28 Şubat 2023 Salı

Huzurlu Yaşam İpuçları:1

www.nonviolentcommunication.com web sitesi Şiddetsiz İletişim ile ilgili Türkçede kaynakların sınırlı olduğu günlerde, ücretsiz belgelerinden sıklıkla yararlandığım bir dijital platformdu. Halen seyrek aralıklarla devam ettiğim Şefkatli Ebeveyn Günlükleri’nin ipuçlarını oradan alıyorum örneğin. O günlerde hevesle üye olduğum bültenlerin her birinden gelen ipuçları kıymetli esasında ama günlük hayatın hızı içinde, İngilizce bültenlere ilgimi, dikkatimi vermek, okuduğumu içselleştirmek her zaman mümkün olmuyor. O yüzden buraya ara ara bir başka serinin, Mary Mackenzie’den Huzurlu Yaşam Meditasyonu çevirilerini paylaşacağım. Her ne zaman, hangisine rastlar ve okursan dilerim şifa olur, ilham olur ve seni dönüştürür. 

                                                                      *

Kendimiz kızgın kalırsak ve sonra dünya barışı şarkısını söylersek, bunun çok az anlamı olur. Önce bireysel benliğimiz barışı öğrenmelidir. Bunun pratiğini yapabiliriz. O zaman dünyanın geri kalanına öğretebiliriz.

Dalai Lama

1. Gün: Yıl İçin Yeni Hedefler Belirlemek

 Bu yıl neye odaklanmak istiyorsunuz? Hedefleriniz, umutlarınız ve hayalleriniz neler?

Hedeflerinizi somut ve spesifik hâle getirmek önemlidir. Sadece daha mutlu olmak istediğinizi söylemeyin; hayatınızın nasıl farklı olmasını istediğinizi düşünün. Amacınız kendi hayatınızı daha huzurlu yaşayarak dünya barışına destek olmaksa Şiddetsiz İletişim öğrenmek, öfke yönetimi üzerine bir kurs almak, on iki adımlık bir program üzerinde çalışmak veya bir terapiste görünmek gibi bunu yapacağınız belirli yolları düşünün.

İlk haftanın ipucuna aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz. 

Huzurlu Yaşam İpuçları: 1

Bizim tüylü oğlan

Bugün yorucu bir gündü. Belki her gün yorucu, emin değilim. İş yerindekilerden birisi ciğer yahnisini yarım bırakmış. Eve getirdim. Sani, bizim tüylü oğlanın ağzının suları aktı tabi. Dışarı çıkmak için miyavlarken önüm sıra hoplaya zıplaya yemek kabının olduğu odaya doğru koşturdu. Hem de ne koşturmak, kuyruğu bayrak gibi havaya dikili. İştahı da yerinde, utanması desen hiç yok. Cukur cukur yaladı yuttu ne var ne yoksa. Keyfine de düşkün haspa. Önce suları diliyle yaladı, hızlı hızlı. Önünden kaçıran var sanki. Gözü doymaz demiş miydim? Suları bitirince bir de ne göreyim, ciğerleri ardı sıra hüpletiyor. Çiğnemek falan hak getire! Karnı doyunca devrildi yattı. Hiçbir şey umurunda değil. Dünya sanki onun etrafında dönüp duruyor. Öyle bir bencillik, kibir. Kurumundan geçilmiyor. 

Hava çoktan karardı. Karnı da doydu, devirir kıçını, yatar uyur dedim ama nafile. Bacaklarıma dolanıp durdu. Çok da ısrarcı. Ne desem nafile. Nato kafa nato mermer derler ya, tam öyle, esasında. Ye, iç, yat, muhakeme sıfır. Biraz fazla sarılsan dişini, tırnağını geçirir, hemen elinden kurtulmaya kalkışır. Sevildiğini de bilmez mübarek. Masama çıktı, pencereye sürtündü. Pencereyi açtım. Atlamadan önce uzun uzun süzdü beni. Yeni dikilecek bitkiler için açılan çukurların arasına atlayıp gözden kayboldu. 

Yarım kalmış hikâyeler...

Lafı dolandırmaya gerek yok. Ayın sonu geldi ve blogta üç yazı eksiğim olduğunu fark ettim. Yüzlerce tamamlanmamış taslak var, tam olarak 531. Onları tarayacak, yarım kaldıkları yerden doğrultacak halim yok. Öylesine dalacağım lafa. Serbest vuruş, serbest dalış ya da serbest atış ne derseniz artık. Üstelik bunu her saat başı birer kere yapacağım. Vereceğim rahatsızlıktan dolayı üzgünüm. Başka zamanlarda da, yazmayı son dakikaya bıraktığım vakitler oldu, hayat gailesi işte. İş güç, motivasyon eksikliği her ne derseniz ama bu ayki başka. Nisan ayını zalim belleyen şair yanılmış, ayların en zalimi şubat artık bizim için. 

TDB Dergi'nin yeni sayısının dosya konusu deprem oldu haliyle. İçinden deprem geçen bir kitap hakkında yazayım istedim. Eve Dönmenin Yolları'nı ne zamandır yeniden okumak istiyordum. Kitabın üçte ikisini okuyunca bir ara verdim ve yazmaya koyuldum. Aklımdakileri bir dökeyim dedim kâğıda. Evirdim, çevirdim, birkaç kere yanlışlıkla yazdığım paragrafı sildim, kurtardım, kimi cümleleri yeniden yazdım. Depremi merkezine alarak anlatılan bu kısacık romanın ne hakkında olduğunu belki de bu defa anladım. Depremin ama aslen askeri darbenin sarsıntılarıyla sallanan bir ülkenin çocuklarının hikâyesi olduğunu yazdım, dilim döndüğünce. Sarsıntının kesilmeyip tüm hayata sirayet etmesi fikri Cüneyt Cebenoyan'ın 17 Ağustos depremi hakkındaki yazıdan kazınmış mıh gibi aklıma. Ara ara anımsarım. Dün gecede yazmaya ara verdim. Buldum ve okudum. Ölümünün ardından daha da dokunaklı geldi satırlar. Gidenin ardından bıraktıklarına bakmak, yazdıklarını okumak, son fotoğraflarına bakmak diye bir şey var. Önemsiz gibi görünen küçük ayrıntılar, her şey olup bittiğinde, artık sahne sona erdiğinde, her şeyi yeniden dizmek, hepsine yeniden bakmak mümkün olduğunda bambaşka şeyler söylüyor bize ya da biz çok şey yakıştırıyoruz onlara. Suriyeli bir genç kız, deprem gecesi saat ikide kar yağdığını fark ettiklerini, annesinden kartopu oynama izni koparmaya çalıştıklarını anlatmış bir yerlerde. İki saat sürerdi hazırlanmamız, izin verseydi dışarıda olurduk, bina üzerimize çökmezdi demiş. Ailesini yitirmiş enkazın altında. Annem de kartopu oynamayı severdi aslında, demiş. Hayatı boyunca o, oynanmayan kartopunun ağırlığıyla yaşayacak muhtemelen. Bir yardımı olurmuş gibi. Binlerce yarım kalmış hikâye var şimdi bu topraklarda. Onları aktaran bir anlatıcıları varsa hatırlanacak, yoksa unutulacak. Bit pazarına düşmüş fotoğraflar gibi.

24 Şubat 2023 Cuma

Daha iyi bir ben için

Pazartesi gece yarısından sonra Çanakkale mektuplarının üçüncüsünü havalandırdım. İkinci mektubun başlığı Savaş Başlatan Güzellik Yarışması'ydı. Hekabe'nin düşü, Paris'in seçimi, savaşı başlatan koşullar, Akha ordularının toplanması, tanrıların, tanrıçaların ölümlülerin işine karışması derken hayli meselenin ucundan tutarak mektubumu bitirmiş, hevesle bir sonraki mektubun içeriğini nasıl oluşturacağımı hayal etmeye koyulmuştum. Mektupları aylık olarak yazıyorum. Önceden yazıp bir kenarda biriktirdiğim metinler değil, daha çok yazma, yazarken araştırma anında ortaya çıkıyor, belirginleşiyor. Haliyle deprem olduğunda şubat mektubunu henüz yazmaya başlamamıştım. 

Üst üste yaşanan depremler, can pazarı, yardım çığlıkları... Şimdi sırası değil dedirtti bana, doğal olarak. Üçüncü mektupla ilgili bir tanıtım, duyuru yapmadım. Bununla beraber mektupları yıllık satın alan okuruma  karşı sorumluluğum var, dedim ve harekete geçmek için kendimi azıcık dürttüm. Deprem teması kendiliğinden belirdi. Antik Yunan mitolojisi ve Truva antik kenti ana odağını kaybetmeden, tüm bunları depremle ilişkilendirerek anlattım. Gelecek ayın temasını şimdilik bilmiyorum. Çanakkale mektuplarının içeriğini "kendimden, yazdığım çocuk kitabından, henüz kitaplaşmamış öykü dosyalarımdan, burada yaşamış, yolu buradan geçmiş kimi önemli insanlardan bahsedeceğim," diyerek açıklamıştım. Başlamadan önce yolumun bir bölümünün Truva antik kenti ve Truva destanlarından geçtiğini biliyordum hiç kuşkusuz. Şimdi yazmaya başlayınca on üç mektubun on üçünün de yolunun oraya uğrayacağından neredeyse eminim. Çünkü Truva Savaşları'nın ardındaki destanlar, zenginliğini borçlu olduğu mitoloji insana seksek oynatacak türden. Bir şeye bakıyorsunuz, hop başka bir kapı açıyor. "Merak kediyi öldürür," diyenlere kulak asmıyorum elbette. Merak ve ilgi bizi büyüten en önemli şeylerden. 

Bir diğeri de stres galiba. Öyle ya da böyle stres bir değişim başlatıyor. Maddelere uygulanan fiziksel güçten, baskıdan pay biçin. Maddenin o baskının altında şekil değiştirmesi gibi bizde yaşadığımız güçlükler karşısında değişiyor, büyüyoruz. Böyle bakınca stres pek de düşmanımız gibi görünmüyor. Yeter ki kaldırabileceğimiz kadarıyla karşılaşalım. Hoş olaylar karşısında sergilediğimiz dayanma gücü tamamen kişisel. Yoksa incir çekirdeğini doldurmayacak şeylerden kavga kopar mı hiç! 

Stres yönetimi hepimizin edinmesi gereken bir beceri. Birinci basamak gerçekte ne olduğuna dair objektif bir yanıt vermek. İşin içine varsayımları, tahminleri, eski deneyimlerden kaynaklı duyguları, olumsuz beklentileri karıştırmadan gözlem yapmak. Pek de kolay değil. Çünkü yargılarla başa çıkmak,  suyun içinde topu aşağıya itmeye benzeyebiliyor. 

Bu aralar okumaya, yazmaya çok yoğunlaşamıyorum. Biraz molaya ihtiyacım var çünkü. İlgimi beynin kimyasına verdim. Stres karşısında verdiğimiz tepkiler, maruz kaldığımız uyaranlar verdiğimiz anlık refleksler sinir sistemimizde gerçekleşen birtakım biokimyasal reaksiyonlar... Yeni görüntüleme teknikleri, araştırmalar eskiden fazlasıyla spiritüel görünen yoga, meditasyon gibi kimi öğretilerin neden işe yaradığını, beyinde nasıl bir değişim yarattığını gösteriyor. İlgi duymamak, öğrenmemek, kendimizi rahatlatmanın yollarını araştırmamak, zamanım yok diye arabaya benzin almamaya benziyor. Velhasıl bu aralar edebiyattan çok, bunca kötü haber sağanağının, elektromanyetin alanın, hazır gıdaların, hareketsiz yaşamların sebep olduğu toksinleri vücuttan atmak, yol açtığı stres düzeyini düzenli pratiklerle düşürmekle ilgiliyim. Her şey parasempatik sistemi güçlendirmek için! 

Şubat ayından itibaren hemen her sabah güne yogayla başladım. Basit, restoratif seriler... Buna karşın giderek güçlendiğimi hissediyorum. Öyle el bileklerimle vücudumu taşıdığım, baş üstü durduğum fantastik pozlar ya da avuç içlerimin hop diye zemine dayanması değil bahsettiğim, kendi içimde gösterdiğim bir yükseliş eğrisi. Plankta daha iyi durabilmek, planktan kobra duruşuna geçerken göğsü yere indirirken kollarımın bir süre daha beni taşıyabilmesi gibi minik minik gelişmeler... Gün içinde daha dik durduğumu fark etmek, daha sabırlı olduğumu görmek... Bunu fark edince bir hedef belirledim kendime. Sabah yogası beni nasıl güne hazırlıyorsa, eve döndüğümde yorgun zihnimi boşaltmak için kısa pratikler yaparak hane içindeki dayanıklılığımı, sabrımı, şefkatimi arttırmaya çalışabilirim. Her şey daha iyi bir ben için, ne de olsa. 


18 Şubat 2023 Cumartesi

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri 42

Bilmek isteyen yola çıkar. 

Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.
İpuçlarının çevirisi bana ait.

Şefkatli Ebeveyn İpuçları
"Çocuk", "çocuğum" gibi etiketler, karşınızdaki genci, bir arkadaşınıza veya komşunuza göstereceğiniz saygıyı hak eden bir kişi olarak göstermenize engel olabilir. 
Çocuğunuzla nasıl konuştuğunuza, ona nasıl davrandığınıza dikkat edin. Bir komşunuza ya da bir arkadaşınıza gösterdiğiniz saygının aynısını gösterip göstermediğinize dikkat edin. 

Ben ne düşünüyorum? Ne yapacağım?

Senaca, Lucilius'a yazdığı, asırları aşan, içeriği eskimeyen mektuplarından birinde zaman konusuna değinir ve şöyle der: 
"Şimdiye değin senden zorla alınan ya da çalınan, boşa akıp giden zamanına sarıl, iyi kullan onu. Durum, emin ol, sana yazdığım gibi: Kimi zamanımız bizden zorla alınıyor, kimisi sinsice çalınıyor, kimisi de boşa akıp gidiyor," diyor. Devamında insanın ölümlülüğüne değiniyor, zamanın akıp gittiğini vurguluyor ve onu zamanına kıymet vermeye, sahip çıkmaya davet ediyor. 
Öyle ya da böyle doğduğumuz anda kum saati tersine dönüyor, aldığımız her nefes, attığımız her adım, zamanın sonsuzluğuna karşın bizi kendi sonluluğumuza yaklaştırıyor. Okuduğumuz kitabın solda kalan sayfaları gibi yaşadığımız günler, geriye dönmek mümkün değil, kalan sayfaların bir sınırı var, sonu. Öyleyse bizim için en değerli ve telafi edilemeyen şey zaman. Ve Seneca haklı. 
İnsan her an ölebileceği bilgisiyle yaşamıyor elbette ama zaman zaman bir şey oluyor, doğal bir afet, bir yakınının zamansız ölümü, geçip giden günlerin telafi edilemeyeceği ve bencilce sahip çıkmak istiyorsun elinde kalan zamana. Son derece insani bir hâl. Bize iyi gelmeyen, nahoş duygular uyandıran kimi insanlardan, ortamlardan kaçmak istiyoruz. Boş konuşmalar, iç bayan sohbetler, negatif enerji saçanlar, ruhumuzu emenler, darlayanlar... Bilirsiniz işte. 
Böyle anlarda içim sıkılıyor, ruhum daralıyor. Yakamı bir an evvel o sohbetten, o mekândan, o insandan uzaklaştırmak istiyorum ama insan sosyal bir varlık ve utanma belası denen bir şey var. Dolayısıyla bazen hiç de istemediğim uzatılmış, alakasız, odağını kaybetmiş konuşmalara maruz kalıyorum, kalıyoruz, her birimiz. Oralarda gösterdiğimiz sabrı, saygıyı, toleransı en yakınlarımıza, eşimize, kardeşimize, çocuğumuza göstermediğimiz oluyor. Yoksa "boş konuşma," diyebilir miyiz hiç ona. Ya da "ne saçmalıyorsun,". Yakınlık ve samimiyet bir başkasına gösterdiğin özeni çocuğa göstermeye engel olabiliyor. Çünkü o evdeki, elimizin altındaki. Bize de yapıldı, küçükken, çocukken. Güvenlik ve bağlanma arayışımız en yoğunken. Çoğu dürtüsel, defansif tepkilerimizin kökeni de oralarda bir yerlerde atıldı. 
Polivagal teori tam da bunu anlatıyor. Dr. Stephen Borges tarafından 1994 yılında ortaya atılan teori, vagus sinirinin duygu düzenleme, sosyal düzenleme ve korku üzerinde etkili olduğunu, herhangi bir somut (örneğin üzerine doğru hırlayarak koşan bir köpek) ya da soyut (sende kabul görmediğin, eleştirildiğin algısı yaratan bir durum) tehdit karşısında, kişinin verdiği savaş ya da kaç veya donma tepkisinin bedenin, iç organların deneyimleriyle şekillendiğini, biz farkına dahi varmadan bedenimizin hafızasında yerleşik bir deneyimi çağrıştıran bir eylemle karşılaştığımızda verdiğimiz tepkilerin bizim otonom sinir sistemimizde kayıtlı olduğunu, bunun otomatik gerçekleştiğini söylüyor. Bunun da en çok çocuklukta, 0-6 yaş arasında şekillendiğini bildiriyor. Yani annemiz yorgun ve başı ağrıyorken şarkı söylediğimizde bizi susturması sonucunda sesimizin kötü olduğuna dair bir inanç geliştiriyor, ya da babamızı kızdırmamak için çocukken aldığınız önlemler, görünmez olmak, alttan almak, benzer bir otoriter figür karşısında benzer tavırlar sergilemeye yol açıyor. Yani arkadaşım, sorumluluk büyük. El aleme gösterdiğimiz içi boş kibarlığın alasını evdeki çocuğa göstermemiz gerekiyor. Yoksa, bizim her iç çekişimizi, göz devirmemizi, herhangi bir sözümüzü başka türlü algılayabiliyor. İyi haber şu: bunların hiçbiri kader değil, tanrı kelamı, değişmez, sabit şeyler değil. Etrafımızda cereyan eden konuşmaların üzerimizdeki etkisini fark etmek, hemen tepki vermek yerine kısacık bir nefes molası almak, kendimize düşünme fırsatı vermek, bedenimizi fark etmek (çünkü duyguların bedendeki izdüşümünü fark etmek bize aslında neler olduğunu anlatıyor, dinlemeyi öğrenmek gerek), bize kendimizi sakin, huzurlu, sosyal, iletişim açık, merkezde tutan kişileri, eylemleri fark etmek, bunları çoğaltmak, sinir ağlarımız arasında yeni bağlantılara yol açıyor. Böylece savaşmak, kaçmak, donmak gibi dürtüsel tepkilerin sıklığı azalıyor. Bazen kızımın bana karşı savaştığını görüyorum, aslında hiç de ima etmediğim bir durumdan yola çıkarak. Dişlerimi sıktığım için yüz ifademi gergin gördüğünde, kafam başka bir şeyle meşgulken onu duymadığımda, sorduğu soruya yanıt düşündüğüm için sustuğumda, aslında benim içimde bambaşka bir gerçeklik varken onun varsayımlarına yenik düştüğünü ve tetiklendiğini fark ediyorum. Hiç ummadığım bir anda bağırması, tepkiselleşmesi benim için her zaman kolay yönetebildiğim bir süreç değil. Çoğu zaman çuvallıyorum ama onun o an, bir sarmala kapıldığını, sakinleşmek için güvendiği bir yetişkine ihtiyaç duyduğunu fark ettiğimde, ona herhangi bir şey öğretmeye, nasihat etmeye çalışmadığımda, yalnızca duygularını tahmin edip söylediğimde bir şeyler değişiyor. Konuşmaya başlıyoruz, birbirimizi duymaya... O zaman bir kaşık suda fırtına koparan çocuk etiketi yok oluyor, güvenli, sakinleştirici bir ortamda yavaş yavaş yumuşuyor. Çoğu zaman masaj istiyor böyle zamanlarda, yüzüne, başına, karnına, bir kedi gibi mırıldıyor. Tüm bunların vagus sinirini yatıştırma üzerinde olumlu etkileri olduğu da söyleniyor. Beden kendisini neyin şifalandıracağı konusunda bilge ama modern hayat, uyaranlar bize onu dinlemeyi unutturuyor. Bedenimize daha çok kulak verdiğimiz, çocuğumuzun bedenini daha çok dinlediğimiz, ona etiketler takmaktan vazgeçtiğimiz en azından azaltmayı hedeflediğimiz bir hafta olmasını dilerim. 





13 Şubat 2023 Pazartesi

Geldim, düşme uçurumlardan

 Herkese günaydın!

Büyük felaketin üstünden bir hafta geçti. Doğrudan depremden etkilenmeyenler bile koca bir enkazın altında. Hepimiz kuşlar gibi çırpınıyor, iyiliği, dayanışmayı örgütlüyoruz. Bu kendiliğinden, herhangi bir çağrıya gerek kalmaksızın doğan kocaman bir iyilik, şefkat hâli. İnsanlar kötü günde belli olur, derler ya, etrafımızda ne çok yüreği güzel insan varmış gördük. Günün sonunda bize kalan hep birbirimize yetişmek. Bu içinde barındırdığı onca umuda, iyimserliğe rağmen canımızı yakıyor. Neticede içinde yaşadığımız köy, kasaba, şehir, ülke bir anarşist komün değil. Yurttaş olarak korunmuyorsak, güven içinde değilsek, devlet kurumları aracılığıyla yolladığımız deprem yardımlarının ulaşmamasından kaygılanıyorsak; tekstil ürünlerinin insanlık onurunu kıracak şekilde sokaklara atıldığını, kar ve yağmur suyuyla ıslanıp kullanılmaz hâle geldiğini görüp kendi bireysel aklımızla çözüm buluyorsak neden bir devlet çatısı altındayız?

Soğuk, kara, çatık kaşlı ülkelere giden sevdiklerimiz en çok bu güven duygusu için gidiyor, biliyoruz, anlatıyorlar. Sistemin bir parçası haline gelip tıkır tıkır işleyen çarkın dişlilerinden biri oluveriyorlar ama kalpleri de buradaki sıcak yazlarda, çat kapı çalınan kapılarda, rakı sofralarında, kahve fallarında kalıyor işte. Çünkü güvenlik ne kadar birincil ihtiyaç ise, samimi arkadaşlıklar sürmek, bir topluluğun parçası olmak, onlar tarafından desteklenmek de bir o kadar güçlü ihtiyaçlar. Biz, bu ülkenin muassır medeniyetler seviyesi ülküsüyle yetiştirilmiş, bu gayeye de ulaşabilmiş, dil bilen, meslek sahibi kesiminin kaderi de bu. Gidenler ve arkadaşlarının gittiğini görenler. Hangi kesim daha mutlu emin değilim. Giden de bağını koparamıyor burayla, aynı dertlerle kavrulmaya devam ediyor ama saçma ölümler olmuyor belki hayatında. Bir dönem gidebilme ihtimaliyle yanıp tutuştuğumu hatırlıyorum. Yeniden mesleğimi icra etmek için almam gereken yolun uzunluğu, zorluğu, belirsizliği, bakmakla yükümlü olduğum bir çocuğun varlığı... İkircikli, huzursuz bir hal. Boğaza yapışan gıcık gibi bir şey. Ne öldürüyor, ne süründürüyor ama gitmiyor, bitmiyor. O günlerde kendilerine green card çıkan bir arkadaşımla konuştuğumu hatırlıyorum. İki yıl orada kaldıkları, çocuklardan birinin doğumu orada gerçekleştiği, çalıştıkları devlet kurumundan bir yıl ücretsiz izin alıp evlerini muhafaza ederek gitme imkânları olduğu halde, orada kendi işlerini yapma ihtimalleri bulunduğu halde gitme konusunda çekince yaşadıklarını hatırlıyorum. Bir nesli kurtarmak için kendi emeklerini çöpe atmak konusunda duydukları kaygıyı. Yüreğimi buran, kafamı karıştıran ne varsa o konuşmanın sonunda belirginleşti sanki. Belki ilk anda olmasa da yatıştım, sakinleştim ve kabullendim. Hiçbir yere gitmiyorum. Öyle çaresizlikten değil! Aslında burada kalmak istediğim için. O günlerde on beş- on yedi yıl, bugünlerde yirmi iki yılı bulan mesleki emeğimi çöpe atmamak için, ana dilimde konuşmayı sevdiğim için, buna devam etmek istediğim için, taş yerinde ağır olduğu için, sevdiklerim, sevebilme ihtimali olanlar burada olduğu için ve çocuğu "kurtarmak istediğim yer"den o hâlâ razı olduğu için. İleride şartlar ne olur, neyi gerektirir bilemem. Öyle ya bir dakika bile sürmeyen bir sarsıntı taş üstünde taş bırakmıyor, tecrübeyle sabit, ait olduğunuz yer bir moloz yığınına, enkaza dönüşüyor ve mecburen yollara düşüyorsunuz. Dilerim gitmek zorunda kalanların hayatı kısa sürede düzene girer, kendilerini ait hissettikleri toplulukların parçaları olurlar, acılarını, yaslarını sağaltırlar. Biz burada böyle zorlanıyorken o kayıplarla başa çıkmak kim bilir ne zordur. 

Hiç bırakamadığım diş sıkmam sürüyor efendim. Evet istirahat pozisyonu nedir, dil nasıl konumlanmalı, dişlerin arası nasıl açık kalmalı biliyorum. Ve fakat terzi söküğünü dikemiyor bazen. Botoks da bende pek işe yaramadı. Gece plağı da yapmadım kendime ne hikmetse. Aklıma geldikçe dişlerimi aralıyorum. Diş sıkmaya eşlik eden boyun kaslarını rahatlatmak için basit yoga alıştırmaları yapıyorum. Faydalandığım ücretsiz kaynakları sizinle de paylaşayım. 

Ortodontist diş hekimi, yoga eğitmeni Duygu İşcan mesleki bilgilerini yogayla buluşturarak geliştirdiği yönteme Çeneye Özgürlük adını vermiş. Denemeye değer. Başlarken stres yönetiminin, gevşemenin apandisit ameliyatı gibi bir kez kestirdim ve halloldu şeklinde bir işlem olmadığını, uzun zamana yayılan bir yeniden yapılanma olduğunu, her gün kendimizi yeniden regüle etmemiz gerektiği bilgisini de hatırlatayım. Zor kısmı da bu aslında. 

Yoga terapi olarak üç kanal önereceğim size: 

Duygu Servet Ceritoğlu 

Banu Taşçı Fresko 

Gülşah Aygün 

Şifa olsun. 

Bu alıştırmaların yanı sıra neye sabrettiğinizi, dayanmaya çalıştığınızı (Ha gayret sık dişini), neye kenetlendiğinizi, bırakamadığınızı fark etmek, bunlarla çalışmak da yardımcı olabilir. Kendinize kimi sorular sorabilir, yanıtlarını yazarak arayabilirsiniz. Yeri gelmişken benimle yazı alıştırmaları yapmak ya da benden mektuplar almak isterseniz burayı da inceleyebilirsiniz. 

Kendinize dikkat edin. İyi beslenin. Yeterli uyuyun. Bedeninizi hareket ettirmeyi ihmal etmeyin. Meditasyon ya da duayla daha sık buluşun. Deprem haberlerine aralar verin.  Günlük rutininize sahip çıkın. Kendinize gün içinde ekransız zaman dilimleri tanıyın. Oyun oynayın. Sohbet edin. Sevdiğiniz blogları ziyaret edin. Okuyun. Yorum yazın. Bir sevdiğinize mektup yazın. Ez cümle insanın insana iyi gelme halinden faydalanın. Utanmadan, sömürmeden, kendinizden de vererek... 

Gün içinde varlığıyla sizi mutlu eden, reel ya da sanal kapınızı çalan sevdikleriniz eksik kalmasın. Bu yazıyı da onlardan biri olarak görmeniz dileğiyle. 

Sevgiler. 



11 Şubat 2023 Cumartesi

Sallanmak ve donayazmak

99 depreminde üniversite öğrencisiydim. Sarsıntıyla uyandığımda ne yapacağımı bilemediğimi, ne olduğunu kavramakta zorlandığımı hatırlıyorum. 

Birkaç gün öncesinde bir gökyüzü olayı vardı. Tam güneş tutulmasıydı galiba. Ablamla Eminönü'nde buluşmuştuk. Arkeoloji müzesini falan gezmiş, bir şeyler yemiş, tutulmayı izlemiştik. Bana bu tür gökyüzü olaylarından sonra birtakım doğal afetler olabildiğini, birbirimize iyi ve nazik davranmamızı söylediğini hatırlıyorum ve bu sözü tutamadığımızı. Çünkü deprem gecesi uyumadan önce tartışmıştık ve ben hırsımdan kapımı kilitlemiştim. Çok sıcaktı. Geceliğin bile fazla geldiği kuru, sarı bir sıcak... İç çamaşırlarımla üzerim açık yatmıştım. Sarsıntının kaçıncı saniyesinde yataktan kalktım bilmiyorum. Ablam kapıyı çalıyordu. Lambayı ve kapıyı açtım. Kapının eşiğinde aydınlıkta sallanırken “Ne oluyor?” diye sordum. Deprem olduğunu algılamaktan hayli uzaktım. Eni konu fantastik şeyler geçiyordu aklımdan: nükleer savaş, uzaylı istilası, bu neyin kafası. Elektrikler kesildi. Sallanmaya devam ettik. Ablam “Bitsin artık, yeter,” derken ben adeta dondum. Sarsıntı bitince “Hadi,” dedi. “Nereye?” diye sordum. Sorumun manasızlığı karşısında şaşkındı. Yine de açıkladı. Çünkü büyük kardeş olmak bunu gerektirir. “Aşağıya tabi.” Karanlıkta el yordamıyla şort, tişört buldum. Giyindim. Koridorda baharatlı bir koku vardı. Kitaplığın rafından yere düşüp kırılan parfüm şişesinden yayılan. Cam kırığına bastım çıplak ayak. Ayak tabanım kanadı. Anahtarı almayı akıl ettik her nasılsa. Komşuların ışıldakla aydınlattığı merdivenlerden aşağı indik. Tecrübe ve soğukkanlılık işte. İki çocuktuk neticede evde yalnız, yaşımız kaç olursa olsun. 



Tüm mahalle dışarıdaydı. Cep telefonundan sevdiklerine ulaşmaya, radyodan depremin üssünü anlamaya çalışıyorlardı ve ben öylece duruyordum. Bu kadar yoğun stres anlarında benim tepkim donmak galiba. Bunu hayatımın başka stresli anlarından da biliyorum. Pijamamı çıkarmadan gün boyu oturduğum, akşama kadar aynı şarkıları dinlediğim, kuruyan çamaşırları ipten almaya elimin varmadığı, kirli çay kupamı mutfağa taşıyacak gücü kendimde bulamadığım zamanlardan... O zamanlardan birinde Antakyalı biriyle evliydim. Üç yıl kadar… Yıllardır ne sesini duydum ne haberini aldım. Antakya’nın dümdüz olduğu haberi yakınca hepimizi mesaj attım, geçmiş olsun dilemek için. İnsanın eski sevgilisine yıllar sonra bu vesileyle ulaşması tuhaf şey. Can kaybı yokmuş çok şükür. Çok yakınım dört kişi enkazdan çıktı, dedi. Soramadım, kim diye. Tanıdığım bir kuzen mi, dayı mı, amca mı bilemedim. İnsanın bilgisi her zaman sınırlı ne de olsa. Bütüne tam olarak vakıf olmak ne mümkün. Böyle zamanlarda düşüncelerim gibi kelimelerimin de soyuna kıran giriyor. Birkaç dakikayı geçmiyor telefon görüşmelerim, üç beş satırdan fazla sürmüyor mesajlarım. Zor zamanlardan geçerken vücudun hipotermiye girmesi gibi bir şey oluyor bana. Yanlış kelimeler çıkıyor ağzımdan öyle kırıcı, uygunsuz anlamında değil. Bonding fırçası yerine bant istiyorum, artikülasyon kağıdı yerine lastik. Hastayla konuşurken duruyorum, bir es verip sonra başlıyorum izah etmeye. Buz tutmuşum da, konuşmaya, eyleme geçmeye başlamak için sıcak suya ihtiyacım var gibi bir şey. O susma aralığı tam da ihtiyaç duyduğum çözülmeyi sağlayacak sıcak su misali yetişiyor bana. Ne zaman geçecek bu hal bilmiyorum. Başım çatlayacak gibi ağrıyor. İki gündür daha da yoğun. Her sabah zonklayıcı bir baş ağrısıyla uyanıyorum. Ancak akşam saatlerinde dağılıyor. Kendime küçük görevler veriyorum. Bugün iki odayı süpürdüm örneğin. Deniz’in arkadaşının doğum gününde severek yediği sosisli börek için sosis aldım. Çamaşır makinesi dönüp duruyor arkada. Kahvaltı için domates, salatalık da var. Ekmek almayı unuttum. Onu üşenmez sabah taze taze alırım. Okuduğum çocuk kitapları var sonra. Birkaç satır yazarım hepsine dair. Şimdi sırası değil, demeden. 

 


10 Şubat 2023 Cuma

Ben, bugün nasılım?

Kısa cevap. Bok gibi. Uzun cevap aşağıda. 

Ne hafta ama!

Pazar gecesi evdeki en önemli olay, ertesi sabah kar yağacağı ve okulların tatil olacağı bilgisiydi. Pencereden bakıp "Karsız kar tatili," dediğimi hatırlıyorum. Ertesi sabah kar bastırdı, ülkenin güney doğusu çöktü. Dokuz saat arayla 7 üzerinde iki deprem yaşandı. Artçıları da cabası. Marmara Depremi kadar yıkıcı etkiye sahip olduğu aşikar.  İklim şartları sebebiyle sağ kurtulum oranlarının giderek düşeceğini, ölü sayısının hızla yükseleceğini hepimiz görüyoruz, farkındayız ve perişanız. Kurumlara güvenmiyoruz. 

Korkunç bir felaket. On ili etkileyen, çok sayıda yerleşim birimini içine alan, binlerce enkaza yol açan deprem duyduğumuz andan itibaren hepimizi derinden sarstı. 17 Ağustos hafızalarımızda taze. Oradan biliyoruz olası bilançoyu. Bu tür durumlarda acı uyuşturuyor bazen insanı. İzlediğimiz görüntüler bize kendimizi çok çaresiz hissettiriyor. Ne yapacağımızı bilemiyoruz. Yapılacak hiçbir şeyin olmadığına inanabiliyoruz kolayca. Oysa hepimizin yapabileceği bir şeyler var. 

Bireysel hareket etmenin bu tür durumlarda pek işlevi olmadığına inanıyorum. Böylesi bir yıkım karşısında bizi ancak örgütlülük kurtarabilir. Meslek odası, inandığınız siyasi parti veya stk çatısı altında, her neredeysek orada birlikte çalışma zamanı şimdi. Ayni yardım toplayabilir, toplananları tasnif etme, paketleme konusunda yardımcı olabiliriz. Az çok demeden, para, ayni, iş gücü, emek ne koyabiliyorsak ortaya koyalım. 

Depremin ikinci ya da üçüncü günü yazmaya başlamışım bu satırları. Sonra yarım bırakmışım. Anlamsız gelmiş. Klişe gelmiş. Tekrarlamaya gerek yok gibi gelmiş. Oysa hepimiz bir şeyler söylemek istiyoruz, bir şeyler yapmak, isyan etmek, aklımıza mukayyet olmak. 

Dün akşam eve kirli önlüklerimi taşıdım. Muayenehanedeki dolabımda yalnızca iki takım temiz forma kalmıştı çünkü ve o iki takım dar. İçinde rahat edemeyeceğim kadar dar. Yine de kirlileri taşımadan önce onlara baktığımı ve yarın giysem mi diye düşündüğümü hatırlıyorum. Sonra da kendime kızdığımı. Ertelememem gerektiğini. Onları bir çöp poşetine koydum. Kızımı aradım. Onu evden aldım. Apartmandan bir arkadaşının doğum günü için hediye aldık. Eve gittik. Sipariş verdiğimiz pideleri yedik. Kirli tabakları mutfağa taşıdım. Televizyon karşısında yayıldıkça yayıldım. Elimden telefon da düşmedi haliyle. Sabah feci bir baş ağrısıyla uyandım. İşe gelir gelmez ilk iş bir ağrı kesici aldım. Bana mısın demedi. 

Bir, iki arkadaşıma mesaj attım. Hasta aralarında bloğuma iki satır yazayım belki iyi gelir diye düşündüm. Bloğa girince okuma listesinde Sadece C'nin "Ben Ne Yapabilirim? 3 adlı yazısını görüp okudum. Uzmanı önerdiğine göre "yaşama saygı" gösterecek eylemlere odaklanabilirim. Eşzamanlı olarak başlamışım zaten. Bir arkadaşımla sohbet etmiş. Sabah youtube kanalından yoga videosunu yaptığım arkadaşıma teşekkür mesajı atmıştım. Mesajım üzerine beni arayan arkadaşımla canlı ders yapmak üzerine bir plan bile yaptık. En zoru günlük sorumlulukları sürdürmek. Dün gece yıkanmak üzere eve taşıdığım kirli formalar gece 22.30 civarı makineye atıldı. Sabah ilk iş kurutucuya koydum. Kısa bir yoga alıştırması yaptım. Kereviz, brokoli, patates, soğan, sarımsak koydum. Sebze çorbası olmak üzere hepsini küçültüp düdüklüye attım. Evde kalan kızım için İzmir köfte pişirdim. Kahvaltı yaptım. Önlükleri kurutucudan çıkarttım. Ütü istemeyen bir takımı askıya astım ve işe geldim. Bunca iş yapınca beş dakika geciktim ama en azından günlük sorumlulukları sürdürme konusunda bir adım atmış oldum. Bu akşam iş çıkışı odaya gidip gelen yardımları tasnifleyeceğiz, üzerlerine etiket yapıştıracağız. Yapacak çok iş var biliyorum ama kuş olup uçamayacağımıza, enkaz kaldıramayacağımıza, çadır kentler kuramayacağımıza göre üzerimize yıllardır  musallat olan suçluluk ve utanç duygusundan sıyrılıp  elimizden geleni yaptığımızı kabul ederek kendimizi takdir edeceğiz. Daha uzun aylar boyu bölgenin destekleneceğini de bilerek yardımlarımızı sürdüreceğiz. Ben şimdi nasılım? Kendimi duymanın, duygularımı düşüncelerimi dile getirmenin, kabulün yatıştırıcı etkisindeyim. Şimdilik. Bu halin sabit kalmayacağını biliyorum, ineceğiz, çıkacağız ama ara ara durmakta ve kendimize kulak vermekte sanırım fayda var. Şimdilik benden haberler böyle. Ya sen nasılsın?