31 Aralık 2023 Pazar

Yeni yıl arifesinden selamlar

Yılın bitimine sayılı saatler kala, ayın ve de 2023 yılının son blog yazısını yazmak üzere masamın başındayım. Herhangi bir hazırlığım, planım olmadan, eski taslaklardan yazı devşirmeyi düşünmeden, eskiyen yılın, eski karikatürlerde beli bükülmüş, ak sakallı, bastonlu bir dedeye benzetilen yılın son akşam üstünde buradayım sevgili okur. Yenisini beklerken sana bu anın içinden yazıyorum bu satırları. Sen neredesin, ne zaman okuyacaksın bilmiyorum. Belki evinde sofra hazırlıkları sürüyor, belki tatlı telaşların içindesin, belki adına nezaket denen, zorunluluk denilen prangaların içinde, içinde bir sıkıntıyla bu geceyi kazasız belasız geçirmeye bakıyorsun. O gecelerden epeyce deneyimledim. İyi bilirim fotoğrafa yansıyan tebessümlerin, gülen gözlerin ardında çarpışan, çelişen zor duyguları, müşkül durumları.

Bizim evde sükunet var sevgili okur. Epeyce de dağınıklık. Yılın son günü ve yeni yılın ilk gününün ele vermesiyle oluşacak iki günlük tatili bekliyordu yapılacak pek çok iş. Sabah mevsim normallerinin hayli üstünde bir güne uyanınca, hovardalık yapmaya davet ettim kızımı. Hovardalık dediysem, lafın gelişi, aile çay bahçesinde simit ve çaydan oluşan kahvaltı, kordonda yürüyüş, Metis ajanda temini, Starbucks'ta kahve yeni yıl temalı mini mini iki kurabiye, iki filtre kahve. Laflamaca, yeniden kordon, eve dönmece... 

Bugün ev işiyle geçirdik günü ana kız. Yatak odalarımızı topladık. Sildik, süpürdük, toz aldık. Benimki saatler evvel bitti. Çamaşır makinesi iki kez çalıştı, kurutma da keza öyle. Çamaşırlar katlandı, kaldırıldı. Hazır yeni yıl sofrasına oturacak olmanın rahatlığıyla kuruldum yerime. Yılın son yazısını bitirmek üzere. Masamın üstü hayli dağınık. Kızımın odasından def ettiği birkaç kutu da çalışma odasında şimdi. Yarına kalacak toplamak. Yarım günlük iş olsa, neden iki günlük tatili bekleyeyim, öyle değil mi? Yarın yeni yılın enerjisiyle çalışma odasını toplayacağım. Zor kısım, raflara sığmayan kitaplara yer bulmak. Bir kısmını elden çıkarmam gerektiğinin farkındayım. Sonsuza kadar biriktirmek diye bir şey yok. Evlerdeki dağınıklığın en büyük sebebi de, bu biriktirme alışkanlığı zaten. Herkes bir şeyler biriktiriyor evinde. Yıllar evvel bulaşık makinesini kullanmayıp içinde boş pet şişe, yoğurt, peynir kabı biriktiren birini görmüştüm örneğin. Bir başka tanıdığım, ziyaret ettiği ülkelerden topladığı oyuncak bebekleri kutulara koyduğunu söylemişti. Bir heves başlanan pek çok koleksiyon gibi işler çığırından çıkınca, sergileyecek yer bulamayınca kutuların içine çekilen, yatak altlarında, dolap üstlerinde istiflenen yığınla eşya, nesne bağımlılığımızın bir neticesi değilse nedir? Bizdeki dağınıklık daha çok kâğıt türevi. Tutulan notlar, kullanılmış defterler, okunmamış kitaplar, okunmuş ama bir daha bakılmayacak kitaplar. Bir zamanlar kendine ait kitaplığın genişlemesine vesile olan, koltuklarını kabartan, artık üst üste yığılı kitaplar... Bu bloğun okurları için aşina bir manzara olduğuna eminim. Japonların bu okunmamış kitap kuleleri için taktığı ismi bilirsiniz tsundoku. Tsundokular içinde yaşıyoruz çoğumuz. Sadece kitaplardan oluşmuyor kuleler. Bize artık hizmet etmeyen deneyimleri de biriktiriyoruz. Bu deneyimlere bağlı korkuları, kaygıları, şimdi şu anda ihtiyacımız olmayan şeylerle donatıyoruz evlerimizi, zihinlerimizi. Yıllar evvel bulaşık makinesini kullanmayıp içinde boş pet şişe, plastik yoğurt, peynir kabı biriktiren yaşlı bir kadına denk gelmiştim. Bir başka tanıdığım ziyaret ettiği ülkelerden topladığı oyuncak bebek koleksiyonunu evin içinde sergileyecek yer bulamadığı için kutulara kaldırdığından bahsetmişti. Hepimiz bir şeyler topluyoruz, nesneler, yılda yalnızca birkaç kere kullanacağımız eşyalar. Bu gün kahve içerken karşılaştığım arkadaşım, mayo almak üzere eline aldığı sepetin içini yığınla ıvır zıvırla doldurduğundan şikayetçiydi. Mayo 300 liraydı, sepetin o anki meblağı 3 bin. Biraz sohbet edip ayrıldık. Yeniden karşılaştığımızda sepetini onaylamıştı, içinden yalnızca kamp yatağını çıkarabilmişti. Biraz pişman gibiydi. Ne de olsa yılbaşının ardından zam yağmuru bizi bekliyordu. Adına yapay zeka denen algoritma günlerce karşısına kamp malzemeleri çıkarak muhtemelen, bir hafta sonu çadır tatili yapma olasılığına karşın istiflenecek malzemeler. Hepimizin yaptığı gibi. Ayda, yılda bir kullandığımız nice nesne dolduruyor evlerimizi. Neredeyse bize yer bırakmıyorlar sonra. Daha geçtiğimiz haftalarda iki, üç torba kıyafet, oyuncak vermiştim. Üç çanta  dolusu daha çıktı sonra. Yarın kim bilir daha neler neler çıkacak. Her zaman sahiplendirmek de mümkün değil üstelik. Kimisi çöpü boyluyor. Tuhaf anılarım var bu eşyaları sahiplendirmekle ilgili. Bir keresinde kızımı minikken yıkadığım devasa plastik bebek küvetinin içine doldurduğum kıyafetlerle mülteci derneğine girmiş, içindekiler göz hizamı geçtiği için toplantı yapılan bir odada bulmuştum kendimi. Şaşkın ve mahcup. Elleri boş, ufku açık kızımın "Anne orası değil" nidaları eşliğinde. Hanımefendi büyüdü. Kendi odasını temizliyor şu anda. Koridora yığdığı eşyaları bir an evvel evden çıkarmalı. Yeni yıl kapıda iken, yeninin enerjisine alan açmak, biriktirme hastalığından kurtulmak için. Annemden gelecek telefonun eli kulağında. O odasını topluyor hâlâ, ben bu satırları yazıyorum. Sıcak şarap yapmak için ikimizden birinin arabaya gitmesi ve meyve sularını getirmesi gerek. Ricam karşılık bulacak mı, meraktayım. Olmadı, orada hazırlarız. Hayatta pek çok şeyin telafisi var ne de olsa. Yeter ki biz bir stratejiye yapışıp kalmayalım. Bu satırları yazmayı sürdürmenin iyi yanları olsa gerek. Bu sayede beni kızım bir meyve suyu getirecektin arabadan, bak anneannene geç kalacağız diye dır dır etmekten alıkoyuyor. Hem aynı ertelemecelik ikimizde de mevcut. O odası için emek veriyor, ben ayın ve de yılın son yazısı için. Emek önemli. Süreklilik de. Blogta on yılı bitirmek, süreklilik değilse nedir? Öyleyse kendimi takdir edip yavaşça kapıyı çekip çıkayım. 

Ortaokul, lise yıllarında yeni yılı kutlamak üzere hazırlandığımız saatlerde TRT radyayu açar, yılın en sevilen şarkılarını dinler, eksik kalan şarkıları kaydetmeye çalışırdım. Karışık kasetlerin, ev yapımı mix, best of etiketlerin altın çağı diyeyim, siz anlayın. O zamanlardan kalma bir şarkı düştü aklıma çıkar ayak. Paylaşmasam olmaz. Neşesi hepinizi sarsın. Seneye görüşmek üzere o halde... 



Yeni yılda görüşmek üzere. 



27 Aralık 2023 Çarşamba

Geçen günlere dön bak

Malum yılın son günlerindeyiz. "En" ile başlayan listeler havada uçuşuyor, yılbaşı sofrası için, yeni yıl hediyeleri için öneriler önümüze önümüze düşüyor,  kimi tedarikçilerimden yıl sonu sayımındayız, ayın ikisine kadar çıkış yapamıyoruz telefonları geliyor. Hâl böyleyken ben de yıl sonu trendine uyayım. Bir nevi yıl sonu stoğumu çıkarayım ve sizlerle paylaşayım. 

Bu yıl 38400 kez tıklanmış, şanslıysam bir o kadar da okunmuşum. 

133 yorum gelmiş. Yılın en çok yorum alan yazısı eylül ayından. "Anlat bana. Biz nasıl tanıştık?" olmuş. Bana iyi geldi nasıl tanıştığımızı bilmek, dilerim size de iyi gelmiştir. Şairin dediği gibi, eski tanışmalarımızın üzerinden çok şiirler, çok şarkılar geçti. Dolayısıyla yeniden tanışmaya dair davetim her zaman geçerli. 

En çok okunan 10 yazı sırasıyla şunlar olmuş:

Unutulan Hikâyesi Üzerine Notlar  (7 Aralık 2013)

Ağacın Hafızası Üzerine Notlar (30 Ocak 2020)

Masal ve Efsanelerdeki Yaratıklar (25 Şubat 2015)

Çocuk Olmak Zor (mu acaba?) (16 Aralık 2018)

Diş ve Diş Ağrısı Nedir Bilmeyen Adam (5 Ekim 2015)

Bir Öykü Yazalım mı? (11 Haziran 2014)

Anlat Bana. Biz Nasıl Tanıştık? (27 Eylül 2023)

Wahran El Bahia Derler Bana (3 Mart 2014)

Günün İzi: 7 (19 Ağustos 2023)

Şahmeranın Hikâyesi (16 Nisan 2015)

Yazıların yalnızca ikisi bu yıla ait. "Unutulan Hikâyesi Üzerine Notlar" tüm zamanların birincisi zaten. Şaşırmıyorum. Blogspotun en güzel yanı bloğa girdiğinizde, ay ay, yıl yıl gezinmenin, her bir yazıya erişimin mümkün olması. Kısa süreli wordpress maceram bu yoksunluk yüzünden sona erdi aslında. Onca yazı (şu anda tam olarak 975) bütünüyle görünür değildi orada. Etiketlere tıklayarak yazılara erişmek mümkün gibi görünse de okur kronolojik sırayla, hepsini bir arada göremiyor(du), keza blog yazarı da. 

Bu benim için hafızayı kaybetmek gibi bir şey. Çünkü bu kadar uzun süre blog yazınca kronoloji de, arşive giren her bir yazı da benim için değerli. Dolayısıyla wordpress'in epostayla takip, okuyucudan kolay ulaşım gibi avantajlarına rağmen yarenliğimiz uzun sürmedi. Dakika başı parayla bir şeyler satma çabası da usandırdı. Döndüm kürkçü dükkânına. 

Okumak, yazmak işlerinden muradımı bulamadım, doğrusu. Bir kitabım daha yayımlanır diye umuyordum. Epeyce iyimserdim de üstelik.  Ancak sıfıra sıfır, elde var sıfır. Bahaneyi yayıncılık seköründeki ahbap çavuş ilişkilerine, yükselen maliyetlere, yayınevlerinin küçülmesine bağlamayacağım. Neticede yayıncılık da bir tür ticari iş sahası ve artan maliyetlere karşın hacmini koruyor. Dosyaların tercih edilmemesinin vardır bir hikmeti, sebebi. Arif olan anlar belki ama ben arif değilim. Kendi kendimin editörü olmanın da bir sınırı var. Yeniden yazım aşamasında o sınıra ulaştım. Seçilmiyorsan ya değişeceksin (yani yazdıklarını değiştirecek) ya da jürini değiştirecek. Akıl küpüme düşen tüm jürilere ulaşmaya çalıştım ancak çabam karşılıksız kaldı. Kitaplarımın şaheser olduğunu iddia edecek değilim. Bununla beraber her bir dosyada bir öncekinin üzerine çıktığıma samimiyetle inanıyorum. Elbette her dosyanın üzerinde çalışılması gerekir, bir editörün gözetiminde kendi çıtasını daha da aşar, yazar. Buna itiraz eden bir yapım yok. Editör yazar çalışması içine girip cümlelerime deliler gibi sarılıp çalışmayı zora sokacak da değilim. Üç kitaptan sonra, kapı kapı dolaşıp yayıncı aramama gerek kalmadan, benim için bu emeğin harcanmasını yürekten dilerdim. Bu biraz hayal kırıklığı yaratıyor, doğrusu. Evet, kendim için yazmayı sürdürüyorum. Bundan sonra tek kelimem bile yayımlanmayacak olsa, yazmaktan da vazgeçmem. Ama insanın yazdıklarını bir kitap bütünlüğünde görmesi tatmin edici bir his. Birilerinin okuduğunu, okuyacağını bilmek, ah evet, ben de böyle hissediyorum demesi, şu koca insanlık durumunu, deneyimi birkaç cümlede nasıl da geçirmiş demesi, kimi satırların altını çizmesi, çizecek olması... Tatlı hayaller, bunlar. Bu aralar ufuk çizgisi gibi uzağıma uzağıma düşen hayaller. Dilerim, 2024 bu anlamda şeytanın bacağını kırdığım yıl olur. 

Yayımlanmamanın verdiği hayal kırıklığı üretim hâllerime de olumsuz yansıdı zannediyorum. Parşömen Edebiyat'a severek hazırladığım Çocuk Edebiyatı köşesi için ne bir kitap tanıtım yazısı yazabildim bu yıl ne de bir söyleşi. Eski yazıların içinde gezinmek isteyenler buraya 

Bırakın Parşömen için düzenli yazmayı, münferit bir yazım, bir öyküm dahi yayımlanmadı. Türk Diş Hekimleri Birliği Dergisi hariç. Oraya kimi kitap tanıtım yazıları ya da sağlık politikalarıyla ilgili olarak yazılmış kitaplara dair söyleşiler hazırladım. Ve fakat edebiyat aleminde lal oldum, suspus oldum. Dergilere öykü yollama hevesimi yitirdiğimi de iddia edemem. Notos'a öykü yolladım birkaç kez. Bu yıl mıydı o, yoksa bir önceki mi, anımsamıyorum esasında. Posta kutum da çok doldu. Bana yanıt vermeyen dergilere, yayınevlerine yolladığım epostaları sildim. Bir nişan gibi taşımaya ne gerek var!

Oda yönetiminde son dört ay. Sonra seçim var. Devam edip etmek istemediğimden hâlâ emin değilim. Bazen bırakmak ağır basıyor, bazen devam etmek. Gönüllülük esasıyla yürütülen işler, zaman ve emek istiyor. Belki de edebiyata yetemeyen zaman oraya gidiyor şu an. 

2023 en çok gezdiğim yıl olabilir. İlk kez Portekiz, Vietnam ve Polonya'ya gittim. Her birine de bayıldım. İlk kez gittiğim Uzakdoğu seyahati en büyüleyici, en farklı olanıydı, doğrusu. (Gezi yazılarımı okumak isteyenler Ocak 2023 yazılarına ışınlanabilir.) Üzerinden neredeyse koca bir yıl geçtiğine inanmak zor. 

2024'te beni neler bekliyor bilmiyorum. Umudum, beklentilerim, hayallerim var elbette. Allahın bildiğini kuldan saklamaya gerek yok. Hem ne derler bilirsiniz, söz yaratır. Kelimelerin çekim gücüne sığınayım ve 2024'e dair hayallerimi sıralayayım. 

Cem Şen'in İçsel Simya Derslerinin ikinci modülüne devam etmek. Zira ikinci modül stres üzerine. 

Gürcistan'a gitmek. Batum'u (mümkünse Tiflis'i de) görmek. Gürcü şarabı içmek, leziz yemeklerini yemek, hırçın Karadeniz sahilinde yüzmek. 

Daha çok okumak, yazmak, okuduklarıma dair daha etkin notlar almak, yayımlanmak (en azından bir öykü, değerlendirme yazısı) 

Daha hareketli bir yaşam sürmek. Hareketten kastım fiziksel egzersiz, elbette. Onun dışında sorunun bir parçası olup hareketsiz kalmak yerine çözüm üreten, eyleme, harekete geçmeye hazır bir ben de hareketli yaşamın sınırları içinde sayılmalı. 

En az bir konser, bir tiyatro oyununa gitmek. 

Mesleki yeterliliğimi arttırmak üzere eğitimlere gitmek. 

Kızımla beraber yataklı trenle Sofya'ya gitmek. Gece boyu yanımızdaki atıştırmalıkları kemirmek, sohbet etmek, oyun oynamak (bir ergen ve ciddi bir anneyle ne kadar olursa artık) 

Yeni arkadaşlar edinmek. 

Sanatçının Yolu, Dinleme Yolu, Bir Dilek Tut Hayatın Değişsin gibi rehber kitaplardan birini seçerek öngördüğü şekilde 8 haftalık, 10 haftalık vaadi, içeriği neyse onu uygulamak ve hasadını toplamak. 

2024 hasat yılı olsun istiyorum benim için. Bu aralar gerçekten pek çok konuda çok çalıştığımı, çok emek verdiğimi görüyor, bizzat deneyimliyorum. Eh kimilerinin hasadını toplamak nasip olur inşallah. Tarımla uğraşanların birbirine dediği gibi: "Bereketli olsun." 

Dilerim, 2024 her birimiz için bereketli olur. Emeğimizin karşılığını aldığımız bir yıl olur. Sabit değerlere, basma kalıp düşüncelere yapışmadığımız, direnç göstermediğimiz, geleni olduğu gibi gideni de kabulle karşıladığımız, yeni tohumların filizlendiği, tatlı gelişmelerin yaşandığı, gezmeli, tozmalı, arkadaşlıklarla dopdolu bir yıl olur. AMİNN! 

İşte böyle efendim. Geçtiğim yıla, geçen günlere baktım bir akşam vakti, sizinle beraber. Başlığı bir o koydum, bir bu. Hiçbiri de içime sinmedi. Zihnim zorlarken arka fonda çalan şarkı yardıma koştu. Yeni yıl hediyesi niyetine sizinle de paylaşayım. 








24 Aralık 2023 Pazar

Otuz iki saatin hikayesi

Bu ay ikinci kez, mesleki bir eğitim için İstanbul'dayım.  İlkinde bana annem ve ablam da eşlik etmişti. Ben gün boyu eğitimdeyken onlar da İstiklal'de gezmişti. İyi ki beraber gelmişiz çünkü üç kişi arabayla gelmek daha ekonomik ve konforlu olduğu için otobüsle gelme fikrini elemiş, ilk kez arabayla tek başıma İstanbul'a gelmiştim. Araba kullanmayı İstanbul'da öğrendiğim halde ayrıldıktan sonraki gelip gitmelerde hep yan koltuğa kurulmuş, İstanbul'da araba kullanılmaz düşüncesine giderek daha fazla tutunmuştum. Yalnız ebeveynlik, bu mesnetsiz düşünceleri çöpe atmayı, gereksiz kaygıları büyütmemek ve inançlara dönüştürmemek için eyleme geçmeyi gerektiriyor. 

Bu sebeple bu yaz ilk kez arabayla Dedeağaç'a gidip geldim. Sınır kapısında kuyrukta perişan olsam da değdi. Çünkü insanın kendisine yapabilirim diyebilmesi şahane bir şey. Velhasıl ikinci kez arabayla İstanbul'a geldim. Navigasyonla yolları buldum. Bu kez tek başımayım. Pera'da bir otelde. İki günlük uygulamalı kurs bitti. Sertifikam ve taze bilgilerim cepte. 

Dün sabah erken saatlerde yola çıkarak dört saatlik yolculuğun üzerine gün boyu eğitim biraz yorsa da duş alıp kendimi İstiklal'e attım. Hep yaptığım şeyleri yapmak istemedim. Geçen gelişte tesadüfen keşfettiğim Minoapera'ya gittim örneğin. Meşrutiyet Caddesi'nde tarihi bir binada yer alan iki katlı bir kitabevi ve kafe.... Kitaplar ve bitkilerle dolu bir mekan. Tavandan sarkan ampullerin üzerini kanat açmış gibi örten kitaplar gibi tatlı detaylar var. Merdiven basamakları arasından ciltli kitaplar seçiliyor. Masalara yayılmış insanlar var, kimi sohbet ediyor, kimi bilgisayarını açmış çalışıyor, kimi yalnızca içeride dolaşıp fotoğraf çekiyor. Bir önceki sefer bizim de yaptığımız gibi. 



Bu defa oturdum. Felafel panini söyledim kendime. Yanımdaki çocuk romanını bitirdim. 




Hollandalı yazar Anna Woltz'un yazdığı Köpekbalığı Dişleri ince bir roman. 91 sayfada anlatıyor derdini. Bisikletle yola çıkmış iki ayrı çocuğun çarpışma anı, küçük kazanın  ardından yaşadıkları şaşkınlık, didişme, yolların ayrılması, yeniden birleşmesi, önce birbirine zorunlu tahammül, sonra sahici bir yol arkadaşlığı hikayesi sunuyor okura. Yola çıkan her kahraman gibi yolda dönüşüyor, birbirlerine de merhem oluyorlar. Yabancı yazarlar zor meseleleri daha çok konu ediyorlar kendilerine. Boşanmış aileler, hastalıklar gibi. Acı gerçeklerden kaçan bu iki çocuğun macera dolu ve birbirlerine iyi gelmelerini hikaye eden kitabı bir çırpıda bitirdim. Kitaplarla dolu o kafede. Üzerine kahvemi içtim, İstiklal'de bir ileri, bir geri yürüdüm. Otele döndüm.  Epeyce yorulmuşum. Uyudum. Pera'nın kalbinde kalmak demek dışarıda devam eden cumartesi eğlencesinin seslerinin odaya girmeye devam etmesi demekmiş. Yoldan geçen araba, motor, insan sesleri sızdı gece boyu içeri içeri. İki adımda Galatasaray'a, Tünel'e, Şişhane'ye ulaşmanın bedeli. Seslerle didişmeden, uyudum. 

Pazar sabahı eğitimin yapıldığı eski Alman Hastanesi yeni Kent Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi'ne yürürken dünkü kalabalıktan eser yoktu. Boşluk binaların, caddenin güzelliğini daha da belirgin kılıyordu. İstiklal'de yeni şeyler vardı, kimi eski şeyler de, elbette. Her tarafı basan, kocaman vitrinli, baştan aşağı rengarenk şekerlemelerle, lokumlarla bezeli eskiden olmayan, tarihi 19. yüzyılı gösteren dükkanlar yeniydi örneğin, bir de kokucular... Gençliğimde olmayan yerler ... Eğitime geç kalmamak için pergelleri açtım. Hasta üzerinde uygulamamı yaptım. Hollanda'dan gelen genç bir hekimden denklik alma ve yerleşme hikayesini, günlük çalışma pratiklerinin neye benzediğini dinledim. Hocaları dinledim, başka hekimleri dinledim. Dersliğe kaçak girmiş bir sokak kedisiyle göz göze geldim. Onca boş sandalye varken mantomun üzerine yayılmış yaramaz. Kucağıma davet ettim. Hop diye atladı, okşattı kendini, boğazından yükselen mırıltılar ninni gibiydi, rahatlatıcı. Hoca vakalarımızı değerlendirmese ben de kapardım gözlerimi ama uyanık kalmalıydım. Oyunbozanlığımdan hoşnut kalmayan kedi kucağımı terk etti. Zıpladı eski yerine, mantomun ve çantamın üzerine. Rahatını kaçırdım en sonunda, ders bittiğinde. Hava hâlâ aydınlık ve güzeldi. Cadde kalabalık. On yedi yıl önce bir apartmanın dış kapısı önünde, bir yazı atölyesinin kapısında tanıştığım arkadaşımla buluştum. Yeni yerler, yeni tatlar cazipti, Hint yemekleri lezzetli, sohbet bir o kadar zevkli. Kahve içmek için tekrar Pera'ya çıkarken Sen Antuan'ın önündeki kalabalık bizi de içine çekti. Süslemelerle bezeli ağacın önünde poz verdik, mumlarımızı yaktık. 



Narmanlı Han'da feneri söndürdük ve dağıldık. Ben bir otel odasındayım, arkadaşım evinde. O ne yapıyor bilmiyorum ama ben son 32 saatte ne yaptığımı anlatıyorum, çok da lüzumu olmadığı halde. 

21 Aralık 2023 Perşembe

En uzun geceden kısa bir kesit

Yaklaşık on yıldır kullandığım gmail hesabım ağzına kadar dolmuş. Her gün beni yeni eposta alamamakla tehdit ediyor, yer aç ya da satın al, diyor. Ben de inatla satın almıyorum. Boyuna siliyorum reklamları, saklanmaya değer olmayan yazışmaları, arşivde yer kaplayan manzara ve kedi fotoğraflarını... 
Eposta değil, su alan, batmakta olan bir tekne mübarek... Kovayla su alan tekneyi, çorba kaşığı ile boşaltmak gibi nafile bir çaba sanki. Arşiv de arşivmiş hani. İçinde yok, yok. 

Ne çok bültene kaydolmuşum, daha şefkatli bir birey, anne olmak isterken. Tarihler hayli eski. Kızımın kreşi bitirdiği yılla başlıyor, ilkokul günleri ile devam ediyor. Bir masal kahramanı gibiyim. Az gitmişim, uz gitmişim, dere tepe düz gitmişim, bir de bakmışım ki bir arpa boyu yol almışım. Şikâyetçi değilim. Aksine minnettarım. Çünkü o arpa boyu yol sayesinde, kızımla pek çok akranının aksine annesiyle konuşuyor, okulda neler olduğunu anlatıyor. Anlattıkları duyguları daha çok. Onu güldüren, kızdıran, şaşırtan, hayal kırıklığına uğratan hâller... Bunları ağzından kerpetenle almak zorunda değilim. O zaman iyi ki yolları yürümeye, aşmaya, arpa boyu yol alma pahasına ilerlemeye, moral bozmamaya cüret etmişim, cesaret etmişim. he

Ne çok dergiye öykü, ne çok yayınevine dosya yollamışım, yazar olmak isterken. Tarihler hayli eski. 2013 sonbaharında başlıyor. Sessiz kalanları, olumsuz yanıt verenleri, akıl fikir sorduğum, tepeden bakan aklıevvelleri sildim. Ellerime sağlık. 

Blog için yaptığım yazışmalar, söyleşiler, kıyamadım onlara, duruyorlar. Çoklar, gerçekten pek çok. Eh, uzun yıllar "Nasıl Yazar/Şair Oldum?" adında bir bölüm hazırladım. Kitap söyleşileri yaptım. Öykücülere sordum başlığı altında öykü evreni yaratmanın ipuçlarına dair öykü yazarlarına sorular yönelttim. Blogların altın çağıydı galiba. Eposta ile takip edilebildiği günler. Sosyal medyada paylaştığım, paylaşımımın paylaşıldığı günler... Şimdi daha içe dönük yazılar yazıyorum. Kendimden bahsediyorum. Eskisi kadar odaklanarak, dikkatimi vererek okuyamıyorum sanırım. Pek çok kitaba başlıyorum, keyif alıyorum ama bırakıyorum, o arada bir başkasına başlıyorum. "Çok kitap az kitaptır" iyi biliyorum. Bir günü yaşama şeklim değişince alışkanlıklarım, zaman yönetimim, önceliklerim de değişti. Değişim için en iyi zaman, en uygun koşullar diye bir şey pek yok. Nerede, ne zaman fark ettiysen, oradan başlatmak gerekiyor değişimi, bir küçük adımla. Örneğin ben, bu gece, yılın en uzun gecesinde, bu yazıyı sonlandırıp, bir önceki yazıya gelen yorumları yanıtlayıp yatağıma gideceğim ve bir çocuk romanına başlayacak, birkaç gün içerisinde bitireceğim. Bakarsın okumakla yetinmez, bir de küçük yazı iliştiriveririm. Belli mi olur. 

20 Aralık 2023 Çarşamba

Bir değişim meselesi

Dün akşam Cem Şen'in İçsel Simya Dersleri 1. Modülü bitirdim. 

Sekiz online dersin yalnızca sonuncusuna girerek kendimi bir hayli şaşırttım. Çünkü ben herhangi bir eğitime katıldığımda, bundan kaytaracak, dersleri aksatacak bir tip değilimdir, bildiğin inek öğrenci modunda, öğrenmeye aç ve meraklı girer, takip eder, notlarımı tutarım. Ancak İçsel Simya dersleri mevzubahis olduğunda, hakikaten hayat bir türlü canlı derslere katılmama izin vermedi. Kayıttan dinlemekle yetindim. Bir radyo tiyatrosu gibi. Çünkü ders kayıtları, ses kaydı olarak paylaşılıyor.

Bu dersler ne hakkında, ne öğrendin, ne işine yaradı, tavsiye eder misin diye soracak olursanız. Yanıt muazzam bir berraklıkta gelmeyecek. Augustine'e zamanı sormuşlar. "Sormazsanız biliyorum, sorarsanız söyleyemem," demiş. Benimki de işte o hesap. Yine de deneyeceğim. 

İçsel Simya dersleri değişim vaadini taşıyor. Zihnimizin bize hizmet etmeyen, zamanımızı, enerjimizi çalan, aklımızı bulandıran, bizi alaşağı eden yanlarını geride bırakıp daha şefkatli, meraklı, özenli, dikkatli, esnek, sevgi dolu ve cömert olmaya davet ediyor örneğin. 

Sorunları, o sorunları üreten zihinle çözemezsiniz, diyor. 

Zihnin, en iyi, en nazik arkadaşımız olmadığını hatırlatıyor. 

Açık ve şefkatli bir kalple dinlemenin önemini üstüne basa basa hatırlatıyor. Dinle! Aradan düşüncelerini, önyargılarını, tahminlerini, varsayımlarını çek ve dinle. İşte bu yüzden bir ağzın ve iki kulağın var. Kulaklarını hakkını ver. 

Olanı, olduğu gibi kabul etmeyi kavrayamamak gerçek bir baş belası. Belirsizliklerle (dolayısıyla da sonsuz potansiyelle dolu bir dünyada) bize iyi geleceğini düşündüğümüz, inandığımız değerlere sımsıkı yapışmak, onlara sımsıkı tutunmak yalnızca endişe, kaygı ve korkuyu tetikliyor. Bu bir tuzak gibi önümüzde uzanırken, uyanık olmak, içine düşmemek için yoğun çaba gerekiyor. Anımsanması gereken mühim meselelerden birisi daha! 

                                          




Bunların hepsi doğru. Hiçbiriyle ilk temasım değil, elbette, keza sizin için de öyle olmalı. Bununla beraber bir bilgiyi, kelime kelime bilmek, alıntılamak, cümle içinde kullanmak, onu gerçekten de kavradığın, hayatına uygulayabildiğin anlamına gelmiyor. Kabul edelim, zihin iyi bir uşak ama kötü bir efendi. Yoksa bize neden sürekli yetersizsin, beceriksizsin, tembelsin desin; başkalarına kulp taksın, bol keseden negatif etiketler yapıştırsın. "Amma da düşüncesiz, hödüğün teki, kaba, sarsak, sinir bozucu..." Çoğaltmak mümkün. Bu yargılardan ve de önyargılardan sıyrılıp her defasında adeta sıfır noktasına gelmek ve yeniden berrak bir bilinçle, sevecen bir kalple, anlayışla başlamak, her bir güne, her bir ilişkiye. Şiddetsiz İletişim'de yaptığımız bir alıştırma vardı. Karşındakine bakıp pek çok insanlık hâllerini tekrarlıyordun. "O da tıpkı benim gibi. Acı çekmiş.", "O da tıpkı benim gibi ..." diye diye. Bir masal vardır hani, bir kadın çocuğunu kaybetmiş, acıdan aklını kaybedecek gibi bir bilgeye başvuruyor. Tamam, diyor bilge, sana yardım edeceğim, acını bitireceğim ancak bana hiç yas tutulmamış bir evden bir kâse süt getir. Acılı anne, ev ev dolaşıyor. Acılı bir ev bulamıyor ama her bir hanede soluklandığında işittiği hikâyeler, ona yaşadığının bir insanlık hâli olduğunu anımsatıyor, acısı hâlâ içinde ancak kalbi ferah bilgenin yanına dönüyor. Alıştırmanın etkisi de tam o hesap. Kişinin içini şefkatle, anlayışla dolduruyor. Şefkatli, anlayışlı ve empatik kişiliğe sahip olmak, herkesin doğuştan sahip olduğu nitelikler değil maalesef. İzleyerek, görerek öğrenilen şeylerden. Anadil gibi belki biraz. Birinin bize öğretmesi lazım. Yoksa o anlayışsızlığın, şefkatsizliğin içimize içimize batması, ok gibi, bıçak gibi, kaçınılmaz. Korunmak için örülen duvarların ardında yalnız ve kimsesiz kalma riski de cabası.


13 Aralık 2023 Çarşamba

Ayinesi iştir kişinin

Bu akşam üstü dört arkadaş yılbaşı seramik süsleme atölyesine katıldık. Yılbaşı temalı hazırlanmış ham bisküvi seramikleri gönlümüzce dekore ettik. Yılbaşı temalıdan kastettiğim çam ağacı, kalp, daire, yıldız ve kedi figürleri.. . Birinin eline kalem, fırça ve boya verip başla demek zor. Öğrenmek ve denemek gözleme dayanıyor. Biz de  atölye ürünlerini inceledik, gogılladık. Elimizde kurşun kalem çizmeye başladık. 

Anlatmaya değer bulduğum şey, tam da bu işte. Çalışma hâllerimiz. İş yaparkenki seçimlerimiz, eyleme geçme zamanımız, eylem esnasındaki tavırlarımız, ruh hâllerimiz ve ortaya koyma biçimlerimiz. İki, üç saatlik zaman diliminde, basit bir yılbaşı etkinliğinde ruhumuzun haritasını seriyoruz aslında ortaya. Denerken rahat ve meraklı mısın? Fazla  mı mükemmeliyetçisin?  Titiz misin? Müşkülpesent mi? Karar vermekte zorlanıyor musun? Yaptığın içine siniyor mu? Yoksa sık sık pişman olup başa mı dönmek istiyorsun? Hızlı mısın? Aceleci mi? Yavaş ve titiz misin? Tutuk ve kararsız mı? Denemek senin için nasıl bir deneyim? Eğlenmek için mi oradasın? Sonuç odaklı mı? Bu kadar soru sorup kendi çalışma biçimimi gözlemlemediğimi düşünmezsiniz herhalde. Örnekleri inceledim, gogılladım. Elime kurşun kalem aldım. Kendimce eskizimi çizdim. Renkleri seçtim. Fırçaları denedim ve işe koyuldum. Seçimimi sadelikten, basitlikten yana kullandım. Kendimi zora koşmadım. Kendime meydan okumadım. Ay berbat oldu, beceremedim de demedim. İşlerimle kolay vedalaştım. İlk bitiren de ben oldum zira. Yeri gelmişken bir büyük soru da kendime: Hızlı mıyım? Aceleci mı? Yanıtlar aceleye gelmez. O arada benim işlere bir göz atın.

Bunlar da benim parçalar. Üzeri sırlanacak, renkler parlayacak, çizdiğim desenler şeffaf, cam gibi parlak bir tabakanın ardından kırmızı, yeşil, sarı, mavi  parlayacak. Kim bilir kaç sene yeni yıl ağacını süsleyecek?



 

12 Aralık 2023 Salı

Şans, zihnin oyunları ve bir davet...

12/12/2023 saat 11.22'de gözüm bilgisayarın saatine takıldı. Numerolojiye düşkün değilimdir. Bırakın düşkün olmayı, bilgi sahibi bile değilim. Bununla beraber böyle tekrarlayan, uyumlu rakamlara denk gelmek gün içinde yüzümü gülümsetiyor, kendimi şanslı hissediyorum. 

Şans yüzüme gülüyor/gülmüyor demek biraz da kişisel bir seçimmiş gibi geliyor bana. Yanımda çalışan ve kendini şanssız olarak nitelendiren bir çalışanım vardı. Ben de ona niye öyle diyorsun, bak bir işin var, evine çok yakın, kendi ayaklarının üstünde duruyorsun, der. Hayatında olumlu sayılabilecek yönlere dikkatini çekmeye çalışırdım. Çalışanım belki de haklıydı. Çünkü bir cumartesi gecesi hiç de adetim olmadığı halde, tamamen tesadüfen muayenehanenin önünden geçerken içeride ışığın yandığını fark etmem, onun açısından da benim açımdan da final oldu. O saatte orada olmayacağımdan emindi muhtemelen. Benden izinsiz, içeride kendi yakınının dişlerini temizlerken yakalanmak, nereden baksan yüzbinde bir ihtimaldi ve oldu. İşten çıkartmak zorunda kaldığım için ben de üzüldüm. Bu olay yaşanmasa, başka ufak kusurları görmezden geliyor, bunu da normal sayıyordum. İş ilişkilerinde bu türden bir emeğin verilmesi gerektiğine inanıyorum çünkü. Sonra başka başka çalışanlarda göz yumduğum farklı, beni aslında kızdıran davranışlar geldi aklıma. Bayağı tutmak, bırakamamak ile ilgili meselem olduğuna kanaat getirdim bu olaylardan sonra. 2023 farklı farklı şekillerde bu meseleyi önüme çıkardı ve sordu. Hadi şimdi de mi bırakamıyorsun? Bıraktım haliyle. Zorlandım biraz. Yeniden uyum sağlamak zaman aldı.

Şanstan, tutamamak/bırakamamak meselesine hiç de düşünmeden, planlamadan geldim. Zihnimin oyunları... Ne derler bilirsiniz. Zihin iyi bir uşak, berbat bir efendidir. Düşüncelerinin peşine kapılmadan, varsaymadan, tahminde bulunmadan, yani zihne kul köle olmadan yaşamayı başarmak başlı başına mesai istiyor. Fark etmek istiyor. Geçenlerde beni rahatsız eden türden bir konuşmaya denk geldim. İki kişi arasında geçen konuşmada başvurulan kişiydim ancak karşımdaki kendini rahatsız eden şeyi konuşmak yerine ötekini anlatıyordu. İçimi huzursuzluk kapladı. Konuyu daha sonra hep beraber konuşmak üzere kapattım. O an, aslında bizi rahatsız eden pek çok meselede aslında neyin rahatsız ettiğine dair net olmadığımızı fark ettim; kjonuşurken aslında ne diyeceğimizi bilmediğimizi. Kendi merkezimizde kalmak, bizi rahatsız eden şeyleri dile getirmek yerine karşı tarafa suç atmak en kolay yaptığımız şey galiba. Kendimizi dinlemiyoruz, başkalarını dinlemiyoruz. Dinlemedikçe aslında gerçek ve önemli olanı ifade etmeyi de başaramıyoruz. Velhasıl dinlemek mühim mesele. 

Yeri gelmişken bir de kitap önereyim. Julia Cameron'ı duymuşsunuzdur. Sanatçının Yolu kitabıyla on yıllardır, hayatında tıkanıklık yaşayan yazarlara, sanatçılara ve dahi insanlara 10 haftalık bir egzersiz programıyla yol gösteren çok satan ve pek çok dile çevrilen kitabın efsanevi yazar, bu kez de Dinleme odaklı bir yolculuğa davet ediyor. Derin dinlemeye dayalı, yaratıcılığı tetikleyen, kişisel dönüşümü hedefleyen bir kitap bu. Sabah sayfaları ve sanatçı buluşmaları sabit. Bunların yanı sıra her haftaya özgü ödevler ve de görevler var. Çevrelerini, kendilerini ve sessizliği dinleyerek gerçekten duymanın gücünü keşfetmek isteyenlere duyurulur. 

Bir de davet! Eğer kitabı temin eder ve haftalık çalışmaları benimle eşzamanlı yapmak isterseniz lütfen haber verin. Yeni yılla beraber bu yolculuğu birlikte deneyimler, kazanımlarımızı, fark ettiklerimizi konuşuruz. Teklifim cazip geldiyse, benimle iletişime geçebilirsin. 


















11 Aralık 2023 Pazartesi

Günün izi: 13

Yılın son ayı geldi, kapıya dayandı. Ayı yarılamasına az kaldı üstelik. Ancak bu blog yazarı, ne anlatacağını, nereden başlayacağını bilemedi. Son üç günün dökümüyle başlayalım yeni aya. Dileyelim de gerisi çorap söküğü gibi gelsin. 

9 Aralık

Haftanın son iş günündeyim. Mesai öncesi bilgisayarımı açtım, yazmaya koyuluyorum. Kalbimde dile gelmek isteyen duygular, zihnimde onları susturmak isteyen bir yan var. Hangisi galip gelecek henüz bilmiyorum, bu satırların nereye varacağını da.

Güne hayli erken başladım. Pireler uçuşurken diye tabir edilen saatlerde. Kediler ve insanların sirkadiyen ritmi aynı değil. Sani'ye kalk da avlan diyen iç saat, bana yorganı başına çek ve uyu, diyor. Ama yer çekimi diye bir şey var. Tüylü evlat önce yerlere bir şeyler devirerek bildiriyor, onun için günün başladığını, besin ve dışarıya çıkma ihtiyacında olduğunu. Güzellikle anlamazsam, yorganın altına süzülüyor ve ayak parmaklarımı dişliyor. En temizi ilk tıngırtıda yerimden kalkmak ya da en başta onu çalışma odasına hapsetmek... Kimi zaman kesintisiz bir uykuya çok ihtiyaç duyduğumda çalışma odasının kapısını kapatıyor, derin bir uykuya dalıyorum ama çoğunlukla da onu kapalı kapıların ardına kapatmaya vicdanımın el vermediğini görüyorum. Niye böyle bilmiyorum. Yanıt üzerine düşünmedim. Yanıtlar aramak yerine soruları çoğaltıyorum, sağanak yağmur gibi iniyorlar üzerime. Kimi yersiz sorular oluyor aralarında. Sorudan çok kendime yönelik negatif yargılar... İşte kalbimden çıkmayı bekleyen bir his, ihtiyaç, her ne dersen. 

Etrafımdaki insanların bende övdükleri kimi özelliklerim var. Başkalarında gördüğümde meziyet sayacağım özellikler üstelik. Kendim sahip olduğumda ise "E ne var bunda. Zaten olması gereken bu!" diyerek omuz silkiyor, burun kıvırıyorum. Benmerkezci tiplerden olmayacağız elbette ama kendini takdir etmek, kendinin yakın arkadaşı olma çabası gütmek de şart galiba. Yoksa çok yoruluyor insan, tükeniyor, kimileyin. Bunu yapan yalnızca ben değilim, iyi biliyorum. Çoğu kadın yapıyor. Hayranlık uyandıracak pek çok niteliği varken tüm bunların farkında değilmiş gibi davranıyor. Fazla tevazu başa bela! Bu satırları okuyan herkesi kendini takdir etmeye davet ediyorum. Kendinizi pamuklara sarıp sarmalamayı ihmal etmeyin.  

10 Aralık 

Marvel Stüdyolarında çekilen filmleri izliyoruz sırayla. Fikir kızımın. Geçen pazar Kaptan Amerika ile başladı serüven. Cumartesi gecesi Kaptan Marvel'ı, pazar sabahı da Demir Adam'ı izledik. Demir Adam, Demir Adam olmadan önce tam bir pislik. Zeki, yetenekli, yaratıcı ama umursamazın, vurdumduymazın, hedonistin teki. Dönüşüm hikâyesi yer yer klişe. Çünkü Hollywood. Ama ziyadesiyle yerinde, ikna edici, yer yer gülümseten. Kızımın ilgi alanını paylaşmanın tatmin duygusu da cabası. 

Dışarıda tam anlamıyla kış güneşi vardı. Masmavi, açık bir gökyüzü, insanı dışarıya çağıran bir hava. Ancak ikimiz de yorgun ve meşguldük galiba. Yapılması gerekenler listemiz uzundu. Pazar onları bitirmek için en uygun gündü. Dolayısıyla evden dışarı adım atmadan bitirdik koca günü. Uzun kahvaltı, evde sinema keyfi, çamaşır, temizlik, dinlenme... Kendim için yaptığım yegane şey, uzun bir banyo keyfi sürmek oldu ancak. Ilık suyun ve beyaz banyo sabununun şefkatine bıraktım kendimi. Saçlarımı kuruttuktan sonra bir de içim geçti, şekerleme yaptım. Oh değmeyin keyfime. 

11 Aralık 

Kediyle ikinci yılbaşımız. İlkinde de ağacı son gece kurmuştuk. Bu yıl da planım, o. Ev ne kadar süssüz ise iş yeri o kadar ışıl ışıl. Yılın son günü ağaç eve gelecek. O zamana değin antredeki doğalgaz borusundan aşağı süsleri sarkıtmakla yetineceğiz. Bugün de elim değmeyecek gibi ama en geç hafta sonu o süsler şağı aşağı sarkacak, Sani'nin zıplayamayacağı yükseklikte elbette. 

Çarşamba günü ise kendi yılbaşı süslerimi tasarlayacağım. Bir seramik atölyesine gideceğiz beş arkadaş, yemeli, içmeli, boyamalı bir kış etkinliği, en keyiflisinden. Eh, yılın en tatlı ayı geldi, çattı. Yeni yıl ruhunu taşımayacağız da ne yapacağız! 

Çocukluğumdan beri bu böyle benim için. Kışı sevmesem de  aralık ayını seviyorum. Işıl ışıl vitrinler, simli yeni yıl kartları, çam ağaçları, Noel Babalı figürler, yılbaşı çekilişleri, hediye paketleri... Hepsi içimi iyimserlikle dolduruyor. Aralık ayının sekmez Noel filmlerini zevkle izliyorum, en klişe olanlarını bile. Bu yılın ilk filmi bir Netflix yapımı oldu: Noel Ziyafeti. 

Sizinle bu satırları paylaştıktan hemen sonra kahvemi, çikolatamı alıp yeni bir film daha izleyeceğim. Yeni seçimim: Sıradan Bir Noel.

 Veda etmeden önce en sevdiğim kış şarkılarından birini dinleyin. 







30 Kasım 2023 Perşembe

Ecza dolabım

Ecza dolabım, ilk yardım kitim, alet çantam ...





Seninkinin içinde neler var?

Babalar cömerttir

Bugün 30 Kasım. Annem ve babamın evlilik yıldönümü. Babam yaşasaydı, bu yıl 57. yılı kutlayacaklardı. Her zaman özel bir kutlama olmazdı evde ama zaman zaman sofra kurulur, pastaneden pasta alınır, birlikte yemek yerdik. Kimi zaman babam hepimizi dışarıya yemeğe götürürdü, damadın eli cüzdanına gidemezdi, keza kızların da. bebek Deniz'in de eşlik ettiği pozlar var o akşamlardan kalma. Birbirlerine hediye verdiklerini pek hatırlamam. Bir keresinde, babam eski köprüsünü yeniletirken ağzından çıkan altını bozdurmuş, muhtemelen üzerine de katarak anneme pırlanta bir gerdanlık almıştı. Pırlanta gerdanlık dediysem, öyle koca koşa karatlı taşlar canlanmasın zihninizde. Bir zincirin ucuna dizili küçük taşlardan oluşan bir motif. Kolye bende. Annemin düğün hediyesi. Aile yadigarı bir takının geline verilmesi adettendir ne de olsa. 

İstanbul'da yaşadığımız son yıllardan birinde, Cercis Murat Konağı'na gittiğimizi hatırlıyorum. Babamın misafiriydik elbette. O güne değin gittiğim en lüks restoran olduğunu hatırlıyorum. Ne yedik hatırımda değil, tek narlı roka salatası kalmış aklımda, bir de bakır maşrapalardan içtiğim Süryani şarabı. O gün bugündür nar eklerim salatalara. Diğerlerini tekrar edebileceğimi gözüm almamış demek, silinip gitmiş dimağımdan. Şaşılacak şey değil. Tüm berraklığıyla bugüne getirebildiğimiz tek bir anı yok ne de olsa. 

O akşam o masada oturan beş kişiden kalan dört kişi versek kafa kafaya, koysak hatıralarımızı birer birer ortaya, yine de yanına yaklaşamayız o akşamın, gecenin. Hatırlamanın duygularla doğrudan, güçlü bir bağı var. Güçlü duygular uyandıran sahneler kalıyor geriye. Şaşkınlık, heyecan, mutluluk, kızgınlık, öfke, rahatlama uyandıran anları kaydediyoruz. Seçtiğimiz duyguları, bu duyguların uyanmasını tetikleyen anıları tekrarlıyoruz ve sabitliyoruz. Hangi duyguya yatırım yaparsak onlar kalıyor geriye, kişisel tarihimizi böyle böyle inşa ediyoruz. Babamın beni sinir eden çok özelliği vardı. Şortun altına giydiği mokasenler ve soket çoraplar örneğin. Oldu mu şimdi derdim, herkesin yanında, gençlik işte. Ama biri bir söz söylesin yanında, canını sıksın, dünyayı yakacak kadar gözüm dönerdi. Yaşlı başlı bir akrabayı azarladığım dün gibi aklımda. Ayıp şey doğrusu. Kurtlarla Koşan Kadınlar'ın ilk masalıdır, bilirsiniz belki, Lo Loba. Kurt Kadın. Masal, bize yeniden doğuşun mümkün olduğunu müjdeler, bedenini saran deriyi, kaslarını, kanını, sinirlerini dahi yitirsen, geride kemiklerin kaldıysa şayet, yeniden doğuş mümkündür, der. Çünkü özün, hiç kaybolmayacak özün orada, asla yok olmayacak. Ölümle ilişkimiz de tam olarak böyle bir şey galiba. Babam gitti. Şortunun altına çoraplarını giyemeyecek. Eften püften şeylere karışamayacak. Olmadık şeylere parlayamayacak. Bunlar, bütünün içinde yer tutan ama çok da mühim olmayan şeyler, onun derisi, saçı, kanı, kasıymış meğer, geriye yalnızca kemikleri kaldığında aşikar olan babamın vericiliği, sevgisi, kızar diye çekindiğim zamanlarda arkamda durması, bizden hiçbir şey esirgemediğiymiş.. Eh bu da normal. Çünkü babalar cömerttir.

 

Bir köprü olarak blog yazmak

Raymond Carver, "Yazmak Üzerine" adlı kitabında "Kendi öykünüzü yazmaktan sonraki en iyi şey, başka birinin öyküsünü okumaktır," der. Bunu blog dünyasına uyarlamak pekala mümkün. 

Kendi bloğunuza yazmaktan sonraki en iyi şey, başka bir bloğu okumaktır. Takip ettiğim bloglar, blogspot üzerinden yayın yapan mecralar. Okuyabilmenin tek yolu, içeri girmek ve okuma listesine bakmak. İşte bu yüzden ben her gün bloğumu ziyaret ederim. Bu, benim için her gün yazıhaneye gitmek gibi, posta kutusunu açıp kontrol etmek gibi bir şey. Anahtarımla kapıyı açarım, içeri girerim. Etrafa bakınırım. Kimi zaman büyük bir şevkle çalışırım, kimi zaman yazdıklarım yavan gelir. Biraz temizlik yapayım derim. Yarım kalan taslakları okurum. Güncelliğini yitirdiğine inanırsam silerim. Hiç de acımam. Kökü bende ne de olsa. 29 harfi istediğim gibi dizerim. Baktım dizmek istemiyorum, okuma listemden bir bloğa gider, onlar nasıl dizmiş bir bakarım. Belki yorum dahi yazarım. Bir de bakmışım, yorum yazmak yetmeyecek. İlham perilerim başka yere kanat çırpmadan oturur, eteğimdeki taşları dökerim. Başka bloggerların yaptığı gibi. 

Birkaç gündür hava yağışlı. Sabah bankaya uğramam gerekti. Meydanda yenileme çalışması olduğundan büyük, metal paravanlarla çevrili çalışma alanı. Yayaların geçişine izin veren ince, insani bir koridor var. Yağan yağışın etkisiyle su birikintisi ayak bileğine kadar yükselmiş. Paletler ve taşlar atmış birileri. Suya basmamak için bu paletlerin ve taşların üstünde yürümek, yazmanın metaforu bir bakıma. Eteğimizdeki taşlardan yol yapıyoruz kendimize. Islanmamak, çamura batmamak için. Paletler ve taşlar bir köprü vazifesi görüyor, bizi bir yakadan diğerine geçiriyor. Yazmak, başlı başına bir köprü kurma eylemi. Ben ile düşüncelerim arasında, ben ile hayallerim arasında, ben ile başkası arasında... Blogdaşlık da öyle. İki blog arasında kurulan köprü, Raymond Carver alıntısında gizli. Kıssadan hisse, bir nevi. 

29 Kasım 2023 Çarşamba

Giriş gelişme sonuç

Giriş

Boş sayfayla bakışıyoruz. Yapacak başka işlerim var aslında. Çamaşır makinesi sıkmaya başladı. Sesinden belli. Yerimden kalkıp kurumuş çamaşırları toplayıp katlayabilirim pekâla. Ya da lavabonun içindeki iki tabak, iki çatal, iki kaşık, iki bardak ve bir tavayı bulaşık makinesine yerleştirebilirim. Veya oturmaya devam edip düşük alkollü limonlu biramı yudumlar, olanı biteni yazabilirim. Tam olarak durduğum yeri. Bir yazıya nereden gireceğini bilememe hâli...

Neyle başlarsa başlasın, yazıya girmek mühim. İlk kelime yazıldığı anda, o tutukluk hâli gevşemeye başlıyor çünkü. Kelimeler boşluğa sızıyor. Üst üste yığılıyor. Anlamlı bir bütün oluşturma yolunda ilerliyor. Metnin bitmiş hâli okurda imrenmeye dahi yol açıyor. Vay dedirtiyor, ne kadar da hâkim düşüncelerine. Ne yazacağını en başından itibaren biliyor olmalı. Ve sorular yöneliyor söyleşilerde, nasıl çalıştığına dair, nasıl yarattığına dair. Bizim yapamadığımız ve onun şahane yapabildiği şeyin sırrını öğrenmek istiyoruz. Ortada bir sır varsa şayet. 

Buna dair güzel bir paragraf döktürmüş, tüm sırları, yazarlık ipuçlarını açık etmiştim ama edebiyat tanrıları çarptı, bir anda silindi cânım paragraf. 

Gelişme 

Gelişme sizin için ne anlam ifade ediyor? Benim için ısrar, inat, azim, devam, süreklilik demek, gelişme. Yanlış yapmayı göze almak. Kendin için bu da sorulur mu yahu dedirtmek. Yapacak onlarca zahmetsiz, güzel, eğlenceli iş varken kendine yatırım yapmak, yorulmak, kafa yormak, didinmek demek. Yıllar evvel bir söyleşide, sembollerden ve arketiplerden bahseden konuşmacı, onların kendisini gizlediğini, ancak aşina olana kendisini açtığını, gösterdiğini söylemişti. Ben de tutup benim için çok taze bu karşılaşmayı not olarak yazmıştım defterime. Sonraki yıllarda her öğrenme deneyimim, bana bu sözün doğruluğunu ispatladı. Bilgi, kendini bilene gösterir neticede, bilmeyenin gözü kör kalır gerçeklere, o karanlığın içindedir, bilgili için ışıl ışıl olan dünya onun için karanlıktır, muğlaktır, gördükleri sığdır, yanıltıcıdır. O yüzden en büyük uğraşımız, gelişmektir. Gözlerimizin önüne çekilen perdeleri bir bir açmak ancak bu şekilde mümkün olduğu için, gelişme çabası mühimdir. 

Bir yıl daha bitiyor. Önümüzde yepyeni bir yıl bizi bekliyor, vaat ettikleri sonsuz, olasılıklar da... Söylesene bu yıl en çok nerelerde geliştin? Yeni yıldan muradın belli mi? 

Sonuç 

Her başlayan şey biter, derdi annem. Dermiş, hatırlamıyorum. Ailecek televizyonun önüne kurulduğumuz Dallas'ı izlediğimiz akşamlarda, bölüm bittiğinde hâkim olamadığım gözyaşlarım karşısında her hafta açıklarmış: "Her başlayan şey biter." 

Hayat öğretti. Her şeyin bir son kullanım tarihi var. O tarih boşuna konmamış. Denemişler, bellemişler, aştıktan sonraki yan etkileri, olumsuz durumları. O yüzden son kullanma tarihleri mühim. Ben gün farkı da olsa, malzemeleri son kullanma tarihine göre diziyorum örneğin. Takip etmediğimde ziyan olan malzemeler gördüm çünkü. Bugün çekmece dibinde kalmış tek kullanımlık bir aljinat gördüm. Merak ettim karıştırdım, normalmiş gibi görünüyordu ama karıştırmaya karşı gösterdiği direnç farklıydı. Kıvamı tutturmak için normalden fazla su istedi. Yine de tam kıvamına gelmedi. Yani neymiş dostlar, son kullanma tarihini geçen her şey, çöpü boylamalıymış. Bırakamamak her zaman bir erdem değilmiş. Yeri geldiğinde bırakmak ile ertelememek ile dostluğun yolları aranmalıymış. Kıssadan hissenizi siz çıkartın. Benim çamaşır toplamak üzere ayağa kalkmam şart zira. Ha, bir hisse varsa, bulduğunuz, payınıza ayırdığınız, kendinize de saklamayın. Yazın ki, birlikte düşünelim. 

28 Kasım 2023 Salı

Kasım alfabesi

Kasım da bitiyor. Aralığın eli kulağında. Bu ay senin için nasıl geçti, neler yaptın, hangi düşünceler içindesin, halin ne, nicesin diye soracak olursan sana oyunlu bir cevabım var. İşte kasım alfabem: 
Atatürk filmini izledik, sinemada, ablam, kızım, ben. Dev bir kova mısır eşliğinde. 
Böğürtlen topladım iki pazar, üst üste. 
Crown'un son sezonunun ilk dört bölümünü izledim. Kalan dört bölümü merakla bekliyorum. Sonra belki sil baştan. Genç Elisabeth, yaşlı Winston ve diğerleri... 
Çorba sezonu açıldı. Hava sıcaklığı birdenbire düşünce, öğlenleri sıcak ve doyurucu çorbalar içmek cazip bir seçenek haline geldi. Bugünkü menüde şehriye vardı. Yarının çorbası pişti bile: balkabağı çorbası. 
Değişim. Bu yıl başlık altında çok sınadı beni hayat. Stabil kalmaktan yana olan tarafımı silkeledi, boyuna. Adeta bak, bu oldu, bu da oldu, hadi şimdi de mi stabil kalacaksın, değişimden yana olmayacaksın, dedi. Kaçınılmaz olan oldu. Kıyamet de kopmadı. İş yerindeki değişimler ise pek bir hayırlı oldu. 
Egzersiz. Olmuyor, olamıyor. Havalar ya çok soğuk, ya çok sıcak. Ben ise ya çok yorgun ya çok hevessiz. 
Fark ettiğim kimi şeyler: kendimi boş yere suçladığım konu başlıkları var, örneğin annelik
Gelibolu cephesinde süren kara savaşlarıyla ilgili nefis bir sunum izledim. ÇOMÜ İngilizce Dili ve Edebiyatı öğretim görevlisi Doç. Dr. Azer Banu Kemaloğlu "Çanakkale Savaşlarının İnsani Boyutu: Bir Mikro Tarih Çalışması  adlı sunumuna gömülmeyen ölüler unutulmak istemezler diyerek başladı. Tam da bu düşünce ve motivasyonla yazdığım bir öyküm var. Okumak ister misin
Havuz. Aylık ödeme yapıp bir kez gittiğim. 
Islık çalıyor rüzgâr dışarıda gece, gündüz, gündüz ve gece... 
İstanbul İçin Son Çağrı.  Beren Saat ve Kıvanç Tatlıtuğ'un Netflix için çektikleri film. NewYork'ta geçiyor. Şehrin yüzü suyu hürmetine izleyeyim, dedim. Yarısında kapattım. Beren Saat'i sanırım en çok Hatırla Sevgili'de beğendim. 
Jülide ablanın kulakları çınlasın. J ile başlayan başka da kelime gelmiyor aklıma bu aydan kalan. Belki bir gün Japonya'ya gittim, diyebilirim, ya da Jameika. 
Kar yağdı sandım, pazar gecesi, meğer doluymuş, çocuğu da boş yere telaşlandırdım. Ertesi gün tatil olacak diye zıpladı durdu. 
Limon kabuğu rendesi. Kek dışında da kullanıyorum. Tavuk soslarında, brokoli ve karnıbahar salatalarında. Güzel bir aroma veriyor.
Mandalina en sevdiğim sonbahar meyvesi. Tartışmasız. 
Noel pazarı. En güzelleri Almanya'da, Belçika'da, Fransa'da muhtemelen. Ama ne derler bilirsiniz: hayaller Paris, gerçekler sanayi.. Ya da hiç çoktan iyidir. Bunu da derler, işte. Ben de az çoktur, diyerekten, seksek sekerekten günübirlik Plovdiv turuna kayıt oldum, kızımla beraber hem hiç görmediğimiz Filibe'ye gideceğiz, hem de Jumbo ve bir noel pazarı ziyaretini de aradan çıkaracağız. 
Osman Hoca ölmüş, ÇOMÜ rasathanenin kurucusu, astronomi profesörü. Tabip Odası etkinliğiydi galiba. Bir yaz gecesi teleskopla marsa bakmıştık. Sırayla. Kızım küçüktü, mars kırmızı. 
Ödün mü, özgürlük mü? İşte bütün mesele bu. (İlişkiler söz konusu olduğunda)
Parşömen'e çocuk edebiyatı köşesi hazırlıyordum, severek ve özenerek. Uzunca zamandır elim varmıyor. Bir yerden başlamalı.
Rengarenk gökyüzü selamlıyor beni sabahları. Perdeni çektiğinde gökyüzünü ucundan tutuşmuş görmek her zaman mümkün değil, biliyorum. Gri, beton dikmeler giriyor araya. Sıvası çatlamış duvarlar, ardiyeye dönmüş kapalı balkonlar, içeriyi göstermesin diye sımsıkı çekilmiş perdeler... Demir parmaklıklar gibi üzerimize kapanıyor şehir, çoğu. Ben şehri arkama aldım. Gökyüzüyle yarenlik etmek için. 
Storytell üyeliğim vardı, unuttum gitti. Şimdi ne dinlesem ya da okusam acaba?
Şans kapıyı çaldı a dostlar. Gala yemeği çekilişine iki bilet aldım ve birine hediye çıktı. Total ölçü maddesi. Böyle olur dişçilerin çekişil hediyesi. 
Toplantı. Oda olarak düzenlediğimiz sempozyum bitti. Ellerimize sağlık. Verimli de geçti üstelik. Yeni kuşak öğretim üyeleri hakikaten fişek gibi. 
Uyku, deliksiz bir uyku için kapımı kapatmam, kediyi içeri almamam şart. 
Üzgünüm Sani. Derin, deliksiz uykuya ihtiyacım var şu sıra. Bedenimi ve ruhumu pat diye içinde bulduğum kışa hazırlamam gerek.
Valiz toplama zamanı. Cuma günü İstanbul yolcusuyuz. Ailecek. Cuma günü gezmece, cumartesi, pazar mesleki kurs. İlk kez tek başıma araba kullanarak gideceğim. Biraz heyecan ve stres var üzerimde. Şansım ve de yolum açık, hava yağışsız, karsız, sissiz, donsuz olsun lütfen. 
Yolcu yolunda gerek. Uyku beni çağırıyor. 
Zeytin bu yıl az, diyor, hangi hastamla konuşsam. Zeytinyağının litre fiyatını varın siz düşünün. Ben kim bilir hangi düşün içine düşmüşken. 

22 Kasım 2023 Çarşamba

Yaz ve götürdükleri, yaz ve getirecekleri

Kamu spotuyla gireyim söze. 

Bugün 22 Kasım. Ülkemizde bilimsel diş hekimliğinin 115. yılını kutladığımız gün. 

Tıbbiyeden ayrı bir dişçilik mektebi kurulması için yapılan müzakerelerin sonuçlandığı, Dişçi Mektebi bütçesinin Maarif Nezareti'ne gönderildiği gün, ilk Dişçi Mektebi'nin (bugünkü İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi'nin) kurulduğu gün olarak kabul ediliyor. 

Sosyal medya hesaplarım kutlamalardan, klinikçe çekilen fotoğraflardan geçilmiyor. Benim de aklımdaydı. Yalan yok ama günü, günün önemine uygun şekilde toplum ağız diş sağlığı için çalışarak geçirdiğimden ne fotoğraf çektirebildim, ne de kutlama mesajlarını zamanında yanıtlayabildim. Şu saat geldiğinde elbette tüm mesajları yanıtladım. Tek yanıtlamadığım mesaj, ablamın Hamlet oyununa gidelim mi sorusu oldu. Hâlâ düşünüyorum. 

Beliz Güçbilmez'in dört aşamalı okuma yazma atölyesinde müfredatta yer alan bir oyun, Hamlet. Dolayısıyla oyunu izleme pekala keyifli olabilir. Tek başıma okusam vakıf olamayacağım ayrıntılar sayesinde ilgiyle takip edebilirim. Bir ihtimal yeni öykü fikirleri dahi canlanabilir zihnimde. Çünkü ne diyordu Beliz Hoca: hikâyeler birbirinden yapılır. Tıpkı bir aşkın bir çok aşktan yapılması gibi. Hatırla: Murathan Mungan'ın Terastaki Havlu şiirini hatırla. Yirmi yılı aşkın süredir benimle o ev senin, bu ev benim dolaşan, okunmaktan elimde paralanması beklenirken zamana meydan okumayı başaran, her defasında aynı dizelerine tutulduğum incecik kitap, Yaz Geçer, handiyse baş ucu kitabım. Çünkü yaz geçer, yine gelir. Çünkü yaz geçer, iyi gelir kelimeler. 

Yaz geçti, yine gelecek. Saçlarımı kestirdim, yaz aylarında. Çok da uzun değildi gerçi. Ama uzun sürmüş bir ilişkinin ardından saçlarımı kestirmek, bir tür zaman sayacı görevini üstlenecekti. Saçlarım hâlâ hayli kısa. Kızımın pek de sevmediği bir boyda. Yaz uzun, upuzun kullanayım istiyor, onu yakıştırıyor bana, ya da daha kısayı. Uzatıyorum. Uzamasını beklerken geçen zamanın bana iyi gelmesini bekliyorum. Yaşadığım kaybın, hayal kırıklığının, kızgınlığın, üzüntünün, rahatlamanın tüm aşamalarından sırayla, yeniden ve yeniden geçmek için zamanın geçmesi gerekiyor. Yaz ve götürdüklerini sindirmek için zaman gerekiyor. Aynaya bakıyorum.  Kulak memesi hizasından kısa kestirdiğim saçlar şimdiden uzamış, iki parmak boyu aşmış hatta. Omuz başlarıma döküleceği günleri bekliyor hevesle. Acelem yok. Biliyorum çünkü yaz geçer, yine gelir. Yaz geçer, iyi gelir kelimeler... 

19 Kasım 2023 Pazar

Pazar raporu

Bu sene sonbaharın tadını doya doya çıkardık. Havalar uzun süre mevsim normallerinin üzerinde gitti. Belki de mevsim normallerini yeniden tanımlamanın zamanıdır. Son yıllarda kışın geç geldiğinin, havaların geç soğuduğunun, ilkbahar ve yazın geciktiğinin hepimiz farkındayız ne de olsa. 

Nihayet havalar soğudu. Menüye çorba eklendi. Evde merkezi ısınma sistemi de cuma gecesi devreye girdi. Dün iş yerinde kombiyi açtık. İki muayene odasından diğerine geçerek hastalarıma bakmaya başladım. Muayene odalarından biri yazın serin kışın buzz gibi oluyor, diğeri ise tam tersi yazın cehennem, kışın tam kıvamında bir ılıklık hali... Birini serinletmeye klima yetmiyor, öbürü iki koca peteğe rağmen zor ısınıyor. Müşterek muayenehaneden tek başıma çalışma düzen ine geçince yazlık, kışlık takılmaya başladım. Bu hafta yurt genelinde hayli yağışlıydı. İnce mont, bot, şemsiye kullanıma girdi. Ama pazarın yüzü suyu hürmetine gökyüzü açık ve güneşliydi. Kahvaltı sonrası yürümek için hiçbir engel yoktu. Geçen pazar da aynı güzergâhı yürümüştüm ablamla. Çakal eriği ve böğürtlen toplamıştım. Bir bahçe sahibinin yıkayarak arkamızdan koşarak yetiştirdiği ayvayı kemirmiş, kızımla telefonda konuşmuştum. Çıktığı tatilden memnundu elbette. Aklı kalmadı o anın içinde. Ne de olsa böğürtlenler bekliyordu, ekşi gövem erikleri de öyle. Bu sabah kahvaltının ardından "Hadi böğürtlen toplamaya," dedim. Bir gece evvel yatılı kalan arkadaşını da yanımıza katıp böğürtlen avlamaya çıktık. Çamurlara bata çıka yürüdük, bazı yerlerde ayak bileklerimize kadar çamura saplandık, dönüşte aynı yere saplanmamak için alternatif rotalar düşündük, az böğürtlen çokça gövem eriği topladık. 



Eve döndük. Kahvaltı sofrasına yeniden oturup bir fincan çay eşliğinde tereyağlı ballı ekmek yedik. Nereden baksan ideale yakın bir pazar...

                                                                    *

Cem Şen'in İçsel Simya derslerine başladım. Toplam sekiz canlı dersin beşini (ikişer hafta sonu cumartesi pazar 12.00-17.00 arası olan dört ders de dahil olmak üzere) kaçırmayı başardım. İlk ikisinde Ankara'daydım. Biri 29 Ekim'di. Birinde çalışıyordum. Geçen pazarki dersi ise unuttum. Canlı katılamayacağım dersler olacağı baştan belli olduğu ve kayıttan izleme imkânına güvendiğim için kayıt olmuştum gerçi ama sekizde beş ders kaçırmayı da pek beklemiyordum. Beş dersin her birini dinledim. Çok yer kaplamaması için ses kaydı yüklenmiş zira. Geriye yii jin jing hareketlerini öğrenmek ve tekrarlamak kalıyor. Bir sonraki derse kadar niyetim hareketleri de öğreten videoları da izlemek ve denemek, denemek ve bedenin hafızasına yerleştirmek. 

Jİ jin ying kas ve tendon hareketleri Zen Budizminin kurucusu Bodhiddharma tarafından geliştirilmiş yapması 10-15 dakika kadar süren ancak etkilerinin muazzam olduğu söylenen bir seri. Cem Şen, allayıp pullamıyor gerçi, deneyin, kendiniz görün diyor ancak onun eğitimine giden arkadaşlarım etkisinden çok olumlu bahsettiği için başladığımda bedenime de ruhuma da zihnime de iyi geleceğinden neredeyse eminim. Bu hareketlerin özellikle fasya dokusuna yönelik olduğu, fibromiyalji gibi genel vücut ağrılarını rahatlatmakta bire bir olduğu, kasları, tendonları güçlendirdiği, esnekliği arttırdığı, yaşam enerjisini yükselttiği söyleniyor. Denemeye değer doğrusu. 


                                                                    *

Geçtiğimiz iletide dergi için yazı yazma ve İçsel Simya derslerini kayıttan dinleme gerekliliğinden bahsetmişim. Her ikisini de bitirmenin haklı gururu var üzerimde. Şimdi başkaca işler var beni bekleyen. Her birini aynı anda yapamam elbette. Yarının yemeği pişti. Hazır. Çamaşırlar kurumak üzere asıldı. Nevresimler değişti. Yatak odaları ve mutfak süpürüldü, silindi. Kendimi şımartma zamanı gelmiş olmalı öyleyse. Sıcak bir banyo, ardından battaniyenin altına girip Crown'un yeni sezonundan bir bölüm izlemek ve bitki çayı içmek. 

                                                                      *

Bugün internette rastladığım bir haberde balık avı sezonu açılış tarihinin 1 Eylül'den 15 Ekim'e çekilmesi ve 180 günle sınırlandırılması gerektiğinden bahsediliyordu. Aksi takdirde denizlerimizdeki hamsi stoğunun da bitmesi, hamsiyle avlanan büyük balıkların göçünün de buna bağlı olarak kesilmesi söz konusuydu. Bilimsel verilere kulak asmanın kimseye bir faydası yok neticede. 1 Eylül'de denizler hâlâ sıcak. Çanakkale'de bile ekimde denize girenler vardı. Benim gibi çalışan tayfa değil elbette, aylakçılık yapıp öğle sıcağında kendini deniz kenarına atma imkanı bulanlardı yüzebilenler. İnstagram sayfalarından gördüm ben de. Okullar açılmadan kapandı deniz sayfası benim için ki gerçekten girilebilecek pazar günleri oldu ama yapacak iş çoktu. Eylül sonunda girdim, ay ekim başında, ortasında bile girdim diye tik atma gereği duymadım galiba. Koştur koştur kendimi plaja atmadım. Ruhum sonbahardayken bedenime yazmış gibi hissettirmenin alemi yok. Yeniden denize girebilecek kadar havalar ısınmadan önce soğuyacak, kaloriferler yanacak, kat kay giyineceğiz, dizlerimize battaniye çekip film izleyeceğiz, salep, kestane eşlik edecek bu zamanlara, daha çok kitap okuyacak, evde hobilere yer vereceğiz. Bir döngünün içinde ilerlemenin, değişimle bir olmanın tadını çıkaracağız. Tadı değilse de didişmeyeceğiz evvela. O yüzden yaşasın sonbahar, yaşasın gelmekte olan yeni yıl. İş yerimde yıllık yeni yıl süsleri yerini aldı. Ev için biraz daha beklemek gerek. 

                                                                 *

Bu pazar da böyle geçiyor. Sakin ve iyi. Ya seninki? Senin günün nasıl geçti sahi. Anlatsana.



10 Kasım 2023 Cuma

Günün izi: 12

                                                        Haftanın başı 
Geçip giden zamanları bir yerlerde bulsam... 
Sen de zamanının buharlaşıp uçtuğunu, zaman yönetimi konusunda (zaman zaman) sınıfta kaldığını, yapman gerekenleri yetiştiremediğini düşünüyor musun? Sonra da bitiremediğin şeyler için dövünüyor musun? Son 24 saat bak, benim için nasıl geçti: 
İşte çalıştım. Ablam sabaha karşı turdan döndüğü için onu ve annemi yemeğe çağırdım. Bir gün önceden tarhaba çorbası, zeytinyağlı biber dolması, hamsili pilav ve gazozlu kek vardı hali hazırda. Gelince salata yaptım. Sofrayı kurdum. Yemek yedik, sohbet ettik. Onlar gitti. Mutfağı biraz toparladım. Bilgisayarı açtım. Yapmam gereken iki iş vardı: Dergi için yazı yazmak ve Ankara'da bulunduğum zamana denk geldiği için canlı olarak katılamadığım Cem Şen'in İçsel Simya derslerini kayıttan izlemek. 
Yazının daha öncelikli olduğunu düşündüm. Hakkında yazmayı planladığım kitap Joe Sacco'nun Filistin adlı grafik romanıydı. Yazıya muhtemelen almayacağım ama faydası olacağına inandığım için tarihsel sürece baktım. Pelin Batu'nun Youtube'ta Sapien kanalında konuyla ilgili videolarını izledim. Oradan Gaber Mate'nin videosuna sürüklendim. Word dosyasını açtım. Yazmış olduğum uzun cümleyi okudum. Saatin geç olduğuna kanaat getirip bilgisayarı kapattım. Yatağa gittim. Yaklaşan ara tatil, sömestr tatilleri için turlara baktım. Turdan tura atladım. Görecek ne çok yer olduğuna dair iç çektim. Bolca heveslendim. Fiyatlara baktım. Hakikat ortadaydı ama dünya da çok renkliydi. Ne derler bilirsiniz: bakmak da paralı değil ya. 
Bakmak paralı değil. Doğru ama uykuya dalmaya geçmem gerekirken ekrana maruz kalmak, deliksiz ve derin bir uykuyu kovuyor, ertesi gün enerjimi düşürüyor. Bu sabah bu ruh hali ve düşüncelerle uyandım. Telefonun ve dünyanın renkli çağrılarına kulak asmayıp her gün bir iş hedefine odaklanmaya çalıştım. Çamaşırları topladım. Nevresim ve çarşaf yığınını katlamak güç geldi. Sepetle dolabın içine koydum. İşlerin böyle böyle biriktiğini bildiğim halde. Yatağımı topladım. Komodinin üstünü topladım. Günlük kremleri fermuarlı bir kozmetik çantasına koydum. Elime geçen kâğıt çöplerini attım. Kirlileri ayırdım. Akşam beyazları yıkamak üzere kendimle sözleştim. Komodinin üstünde duran birkaç düğme ve çengelli iğneyi dikiş kutusunun içine kaldırdım. "Aferin sana! Bu kadarını yapabildin. Siber aylaklığa yenilmedin!" dedim kendime ve işe geldim. En odaklı olduğum zamanlar çalıştığım zamanlar. Hasta başındayken dikkatim yalnızca yaptığım işle meşgul. Araya giren kimi sorular, düşünceler olsa da elim, gözüm ve zihnim arasında güçlü bir koordinasyon var ve bunu seviyorum. Kendime, bir şeyleri yetiştiremediğim için kızdığım zamanlar geliyor aklıma ve bunun bir seçim olduğunu hatırlıyorum. Enerjiyi verimli kullanmak adına bazı şeyleri öncelediğimi, bazı şeyleri ertelediğimi fark etmek iyi hissettiriyor. Örneğin dün aile bağları, yazının ve kişisel gelişimin önündeydi. Kızımla birlikte güzel bir tatil yapma motivasyonu, uykudan daha öncelikliydi. Bu sayede rotalar ve fiyatlar hakkında bilgi sahibi oldum. Bunu da bir kayıp gibi düşünmemeliyim o zaman. Zaman olur, Türk lirası değer kazanır. Giderim elbet, bir gün, gideriz. Uzaklara, doğulara, öyle kıstırılmış zamanlarda değil, uzun uzun, keyfince, gönlünce... 

Balık kavağa çıkınca
                                                                                        
Demiyor, gelecek günlere inanıyoruz. Bu arada balık yemeyi de ihmal etmiyoruz. Balık severim ama nedense pek de pişirmem evde. Her eylül sezon açıldı haberiyle de heveslenirim. Daha çok balık yemeli düşüncesini alır, baş ucuma tuttururum. Bu yıl, o yıl. (Yeni yıl 1 Ocak'ta başlamıyor her zaman. Doğum günü de pekala milad sayılır.) Alınan kararların ertelenmeyip uygulandığı yıl. Neymiş: balık yenecek. Pazar günleri (çoğunlukla) balık yiyoruz. Bu sene balık da bol. Lüfer, kalkan, zargana, hamsi, levrek, çipura, karagöz, dil... Tezgâhlarda sere serpe yatıyor. Hale gitsem de baksam ne var diye düşündürtüyor. Fiyatlar da nispeten ucuz. Pazar günü kilogramı 400 liradan lüfer aldım diyeyim sen anla. Hamsi 100 lira bandında. Taze ve her daim bol. Hamsili pilav yapınca altı porsiyon çıkıyor. Kılçıkları da Sani lüpletiyor. Henüz ayıklarken taze taze. 

                                                                 Haftanın sonu 
Sevgiyle, hayranlıkla... 

Bugün 10 Kasım. Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ü ölümünün 85. yıldönümünde sevgiyle ve hayranlıkla andık. Bir kez daha. Cumhuriyet meydanı yıkıldığı ve yeniden yapıldığı için bir süredir çelenk koyma törenleri Valilik'in önünde yapılıyor. Trafik bir süreliğine kapatılıyor. Kısacık bir resmi tören yapılıyor. Ardından protokolde yer almayan siyasi partiler, dernekler, meslek odaları sırayla çelenk koyuyor. 29 Ekim tam bir curcunaydı. Bizde düzen, nizam zayıf zaten. Anonslar hızlı hızlı yapıldı. Gelenin çelengini koyup saygı duruşuna geçmesi beklenmediği için çelenkler de, insanlar da üst üste yığıldı. Bugün tören daha düzenliydi. Kurumların isimlerini listeye yazdırması gerekmediğini, alfabetik sırayla çağrılacağımızı öğrendik. İki dakikalığına her şey durdu. Sirenler dışında çıt sesinin dahi çıkmadığı bir sessizlikten bahsediyorum. Askerlerin esas duruşunu izledim, gökyüzünde salınan bayrakları, flamaları izledim.  Atatürk heykelinin etrafındaki dört meşalenin tek tek yakılmasını izledim. Özgürce uçan kuşları izledim. Ölümünün 85. yılında ona sevgi ve hayranlık beslediği için gelen sivilleri izledim. Tek bir kırmızı karanfili sımsıkı tutan küçük oğlanı izledim. Gökyüzünde  kanat çırpan kuşları izledim. Bando İstiklal Marşını çalmaya başlayıp içim hop edene kadar sessizce içindeydim, saygı duruşunun. Çok daha coşkulu törenler gördü elbette bu gözler. Yıllardır milli bayramların, 10 Kasım'ların cılızlaştırıldığını görüyoruz. Sen rahat uyu Atam diyebileceğimiz günler değil, farkındayız. Yine de ona gerçek anlamda hayranlık duyanların sayısı hiç de az değil. 100 yıl önce bizi ümmet olmaktan, bir şahsa kul olmaktan kurtaran, yönetime katan, halkı özgürleştiren, bilimi, feni rehber almamızı öğütleyen Atamıza sahici bir minnet duymayacağız da ne yapacağız! 









                                                                   

23 Ekim 2023 Pazartesi

Mektupmuş gibi

Ön açıklama: Bu aralar en sevdiğim, kendimi yazarken en rahat, içten hissettiğim yer, mektup satırları. O yüzden ekim ayının bu son iletisini bir mektup gibi yazmak istedim. 

Sevgili arkadaşım,

Ekimin son haftasındayız işte. Cumhuriyet'in kuruluşunun 100. yılının eli kulağında. Cumhuriyet'in doğduğu yere gidiyorum, Ankara'ya. 29 Ekim'e kadar kalamayacağım ama buradan daha canlıdır belki. Hoş benim bir renk, doku gördüğüm yok. Evden işe, işten eve. Bugün telefonla randevu aldığı için önceden muayene etme fırsatı bulamadığım, hastanın beyanına göre zaman ayrılan hastamla işim çarçabuk bitti. Sonraki hasta da erkenden çıkagelmez mi! Oturttum koltuğa. Eh onun işi de bitti. Kaldı mı 1,5 saat. Ankara öncesi almam gereken şeyler vardı. (Bu işler hep son dakika zaten. Yapacak bir şey yok) Atladım arabaya. Çarşıya express bir tur yaptım. Hızlıca alacağımı aldım. Döndüm. Son üç hastaya baktım. Birinin kızı yancı çıktı. Onu da muayene ettim. Tereyağından kıl çeker gibi bitti gün. İşler güçle ala! 

Yarın sabah uçaktan indiğimiz gibi doğru toplantıya. İki gün toplantı. Ardından Uluslararası Dişhekimliği Kongresi. (Diş hekimliğinin ayrı yazıldığını biliyorum elbette ama her nedense bizim birlik bir kez bunu birleşik kabul etmiş. Ne Leyla Erbil'iz ne de Saramago oysa. Ah ben bu kuralı bilmez iken bir kez uzunca süren bir toplantı tutanağında her birleşik yazılan diş hekimini ayırdıydım. Binbir zahmet. Üstelik nafile çaba) Cumaya kadar oralardayım anlayacağın. Planlarım var ama zaman ayırabilecek miyim hiç emin değilim. Perşembe akşamı kuzenlerle akşam yemeği var. O kesin. Leylak Dalı'nın bloğunda bahsettiği sergiyi gezmek istiyorum. Nasip! Mimarlar Odası Ankara Şubesi tarafından Goethe Enstitüsü'nde düzenlenen serginin başlığı: "Almanca Konuşan Bilim İnsanlarının Ankara Günlükleri".  (bağlantıda ise sergi açılışında yapılan panelin videosu var. Henüz izlemedim ama görünce paylaşmak istedim) Nazilerden kaç an bilim insanlarının Türkiye üniversitelerine, bilimsel çalışmalara katkısı ortada. Diş hekimliği camiasına katkı sunan Alfred Kantorowicz vardır örneğin. Sosyalist ve Yahudi olduğu için Bonn Üniversitesi'nden atılıp önce cezaevinde, sonra toplama kampında tutulan Kantorowicz devrin en ünlü diş hekimlerindendir. Ünü Almanya sınırlarını aşan Kantorowicz, hem tıp hem de diş hekimidir ve Ord. Prof.dür. Onu toplama kampından kurtaran Atatürk'ün girişimleri olmuştur. Ata'nın ısrarlı takibi sonucunda ünlü profesör toplama kampından çıkmış, ailesi, asistanları ve kütüphanesiyle birlikte İstanbul'a gelerek İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi'nin başına geçmiş, eğitimi üç yıldan dört yıla çıkarmış, yeni kürsüler kurmuş, Türkiye'de bilimsel diş hekimliğinin öncülerinden olmuş. Pek çok yayına imza atmış, kitaplar yazmış, fakülteye yeni akademisyenler kazandırmıştır. Türkiye'nin ilk kadın ortodontisti Ayşe Mayda örneğin. Uludağ'ın kayak merkezi olmasında  Kantorowicz'in katkısı varmış örneğin. Ayşe Mayda da hocasının yolundan gitmiş olmalı ki ülkemizde ilk kayak pantolonu giyen kadın olmuş. İlk araba şoförlüğü de cabası. Bugün bizim çabasızca elde ettiğimiz şeylerin arkasında hep öncü kadınlar var. Çağının önünde giden, kanatlanmış kadınlar. Yazacak, okuyacak çok şey var bu konularda öyle değil mi? İpin ucunu verdim. Gerisi sende arkadaşım. Merakın seni nerelere taşıyacak bilemem. 

Merak dedim de aklıma geldi. Yanıma alacağım kitabın doğuşu da hep meraktan. Ben demiyorum. Editör diyor, yayınevi diyor. İnanmazsan  arka kapak yazısını oku. 

“Yazar biyografileri çok ilgimi çeker. Yaşadıkları hayat kadar başka bir şey daha merakımı celbeder: Acaba yaşamının ne kadarını yazmıştır yazar kitabının başına? Ne kadarının yazılmasına müsaade etmiştir?... Bu, birazdan okuyacağımız metin için bize muazzam bir ipucu verir… O koskocaman sözcükler yığınına körlemesine dalmadan önce yazarın kendisinin yazdığı ya da yayımlanmasına izin verdiği haliyle biyografisi, en azından, bir mumluk ışık tutuşturur elimize.”

Böyle diyor Onur Çalı, kitabının bir yerinde. Ve tam da bu merakının peşinden giderek edebiyatın usta isimlerini, yapıtlarını, yaşamlarını büyüteç altına alıyor. Okuru, John Steinbeck’ten Bulgakov’a, Sevim Burak’tan Salâh Birsel’e, pek çok ustanın yer aldığı edebiyatın zengin topraklarında, uçsuz bucaksız coğrafyasında gezdirirken ele aldığı yazarların ve kitapların yüzeyinin altına iniyor, kâh bizzat yazarın kendisini, kâh sıradan bir olay diye okuyup geçtiğimiz ayrıntıları ya da kitabın omurgasını oluşturan konuyu bambaşka bir açıdan inceleyip o yazara ya da romana farklı bir gözle bakmamızı sağlıyor, yeniden tanıtıyor. Yazmanın, yazarlığın ne olduğu hakkında hem ele aldığı yazarların yazdıklarından yola çıkarak hem de bunları damıtıp kendi fikirlerini ekleyerek bizi –eğer yapmıyorsak– bundan böyle elimizdeki kitapları yazarı tanıyarak okumaya, yorumlamaya davet ediyor.

Onur Çalı'nın yeni deneme kitabı "Gemilerle Seyahat Eden Sözcükler"le seyahat edeceğim. Yazıların bir kısmını Parşömen Edebiyat'tan hatırlıyorum ama bir kitap bütünlüğünde okura sunulmasının tadı hem yazar için hem okur için ayrı. Bakarsın fırsat olur, kitabımı da imzalatırım. 

Merakla başlıyor çoğu şey. Bilim merakla başlıyor, sanat merakla, üretmek merakla. Merak uçarı kaçarı bir heves olur da aynı anda onlarca, yüzlerce meseleye konar ise işin sonu gelmiyor bence. Yüzlerce fikirden birine odaklanabilmek lazım, en azından bir sıraya sokabilmek, okumak, öğrenmek, özümsemek, üretmek... Bloğumun içinde yüzlerce, abartmıyorum, 527 tane taslak var. Çoğunda çamışım sayfayı dizmişim kelimeleri ardı sıra, bir başlayayım, gerisi gelir demişim, sıradanın içinden özelleşememiş, kalmış, gidememiş daha fazla. Arada kalan tek tükte ise internette gördüğüm, merak ettiğim kimi hususlar var. Unutmayayım diye yazdığım kelimeler öbeği. Bu güz ve kış onları yeniden okuma ve peşine düşme zamanı yaratırım belki. En azından girişlere bakar, taslaklarda dahi saklanmasına gerek kalmayacakları silerim. Çünkü temizlik her yer için geçerli. 

Senin bir çırpıda okuduğun bu satırlar için ne kadar zamandır çalışma masamda oturuyorum, hesap etmedim. Ancak belimin, sırtımın ağrıdığını hissedebiliyorum. Gerinmek, esnemek, dinlenmek istiyor bedenim. Belki de yüzmek. Suyun içinde olmanın dayanılmaz hafifliği. Bavulun içine mayomu da attım. Mesele yüzmekse, her zaman hazırlıklı olmak gerek. Öyle değil mi? Söylesene senin yaz demeden, kış demeden valizine attığın en absürt şey ne? Benimki muhtemelen mayo. Hamam olur, kapalı havuz olur, göl olur, plaj olur, bir fırsat olur ve yüzerim, yüzmek isterim. Yorgunluğum gitsin diye, stresim vücudumdan aksın diye. Uzun uzun spor niyetine değil, dal çık rahatla. Ruhun hafiflesin hesabı. 

Geldik yine ruhu hafifleten eylemlere. İlki yazmak. Beni okuyorsan iyi bilirsin. İkincisi, üçüncüsü nedir öyle pat diye sıralayamam ama su olmak, suyla olmak var ondan eminim. Ben kızımı bile böyle büyüttüm. Baktım canı sıkkın, ne yapacağını bilemez halde. Soydum koydum küvetin içine. (Doğduğu evde küvet vardı) Leğene su, eline sünger verdim. İsminin anlamını boşa çıkarmadı. Sevdi o da suyla oynamayı, sudan gelen rahatlamayı. Sırtımın ağrısı dayanılmaz. Satırlarıma son vermek zorundayım. Önce bir bardak su içeceğim. Sonra sıcak duşun altına gireceğim. Sonra tırnaklarımı da törpülerim belki. Kimi kısa kimi uzun zira. 

Yeniden buluşana dek her şey gönlünce olsun arkadaşım. 

Huzurlu Yaşam İpuçları: 15

www.nonviolentcommunication.com web sitesi Şiddetsiz İletişim ile ilgili Türkçede kaynakların sınırlı olduğu günlerde, ücretsiz belgelerinden sıklıkla yararlandığım bir dijital platformdu. Halen seyrek aralıklarla devam ettiğim Şefkatli Ebeveyn Günlükleri’nin ipuçlarını oradan alıyorum örneğin. O günlerde hevesle üye olduğum bültenlerin her birinden gelen ipuçları kıymetli esasında ama günlük hayatın hızı içinde, İngilizce bültenlere ilgimi, dikkatimi vermek, okuduğumu içselleştirmek her zaman mümkün olmuyor. O yüzden buraya ara ara bir başka serinin, Mary Mackenzie’den Huzurlu Yaşam Meditasyonu çevirilerini paylaşacağım. Her ne zaman, hangisine rastlar ve okursan dilerim şifa olur, ilham olur ve seni dönüştürür. 

                                                                               *

Hayat kısa ama nezaket için daima yeterince zaman vardır.

Ralph Waldo Emerson

15. Gün: Talepler ve Talepler

Birinden bir şey yapmasını istediğinde, tek seçeneği boyun eğmek ya da isyan etmektir; ya istediğini yaparlar ya da yapmazlar.

Bazen bir istek, talep gibi görünebilir. "Tatlım, lütfen bugün çimleri biçer misin?" Kulağa bir istek gibi geliyor ama partneriniz "Hayır, bugün olmaz, yenildim ve rahatlamak istiyorum" derse ne olduğuna dikkat edin. Kızmazsanız veya yargılanmazsanız, bu bir ricadır. "Bir insanın ne kadar dinlenmeye ihtiyacı olabilir? O çok tembel!" diye düşünüyorsanız, muhtemelen bir talepte bulundunuz.

Bir şeyi rica olarak istemenin püf noktası, herkesin ihtiyaçlarına eşit değer vermektir. Kocanızın dinlenme ihtiyacına gerçekten değer veriyor musunuz? Yoksa sizin için kendi düzen ihtiyacınız daha mı önemli? Herkesin ihtiyaçlarına eşit değer verdiğinizde, herkesi tatmin eden çözümlere ulaşmaya daha istekli olursunuz.

Kocanız çimleri biçmek yerine dinlenmek istediğini söyledikten sonra işte böyle görünebilir. 

"Demek bugün gerçekten dinlenmek istiyorsun. Bunu anlıyorum, özellikle de geçirdiğin haftadan sonra." 

"Evet teşekkürler." 

"Dinlenmeni istiyorum tatlım. Ayrıca yarın ailem buraya gelene kadar bahçenin biçilmemiş olması beni endişelendiriyor. Evimizin onlar için güzel görünmesini gerçekten çok isterim. Hem senin dinlenmeni sağlayacak hem de yarın sabah onlar buraya gelmeden çimlerin biçilmesiyle ilgili bir önerin var mı?”

Bu örnekte kadın, kocasının dinlenmeye ihtiyacı olduğunu kabul etti ve ailesi gelene kadar çimlerin biçilmesi yönünde kendi isteğini ileri sürdü. Çözümü değil, ihtiyacını öne sürüyor. Çimleri biçmesi için bir komşu tutmaya karar verebilirler ya da eşi yarın sabah çimleri biçebilir veya anne babasının ziyaretine hazırlanmak için başka işler almayı kabul ederse kadın kendisi biçebilir. Kadın o gün çimleri biçme konusunda kararlı olsaydı, diğer seçenekleri kabul etmesi onun için zor olabilirdi.

Böyle bir talep, imkanları sınırlar ve insanlar arasında mesafe yaratır. Herkesin ihtiyaçlarına gerçekten değer veren bir istekte bulunmak ise  olasılıkları açar ve bağlantı kurulmasına yardımcı olur.

Bugün birinin isteğini talep olarak duyduğunuzda nasıl hissettiğinizin farkında olun. Boyun eğmek veya isyan etmekten başka bir cevap düşünebilir misin?