17 Nisan 2024 Çarşamba

Güzel anılar kumbarası

Sevgili blog, sevgili okur, 

Fark ettin. Sana ikinci kez üst üste mektup yazar gibi sesleniyorum. Çünkü mektup yazmak, doğrudan insanın yazının içine dalmasını, kendinden, düşüncelerinden samimi bir şekilde bahsetmesini sağlıyor. Bir okurun varlığı, ona seslendiğin bilinci yazıyı kolayca ilerletmeyi olanaklı kılıyor. Benim de işte bu kolaylığa, ne hakkında nasıl bir yazı yazacağımı planlamadan, düşünmeden, ertelemeden, yazının içine hop diye yerleşmeye ihtiyacım var. 

Bahar geldi. Farkındasın. Havada morsalkım kokuları, bahçelerde kır çiçekleri... Hareketsiz ve eve kapalı geçen ayların ardından doğa bizi çağırıyor. Öyle çok büyük buluşmalara bile gerek yok. Bilirsin, doğa, meraklıdır, bir kedi sessizliğiyle yürür, yayılır, beton içlerinde yaşayan bizleri sarar, sarmalar. Kaldırım çatlağında baş verir bir sarı çiçek örneğin. Bildiğin yolunu keser, bana bak, der, inadımı gör. Umutludur şehrin en olmadık yerlerinde rastlanan bu tomurcuklar. 

Yıllar önce yolumu kesen bir sarı çiçeğin öyküsünü yazmıştım ben de. İlk kitabımda yer alır. Merak edersen. Anı Toplayıcısı. Şu hayatta anı toplamak dışında başkaca görevimiz yok belki de. Hepimiz de geçmişi irdeleme, geleceği hayal etme alışkanlığı var malum. Kontrol etme güdümüz, beklentisizlikle barışamama hâlimiz hep bundan belki de. Beklentisizlikten kastım, olayların olmasına izin vermek, hayatı büyük ölçüde kaosun yönettiğini kabul etmek ve gelen günleri bir bir toplamak, içindeki güzellikleri görmek ve anı kumbarasına atmak... Elimizden daha fazlası da gelmiyor zira. 

Nisan ayı için ayların en zalimi demiş şair. Katılıyor musun? Ben asla ve kata katılmıyorum. Kızım bu ay doğdu bir kere. Sırf bu yüzden bile nisan ayların en güzeli belki de. Kuru dallara can veren baharı ihtiva etmesi de cabası. Sözün özü sevgili arkadaşım, sen bu ay hangi güzel anıları biriktirdin? Bir çırpıda sayabilir misin? Bu da çaba istiyor aslında. Aklındaki, kalbindeki sayacı güzellikleri, iyilikleri saymaya ayarlamayı gerektiriyor. 

Birkaç güzel şeyi birlikte saymaya, hatırlamaya ne dersin? İşte benimkiler: 

Balkonu temizledim, topladım. Kızım da çiçeklerin bakımını yaptı. Bazı saksıları da bahçeye çıkardım. Oh oldu mu balkon yayla gibi. Kimi sabahlar ve akşamlar orada yiyip içmeye başladık bile. 

Çalışma odasındaki masayı mutfağa alınca L şeklinde ilave kitaplık yapabilmek için bir alan doğdu. Dün marangoz geldi. Ölçü aldı. L şeklindeki açık raf sisteminin altında L şeklinde bir masa yer alacak. Bir köşeciğinde de keson. Böylece yerli yerine yerleşemeyen kitaplar, hobi ve kırtasiye malzemeleri güzelce sıralanacak. 

Şehirler arası araba yolculukları devam ediyor. İtiraf edeyim. Hâlâ zaman zaman kaygı duyuyorum. Ayvalık'tan gece yola çıktığımızda önümde uzanan uzun konvoyu görünce ellerim terlemeye başladı. Yorgunlukla yolda hata yapar mıyım endişesi kabaca. Bu endişeyi aşmak için dikkatimi tamamen o anın içinde tuttum. Şöyle şeyler işte: Ellerim terliyor. Biraz korkuyorum. Önümdeki araba durdu. Markası şu vs. Bu beni giderek sakinleştirdi. Önüme çıkan ilk pidecide tuvalet ve yemek molası verdik. Kapatmak üzere oldukları halde varsa yalnızca çorba içme ricamızı kırmadılar. Üç ezogelin, bir mercimek çıktı ancak. Yanında sıcacık tırnak pide. Güleryüzlü hizmet. Samimi bir rica karşısında bizim iyiliğimizi gözetmeleri karşısında kalbim eridi. İnsan insana iyi gelir, tam olarak bu. 

Kızımla samimi bir konuşma yaptık akşam, balkonda. Eleştirileri var ebeveynliğime dair. Hangi çocuğun yok? Alınmak, kızmak, söylenmek pekâlâ mümkün ama madem niyet etmişim güzel anılar biriktirmeye, yazısını hazırlamaya bile başlamışım. Bu niyetle uyumlu olmalı eylemim, sözüm, davetim. Çabam karşılığını buldu bence. İşte kumbaraya atılacak bir madeni para daha. Söze bir çırpıda dökülen anılar bunlar. Ya seninkiler? 


10 Nisan 2024 Çarşamba

İyi bayramlar

Sevgili blog, sevgili okur,
Sana bu satırları bir otel odasında, telefonumdan yazıyorum. Öncelikle iyi bayramlar diler, büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim.
Benim kızın yaz tatilinde okul gezisi var. Almanya, acı vatana... Hoş bu tabir gerilerde kaldı, öyle değil mi? Yeni gurbetçiler, öyle eskisi gibi işsizlikten, parasızlıktan gitmiyor, Para biriktirip vatana dönmeyi hayal etmiyor. Bildiğin insanca yaşamak için, basit, huzurlu ve güven dolu bir yaşantı için, melezleşmek için, vatandaş olmak için gidiyor. Bu gidişlerde hüzünlü, çok hüzünlü bir yan var. Gidenleri anlıyorum, o boyunlarına dolanan sıkışıklığı, nefes alamama halini, kaygıyı... Kızım ilkokula başlamadan önce benzer bir ruh halindeydim. Sonra silkindim, kendime geldim. Bir daha da yurt dışına yerleşme meselesi zihnime üşüşmedi. Bunun temel bazı sebepleri var. Öyle hop diye mesleğimi istediğim ülkede yapamıyorum ve bir neslin geleceği için kendiminkini çöpe atmayı da gözüm yemiyor. Hem ne demiş atalarımız. Taş yerinde ağırdır. Ben de Türkiye'nin en batısında usul usul yaşıyor, arkadaşlarla bizi karşı kıyıya bağlasalar geyiği yapıyor, her beyaz yakalı gibi Schengeni cebe koydukça komşuya geliyorum. 
Hah işte bu satırları da sana Ege'nin karşı kıyısından yazıyorum işte. Madem kızıma Schengen gerek. Yunanistan ne güne duruyor. Aldık vizemizi. Yaptık giriş çıkışı. Dün Ayvalık'ta başlayan gezi bugün, burada Midilli'de devam ediyor. 
Midilli'ye ilk kez 2013 yazında geldim. Kızım, ablam, ben. Yunanistan'a ilk girişimdi. Adanın sakinliği, yavaşlığı, saat 2 oldu mu kepenklerin kapanması, mobiletine atlayanın kendini sahile atmasını, leziz yemekleri, Yunanlıların bir frappeye eşlik eden uzun sohbetlerini, masaların arasında ürkmeden kırıntıları didikleyen kumruları sevdim, hem de çok. Bu üçüncü gelişim olsa da hep arabasız ve bir gece kaldığım için adanın geneline dair çok da fikrim yoktu. 
Bu sabah Deniz otobüsünde Meis tur yetkilisiyle konuştuk ve günübirlik tura katılmaya karar verdik. Bu sayede Aigasos'a kadar gittik. Yol boyu Midilli'nin bir numaralı geçim kaynağı zeytin ağaçlarını gördüm. Adanın kıvrımlı yolları, bakımlı zeytinlikleri, kendine yetmesini sağlayan mazotla çalışan elektrik santralleri, adalıları ana karaya ve diğer adalara bağlayan feribot hattı her birini merakla, ilgiyle izledim. Tatilin güzel yanı da bu olsa gerek. Rutinden çıktığın için dikkatini, ilgini gerçekten etrafına vermek, otomatik hareketler yerine farkındalıkla günü geçirmek ... Bugünden kalan anlar işte aşağıda. 



Mübadil bir anne ve üç çocuğunu tasvir eden bir heykel. Ne çok şey anlatıyor. Bırakılan arkanda şimdi. Yüzün acıdan kaskatı ama çocukların için yeniden başlama kararlılığı göstermek, kaya gibi, çelik gibi dimdik, sert durmak dışında bir seçeneğin de yok. 

Paskalya bu anın neresinde kaldı? Geride mı? İleride mi? Paskalya deyince sizin de aklınıza yumurta avı ve Yumurta öyküsü geliyor mu? Bazen kendimi o öyküdeki anne kadar güçlü, kararlı hissediyorum. 




Öğle yemeğinin ardından ayaklarımızı bu pırıl pırıl suya sokmayalım da ne yapalım... Var elbet bir hayalimiz. 19 Mayıs'ta Ege'nin bizim kıyılarında yüzeceğiz elbette. 



bu


Baharın gelişi Mor salkımdan belli olur. Kokusu bu kadar mı güzel olur bir çiçeğin. Bu bahar gözlerim morsalkıma doydu çok şükür. 

Aigasos'ta bir köy kahvesinin güzelliği. Sakinliği, rahatlığı, incelikli zevki... Tek kelimeyle bayıldım. Şerbetli tatlıları meşhurmuş. Öyle dediler. Ama benim kurallarım var. Türkiye sınırları dışında ne Yunanistan ne Balkanlar şerbetli tatlı ağzıma sürmem. Baklava, revani, o, bu... Birkaç denemenin ardından aldığım karardan hayli memnunum. Bugün de ballı, cevizli yoğurt yedim. Mis! 



Sokak kedisi olmayan memleket de ne bileyim. Seviyoruz patilileri. 

Hepinize peşin satan rahatlığı diliyorum.










31 Mart 2024 Pazar

1000. kez buradayım!

Dün geceden planı yapmıştık. Sabah kalkar kalkmaz oy kullanmaya gidecek, oradan da sahile çayın 5 lira olduğu belediyeye ait çay bahçesine gidip kahvaltı yapacaktık. Önümde birkaç kişi olduğu için sandıkta fazla oyalanmadım. Oy pusulalarını katlayıp zarfa sığdırdıktan sonra soluğu yeni nesil simitçinin önünde aldık. Oradaki kuyruk daha uzundu. Çheddar peynirli simitlerimizi aldık. İlk kez renkli simitlerden denedik. Bana göre pembe, satıcıya göre mor renkli -aromasının böğürtlen olduğunda mutabıkız- simitten bir taneyi de kaptık. Sokak simidine göre çok daha yumuşak, pofuduk, şeker mi şeker bir karbonhidratı da hüplettikten sonra kurban bayramını planlamaya koyulduk. Henüz olgunlaşmasa da istikametimiz belli. Bizimle bu rotayı yapmak isteyen arkadaşımı aradım. Konuya girmeden bekleyin geliyorum, dedi. Böylece kahvelerimizi birlikte içmiş olduk. Son aylarda dışarı çıkma ve spontan buluşmalar yaratma konusunda eskiye nazaran epeyce iyiyim. Donuk ve isteksiz hâlim geride, yaralı hâlim de zira. Dolu dolu on ayı bıraktım geride. Kısacık kestiğim saçlarımın ucu omuz başlarıma değdi değecek. Lastik toka sımsıkı sarıyor saçlarımı, at kuyruğu olmasa da bir sıpa kuyruğunun içinde topluyor. İyiyim anlayacağın. Geçen bahar diktiğim bahar dalları çiçeğe durdu. Adaçayı desen dimdik ayakta. Fidanlığa gidip birkaç bitki daha alıp dikeceğim. Lavanta, biberiye, gül, defne belki. Geçen yıl tutmayanlar ve yenileri... 



İyi olmaya, iç ve dış bahçemi güzel ve bakımlı tutmaya kararlıyım. Bahar dizisine başladık kızımla. O önce pek oralı olmadı. Sonradan dahil olup sevince geriye dönüp eksik bölümleri izliyor şimdi. Son yıllarda ana akım medyada yayımlanan en güzel dizi değil mi, sence de? Bir kere tepeden tırnağa kadın dizisi. Bir kadının kendini bulmasında, harekete geçmesinde, kafa tutmasında, itiraz etmesinde, ayak diretmesinde iyimser, sevinçli bir yan var ve bu bana öyle geliyor ki tüm kadın izleyicilere iyi geliyor. Şifa gibi yayılıyor ruhumuza, neşe katıyor, güç veriyor. Belki sen de zor bir dönemden geçiyorsun şu sıralar, kim bilir, eğer öyleyse etrafında uyanan doğayı izle. Kuru dallara can veren döngüyü gör. Ve senin de can suyunun çok yakında yürüyeceğini bil. Çünkü kötü şeyler de, iyi şeyler de geçicidir. Ben bir kötülüğün içinden geçtim, durağanlığın. Mevsimler geldi geçti o arada. Hüznün ve soğuğun mevsimi geride. Bir de baktım kalbimde kır çiçekleri... 

Bu ayın son yazısı. Yine durdum durdum, yazıları tamamlamak için başka mecralarda yayımlananları dizdim peşi sıra. Son iki günde ikişerden dört yeni ileti ile ayı tamamlamak durumunda kaldım. Elimde her zaman için bir joker var: huzurlu yaşam ipuçları çevirileri. Ama şu anda okuduğun yazı blogta 1000. yazı. Dolayısıyla bir çeviriyle geçiştiremezdim veyahut yayımlanmış bir yazımı kopyalayarak. Özgün olmalıydı, yeni yazılmalıydı, bininci yazı bilgisini içermeliydi. 

Saat 16 suları. Yığınla kirli çamaşır yıkanmayı, kurutulmayı, katlanmayı bekliyor. Bulaşık makinesi boşaltılacak, kirliler dizilecek. Akşam yemeği pişecek ancak bu iş yerinde grev var arkadaşım. Önce kendim için bu satırlar yazılacak. Daha çok yardım ricasında bulunacağım belki. Belki daha çok hizmet satın alacağım. Kendine iyi gelmek, bunu sürdürmek bir niyet işi. Tohum diker gibi dikmek gerekiyor, sulamak, bakmak, gözlemlemek. 

İçimle haşır neşirim anlayacağın. Nadasa bıraktığım toprağı kabarttım, Hani geviş getirdiğimiz konular vardır ya, temcit pilavı gibi ısıttığımız, düşüne düşüne köklediğimiz, bahçenin ayrık otları bir nevi. Hah, bildin. Onlar inceldi, kurudu. Düşüncelerimle beslemedim çünkü onları. Yakıtı, besini kesince topraktan ayrıldılar bir bir, köksüz, yurtsuz kaldılar. Toprak kabarık, havalanmış, dikime hazır. Bir sürü iyi niyet tohumu var cebimde. Onlarla çiçeklendireceğim içimi. Vermekten yorgun düşmeyeceğim. Alacağım da artık. Gözlerimi daha sık dinlendireceğim yeşilin binbir tonunda, mavi sularda. Daha çok gezeceğim. Kapı gibi Schengen cebimde. Haftaya Midilli'deyiz örneğin. Kızımın on üçüncü doğum gününde. Sofya trenine de bineceğim, mışıl mışıl uyuyacağım yolda. Batum'da hinkal ve haçapuri de yiyeceğim. Tek başıma bir seyahat de patlatırım belki. Belli mi olur. 

Ben buradayım, tam bu anda, bininci kez! Dile kolay. Yalnızca dile kolay ama. Bir şeye başlamak nispeten kolay. Zor olan onu emekle, inatla, inançla sürdürmek. Geleceği belirleyen şey, bugün burada sürdürdüklerimiz neticede. Ben yıllardır buradaydım. Bugün burada yazmak, dördüncü kitaba varmış olmak hep geçmiş emeklerimin verimi. Şimdi bunu kutlama zamanı. Biraz da meraklanma zamanı. Bugünden düne bakınca buraya nasıl geldiğini anlayan ve anlamlandıran insan zihni için geleceği yaratmak ve okumak çok da olanaklı değil. Belki gereği de yok. Artık bize hizmet etmeyen yükleri geride bırakmak, ayrık otlarını beslemekten vazgeçmek, yürüyüp gitmek yetecek belki de. Çünkü öldürdüğümüz her ihtimalin yerini yenileri alacak. Kendiliğinden. Şems yanılmış olamaz. Artık hayatımın altına bakma ve oradan keyif alma zamanı. Kalın sağlıcakla, umutla... 

Ha son bir soru: Ben bininci kezdir buradayım. Ya sen?


Ayla Akbuar ile söyleşi

Diş hekimi, psikolog ve aile dizilimcisi Ayla Akbuar ile diş hekimliğinden psikolojiye geçişi, aile dizilimiyle tanışıklığı ve bu konuda kaleme aldığı kitabı üzerine TDB Dergi için yaptığımız söyleşi: 

                            "Aile dizilimi, sorumluluktan kaçma yöntemi değil"



Sizi kısaca tanıyabilir miyiz?

1964 İstanbul doğumluyum. İlkokula çok erken yaşta özel izinle başlatılmış bir çocuktum. 15 yaşında hayalim olan İÜ Psikoloji’ye haylice yüksek bir puanla girdim. Ancak okula girdikten sonra Prof hocalarımdan birinin “psikologluğun hayalimdeki gibi bir meslek yaşamı vaat etmediği ve beni lisede psikoloji hocalığının beklediğini” söylemesinden travmatik bir şekilde etkilenip o yıl okulu bıraktım ve tekrar üniversite sınavına girdim. Diş hekimliği fakültesini de annemin arzusu olduğu için yazdım. İÜ Diş Hekimliği Fakültesi 1985 mezunuyum. Mesleğimi çok severek 16 yıl yaptım. Muayenehanede çalışmaya devam ederken hobim olan resim ve özellikle minyatür sanatına biraz daha akademik yaklaşmak istedim. 1993 yılında MSÜ Güzel Sanatlar Fakültesi Geleneksel Türk Sanatları bölümüne girdim. Bir yandan hekimlik yaparken diğer yandan akademiye gidip 1997’de mezun oldum. Yurt içi ve yurt dışında çeşitli sergilerim oldu. 1996’da Japonya Nagoya Üniversitesi’nde misafir öğrenci olarak bulundum. Sergiler açtım, Türk Sanatı üzerine konferanslar verdim. Hekimliğim 2001 yılına kadar devam etti. Muayenehane ortamının tekdüzeliğini hobilerimle zenginleştirmeye çalıştım.

Aktif diş hekimliğini bırakma kararını nasıl aldınız?

İÜ Diş Hekimliği Toplum Ağız Diş Sağlığı bölümünden Prof Gülçin Saydam önderliğinde yürüttüğü birkaç projede birkaç yıl boyunca aktif rol almıştım. Proje dahilinde anne baba ve çocuklara eğitimler de yer alıyordu. Tamamen tesadüf eseri bu projeden haberdar olan bir psikoloji profesörünün bana kurumlara yönelik eğitimler konusunda iş teklif etmesiyle, önceleri hekimlikle paralel, ki saat 17’e kadar eğitimler vererek saat 18’den bazen gece yarılarına kadar muayenehanede çalışarak, uzun yıllar geçirdim. Ancak bir süre sonra çok yorucu olmaya başlayınca tercihimi psikoloji temelli eğitimlerden kullanmak durumunda kaldım. Tekrar eski gözağrım psikoloji beni çağırdı yani. Bu süreçte Psikoloji Master’ı yaptım. Kurumsal eğitimler 17 yıl sürdü.

Geriye dönüp baktığınızda diş hekimliği yaptığınız yıllara nazaran hayatınızdaki olumlu ve olumsuz gelişmeler nelerdir? Üzerine hiç düşündünüz mü?

Hiç düşünmez olur muyum? Öncelikle şunu söylemem lazım, hekimliği çok severek yaptım. Ancak maddi ve manevi olarak beklentilerimin karşılandığını düşünmüyordum. Hekimlikle temasta olduğum hastalarımla harika iletişimlerim vardı ancak ben insanların daha derinine ulaşmak istiyordum. Dediğim gibi eğitimcilik süreci benim psikoloji ile yıllar önce kopardığım bağlarımı tekrar kurmama vesile oldu. Şimdi kendimi daha genişlemiş ve daha çok insana, potansiyelimin çoğuyla destek olduğumu hissediyorum.

Aile Dizimi ile tanışıklığınız nasıl gerçekleşti? Neden bu alanda eğitim almayı tercih ettiniz?

Bir boşanma sürecinden geçiyordum. Faydası olacağını düşünerek Psikolog Mehmet Zararsızoğlu’na gittim. Bireysel terapinin yanı sıra Aile Dizimi de yapıyordu. Gerek bu süreci hasarsızca atlatmamda gerekse sonraki dönemdeki ruh halimde o kadar olumlu etkisi oldu ki, bu yöntemi öğrenmeli ve herkesin faydalanmasını sağlamalıyım dedim. Ve bir yandan psikoloji master’ı yaparken diğer yandan Dr. Zararsızoğlu’ndan 900 saat Aile Dizimi eğitimi aldım. 18 yıldır Aile Dizimi yapıyorum.

Aile Dizimi nedir? Psikoterapi yöntemlerine göre bir üstünlüğü var mıdır?

Herhangi bir yöntemin diğerine göre üstün olduğunu düşünmüyorum. Kişinin ihtiyacına uygun yöntem vardır. Elbette ehil bir uygulayıcı tarafından yapılması kaydıyla. Aile Dizimi yaşamımızdaki tıkanıklıkların, yoksunlukların sadece bizim seçimizden değil atalarımızdan da kaynaklanmış olabileceğini öne süren bir terapi yöntemi. Bazılarının öne sürdüğü gibi sorumluluktan kaçınmak için sığınılan bir yöntem asla değil. Aksine kişinin kendi yaşamı üzerinde daha fazla sorumluluk almasına vesile oluyor diyebilirim, her terapi yönteminde olduğu gibi.  Atalarımızın yaşadığı ani ölümler, kayıplar, savaş, göç, hak yeme hak yenme, miras kavgaları, kız kaçırma, tecavüz vs gibi travmalar, gelecek nesillere genler yoluyla taşınıp bireyin tam potansiyeli ile hayata yönelmesine ve seçimler yapmasına engel olabiliyor. Aile Dizimi ile hem atalarımızın, hem içine doğduğumuz ve kurduğumuz ailelerin dinamiklerine çalışarak bireyin boynundaki o görünmez zincirlerden bağımsızlaşmasını hedefliyoruz. Mutlaka psikoloji bilgisi ve eğitimi almış, Aile Dizimi eğitimini yetkin bir uzmandan ve (50-100 saat gibi kısa değil) gerekli sürede  almış, tecrübeli bir uzman tarafından yapılması gerekiyor. Maalesef diş hekimliğinde hala kurtulamadığımız sahte diş hekimleri gibi sahte aile dizimcileri de ortada çok sayıda var. İzlediği bir diziyi seyretmiş, iki defa dizime katılmış bir çok eğitimsiz kişinin dizim yaptığına şahit oluyorum. Hasta olarak, danışan olarak sorumluluğumuz hizmet verecek kişinin yetkinliğini kontrol etmek olmalı. Aile Dizimi yetkin biri tarafından yapıldığında bir çok yönteme nazaran çok daha etkin ve daha kısa sürede gerçekleşen bir terapi yöntemi. Bugüne dek binlerce kez yaptım. Olumsuz bir durum hiç yaşamadım. Dizimlerin zarar vereceğine dair duyduğunuz her şey yetkin olmayan biri tarafından yapılmış olmalarıyla ilgilidir. Bence herkes en azından içine doğmuş olduğu aile ve kurduğu aileye dair dizim yaptırmalı.

Mona Kitap tarafından yayınlanan “Aile Dizimi- Atalarınızın kaderleri kaderimiz olmasın” bir Türk uzman tarafından alanında yazılan ilk kitap olma özelliği de taşıyor. Kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz? Çalışmalarınızı nasıl sürdürdünüz?

Uzun yıllar binlerce aile dizimi yaptıktan sonra haylice birikimim oluşmuştu. Danışanlarım bu konuda aydınlatıcı bir kitaba ihtiyaç olduğunu söylüyorlardı. Aslında pandemi buna vesile oldu. Pandeminin ilk 3 ayı herkes gibi hiçbir şey yapmadan evde oturmaya mahkum kalınca kitabı yazmak için büyük bir itki duydum. Pandeminin armağanı, hiçbir şey yapma zorunluluğunda olmama hali buna aslında vesile oldu. Saatlerce yazma lüksüne sahip oldum. Zaten kısa sürede de yazıp bitirdim.

Sizinki aslında sanatla iç içe de bir yaşam. MSÜ Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Geleneksel Türk Sanatları’nı bitirdiniz. Japonya’da bu konuda sergiler açtınız. O süreç nasıl başladı, ilerledi anlatabilir misiniz?

Kendimi bildiğimden beri Japonya ve kültürüne aşığım. Bu konuda çok okumuştum. Hayalimde de hep bir gün Japonya’da yaşayacağım düşüncesi vardı. Güzel sanatlarda okurken, Japon ve Türk geleneksel sanatlarındaki yöntem ve malzeme benzerlikleri ilgimi çekmişti. Biraz da bunu öğrenme bahanesiyle , o zaman internet henüz bu kadar aktif kullanımda değildi, Japonya’daki bütün ilgili üniversitelere mektup yazdım, burslu öğrenci olarak beni kabul ederler mi diye. Bir tanesi kabul etti ve gittim. Gitmeden bir kursa yazılıp derdimi anlatacak kadar Japonca öğrendim. Kısa dönem burslu öğrenci olarak geleneksel Japon resmi eğitimi gördüm. Çeşitli tesadüf mü dersiniz tevafuk mu bilemem ama çeşitli fırsatlar çıktı önüme ve sergiler açtım, Türk Geleneksel Sanatlarını anlatan Japonca seminerler verdim. Harika insanlarla tanıştım. Hepsinden önemlisi benim için çok önemli bir hayali gerçekleştirdim.

Japon resim sanatı Sumie ile tanışıklığınız da orada başladı sanırım. Sumie sanatı ile Geleneksel Türk Sanatları benziyor mu?

Sumie ile çok yıllar sonra bundan 8 yıl önce tanıştım. Geleneksel Japon ve Geleneksel Türk sanatlarından çok farklı. Tezhip ve minyatür keskin kuralları olan, dışına çıkılması doğru olmayan birer sanat. Zamanında benim ruhumun ihtiyacını karşıladığına eminim. Ancak artık ben de, ruhumun ihtiyaçları da çok farklı. Sumie, bir tür zen meditasyonu yapmak gibi. Elbette kendince kuralları var, ancak katı ve engelleyici değil. Sadece boyalar, fırça ve kağıtta kaybolup gitmenin keyfini size anlatamam. Diş hekimliği yaparken yorulan, sıkışan tüm ruhlara sanatın bir dalıyla uğraşmasını öneririm. Dünyanın şartları bu kadar zorlayıcıyken, diş hekimliğinin sorumluluğu bu kadar ağırken hepimizin hafiflemeye çok ihtiyacı var.

Bundan sonrası için planlarınız nelerdir? Teşekkür ederim.

Bitirdiğim bir romanım var. Son düzeltmelerini yapıyorum uzunca bir süredir. Bir de gene herkesin ihtiyacı olduğunu düşündüğüm bir konuda bir psikoloji kitabı var sırada yazmak istediğim.

Bu röportaj için ben çok teşekkür ederim.

Sağ beyin, sol beyin ve yaratma cesareti üzerine

Yeni kitabımın yayınlanacağını öğrenen bir hastam benimle kahve içmek ve yazma sürecim hakkında sohbet etmek istedi. Eğitim psikolojisi alanında çalıştığı, yaratıcılık, öğrenme konuları ilgi alanı olduğu için, beni hekim olarak tanıdığı ve kodladığı için bu yeni kimliğim ilgisini çekmişti çünkü. Hem merak ettiklerini sordu hem de bildiklerini anlattı. Yaratıcı olduğum için sağ beynimin baskın olduğunu düşündü. Hekimlik pratiğiyle sol beynin organize ettiği işleri öğrenerek  yapabildiğimi ancak hayatın her alanında bunu sürdüremediğime dair bir tahminde bulundu. Farklı bir tür falcılık. Belki de bir tür genelleme. 
  
Bildiğiniz gibi yaratıcılık, insanın hayal gücünü kullanarak yeni fikirler üretme kapasitesidir. Bu kapasiteye sahip birine neden sağ beyin yakıştırılır çünkü sağ beyin yaratıcılık, sanat ve duygusal ifade gibi alanlardan sorumludur.  Sol beyin ise, mantıklı düşünme, analitik düşünme ve dil becerilerini yönetir. 

 Sağ beynimiz, yaratıcılığımızın ve sanatsal yeteneklerimizin merkezi olarak kabul edilir. Sol beynimiz ise mantıklı düşünme, analiz yapma ve planlama gibi işlevlerle ilişkilendirilir. Yaratıcılık, genellikle sağ beyin tarafından yönlendirilen bir süreç olarak görülür.

Yaratıcılık, yeni fikirler üretme, problemleri farklı açılardan ele alma ve estetik duygularımızı ifade etme yeteneğimizdir. Bu yetenek, anlık ve spontan bir şekilde ortaya çıkabilir veya disiplinli bir çalışmanın sonucunda geliştirilebilir. Bir sanat eserini oluştururken, bir müzik parçası bestelerken veya bir hikaye yazarken yaratıcılığımızı kullanırız. 
Yaratıcı düşünceyi geliştirmek mümkün. Resim yapmak, müzik dinlemek, kitap okumak, doğa yürüyüşleri yapmak gibi faaliyetler, sağ beyin aktivasyonunu artırarak yaratıcılığımızı destekleyebilir. Ayrıca, hayal gücümüzü zorlayan sorular sormak, problem çözme becerilerimizi geliştirmek ve yeni deneyimler yaşamak da yaratıcılığımızı artırabilir.

Yaratıcılık sağ beynimizin bir özelliği olmakla birlikte geliştirilebilir ve teşvik edilebilir bir yetenektir diyebiliriz pekâlâ. O halde yaratıcı eylemleri sürdürmek için kendimize yaratım dostu bir çevre oluşturmak şart belki de. Kitaplar, filmler, sanatla ilgilenen dostlar, ilham veren yapıtlar... Çevremizi bunlarla ne kadar doldurursak o denli besleriz yaratıcı yönümüzü ve dahi içimizdeki sanatçıyı. Diyeceğim o ki arkadaşım, içindeki sanatçıyı gör, duy, onu iti gıdalarla besle ve üretmesine müsade et. Et ki yaratıcılığının ateşi sönmesin. Çünkü sönerse durum vahim. Kendi doğana sırt çeviriyorsun ve çuvallaman, sendelemen yakın demektir.

30 Mart 2024 Cumartesi

Yazar olabilir miyim?

Sorunun yanıtı basit. Yazarsan yazar olursun.  Yazar/ yazan ayrımına girmiyorum. Yazar olmanın tek kriteri yayımlanmış kitapların olması değil neticede. Bu tutmak istediğin bir yol neticede. Yürümeye kararlıysan o ilk adımı atmak ve ardından gelecek binlerce adımı her koşulda atmak şart. Kayayı delen suyun kararlılığıdır, sürekliliğidir. Yazar olmak istiyorsan, yazarak hafiflemek,  istiyorsan, kelimeler sana iyi gelsin istiyorsan, yalnızca kelimeleri dizerek içlendiren, şaşırtan, gülümseten sekanslar yaratmak istiyorsan, bir kitabın sırtında adını okumak istiyorsan yazma işini ciddiye almanın zamanıdır. 

Bahar kapıda. Kuru dallara can suyu yürüyor. Dalları tomurcuklar basıyor. Dışarıda uyanan mevsime ayak uydur. Yazacak bir hikayem yok demeden, cesaretini kırmadan, kendine çelme takmadan başla. Sürdürmek için, modası hiç geçmeyecek kimi tavsiyeler aşağıda. Tepe tepe kullan. Sana iyi gelen kaynakları, alışkanlıkları paylaşmak istersen yorumlara yazmayı ihmal etme. Tanışana kadar hepimiz yabancıyız. Ama kelimelerimiz, hikayelerimiz de birbirine iyi geliyor. 





1. Her gün yazmaya zaman ayırın: Yazma becerilerinizi geliştirmek için düzenli olarak yazmaya vakit ayırın. Bu, yazma alışkanlığınızı güçlendirecek ve yazdıkça kendinizi geliştireceksiniz.


2. Okuyun: İyi bir yazar olmanın temel şartı bol bol okumaktan geçer. Farklı türlerde kitaplar okuyarak kendinizi geliştirin ve başarılı yazarların eserlerinden ilham alın.


3. Eleştirilere açık olun: Yazdıklarınızı başkalarıyla paylaşın ve alacakları geri bildirimlere açık olun. Eleştirilerden ders çıkarın ve yazma becerilerinizi geliştirmek için bu geri bildirimleri değerlendirin.


4. Sabırlı olun: Yazma yolculuğu sabır gerektiren bir süreçtir. Başarılı bir yazar olmak zaman alabilir, bu yüzden sabırlı olun ve yazma becerilerinizi geliştirmek için zaman ayırın.


5. Yaratıcılığınızı besleyin: Yaratıcılığınızı güçlendirecek aktivitelere zaman ayırın. Resim yapmak, müzik dinlemek, doğa yürüyüşleri yapmak gibi aktiviteler yaratıcılığınızı besleyecektir.


6. Rutin oluşturun: Yazma rutini oluşturarak kendinize disiplin kazandırın. Her gün aynı saatte yazmaya başlamak, yazma alışkanlığınızı güçlendirecek ve daha verimli olmanızı sağlayacaktır.


7. İlham kaynaklarınızı belirleyin: Hangi konularda yazmak istediğinizi ve ilham kaynaklarınızı belirleyin. Bu size yazma sürecinde yol gösterecektir.


8. Yazma hedefleri belirleyin: Kendinize yazma hedefleri belirleyin ve bu hedeflere ulaşmak için adımlar atın. Belirlediğiniz hedeflere yönelik çalışmalarınızı planlayın ve hedeflerinizi gerçekleştirecek motivasyonu kendinizde bulun.


Yazar olmak isteyenler için bu tavsiyeler, yazma becerilerinizi geliştirmenize ve başarılı bir yazar olmanıza yardımcı olacaktır. Unutmayın, yazmak bir tutku ve sabır işidir. Kendinize inanın ve yazma yolculuğunu keyifli bir şekilde sürdürün.

28 Mart 2024 Perşembe

Ömer Açık ile söyleşi*

 

     



                  "İşin temelinin iyi hikâye anlatmak olduğunu düşünüyorum"



       Yaz Gezgini ile Hapşu Teyze’den üç yıl sonra Hatırlamak İçin Güzel Bir Gün adlı kitabınız okurlarla buluştu. Bu kez resimli bir öykü kitabı. Daha küçük yaş grubu için yazmak sizin için nasıl bir deneyimdi?


İşin temelinin iyi hikâye anlatmak olduğunu düşündüğüm için yaş düzeyini çok kafama takmamakla başlıyor ve ilerlemeye çalışıyorum. Bir yerden sonra eldeki hikâye ne kadar dramatik yük kaldırabileceğini tartıyor ve aşağı yukarı sesleneceği seviye kendiliğinden belirleniyor. Hikâyeyi o seviyeye en iyi aktaracak biçimsel yapı denemeleri de kaçınılmaz oluyor tabii. Hatırlamak İçin Güzel Bir Gün tek solukluk bir hikâye bence. Çok fazla mola vermeden okunması en uygunu. Öyle de yazıldı zaten.

       Kitabın kahramanı Güneş, meraklı, kıpır kıpır bir kız çocuğu. Anlatım dilinin de Güneş’ten aşağı kalır yanı yok. Bu dilin, okumayı yeni öğrenen, resimli öykülerden resimsiz metinlere geçiş yapmaya hazırlanan küçük okurlarca sevileceği muhakkak. Okurlarınızla bir araya gelme, onların yorumlarını dinleyebilme imkânı doğdu mu? Çocukların geri bildirimi nasıl olurdu?

Kitabın ilk okurlarından biri elbette Güneş’ti. Kitap çıkana kadar böyle bir hikâyeyi kaleme almış olduğuma inanmadı. Çocukların kendilerini bir öykü içinde bulması garip bir duygu olmalı. Sınıfça değil ama tekil okumalarda bulunan çocuklardan bazı dönüşler aldım. Tahmin ettiğim gibi daha çok park ve oyun odaklı bir okuma yapmışlar.

Çocuk kitaplarının aynı zamanda yetişkinler için de (her şeyden önce bize çocukları daha iyi tanıma fırsatı veriyor kitaplar) olduğunu akıldan çıkarmadan yazmaya çalışıyorum. İyi hikâyeler kim için kaleme alınmış olursa olsun herkes içindir. Tıpkı masallar gibi. Çocukların yetişkinlerle paylaşabileceği hikâyelerin zamana direnme konusunda daha başarılı olacağını düşünüyorum ayrıca.

     Hatırlamak İçin Güzel Bir Gün’ün merkezinde çocuk parkı, parkta oynamaya doyamaya Güneş ve onu ikna etmek için türlü yollar araştıran babası yer alıyor. Dedenin bulduğu formül, ister istemez aklımıza, bir sonraki günü görebilmek için hikâye anlatan Şehrazat’ı getiriyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Hikâyeyi bitirdikten sonra fark ettim ben de bunu. Bir büyük anlatı güncel bir öyküye bir biçimiyle sızmıştı işte. Sıkı hikâyelerin ölmez yanı bu. Kendilerini kuşaktan kuşağa başka görünümlerde var etmeyi başarmaları.

Çocukların hikâye dinlemeye yatkın olmalarının anlamını da paralel düşünce olarak akılda tutmak gerek sanırım. Müthiş meşgul ya da acılar içindeyken, uykusuzluktan gözleri kapanır halde ya da en olmayacak zamanda bir çocuğa hikâye anlatmaya başlayın ve olacakları görün. Çocuk o an tek ihtiyacı bir hikâye dinlemekmiş gibi anlatıya güvenle bağlanıyor.

Güneş de ancak sürüp giden hikâyeler sayesinde parktan vazgeçiyor. Dünü bugüne bağlayan, dünyaya güven hissiyle yaklaşmamızı kolaylaştıran bir yanı var sıkı hikâyelerin.

Hikâyenin içinde göçmen meselesine de değiniliyor. Yetişkinlerin yabancı olarak gördüğü kimseleri daha kolay yadırgayabildiğini, çocukların bu konuda daha önyargısız olduğundan dem vuruyorsunuz. Göz göze gelmek, oyun başlatmaya yeter mi?

Çocuksanız evinizin önünde, sokağınızda kim varsa onunla arkadaş olup oyuna dalıyorsunuz. Çocuklarda karşıdakini oyunun içinde tanımak söz konusu. Önyargı az çok söz konusu olabilir. Ama bunların çevresindeki yetişkinlerden aktarılmış olması kuvvetle muhtemel.

Biz yetişkinler önyargılardan kale duvarları örüyoruz kendimize. Başka türlü hayatta kalamayacağımızı düşünüyoruz sanırım. Ancak o kalenin içinden geçen tek tip yaşam da çok kıymetli sayılmasa gerek.

Bugün göçmenseniz bütün kötülüklerin kaynağı sayılıyorsunuz. Yalnızca ülkemizde değil tüm dünyada. Güç bela vardığınız yeni ülkeye ekonomik, sosyal bütün sorunları siz taşımışsınız sanki. Bir çeşit günah keçisi. Artık yurtsuz olması yetmiyormuş gibi bir düşman sayılıyor göçmen. Ama yaklaşan ekolojik felaketler zincirini göz önüne alırsak, belki de insanlığın Afrika’dan yeryüzüne yayılmasından beri en büyük göçmen akınının arifesinde olduğumuzu söyleyebiliriz. Yani her birimiz yeni göçmenler olmaya her zamankinden çok daha yakınız.

       Hatırlamanın ve unutmamanın ilk şartı, anlatmak. Baba da anlattıkça, çeyrek yüzyıl önce yaşanan 17 Ağustos felaketinin anılarını, mahalle sakinleriyle parkta sabahlamalarını, kurulan çadırları hatırlıyor. Güneş ve arkadaşları için düzenlenen çadır gecesi bir eğlencenin ötesine geçerek bir tür anmaya dönüşüyor. Hatırlamak İçin Güzel Bir Gün’ün asıl meselesi deprem olmasa da çok geride kalmış bir felaketin dayanışmayla onarılan yaralarına da bakan, 6 Şubat depremlerinden önce yazılmış bir kitap. Aksi olsa yazmak mümkün olur muydu?

Hayır olamazdı. Depremin yan konularından olduğu bir hikâye bile 99’un üzerinden yirmi yıldan fazla zaman geçtikten sonra yazılabiliyorsa… Belki 6 Şubat etrafında dönen bir hikâye de ancak yeterli mesafe alındıktan sonra kaleme alınabilir olacak. En azından benim için.

Deprem, göçmenlik ve diğerleri… Zor konular. Ama üzerinde kafa yormak, çocukları karmaşanın ortasında bırakmamak gerek. Bunun en iyi yolu zor konuların hikâyelerini anlatma cesaretini göstermek. Kabullenmenin, yas tutmanın, aşmanın, yeniden umutlanmanın iyi yollarından biri bu çünkü.

Hatırlamaya ya da unutmamaya gelince... Çocuklar için soyut kaldığı düşünülse de bu kavramlar hemen her gün onların yaşamlarında. Hayatları unutmadıkları üzerine inşa ediliyor çocukların ve hatırlanmaya değer şeyler sayesinde yaşama katlanabiliyorlar.

* Bu söyleşi 13 Şubat 2024 tarihinde Parşömen Edebiyat'ta yayımlanmıştır.