiketler ise durumu yalnızca daha da güçleştirir. İşte bu yüzden hepimizin insan beyninin her koşulda aynı çalışan bir makine değil, bir ekosistem olduğunu anlamaya ve kabul etmeye ihtiyacımız var. Bir başkasının hayatını, deneyimini yargılamadan önce, onun ayakkabılarını giymeye, onun geçtiği yollardan, sokaklardan, dağlardan, ovalardan geçmeye, hüznü, acıyı ve neşeyi tatmaya, onun geçtiği senelerden geçmeye, onun takıldığı taşlara takılmaya ihtiyacımız var. Bir başkasının hayatını bire bir deneyimlemek normal koşullarda pek de olası değil. Bu deneyime en yaklaştığımız yer, kurgusal kahramanların hayatlarına baktığımız filmler ve kitaplar…

 

Bunca girizgâhın sebebi, bana tam da bu türden bir deneyim yaşatan bir gençlik romanı. Cat Patrick tarafından yazılan, Seda Ateş çevirisiyle Türkiyeli okurun karşısına çıkan Can Çocuk’tan yayımlanan “Hortum Akıllı” nöroçeşitliliğe sahip on üç yaşındaki Frankie’nin ağzından anlatılan etkileyici bir roman.

Roman, anlatıcı Frankie’nin hortumlara dair doğru bilinen yanlışları anlatmasıyla açılıyor.

“Eğer hortumun biri ortaokula gitseydi, öbür çocuklar ona tuhaf tuhaf bakarlardı. Rehber öğretmeni, davranışlarının ‘kestirilmez’ olduğunu söylerdi. Annesi, çıkıntılık yapmamasını, diğer hortumlarla aynı yöne gitmesini tembih ederdi. Ama belki de uyumlu olmak hortumun hiç de umurunda değildir, bu pek arkadaşı olmayacağı anlamına gelse bile.

Bunu anlayabiliyorum çünkü benim de bir arkadaşım vardı, ama şimdi yok. Anlaşılması güç.

Onunla bir hortum esnasında tanıştım.”

Frankie, bu girişin ardından anaokulunun ilk haftasında oluşan şiddetli hortumu, okul bahçesinde yaşanan paniği, o gün tanışıp arkadaş olduğu Colette’i anlatır ve sözü bugüne getirir. Olayın üzerinden 7,5 yıl geçmiştir. Colette ile arkadaşlıkları biteli iki ay olmuştur. Colette kaybolalı ise yalnızca birkaç gün. Colette’i son gören kişi, Frankie’dir ancak son görüşmeleri pek de arkadaşça geçmemiştir. Collette, bir gece ansızın gelmiş ve Frankie’nin ikiz kızkardeşi Tess de dahil olmak üzere üçünün oynadığı “Doğruluk mu? Cesaret mi?” oyununu belgelemek üzere kullandıkları, Frankie’nin sakladığı özel defteri istemiş, sonra da kayıplara karışmıştır. Genç kızı son olarak gören tüm arkadaşları gibi polis merkezinde sorgulanan Frankie, polisin dikkatini çekmeyen ayrıntıları fark eder ve gerçeğin yani arkadaşının nerede olduğunun peşine düşer.

Roman kayıp kızın aranması, Frankie’yle küslüklerinin nedenleri, Frankie’nin ailesiyle ve çevresiyle yaşadığı güçlükleri aktararak ilerler. Her bir bölümün ismi hortumlarla ilgili bir gerçeğe tekabül eder. Frankie gerçek bir hortumseverdir. Bu bölüm isimleri ve Frankie’nin hortumlara dair açıklamaları boşuna değildir. Frankie’nin yaşadığı nöroçeşitliliği okura daha güçlü geçirmek üzere kullanılan bir metafordur, hortum. Frankie’nin zihninin içi, bir hortumun içi gibidir. Davranışları, yakın çevresi üzerinde yıkıcı etki yaratır kimi zaman. Kız kardeşi Tess, ılıman, güneşli bir gökyüzüyken, Frankie döne döne gelen, döndükçe büyüyen hortumun ta kendisidir. İki kız kardeş arasındaki zıtlık, nörotipik bireyler ile nöroçeşitlilik sahibi bireylerin yaşantılarını izah etmeksizin gözler önüne serer. Frankie’nin yaşadığı iç çatışmaları, suçluluk duygusunu yansıtır. Frankie’nin güçlü yönü, herkesin gözünden kaçan ayrıntıları kolaylıkla fark etmesidir. Değişiklikten hoşlanmayan Frankie için rutini bozan her bir ayrıntı bir şimşek kadar güçlü ve belirgindir, gözden kaçması imkânsız. O, tüm bu ayrıntıları, bir hortumun önüne geleni içine çekmesi gibi alır. Polisle de paylaşır. Emniyet güçleri, onun uyarılarını ciddiye almasa da, o Colette’in bıraktığı, yalnızca kendisinin çözebileceği ipuçlarını toplar ve peşine düşer. Tess de arama sürecinin bir parçası olur. Bu sayede yıpranmış kardeşlik ilişkileri de düzelmeye başlar. Bir yandan Colette’in kaybolmasına dair gizem giderilirken bir yandan da Frankie’nin büyüme, olgunlaşma hikâyesi takip edilir.

Birinci tekil şahıs anlatımı sayesinde dikkat eksikliği, duyusal işlem bozukluğu yaşayan bir bireyin yaşadığı karmaşanın, duyguların, çatışmaların, terapiye, kullanması gerekli ilaçlara karşı duyduğu hoşnutsuzluğun okura başarıyla geçtiği bir roman, “Hortum Akıllı”. Arkadaşlığa, kız kardeşliğe, affetmeye, büyümeye, kendin olabilmeye dair bu güçlü ve içten hikâyeyi gözden kaçırmayın.


                                                                                                                           

                                                                          

Hortum Akıllı

Cat Patrick

Çeviri Seda Ateş

Yaş 12-13-14-+

Can Çocuk

                             

* Bu yazı 6 Mayıs 2024 tarihinde Parşömen Fanzin'de yayımlanmıştır.                                                 

 

8 Mayıs 2024 Çarşamba

Bahar dayandı kapıya

Sabah aydınlığa uyanmak neşesi diye bir şey var. Bunu tanımlayan tek bir isim, tek bir duygu yok ama bence olmalı. Düşünsene kara kıştan çıkmışsın. Aylarca alarmın sabahın kör karanlığında bağırmış çığlık çığlığa. Üzerine bir sabahlık ya da hırka giymeden yataktan çıkamamışsın. Yükümlülükler seni ayağa dikmeye zorlarken sen sıcak yatağını terk etmek ve içine büzülmek arasında gidip gelmişsin. Bedenin, ruhun hantal, iş görmek istemezken gözlerini açtığında gün ışığının çoktan odana dolduğu aydınlık günlere kavuşmuşsun. Papatyalar incecik boyunlarını uzatmış, sarı beyaz parlamakta. Katırtırnaklarıyla kavuşamamışsın henüz ama biliyorsun, kokularını salıyorlar havaya. Narin gelincikler çoktan kızarmış,  uzun, yeşil çayırlar arasında birer desen gibi yatmakta... 

Yani arkadaşım bahar dayandı kapıya. Uyanmamak mümkün değil. İlle uyanacak içinde bir şeyler, tomurcuk açacak. Etrafında uyanan doğaya kayıtsız kalamayacaksın. Uyanış seni de çağıracak. Hem de bangır bangır. 

Bende neler mi değişti baharın gelmesiyle. Anlatayım. Üzerime ağır bir battaniye gibi serilmiş ertelemek havalandı örneğin. Eskiden eve gelir gelmez atardım kendimi koltuğa, bütünleşirdim neredeyse. Ev işleri pazara sıkışırdı her defasında. Bak şimdi ufak ufak yapıyorum, her gün bir şeyler. Oflamadan puflamadan 6.30'ta uyandım misal. Yazıp yollamam gereken kısacık yazı havalandı  elektronik posta kuşuyla. Çay yaptım kızıma. O balkonda içti, ben bir dilim ekmek ve peynire katık edip yuvarladım. Tavuk haşladım sonra. Tavuklu nohutlu pilav demini almakta. Saat 8.25 daha. Salon derli toplu. Sandalye sırtındaki bir polar, bir yağmurluk, antredeki dolaba asılacak, hemen şimdi. Akşam karşılamayacak beni aynı yerde. Çamaşırlar katlanacak, yenileri yıkanacak, öyle sünmeden, sündürmeden. 

Ertelemek çok büyük bir başlık biliyorsun. Öyle sadece sıkıcı ev işleri ertelenmiyor. Bir bakıyorsun, arkadaşlarla buluşmak da ötelenmiş. Büyük market alışverişleri, bedenin hareket ve sağlık ihtiyaçlarını gidermek, kitap okumak, yazmak... Bir yerlerden başlamak gerek, biliyorsun ama kış karanlığı seni içine çekiyor. Böyle yazmak, bunu pekiştirdikçe pekiştirmek, koca bir mevsimi çöpe atmak, onun keyiflerinden mahrum kalmak da doğru gelmiyor. Kış benim için biraz daha dinlenmeli, yavaşlamalı geçiyor sanırım. Bu durağanlığın ardından daha hareketli, eylemli günleri kutlama diye okunmalı belki de bu satırlar. Yani koca bir mevsimi karalama değil, onun sağladığı nadasın ardından gelen ödülleri kutlama satırları bunlar. Neler var kutlama listemde, bakalım: 

Haftalar önce okuduğum Hortum Akıllı romanı hakkında yazdım. Parşömen'de yayımlandı. Çocuk ve ilk gençlik kitaplarının iyimser bir yanı var. Bünyeyi mahrum bırakmamalı. 

Bu hafta evde üç yemekli misafir vardı örneğin. Pazar kahvaltısı, pazar akşamı balık, hafta içi bir akşam da şehir dışından gelen arkadaşlarla spontan bir akşam yemeği. Sohbetli, rakılı, şaraplı, kahkahalı, iyi anılar bırakan türden. 

Dün ilk kez televizyon yayınına katıldım. Çanakkale'de faaliyet gösteren yerel bir kanalda Kent Söyleşileri başlığı altında kentin sanatçılarıyla, bilim insanlarıyla, konusunda uzmanlarla buluşup sohbet eden Öznur Doğangün'ün konuğu oldum. Yazmaya nasıl başladığım, süreci nasıl ilerlettiğim, kitaplarımın yayımlanma süreci vb konuları konuştuğumuz sohbet nasıl başladı, bitti anlamadım. Canlı yayın gibi tek seferde sohbet ettik, çekimi tamamladık. Önümüzdeki haftalarda yayımlanacak. Kalbim pırpır. 

Gelecek hafta sonu üç günlük bir yoga kampına katılıyorum. Hayatımda ilk kez. Deniz kenarında çam ağaçlarının arasında gerçekleşecek kampa kızımla katılacağız. Hava izin verirse denize bile gireriz diye hayal ediyorum. TNT'deki evini yenileten ya da emlak arayan Amerikalılar gibi diyecek olursam, kendimi ağaç altında şezlongta yatmış kitap okurken hayal edebiliyorum. Hedefim yoga ve meditasyonun yanı sıra en az iki kitabı bitirmek, güzelce dinlenmek, rahatlamak... 

Güçlü bir niyetim daha vardı. Hareketsizliğe alışmış bedenimi yoga kampından en az bir ay öncesinden uyandırmaya başlamak... Bak bunu eyleme çeviremedim daha. Kampa kaldı şunun şurasında on gün. Ama eski deyişi hatırlamalı. Bir ağaç dikmek için en iyi zaman yirmi yıl öncesiydi. İkinci en iyi zaman şimdi. O halde kendimi bugünden itibaren her gün 20-30 dakika arası yürümeye davet ediyorum.