21 Temmuz 2024 Pazar

Wet more, worry less

Köprünün açılmasıyla beraber, sınıra daha da yaklaştık. Yunanistan'ın Evros bölgesine gitmek buralarda epeyce revaçta. Ekonomik koşullar, arabanın sigortası, konaklama derken meblağ giderek yükseliyor. Yerel tur şirketleri bu arza günübirlik turlarla çözüm getirmişe benziyor. Geçen yazdan beri takip ettiğim, ancak katılma fırsatı bulamadığım turlar, bu yazın ekonomik seçimi oldu benim için. 

Kurban bayramında kısa Balkan turuyla ilk adımı attık. Yaz bitene kadar yüzme molalı bir başka tura daha  katılırım, diyordum. Vizyon, misyon belirlenince, eyleme geçmek kolaylaşıyor. Hiç gitmediğim Thassos adasına günbirlik gitmeyi gözüm almadı. Mesafe, adanın kendi popülaritesi, sınır yoğunluğu sağlam birer gerekçe olarak dikildi önüme. Aklın yolu birdi. Daha önce defalarca gittiğimiz Alexandrapolis'ye günübirlik gidebilirdik. Tur şirketinin vaadi, bir yaz günü orada yapmak isteyebileceğimiz her şeyi kapsıyordu. Sabah 5'te çıktık evden. Gelibolu'da kahvaltı molasının ardından İpsala'ya vardık. Tur otobüslerini bekletmiyorlarmış, meğer. Kuyrukta bekleyen binek otolarının yanından geçtik ancak Türk tarafında vardiya değişimine denk geldik. Toplamda iki saate yakın sürdü her iki gümrüğü aşmamız. 11 civarı Jumbo'nun önündeydik. Şen ve meraklı çocuklar gibi dağıldık içeride. Birkaç aksesuar, mutfak eşyası, defter, soğutucu çanta ile nefsimizi körelttik. 

Makri koyuna gittik. Nula Beach Bar, güzel bir seçimmiş. Plajda yeterince şezlong şemsiye vardı ancak yeterinceden biraz daha fazla kişi sayısı beklemeye yol açacaktı. Üstünde mayo, önünde deniz varsa, gerisi teferruattır diyerek suya atladık. Girişteki küçük çakıl taşlarını saymazsak deniz tamamen kumdu. Sıcaklığı ise tam benlik. Ne soğuk ne sıcak. Yüz, yemek ye, yüz, kahve iç, yüz, kitap oku, şekerleme yap yüz şeklinde beş saate yakın plajda kaldık. Kitap oku ve şekerleme yap kısmında artık şezlongumuza da yerleşmiştik tahmin edileceği gibi. Yunanistan, bu kurla, benim için pek ucuz sayılmaz artık. Bodrum ve Çeşme beachlerinde tatil yapma ve para harcama alışkanlığım yok neticede. Belediyenin çay bahçesinde beş liraya çay içen insanım şunun şurasında. Alkol desen öyle su gibi akıp gitmez soframda. Ne demeye gidiyorsun, arkadaşım diye soracak olursan... 

Benim gitmeyi tercih etme sebebim, değişim ve rutinin dışına çıkma ihtiyacı. Belirli bir şeyi özlemek. Her şeyi istemekle belirli bir şeyi özlemek arasında fark var. Yani dünyaları fethetmek değil arzum. (Görmek istediğim çok yer var ama seyahatin kendisini bir haz alma ve tüketim nesnesine de dönüştürmek istemiyorum) Nedir bu belirli özlenen? Anlatayım. 

Yavaşlık ve keyif. Mekanların fiyat politikasındaki şeffaflık, kazıklanmayacağına, kaliteye dair duyduğun güven. Yavaş hazırlanan ama leziz yemekler... Birbirleriyle bol bol sohbet eden insanları görmek... Daha sakin ve gürültüsüz plajlar... Hoş, Nula'daki DJ bu sakinlik ihtiyacıyla çatışıyordu ama sakinlikten kastım yalnızca plajda bangır bangır müzik çalmaması değil. Ne bileyim, gürültü yapan, bağıran çağıran anne bak diye böğüren çocukların da olmaması. Yunan plajlarını biz de epeyce doldurduğumuza göre bizim çocuklar da oraya gidince ortama ve etrafa uyuyor demek ki... Çevre değiştirmek iyidir neticede. Etrafı daha çok gözlemlersin. İlgini çekecek şeyleri fark etmeye, yakalamaya çalışırsın. Burada olsa sabırsızlık göstereceğin konularda sakin ve odaklı kalmanı bile sağlar, bir yerin turisti olmak. 

Bir yerin turisti olmak, kısaca tüm duyularını keskinleştirir. Almaya, deneyimlemeye açık hâle gelirsin. Özlediğin şeyleri yapmak istersin. Arzu nesnesinin (burada Yunanistan oluyor) her an elinin altında olmaması, bu deneyimi daha özel ve doyumlu kıldığından kendini bir şeylere ulaşmış hissetmek gibi bir ödülü de vardır bu gidişin. Ödül insan bünyesine iyi gelir. Neyi ödül olarak algılıyor ve sakince, keyiflice yapıyorsak oradan bir doyum çıktığını söylersem bana katılırsınız muhtemelen. Dolayısıyla deniz aynı deniz, yüzmek aynı suyun içinde yapılan eylem olmaktan çıkar ve bütün plaj seni hoşnut etmek için hizalanır. Kızın yüzen bir yosun topağıyla oynar, ona isimler takarsınız. Dalgalar sizi güldürmek için yükselir, alçalır. Dünyanın en harikulada taşları (bütün taşlar güzeldir ne de olsa) plajda ayaklarınızın dibindedir. Bir sürahi huzur üzerinden dökülmüş gibi gevşek, rahat bakınırsınız etrafa. Fotoğraf kareleri yakalamak için ava çıkarsınız sonra. Dikkatinizi bir tabela çeker. Bir sahil gurusu mottosunu paylaşmıştır tüm dünyayla. Haksız da sayılmaz. 



"Wet more, worry less" 

That's the deal 


19 Temmuz 2024 Cuma

Yaz, sıcak ve dört yılı...

Yazın en sıcak günleri... 

İş yerinde mecburen klimayla çalışıyorum. Aksi düşünülemez bile. Eldiven, maske, bone altında, yakın mesafe... Yine de zaman zaman çok bunaldığım oluyor. Eldivenin içinde ellerim nemleniyor. Bir ay kaldı şunun şurasında diyerek sabrediyor, erken çıktığım günler kendimi denize atıyorum. Dün o günlerden biriydi işte. Saat 3'te çıktım. Kızımı evden aldım. Mayolarımızı giydik. Birkaç ufak işi hallettik. Plaja vardık. Pek keyifli bir deniz yoktu. Okuduğum kitap da evde kalmıştı. Olsundu. Yine de birkaç saat erken çıkmıştım ve kendimi pekala tatilde gibi hissedebilirdim. 

Hamağa yatınca bir fotoğraf çektim ve İnstagram'da paylaşırken şu satırları yazdım altına. 



Aynı ağacın altında sallanıyoruz, birer kırmızı hamakta... O kitap okuyor. Ben sesleri dinliyorum. İnsan sesleri mırıltıları aşamıyor. Cırcır böcekleri sahnede çünkü. Koro halinde yükseliyor, alçalıyor sesleri. Sonra bir avaz bağırıyorlar. Tüm sesleri bastırarak. Güneş servilerin arkasında. Sıcak hava üflüyor uzaktan. Deniz çırpıntılı. Serinliği iyi geliyor bir süre. Gir, çık. Kuru, bunal, ıslan. Bunalmakla ıslanmak arasında bir yerdeyiz şimdi. İş gününü birkaç saat erken bitirmenin hediyesi, bu aylaklık dakikaları. Tatildeymiş gibi, ama tatil değil. 

Bu satırları yazdıktan sonra ıslanıyoruz bir kez daha. Deniz hâlâ vasat. Serinlemek yetiyor. Kuruyoruz şezlongta ve bir arkadaşıma uğruyoruz. Biraz laflıyoruz ailesiyle. Dondurma yiyoruz. Eve dönüp duş alıyoruz. Renklileri makineye atıyorum. Yarın günübirlik geziye gideceğiz çünkü. Lazım olacak temiz plaj havluları. Sabah katlıyorum onları. Bu kez beyazlar giriyor makinenin içine. Asıyorum tertemiz. Aralarında plaj elbiselerimiz salınıyor bu defa. 

Yarın bu saatlerde Dedeağaç'ta olacağız bir aksilik olmazsa. Yapmayı sevdiğimiz her şey günübirlik turun içine sıkışmış olacak. Jumbo, Liedl, Makri'de yüzme molası, merkezde yemek... Kızıma bu kez farklı şeyler deneyelim, diyorum ama ne gerek var diyor. İstemiyor değişimi. Birkaç gün önce Facebook hatırlattı. Yine böyle bir tatil öncesiymiş. Bavul hazırlıyormuşuz. O soruyormuş bana, minnak haliyle. Neleri götüreceğimiz, neleri bırakacağımız konusuna sıkkınmış canı. Diyormuş ki, duvarları, perdeleri, her şeyi götürsek... Perdeleri, ona kendini evde hissettirirmiş. Mevzu derin. 

Evde hissetmek için neler gerekir? Değişimi neden sevmeyiz de aynılığın içinde şikayet eder dururuz? Zor bir yıl geçirdim. Eğip bükmeye gerek yok. Zordu. Zorluklar sürüyor da üstelik. Ne kadar zorlandığımı, şimdi kendimi biraz daha ferah hissedince anlıyorum. Belki gelecek yıl da diyeceğim ki, ne çetin bir iki yıldı. Geçen yaz da iyiyim, diyordum. Reddettiğim için, inkar ettiğim için değil, kayıpların yanı sıra kendim olmak, kendi seçimlerimi yapmak iyi hissettirdiği için. Yorgunluk da varmış çokça, onu görüyorum şimdi. Kaçınılmaz cilveleri hayatın. Elden ne gelir. 

Geçen yıl bahar aylarından beri hayatımın ana kelimesi "değişim". Beni rahatsız eden ne varsa, halının altına süpüremeyeceğim şekilde geldi karşıma. Kimi insanlar gitmek zorunda kaldı. Öyle bir ifşa oldu ki örneğin, kalmak artık bir seçenek olamazdı, eğdi başını gitti. İş yerimde sınandım durdum bununla. Hayat boşluk sevmiyor, biri gelecek, başlayacak, el mecbur. Bir, iki, üç... Yorgun düştüm sürekli yeniden başlamaktan. Yeniden dizayn etmekten. Navigasyondaki ses hiç susmadı: yeniden hesaplanıyor. 

Bu yeniden hesaplama zamanlarında ben en çok bedenimi ve evimi koyverdim. 10 kilo aldım bir yıl içinde. Evde zaruri şeyler hariç elimi süremedim. O ara tesadüfen numerolojiyle ilgili yüzeysel bir bilgiye rastladım. Hesapladım. Dört yılındaymışım. Dört yılı, eğer ilk yıl yanlış çattıysanız temelleri, her şeyin zangırdadığı, zorlayıcı bir yılmış. Bu tuhaf şekilde rahatlattı beni. "Tabi ya, şimdi dört yılındayım, zorluklarla karşılaşmam çok normal, hepsi geçecek," düşüncesinde ferahlatıcı bir yan var. Mevsimsel bir döngü gibi karşılamayı kolaylaştıracak bir bilgelik gibi. Bu günler gelip geçici. "Neden ben? Neden?" sorularına tutunmadan, didişmeden çözüm için neleri değiştireceğimi fark etmeye çalışmak, daha sağlam temeller oluşturmak için tohumlar atmak, kendimi yiyip bitirmekten yeğdir. Belki o zaman hazmedemediklerime takılmak yerine değişime, yeni gelene daha ferah açarım kendimi. Ve duygusal olarak hazmedemediklerimi bırakırım ardımda. Bakarsın fiziksel olarak birikenler de gider kolayca. İşte buna amin denir. 


17 Temmuz 2024 Çarşamba

Günlerin içinden damlayanlar...

Hatırla. Bir pazar sabahı Rıfat günlerin aynı kaba damlamadığını fark etmiş; "Günler damlıyor ama aynı kaba değil," demiş ve bundan müthiş huzursuzluk duymuştu. Çünkü günler aynı kaba damlamalıydı. 

Yazmak da günlerin aynı kaba damlamasını sağlamanın bir parçası. Öyleyse bir tas tutuyorum günlerimin altına ve topluyorum damlaları sizin için, kendim için. 

Cumartesi 

Cumartesi iş çıkışı denize gittik. Kamyonetinin arkasında sebze satan amcadan mevsimin ilk börülcesini aldım. Börülcenin kilosu kaça diye sordum. Eliyle kasanın dibinde kalanı gösterdi. "Geri götürmeyeyim, hepsini al. 50 lira ver," dedi. Hepsini aldım. Gözüme çok görünmüştü ilkten. Böler, anneme de veririm diye düşünmüştüm. Boşverdim. Ayıklar, haşlarım. Fazlasını dondurucuya atarım diye düşündüm. Haşlayıp soslayınca çıtır çıtır gidiyor. Yazın en güzel yemeklerinden birisi, taze börülce. Zeytinyağı, limon, sarımsak, domates ve sivri biberin girdiği ve leziz olmayan başka bir tarif de yok, doğrusu. 

                                                                                *

Pazar 

Pazar gününü evde geçirmeyi düşünüyordum. Öyle de oldu. Sabah uyandım. Kahvaltı yaptım. Zeytin Ağacı dizisinin ikinci sezonunun çıktığı haberi üzerine cumartesi geceden ilk sezonu tekrar izlemeye başlamıştım. Pazar günü hem ilk sezonu bitirdim hem de ikinciyi. Son bölümlerde gözlerim dolu dolu  oldu. Aile köken dizilimi hakkında epeyce bilgi sahibi de oldum. Güzel manzaralar, sıkı dostluklar... Daha ne olsun. 

                                                                                 *

Pazartesi 

Pazartesi yin yoga günü. Temmuz başından beri. Benim gibi kontrolü elden bırakmayanlar için bire bir. Derin gevşemek için kendini yere bırakmak acayip bir şey. Kendini yalnız, desteksiz hissettiğin zamanlarda yere uzan ve yeryüzünün, en büyük destekçin olduğunu, seni taşımaktan asla vazgeçmediğini hatırla. 

Salı 

Salı iki yoga dersi arası boş günüm. Evde yalnızdım. Hazır da yemek de vardı. Havuzun olağan sakinleri akşam yemeği için hazır eve gitmişken keyif çatayım, dedim. Mayomu giydim. Aldım elime kitabımı. Balkon kapısını açtım. Gökyüzü fön çekiyor adeta saçlarına. Sıcağı yüzüme yüzüme vurdu. Uzandım şezlonga. Kaldığım yerden başladım okumaya. Kadınlar Ülkesinde. 1915'te yazılmış bir roman. Bitsin, yazarım belki birkaç satır. 

Bali'de, Maldivler'de ya da Akdeniz kıyılarında çekilen filmleri kaçırmıyorum. Netfilx'te buldum yine bir tane. Cennete Bilet. Julia Roberts ve George Clooney'in başrolleri paylaştığı filmde, hukuk bölümünden mezun olan genç kadın, işe başlamadan önce yakın arkadaşıyla Bali'ye tatile gider, yerel birine aşık olur. Amerika'daki hayatına boş verip adada kalmaya, evlenmeye karar verir. Birbirinden ölesiye nefret eden, aynı yerde bile bulunmaya tahammül edemeyen yıllar önce boşanmış anne ve babasının şimdi ortak bir hedefi vardır. Bu ani ve onlara yanlış gelen evliliği durdurmak. Güzel manzaralar eşliğinde hafif, seyirlik bir film. 

Dört  günün içinden damlayanlar işte böyle. 



13 Temmuz 2024 Cumartesi

Babam



Babam gideli üç yıl oldu. Onu en çok metanetiyle, görme, gezme hevesiyle hatırlıyorum. Hastalıkları, ameliyatları, felç geçirdiği için tekerlekli sandalyeye bağımlı kalmayı, hepsini cesaretle karşıladı. Şikayet etmeden, bunu bir ceza gibi görmeden yaşadı. Elinden geldiği kadar tutundu hayata. Rutinlerini asla bırakmadı. Futbol maçlarını izlemekten, gazete okumaktan, haberleri takip etmekten vazgeçmedi. Tek arzusu Denizle daha uzun zaman geçirmekti. Bunu da başardı. Torunuyla yeterince zaman geçirdi. Hatırlanacak kadar, anılarda yer tutacak kadar. Babam her koşulda iyi olma kararlılığını sürdürdü. Hayattaki en büyük mücadele bu belki de. Koşullar değiştiğinde de iyi olmak, torunuyla gülebilmek az buz zafer değil. Babam bunu başardı. İyi insan olmayı, dürüst olmayı sürdürdü. Ondan kalan en büyük miras da bu. 

7 Temmuz 2024 Pazar

Yüzmek devrimci bir hareket midir?

Bunca yıldır Çanakkale'deyim. İlk kez kordondan denize girdim. Aklıma da gelmezdi açıkçası. Arkadaşım teklif etti. Sabah erkenden gittik. İçimizde mayolar. Kimse olmaz sanıyorduk. Bir grup erkek vardı. Baktık, tarttık. İstifimizi bozmadan yürüdük. Uzakta bir banka oturduk. Arkadaşım termosla kahve getirmiş. Birer bardak kahve içtik. Olay yerine geri döndük. Hâlâ kalabalıktı. Kararsızlığımız sürüyordu. Nihayetinde plaj olmayan bir yerden denize girmek zor geliyor bazen bize, kadınlara. 

Halk Bahçesi'nde yürümeyi önerdi arkadaşım. Gittik, ağaçların arasında birkaç tur attık. Tenhalaşmıştır umuduyla geri döndük. Popülasyonda bir değişiklik yoktu. Kararsızlığı bir kenara attık. Ahşap platforma indik. Hızlıca üzerimizdekileri çıkarttık. Ve basamaktan kendimizi sırayla sırt üstü suya bıraktık. Serin serin iyi geldi. Vazgeçmemek de öyle. 



Feminizmden rahatsız olan erkekler ve de kadınlar var. Feminizm ya da toplumsal cinsiyet eşitliği, tam da bunun gibi sıradan şeyler için gerekli işte. Hepimiz için gerekli üstelik. Bir yaz günü kentin içinden zahmetsizce denize girme keyfi süren erkekler gibi rahatça yüzebilmek için. Üç beş erkek bir aradayken yanlarına bir kadın geldiğinde onları rahatsız etme tedirginliği hissetmesin diye.

Annemin ilk kez pantolon giymeye başlamasını hatırlıyorum. Eni konu olay. Rahat etmek için giymek istiyor ama el alem onu hep etekle, elbiseyle gördüğü için de cesaret edemiyor. Babam Çanakkale'den Kayseri'ye tayin olunca aradığı fırsatı buluyor. İstanbul'a gidiyoruz o ara. Nişantaşı, Mahmutpaşa dolaşıyoruz. Annem pantolon arıyor kendine. Üstünde nasıl durduğu konusunda endişeli belki de. Giyiyor, çıkarıyor, sıkılıyorum alışverişten. Gittiğimizde Kayseri'den alırsın, diyorum. Hayır, diyor, beni pantolonlu görsünler. Öyle görürlerse, öyle alışacaklarını, normal karşılayacaklarını düşünüyor çünkü. 

Babaannemin çarşafı atması anlatılırdı aile içinde, bir efsane gibi. Aynı uğurda hareket eden kadınlarız belki de, üç kuşak, üçümüzün derdi de kıyafetlerle. Çarşafsız sokağa çıkan babaannem, pantolonla yeni tanışacağı cemiyete giren annem ve mayosuyla şehrin içinde yüzen ben... Üç kuşaktan üç kadın... Ortaklığımız kamusal alanda kendimize daha geniş yer bulma çabası... 

3 Temmuz 2024 Çarşamba

Hava durumu

Haftaya başlarken 

Bugün içimdeki gökyüzü bulutlu. 

Dün gece, geç vakit kızımı karşılayacağım için güne öğlene doğru başladım. Uykumu alırım, baş başa kahvaltı yaparız diye düşünmüştüm. Uykumu aldım ancak kızım yorgundu ve uyuyordu. Kahvaltısını, öğle yemeğini hazırladım ve evden çıktım. 

Dün alışveriş, yemekle geçti. Elimin değdiği yerleri topladım. Yalnızca sabah dışarı çıktım. Kordonda kahvaltı yaptım tek başıma. Kitap okudum. Biraz yazdım, serbestçe, defterime. Alışveriş yaparak eve döndüm. İçsel Simya derslerinin kaydını dinledim. Ses kayıtları uzun. Dün dinlediğim ders dört saatlikti örneğin. Arada durdurarak, notlar alarak dinledim. Zihnim bu meselelerle dolu. 

Yeni haftaya başladım. İşe adımımı basar basmaz çözmem gereken kimi durumlarla karşılaştım. Mühim değil aslında. Rutin işler... Kimi küçük hataları, ihmalleri fark ettim ve içimdeki gökyüzü bulutlarla kaplandı. Homurdandım biraz. İçimde kızgınlık, bıkkınlık, yorgunluk biriktiğini fark ettim. Biraz söylendim, biraz izah ettim. Çözüm bulduk en nihayetinde. Bununla beraber yüreğim sıkışık hâlâ. Ensem, şakaklarım, kürek kemiklerimin arası gergin. Dişler zaten dikkatimi çekersem üzerlerinden hemen hop temasta. Sürekli onlara komut veriyorum: Açılın bakayım, ilişmeyin birbirinize. Gevşeyin. Aralanın. Sonra bakıyorum hızla. Dişler gevşek, çene gevşek, yüz gevşek, dil gevşek. Ne plak ne botoks. En büyük yardımcı bu farkındalık hâli işte. 

İşte bu yazıyı da fark etmek için yazıyorum. Fark etmek ve zihnimi sakinleştirmek için. 

Bugün içimdeki gökyüzü bulutlu. Ama biliyorum ki geçecek. Çünkü birtakım tetiklendiğim durumlar karşısında zihnimin ürettiği bir hâl bu. Ve zihindeki tüm hâller gibi bu da geçecek. Yerine iyi şeyler gelecek, onlar da geçecek. İşte hepimiz biliyoruz teorik olarak hayattaki her şey gökyüzündeki bulutlar gibi gelir geçer ama teorik olarak bilinen her bilgi pratiğe dökülemiyor. 

Hafta ortası 

Dün de bulutlar kararıp durdu. Bir uçağa binip onların üstüne çıkmak mümkün olmadı ama sık sık kendime bunu söyledim. Yukarıda aydınlık parlak masmavi bir  gökyüzü var. Aradaki perde açılacak. Bekle. Bunu beklerken de duygularının seni peşi sıra sürüklemesine, içinde yargılar uyandırmasına, zihninin seni yönetmesine izin verme. 

Gelelim bugüne... 

İçim hâlâ sıkkın. Bir ara blogta iyi olma cüretinden, kararlılığından bahsetmiştim. Fikir bana ait değil. Katıldığım bir eğitimdeki hoca söylemişti. İyi olma kararlılığını göstermeye çalışıyorum. Ama bu sadece dilde çok şükür, iyiyim diyerek yapılabilecek bir şey değil. Çaba istiyor. Tepkileri, düşünme şeklini, eylemleri farklılaştırmayı gerektiriyor. Beynin plastisitesine güveniyorum. Ve bugün farkında olarak, bilinçli olarak iyi olmayı deniyorum. Canımı sıkan şeyler karşısında kara üzüm gibi kararıp durmadan, olayların, kişilerin, sözcüklerin kalbimi buruşturmasına, ıslak havlu gibi burup sıkmasına izin vermeden iyi olmaya, iyimser olmaya çalışıyorum. Günümü planlıyorum. Yapacağım eylemlerin her biri üzerine düşünüyor, ona hazırlıklı olmaya, özenli olmaya çalışıyorum. Bu kendi başına önemsiz görünen davranışların, eylemlerin her birinin el ele tutuşup çok daha iyi olma haline koşmasını, beni de oraya taşımasını umuyorum. 

Değişim için kaybı göze almalısın, derler. Ben de aldım. Sanırım artık kaybettiklerimin yasını tutma sürecini de bitirdim. O zaman yerine nelerin dolduğunu, nerede olduğumu keşfetme zamanı gelsin. 

Yılın ilk altı ayı geride kaldı. Temmuz ikinci yeni ayın başlangıcı. Spesifik bir önemi de var. Avrupa'da okulların kapanması, gurbetçilerin akın akın yurda dönmesi. Benim de payıma düşen sevdiklerim var bu furyanın içinde. Onlarla yeniden buluşmak, deniz kenarında sohbet etmek, aylaklık etmek zamanıdır şimdi. Yaz en sevdiğim değil, esasında, okul bittiğinden ve daha çok çalıştığımdan beri ama koca bir mevsimi çok sıcak diye vır vır edip çöpe atacak değilim. Güzel yanları var yaz gecelerinin. Açık hava konserleri, aydınlık günler, iş çıkışı istersen yüzmeye, güneşi batırmaya yetişebilme ihtimalleri... E bunlar da az buz mutluluk kaynağı değil. Ya senin için? Senin için yaz ne demek? Yazın en özlenesi yanı hangisi?  Anlatsana... 




29 Haziran 2024 Cumartesi

Kızımı beklerken...

Okullar kapandı ve kendimizi hızlı bir temponun içinde bulduk. Bayram tatili, eve dönüş, kızımın yeniden bir başka gezi için hazırlanması... Öyle böyle değil, aylardır sabırsızlıkla, dört gözle beklediği bir okul gezisi, arkadaşlarıyla, hem de yurt dışında. Hatırlıyorum. O yaşlarda ben de okulla Avrupa gezisine gitmiştim. Hayatımın en güzel tatiliydi, hâlâ bu yaşta enler arasına girer. O günlerde cep telefonu, internet yok elbette. Ankesörlü telefon bulacaksın da, evi arayacaksın, onlar da o saatte evde olacaklar da konuşacaksın. Evde annem, telaşe memuresi... Hem telaş yapar hem fır fır gezer, telefonu açmaz. Konuşamazsın. Sonra en vesveseli halleriyle, karalar bağlar, bırakın beni Kapıkule'de bekleyeceğim diye tutturur. Kaygı mantığı itiyor. Tecrübeyle sabit. 

Şimdi çocuğunu tura yollayan ebeveyn olmak, hayli rahat. Öğretmenler whatsapptan fotoğraf yolluyor, kısa bilgilendirmeler yapıyor. Ben de annemin zamanında gösteremediği sükunetle kızımın gezisini izliyorum uzaktan, tecrübelerini dinliyorum, başından geçenleri... İlk gün telefonunu avmde bir mağazada unutmuş. Ertesi gün bulunca, sesli mesaj attı. Kaybetmedim, dedi. Güldü. "Anne sen diyorsun ya, kaybetmedim, nerede olduğunu bilmiyorum. Öyle oldu işte," dedi. Sesli mesajlarımız sırasında onun büyüdüğünü, kendimize ait bir dil oluşturduğumuzu hissettim. İçim minnetle ve şükranla doldu. İyi ki beni seçmişsin evlat.  

                                                                             *

Hazır evde tek başımayım, gezeyim diye düşündüm. Her güne bir program. 

Pazartesi bir arkadaşımla kendimizi deniz kenarına attık. Biraz meze söyledik ve tek rakı. Üzerine kordonda yürüyüş.            

Salı yemekten sonra bir arkadaşıma uğradım. Onunla ve annesiyle sohbet ettik, kahve içtik. 

Çarşamba düğüne gittim. Üç arkadaştık masada. Göbek bile attık. 

Perşembe ablama akşam yemeğine gittim. 

Cuma İstanbul'dan bir arkadaşımla görüntülü whatsapp konuşması 

Cumartesi yani bugün. Reyhan'ın söyleşi ve imza günü. Öncesinde Yalıhan'da çay, kahve, muhabbet. Annemde akşam yemeği ve evde sıcakta pinekleme.           

Pazar günün bir aralığında denize girme imkanı ve ihtimalini cebe koyuyor, her normal Türk anası gibi markete gidip alışveriş yapıp kızımın sevdiği yemekleri pişirmeyi planlıyorum. Şu en sevilen yemek konusu çok net değil, arada değişkenlik gösteriyor ama ya ana yemekten ya tatlıdan ya meyveden bir şeyler tuttururum. Öyle değil mi?