28 Aralık 2022 Çarşamba

Hem taşındım hem buradayım

Açıklama: Wordpress'e geçmek beni biraz zorladı. Hâlâ alışabilmiş değilim. Ben de burada yazmaya devam etmeye, orada da aynı yazıları paylaşmaya karar verdim. İlk adım, wordpressten burada eksik kalan yazıları almak. 


Yeni Başlangıçlar (27 Aralık 2022)

Yeni adresimde ilk yazı.

Tuhaf şey, alışkanlıkların değişmesi.

Yeni bir eve taşınmışsın, eşyaların yerini bilmiyorsun gibi bir yabancılık hissi. Günlerdir elimin varmayışı belki de bu acemilik hissinden. Ama ne demiş Turgut Uyar, "Efendimiz acemilik"

Efendimiz acemilik olsun, varsın bu yeni yılda. Yeni, yepyeni şeyler denediğimizin, eskiye, mevcuta sımsıkı yapışmadığımızın işareti ne de olsa, acemilik.

Siz yeni şeyleri nasıl öğrenirsiniz? Kullanma kılavuzu kullanma alışkanlığınız var mıdır? Yoksa geçmiş deneyimlerden gelen el yordamıyla mı bulursunuz? Belki de bir bilene soruyorsunuzdur? Evdeki cihazların kullanma talimatını okuduğum vaki değil. Bey kızıyor, o kadar kitap okuyorsun, bir de şunu oku. Yok, gelmiyor içimden, servis elemanlarının gösterdiği, hatırımda kalan yetiyor, gerisi deneme yanılma. Geçen gün fırını çalıştırmam gerekince, beynim durdu, ya ne yapıyorduk, şu saat işaretinin sağına, soluna bir şeyler basıyorduk, (ah eski canım fırınım, keşke onu taktırsaydım), saatin ayarını bozdum, fırını çalıştıramadım, kös kös açtım kullanma kılavuzunu, saatin sağını soluna aynı anda basıyormuşsun, dereceyi, ısının geleceği yönü seçmek yetmiyor her nedense, ne saçma, basit ve sade olan güzeldir.

Sade deyince zihnim hop diye kitap kapaklarına zıpladı. Kitap kapaklarında da sadeliği seviyorum. Kapak görselinin dışında beyaz bir çerçeve kalması hoşuma gidiyor, gözün boşluk ihtiyacını da karşılıyor çünkü o görüntü. Lodos Çarpması'nda vardı öyle bir boşluk. Güzel kapaktı vesselam. Geçen gün bana göre biten, ama yayıncıları ikna edemediğim iki dosyama kapak tasarladım Canva'da. Yetişkin öykü dosyama verdiğim ismi değiştirmem gerek, aynı isimde bir film varmış meğer, üstelik de çok satan bir kitaptan uyarlanmış galiba. Zihin o kadar şok şeyi içeri alıyor ve o kadar çok şeyi unutuyor ki, bazen beğendiğimiz bir fikri, öykü ya da kitap başlığını ilk kez ben buldum sanıyoruz. Kendisiymiş Gibi'de de yapmıştım. Öykülerden birinin adını Boz Bulanık koymuştum, Nezihe Meriç'in kitabını unutup. Aynı isimle yayımlanan kitaplar olabilir elbette. Her dilde, tüm zamanlarda hangi isimlerin kullanıldığını nereden bilebiliriz ama arama motoru diye de bir şey var. Kullanmak gerek.

Yazı çizi işlerinin sabır gerektirdiğini biliyordum ancak ekonomik kriz, yüksek maliyetler nedeniyle bezdirici bir yavaşlık hüküm sürüyor şu sıra. Bir başka işim olduğuna şükrediyorum. Geçinme meselesi çözüldüğü için değil, zihnimi meşgul tutan başka, dolu dolu bir gündem olduğu için. Yoksa yazarak yaşamak, üretimin hızıyla uyuşmayan bekleyiş insanı küstürür, gücendirir. Çok net. 2023'ün bu makus kaderi yıktığım yıl olmasını dileyelim.

Çanakkale'den Mektuplar'ın dışında bir çağrım, davetim daha var

Benimle yazmak ister misin?

"Eğer her şeyin, kesinlikle her şeyin hazır olduğu ânı beklersek, hiçbir zaman hiçbir şeye başlayamayız."            Turgenyev
Bir yazarı, yazar adayından ayıran en önemli şey denemeye cüret etmesidir. Yazmak, diğer tüm beceriler gibi  alıştırma yapmak ve süreklilik ister. Yazmak istiyor, nereden başlayacağını bilmiyorsan ya da düzenli yazma alışkanlığı edinmek istiyorsan sana bir teklifim var. 
Bir ay boyunca benimle yazmak ister misin? 
Her hafta sana, içinde yazma ipuçları, yazmaya dair düşüncelerin, en az bir alıştırmanın yer aldığı bir eposta yollayacağım. Bir sonraki mektuba kadar alıştırmayı/alıştırmaları yapıp bana geri yollayacaksın. Yazdıklarının üzerinden birlikte geçeceğiz.  
Amacım, üretkenliğini, başlamayı belli koşullara bağlamadan yalnızca yola çıkman, yazmanın çok da zor olmadığını görmen,  düzenli yazma alışkanlığı edinmen ve el kasının ısınmaya başladığını hissetmen. 
Zıplayın ağ belirecektir!

Davetim ilgini çektiyse ayrıntılara shopierden ulaşabilirsin. Yazı alıştırmalarında buluşmak ümidiyle... 


Bu Sabaha Dair (28 Aralık 2022)

Çanakkale Mektupları'nın ikincisini 21 Ocak'ta yollayacağım.

Cümleler kuruyor, bozuyorum. İkinci mektubun konusunu seçmeye çalışıyorum. Truva Savaşı ile devam edeceğim için seçmek kolay değil. Muazzam genişlikte bir anlatı neticede. Biliyorsunuz, Truva Savaşı'nı ağırlıklı olarak İlyada ve Odyseia'dan öğreniyoruz. İlyada savaşın son on altı gününü anlatıyor. Agamemnon'un Apollon'a saygısızlığı nedeniyle Akhalar arasında yayılan ölümcül salgınla başlıyor, Priyamos'un Hektor'un ölüsünü almak için Akileus'un ayaklarına kapanması ve kurtarmalıklar vermesi, Hektor'un naaşının Truva kentine gelmesiyle bitiyor. Odyseia ise on yıla varan maceralı bir eve dönüş yolculuğunun kısa bir özeti gibi. Tüm bunları özetlemeye çalışmak oradan oraya sekmeyi gerektiriyor. Lineer bir anlatıyla anlatmak neredeyse imkânsız. Her olayın, bir başkasına bağlı olduğu, Tanrıların, Tanrıçaların sık sık ölümlülerin işine karıştığı, gidişatı değiştirdiği devasa bir anlatı. Yıllardır okumak istediğim, yapısı nedeniyle neresinden tutacağımı bilemediğim bir bütün. Çocuklar için yazılmış, başka kurgu ve kurgu dışı anlatılar yoluyla yavaş yavaş aşina olduğum bir dünya. Bu yıl her iki destanı okumak istiyorum. Mektup projem ve şimdiye değin okuduklarım sayesinde yabancılık hissi artık kaybolduğu için şimdi buna hazırım. Madem anlatmaya soyunuyorum, yazacağım mektupların içeriğinin bir kısmını da buradan geçireceğim, bir kez baştan sona okumak boynumun borcu zaten. Bu konulara ilk kez ben değinmeyeceğim elbette. Bununla beraber benim zihnimden geçtiği şekilde, kendimce yorumlamayı da önemsiyorum. Çanakkale Mektupları tam da bu perspektif ve benim yorumum üzerinden yükseliyor aslında. Çanakkale'nin coğrafyasına, tarihi ve mitolojik söylencelerine benim perspektifimden bakmaya dair bir davet bu ve her daim geçerli. Bu mektuplara geç kalmak diye bir şey yok. Neresinden tutarsanız orasından gireceğiniz, yakalayacağınız, katman katman beraber üzerine çıkacağımız bilgiler yığını. Öğrenmek ve bir konuda yol almak tam da bu değil mi? Truva kenti katmanları gibi bilginin, üst üste yığıldığı, giderek gelişip genişlediği, hangi katmanın eski, hangi katmanın yeni, kaynaklarının nereler olduğunun belirsizleştiği bir alan. Yalnızca öğrenmek de değil, dünyaya okur yazar gözüyle bakmak de benzer bir seyir ve deneyim. Ne zaman aştık o eşiği, ne zaman görebilir hâle geldik o ayrıntıları, metaforları bilmiyoruz ama gördükçe, sınadıkça kurum kurum kuruluyoruz, yüzümüzde mütevazi maskemizle. Yazar kibri diye de bir şey var. Bunu kimi iş birliği gerektiren durumlarda görmüşlüğüm var. Ama konumuz bu değil.

Sabah 5.30'ta uyandım. Kitabımı alıp salona geçtim. Battaniyeyi serdim kucağıma, okumaya koyuldum. Çocuklar uyandı sırayla. Tüylü olan yılbaşı süsleriyle oynadı biraz. Büyük olan kucağıma kıvrıldı yeniden uykuya daldı. Bu sabah kahvaltı hazırlama sırası babada olduğu için ben kucağımda Deniz, sessizce bekledim. Çok daha rahat sığdığı, hafif olduğu günleri anımsayarak. Bu aralar bebekliği düşüyor aklıma. Benden büyüklerin tadını çıkar, zaman çok hızlı akıyor dediklerini hatırlayarak. Çocukların büyümesi, kendilik arayışları, kendilerine ait dünyaların genişlemesi ve bebeklik çağında merkezinde biz olduğumuz halde şimdi perifere itilmemiz, zevklerimizin, beğenilerimizin sorgulanması, burun kıvrılması, yine de özel günlerde hâlâ baş rolde olabilmemiz türlü çeşit haller... Bir çocuğun sağlıklı büyümesi, kendi alanını genişletmesi ve muhtaç olmaması güzel şey aslında. Uyandı, gitti geldi, sarıldı, yeniden kıvrıldı, kalktı. Ebeveynliğin tam da bu olduğunu düşündüm o anda. Sen yerindesin, merkezde o hep bir şeylere üşüşüyor, sonra sana dönüyor, uğruyor ve yeniden yol alıyor. Servise doğru yol alacakken sisi fark etti. Kedi de alıştı onunla çıkmaya. Sis var, dur şoför fark etmez, teker altında kalır mazallah deyip salmayınca direndi, kaçmaya yeltendi. Balkona çıkıp sisin yoğun bir süt denizi olmadığını görünce açtım pencereyi. Hop diye zıpladı. Bir an ne yapacağını şaşırdı. Deniz'i aradı belki de gözleri, bacaklarının arasına dolanıp peşinde hoplayıp zıplamak için. Sis nedeniyle ilk hastam iptal etmiş. Haber verdiler. Ocağı yaktım. Bir çay daha içtim. Renklileri ayırdım, makineyi çalıştırdım. Çalışma odasından birkaç kez seslendim dışarı. Ses gelmedi. Giyindim, parfüm sıktım. Balkona gittim, yeniden seslenmek için. Sani'yle göz göze geldik. İç saati tıkır tıkır işliyor. O mamasını yerken çıktım evden. Oturdum bunları yazdım. İkinci hasta da uyuyakalmış iyi mi....

23 Aralık 2022 Cuma

TAŞINDIM

 Dostlar, Romalılar, yurttaşlar, beni dinleyin!

Arkadaşlarımın uyarısıyla blog yazılarımın eposta ile takip edilemediğini, yorum bırakmanın usandırıcı olduğunu fark ettim. Madem son yazının başlığı hayat eylemi ödüllendirir, ona uygun davranmak gerek. Tüm arşivimle birlikte wordpressteyim. Beklerim. 

www.kurmacabiyografiler.wordpress.com

22 Aralık 2022 Perşembe

Hayat eylemi ödüllendirir

2022 de bitiyor. Dün en kısa gündü. Ve de en uzun gece. 21 Aralık. Yazın habercisi. Gündüzün geceyle tutuştuğu kavganın galibi gündüz olacak ve yaz yavaş yavaş gelecek. Bir anda değişmeyecek elbette. Yine karanlıkta uyanacağız çoğu, karanlıkta gireceğiz eve. Geceler uzun sürecek. Havalar üşütecek. Battaniyelerin altına gireceğiz bazen. Koltukta büzüşüp dertop olacağız. Bir de bakacağız bahar gelmiş.

21 Aralık milat, nereden baksan. Ben de bu miladı kaçıramazdım yeni başlayacağım proje için. Evet, mektuplardan söz ediyorum. Yaratma hazzı ile paylaşma coşkusu, tüm dünya görsün hevesi kardeş. Yazar olmak, bir yerde okurunla paylaşacağın bilgisiyle yazmak demek olduğuna göre yazdıklarının bir an evvel okurunla buluşturma heyecanında ayıplanacak bir yan olmasa gerek. Dijital araçlar, aradan yayıncıyı çıkarıyor. Editörün, genel yayın yönetmenin onayı, yayın programı sırası, kâğıda, mürekkebe gelen zam seni etkilemiyor. Yazıyor ve paylaşıyorsun. Okuruna ulaşmanın türlü türlü yolu var neticede. Bununla beraber matbu kitap formunda ulaşmanın hazzı bambaşka. Kitapların et ve süt ürünü gibi raf ömrü olduğunu unutup raflar aracılığıyla okura ulaşmak kolaymış gibi yapalım. Çünkü yeni yıl ruhu iyimser, inançlı ve umutlu olmayı gerektirir. 

Ne diyordum. Çanakkale mektuplarının ilki dün havalandı. Okurlarına ulaştı. Bir kısmı okumakla yetinmeyip bana yazdı. Bu etkileşim şahane. Bu mektupların ağırlıklı ulaşmasını istediğim, yanıtlarını okumayı özellikle dilediğim kesim çocuklar elbette ama yetişkin okurlara da hiç itirazım yok. Bir hişt sesi neticede yazılan. Ve nereden gelirse gelsin güzel, kıymetli. 

İkinci mektubun odağına kimi, neyi alacağım konusunda kararsızım. İki seçenek var baştan beri kafamda. Şimdiden kolları sıvadım. Okuyorum, izliyorum. Yol boyu beliriyor mektuplar. Okuduklarım arasından biri belirginleşiyor ve peşine düşüyorum bulduklarımın. Bir arı misali çiçekten çiçeğe, pardon kitaptan belgesele sürükleniyor, oradan süzdüklerimi yalın, akıcı bir dille, 7den 77ye herkesin ilgisini çekeceğim bir üslupla anlatıyorum. Dijital araçların bize sunduğu olanaklardan da faydalanarak. Yani diyeceğim o ki arkadaşım, bu mektuplara geç kalmak diye bir şey yok. Tren kaçmış değil. Peron orada her ne zaman gelirsen binebilirsin. Bu mektupları yeni yıl hediyesi olarak düşünebilirsin. Kendine ya da bir arkadaşına, belki bir çocuğa. Bir sınıf öğretmeni tanıdığına hediye edebilirsin, öğrencileriyle paylaşsın diye. Bir sınıf dolusu çocuğa sesim ulaşsın, onların sesi bana taşınsın çok isterdim mesela. İlk adımın yola çıkmak ve yazdıklarını dünyanın kafasına atmak. Ben de tam olarak bunu yapıyorum şu an. Yazıyor ve yazdıklarımı dünyanın kafasına atıyorum. İlgini çekmezse içinden sövebilir, ilgini çekerse ne dediğime kulak verebilirsin. İncelemen için link burada

                                                                                *


Bir haftadır canda uygulamasıyla oynuyorum. Ücretsiz şablonlar aracılığıyla yazar adaylarına tavsiyeler niteliğinde görseller hazırlıyorum. Şablonlar sabit. Yaptığım yalnızca hazır şablondaki metin yerine kendi iletimi girmek. Ortada bir tasarım yok. Buna karşın ortaya çıkan görseller beni tatmin ediyor. Blogta uzun yıllar boyunca biriktirdiğim "Yazar Adaylarına Tavsiyeler" etiketli yazılardan küçük bölümler paylaşıyorum. Bloğuma verdiğim uzun soluklu emeği görünür kılan bu pratik dijital araç ve sundukları beni heyecanlandırdı. Bir kısmı yeni bir şey öğrenmeden kaynaklı muhtemelen. Yeni şeyler öğrenmek keyif veriyor. O heyecanı kaybetmemek mühim. Özellikle de yaş ilerleyince. Ama bizim ülke, kendisinden başkasıyla meşgul olma fırsatı tanımıyor. İç siyaset, insanı hep karamsarlığa, umutsuzluğa, isyana, sürüklüyor. Geçim, gelecek kaygısı tükenmiyor. O yüzden kendi küçük kişisel dünyamıza sahip çıkmak, içeriyi mutlulukla, hevesle, yaratıcılıkla doldurmak kıymetli ve de hayati. Yeni yıl için herkese sağlık, mutluluk, heves, doyum ve yaratıcılık diliyorum. Yeni yıl tasarımlarımdan  birine göz atmak ister misin? Nezaket, emeğim hazır şablon üzerinden yazı değişikliği yapmaktan ibaret değilmiş gibi tebrik etmeyi ve övmeyi gerektirir :)


                                                                                   *

Cumartesi, pazar finallerim var. Çocuk Gelişimi Önlisans 3. dönem öğrencisiyim. Diş hekimliği, annelik, iyi çocuk edebiyatı okuru olmaktan kaynaklı bir alt yapı olsa da, altı derse çalışmak gerekiyor. Uzaktan öğrenim, biraz öz disiplinle gidiyor. Hem çalışmak hem de başka işlerle de meşgul olmak oraya ayıracağım zamandan çalıyor. Yumurta kapıya dayanınca, son bir hafta pdfleri okuyorum ve giriyorum. Neticede genel kültürümü arttırma, çocuk kitapları yazma pratiğime faydası olur düşünceleriyle kaydoldum, bölüme. Öğretmen çıkayım, devlete atanayım, bir özel kurumda çalışayım gibi niyetlerim yok. Bununla beraber özellikle uzaktan öğretimde Çocuk Gelişimi'ne ilginin çok yüksek olduğunu okuyorum. Uzaktan öğrenimle öğretmenlik yapma yetki ve becerisi kazanmak mümkünmüş gibi dağıtılan diplomalara, en önemlisi umut tacirliğine ne demeli bilmiyorum. Hemen her meslekte, herhangi bir plan yapılmaksızın kontenjanlar arttırılıyor. Bilimsel eğitim yükü, doçent, profesör kadroları yerine henüz doktorasını almış, akademik kariyerlerinin başındaki uzmanların sırtında. Gençlerin de ailelerin de işi hayli zor. Etrafımda hiç kimse çocuğunu devlet üniversitelerine göndermek istemiyor. Özel üniversitelerin ücretleri, öğrencilerin barınma masrafları anne babaların belini büküyor. Bu zor şartlar altında alınan diplomaların maddi karşılığını almak istiyor gençler. Etik değerleri gözetmeksizin sosyal medyada gördükleri olumsuz örneklerin sınırlarını zorluyorlar. Hastalarını müşteri, koltuğuna oturanı yolunacak kaz gibi gören hekim sayısının arttığını görmek üzüntü verici. Nereden girdim bu konuya bilmem. Oysa yeni yıla doğru koştuğumuz günlere iyimser ve umutlu olmak yakışır. O halde çevirelim kazı yanmasın. İkinci üniversiteye ve uzaktan öğrenime talebin arttığını görüyorum. İnsanların kendini geliştirme, öğrenme çabasını olumlu buluyorum. Mesleğini bitirip para kazanmaya çalışan gençlerin çalışkanlığı meslekteki büyüklerinin etik değerleriyle birleştiğinde gençlik ateşi ve bilgelikten doğacak gücün, bu kıymetli işbirliğinin olumlu kazanımlarla sonuçlanacağına inanıyorum. Tıpkı en uzun gece, en kısa gün mevzusu gibi, nereden bakarsan, onu görürsün. Hepimiz etrafımızı çeviren insanların bir ortalamasıysak şayet, yeni yılda ve daima iyi, umutlu, çalışkan, erdemli insanlarla çevrili olsun dört bir yanınız. Yaratıcılığınızın ateşi hiç sönmesin. İdeal şartları aramadan harekete geçtiğiniz bir yıl olsun. Ne derler bilirsiniz: Hayat eylemi ödüllendirir. Bu finali güzel bir şarkıyla taçlandırmak gerek. 




11 Aralık 2022 Pazar

Çanakkale'den mektup var

Bir süredir yeni kurmaca metinler yazmadığımı ve yeterince okumadığımı  düşünüyor, dolu dizgin yazma anının geri geleceği zamanı kolluyordum. Bu arada içimi ferah tutmaya, bolluk ve kıtlık zamanlarının normal olduğunu hatırımda tutmaya çalışıyordum. Yazmanın da mevsimleri var ne de olsa. Sular seller gibi aktığın günler kadar kuraklık da yazıya dahil. Yine de yazılacak binlerce konu öylece beklerken boş boş oturuyorum algısının insanı huzursuz eden bir yanı var. 
Yazmak için yüzlerce fikri, senelerce zihninde taşımamışsın, defterden deftere geçirmemişsin, hakkında konuşmamışsın gibi o ilk taslağın bir türlü çıkmadığı, seni heyecanlandıran bir fikrin her şeyin önüne geçmediği bir hal, bahsettiğim. 
Yıllardır çocuklara Çanakkale'yi anlatmak istiyordum ama ne o eşiği geçebiliyor, ne de kapıyı açacak anahtarı bulabiliyordum.
Son birkaç günde kendiliğinden yolu açıldı. Heyecanlandım. Kâğıda kaleme sarıldım. Giderek belirginleşti, olgunlaştı. Şöyle, "Çanakkale'den mektup var!'' başlığı altında  mektuplarımı isteyen okurlarla paylaşacağım.
Bu amaçla Shopier.com'da kurmacabiyografiler adında bir dükkan açtım. Ayrıntıları buradan da paylaşmak isterim.

Eğer istersen, 2023 yılı bitene kadar sana her ay bir mektup yazmak istiyorum. 
İlk mektubu yılın en kısa gününde, 21 Aralık'ta yollayacağım. Kendimden, yazdığım çocuk kitabından, henüz kitaplaşmamış öykü dosyalarımdan, yaşadığım şehirden, burada yaşamış, yolu buradan geçmiş kimi önemli insanlardan bahsedeceğim. Toplam 13 elektronik mektup. 
Bu mektupların ağırlıklı hedef kitlesi 8-12 yaş arası çocuklar. Bununla beraber davetim ilgini çektiyse, içeriğin 7den 77ye herkese uygun olduğunu söyleyebilirim. 
Unutmadan istersen sen de bana yazabilirsin. Mektubunu okuyacağıma emin olabilirsin. 

Mektupları toplu olarak indirimli veya tek tek almak mümkün. 
Ürün açıklamasına, koşullarına aşağıdan ulaşabilirsiniz. İlginize şimdiden teşekkür ederim. Umarım görüşürüz. 

Yıllık paket 
Aylık paket

10 Aralık 2022 Cumartesi

Benimle mektuplaşmak ister misin?

Geçen gün mektup yazma gününde mektup yazmak yaklaşık beş, on dakikamı aldı. Düşünmeden, editlemeden, içimden nasıl akıyorsa öyle paylaştım mektubu. Heyecanla bekledim gelecek yanıtları. Beni mektup yazma gününde mektupsuz bırakmadığınız için teşekkür ederim. 

Mektup edebiyatı diye bir tür var, biliyorsunuz. (Yıllar önce Ayfer Tunç ve Murat Gülsoy Diyaloglar'da mektup edebiyatından örneklere dair sohbet etmiş, sağ olsunlar bizi de bu sohbete dahil etmişlerdi. O güne dair notlar şurada, Diyaloglar'a dair kitap ise burada. Türünün güzel örneklerine ulaşabilmek için belki göz atarsınız diye paylaştım.) Mektup bir kere çok samimi bir dil kurmaya olanak sağlıyor. Tamamen içeriden kendisini açıyor yazar. Mektup yazanı da, alanı da sağaltıyor çoğu kez. Ben dilinden akan yalnızca samimiyet değil, son derece öznel düşünceler, deneyimler akıyor yazarın kaleminin ucundan. Yazdığın anda yalnız olmak, kendini yazının akışına bırakmak, zihnini sansürlememek, karşıdakinin araya girme ihtimali olmayışı bu akıcılığı sonuna kadar koruyor. Bölünmeyen zihin şelaler gibi akıyor, berrak bir su birikiyor okurun ayaklarının ucunda. Berrak ama derin. Yazarın kaleminin kuvvetine bağlı olarak tabi. Bu yüzden mektup yazmak, ben, ben diye konuşmak başlı başına bir monolog olabilecekken okur kendini bu deneyime bırakıyor. Yazılan anla okunan anın biricikliği ve birbirinden kopukluğu, sağladığı mesafe sayesinde hiç de narsizme kaçmıyor ben, ben diye konuşmak. Okur da bölünmeden katılıyor bu deneyime. Duyduğuna cevap yetiştirmek telaşına kapılmıyor. Sözünü iletmek telaşına. Zihninde kuşlar gibi havalanan, başka başka yerlere konan düşüncelere bakıyor ve ardından konuşuyor. Çoğu zaman birbirine karşılık olarak gönderilen iki mektubun bambaşka yerlere değinmesi, buna rağmen sırıtmaması, her iki tarafı memnun etmesi bundan kaynaklı bence. Velhasıl yılı bitirirken mektuplar yazın, kendinize, sevdiklerinize, postacılar taşımasa da olur, eposta da görür aynı işi, hem de bir çırpıda varır karşı tarafa. 

Bunca mektup demişken, mektup yazma hayalim dürttü için için. Çocuklara ve/ya yetişkinlere ayda bir, cüzi bir ücret karşılığı mektup (elektronik veya matbu) yazmak, kendimden, yazdığım kitaplardan, yeni projelerimden, yaşadığım şehirden, şehrin tarihi ve kültürel dokusundan, geçmişinden satırlar iletmek istiyorum. Bunu bir edebi metni ele aldığım titizlikle yazacağımdan hiç kuşkunuz olmasın. Uzunca zamandır hayalini kurduğum bu proje özgün değil elbette. Dünyanın her yerinde yazarlar bu türden mektuplar yazarak o günlerde merceğine takılanları, okuduklarını, izlediklerini paylaşıyor, kimisi ücretsiz, kimisi de ücret karşılığı. Beni bugüne kadar durduran (bir arkadaşıma da izah ettiğim gibi) şey, sosyal medyanın sonsuz sayıda atölye çağrılarıyla dolu olması. Hesabımı ayaklı bir reklam panosuna çevirmekten çekiniyorum, hay bir ses eksiktin intibası yaratmaktan da keza. Bununla beraber pek çok kaynaktan okuyarak, araştırarak yaratacağım içeriğe vereceğim emeğin karşılığını almaya bir yazar olarak ihtiyaç duyuyorum. Malum iş yazmak ve kitaplar olunca emeği en kolay gözden çıkarılan kesim yazarlar oluyor. Kütüphanelere ve İnstagram annelerine ücretsiz kitap göndermesi, eşe dosta kitap hediye etmesi, yayıncılık sektörü krizde olduğu için teliften feragat etmesi beklenen nedense hep yazar oluyor. Hemen hemen hiçbirimiz yalnızca yazarak geçinemiyoruz. Hepimiz üretkenliği belli koşullara bağlamadan başka hayati zevklerden ödün vererek okuyoruz, yazıyoruz, zira yazmanın kendisini bir ödül olarak görüyoruz, yayımlanmaktan azade yazıp çiziyoruz. Yine de yazar olarak verdiğimiz emeğin karşılığını almak da istiyoruz haliyle. Bu da yazar olarak kabulgörmenin yolu ve çok temel bir ihtiyaç. Yazdıklarımın sizde nasıl duyulduğunu çok merak ediyorum. Yılbaşında hayata geçirmeyi planladığım mektup projelerim hakkında yorum yazarsanız sevinirim. 

Bu kadar mektup dedikten sonra dinlemeniz için bir de şarkı bırakıyorum buraya. 




7 Aralık 2022 Çarşamba

Öylesine bir mektup

Sevgili okur, 
Bugün mektup yazma günüymüş. İlk kez duyuyorum. Doğruluğunu kontrol dahi etmeden hemen bu satırlara yazmaya giriştim. Bir mektup yazmaya ihtiyacım varmış demek ki. Belki senin de bir mektup okumaya ihtiyacın vardır. Mektup almak, en nihayetinden nasıl olduğunu merak eden en az bir kişinin varlığına işarettir ve iki kişi tek olmaktan daima kalabalıktır. 
Sen nasıl hissediyorsun bilmiyorum. Ben bu aralar biraz yorgun hissediyorum. Geceleri çoğunlukla erken yatıyorum. Bedenim yatağa giriyor ama onu gün içinde yeterince çalıştırmadığımdan ötürü (eller, beyin ve diğer iç organlar, beş duyu yeterli gelmiyor) uykuya geçmekte zorlanıyorum. Uyumadan önce kulaklıkları takıp podcast dinleme gibi bir huy edindim. Kulağımda birilerinin sözleri uykuya dalıyorum. Kaçıncı dakikada inan hiç bilmiyorum. O yüzden aynı podcastleri bir daha bir daha dinliyorum bazen. Podcast dediğime bakma, bu bazen bir Youtube videosu oluyor, çoğunlukla Youtube videosu oluyor. Spotify veya storytel üyeliğim yok çünkü. Bebekken uyumak için insan sesine ihtiyaç duyarmışım. Bunu fark eden annem yanıma radyo açıp odadan çıkmaya başlamış. Radyo sesini yanımda birilerinin varlığına yorup uyurmuşum. İnsan yedisinde neyse yetmişinde odur deyişine örnek sayılır belki de ne dersin? 
Bebeklerin ve küçük çocukların yanında insan sesi istemesinde şaşılacak yan yok. Uykuya geçmek, hayatı askıya almak bir nevi. Sen uykudayken herkesin başka bir yere çekilip eğlenmeye devam edeceği bilgisiyle pek de başa çıkamıyor çocuklar. Kızım örneğin. Hiç hoşlanmazdı geceleri uykuya geçmekten. Biraz dillenince o uyuduktan sonra bizim ne yapacağımızı sorar olmuştu. Belki de az önceki yargım tamamen kızımı izlemekten kaynaklı, kaynağını kişisel bir deneyimden alan bir yargı. 
Yargılarımız, düşüncelerimiz böyle şekilleniyor muhtemelen. Kişisel deneyimlerimizden çıkarımlarda bulunuyoruz ve inançlar geliştiriyoruz. Bazen öyle keskin ve kuvvetli oluyor ki bu inançlar, başka şeyler görmeye, duymaya hiç de açık olmuyoruz. Bazen dünyanın en büyük mucizesi iki insanın birbirini doğru anlaması olabilir diye düşünüyorum. Çok girdili bir veri sisteminde aslında ne olduğunu gerçekte kim bilebilir. 
Yazarken zihnim hayli hızlandı. Yeni paragraflara geçtiğimde, anla ki zihnime yeni, yepyeni bir düşünce üşüştü ve dile gelmek istiyor. Dolayısıyla bir öncekiyle bağını kurmadan, yazdıklarım üzerinde düzelti yapmadan devam edeceğim. Bu çağrışımların beni taşıyacağı yerleri merak da ederek. Bu açıklama üzerine devam ediyorum. Sosyal medya zoom toplantısı fotoğraflarıyla dolu. Herkes, ilgisini çeken eğitimlere çevrimiçi ulaşabilmenin keyfini sürüyor. Çok da güzel eğitimler var, doğruya doğru. Pandemi döneminde ben de katıldım kimilerine. Kimisine bayıldım, kimisinde (adetim olmadığı halde) dersleri ektim. Şimdi hiç ilgimi çekmiyor. Zooma doydum. Ekranlarda buluşmak, yüz yüze konuşmanın, buluşmanın yerini almıyor. Kolaylığı büyük avantaj elbette, yadsınamaz ama biraz da beni rahat bırakmak gerek, sanki. Sen çevrimiçi eğitimler, seminerler, sohbetler hakkında ne düşünüyorsun? 
Bu aralar feci dişimi sıkıyorum. Şu anda bu satırları yazarken dişlerimi birbirine kenetlediğimi fark edince hafif araladım ve araya dilimi soktum. Farkına varayım diye. Ne bileyim stresliyim demek ki. Hepimiz stresliyiz. Geçenlerde eyt ile emekliliğini bekleyen devlet memuru bir arkadaşımız, bize geldi. Yakınlarda yaptığı bir Ortadoğu seyahatinin üzerindeki etkisini anlattı. Bey kişisi dalga geçti epey. Sözleri fazlasıyla romantik, aşırı anlam çıkarmacı görünüyordu çünkü. O anda arkadaşımı etkileyen şeyi kavramaya yaklaştığımı hissettim. Çalıştığı kurumda (on yıl olmuş tayinle geleli) yaşadığı ikiyüzlülükler, hasta yakını olarak geçirdiği uzun yıllar ve kayıp sonrası yaşadığı yasın onu hırpaladığı, yaşama coşkusunu azalttığı muhakkak. Bitmesi için gün sayarak yapılan bir iş (neticede hayatımızın merkezini iş ve oradaki insanlar kaplıyor) için ne kadar keyifle çıkılır o yataktan? Ne kadar neşeyle işe gitmeye hazırlanır insan? Oysa oradaki rutini durdurup bedenen ve zihnen uzaklaştığında her gün yeni bir potansiyel demek. Canının istediği gibi hareket etmek demek. İnsan çoğu zaman kendini başkalarıyla karşılaştırıyor, kıskançlık ya da hasetten değil. Kendi gençliğini hatırlayıp yapmak istedikleri için önünde koca bir ömür varken hayal ettiklerinin ne kadarını gerçekleştirebildiğine bakıyor. Kendi potansiyelini ne ölçüde hayata geçirebildiğini ölçüyor. Orada bir uyumsuzluk görürse derin bir hayal kırıklığı yaşıyor. Arkadaşımdan bahsetmiyorum artık fark etmişsinizdir. Genel bir insanlık halinden bahsediyorum. İşte o sebeple her zaman bulunduğun yerden uzaklaşmak, tatile gitmek insana potansiyelini gerçekleştirebilecekmiş gibi güç veriyor, bir ivme, ateşlenme... O ruh hali içindeyken gün batımı yalnızca gün batımı olmuyor. Kendini hayatın akışına bırakmak, yaşadıklarının olumlu deneyimlere dönüşmesi başlı başına bir mucizeymiş gibi geliyor. Her şeyin zamanlaması mükemmel, her karşılaşma büyülü... Bilmem anlatabildim mi? Yazdıklarım sende bir yerlere dokunabildi mi? 
Eşzamanlılık ilkesini bilirsiniz. Bir şeyi gerçekten isterseniz, bu yönde adım atarsanız, sanki her şey yolunuzu açmak ister gibi sıralanır. İşte öyle bir şey... 
Diyeceğim o ki, bu mektup elinize bir eşzamanlılık örneği olarak geçtiyse, okurken yüzünüzde bir gülümsemeye yol açtıysa, selam vermeyi ihmal etmeyin. Ne de olsa bugün mektup yazma günü. Bir yorum bir mektup yerine geçebilir pekala. 
Sevgilerimle. 





6 Aralık 2022 Salı

Bir keşif hikâyesi: Benim Adım Mavi*

 

Çocuk edebiyatı ürünleri doğrudan eğitim aracı değildir hiç kuşkusuz. Bununla beraber hikâyelerin çocuk üzerindeki etkisi yadsınamaz. Edebi metinler ve buna eşlik eden görseller, bir nevi ayna işlevi görür. Çocuk, yalnızca kahramanın yolculuğuna eşlik etmekle kalmaz; onun yaşadığı çatışmalar, içinden geçtiği zor durumlar, olası çözümler ile de yakından bağ kurar. Bu sayede zor duygularla yüzleşme, kendini tanıma, hatta ötekini anlama, empati geliştirme becerileri artar. Çok daha evrensel, hümanist bir dünyaya açılan yolda ilerleme fırsatı bulur. Bu, günümüzde çocukların özellikle edinmesi gereken bir erdemdir. Çünkü savaşlar, iklim mülteciliği gibi sebeplerle doğudan batıya göç sürmekte, artarak devam edeceği de açıkça görülmektedir. Bu durumun olası sonuçlarını kestirmek zor değildir.

Dili, ten rengi, etnik kökeni nedeniyle kendisini dışlanmış hisseden, yeni dâhil olduğu topluma entegre olmakta zorlanan çocuklar ile ön yargıları nedeniyle onları birer düşman olarak niteleyecek çocukların giderek daha çok karşı karşıya kalacağı ortadadır. Çocuk edebiyatı, okul öncesi dönemden itibaren bu konuyu ele almaktadır. Bu tip kitapların ortak izleği, farklılığı nedeniyle dışlanan, onlar gibi görünmeye çabalamaktan yorgun düşen, topluluktan ayrılmak zorunda kalan, yeni bir yer arayışına girişen, yolun sonunda farklılıklarıyla bir arada yaşamayı başarmış bir topluluğa dâhil olan, mutluluğu yakalayan kahramanlardır.

Mutluluk bir kez yakalanacak ve sonsuza dek sürecek bir final değildir elbette. Hayat bilinmezlikleriyle, inişleriyle, çıkışlarıyla sonsuz sayıda duygu vaat eder bize. Ancak bir topluluğa ait hissedememek, kabul görmemek telafisi hayli zor durumlardır ve bireyi çevreleyen şartlar ne olursa olsun mutluluğu yakalayabilmek pek de kolay değildir. Oysa, biz, hepimiz, başta kendimiz olmak üzere çocuklarımızın, sevdiklerimizin hayatın zorlukları karşısında bir hacıyatmaz direncinde olmasını arzu ederiz. Bunu kavratmaya yönelik her edebi eser dolaylı bir öğrenim aracı olarak görür, arkadaşlarımıza, ebeveynlere,  çocuklarla çalışan tanıdıklarımıza önermek isteriz.

O kitaplardan birinin sayfalarını çevirdim geçtiğimiz günlerde, İtalyan sanatçı Irene Guglielmi’nin yarattığı Benim Adım Mavi kitabını. Guglielmi hikâyesini kelimelerce hapsetmemiş. Resimler aracılığıyla her inceleyenin kendi hikâyesini yazabileceği, yeni anlamlara açık bir sessiz kitap yaratmış.

Kendini mavi hisseden herkese adanan kitap, sarı siyah arılarla dolu bir dünyada mavi bir arı olmanın zorluklarına değiniyor. Farklı görünmenin, dışlanmanın mavi arı üzerindeki etkisini, onun diğerleri gibi görünme çabasını, sarı-siyah kalma çabasının beyhudeliğini, yola çıkma cesaretini, bu sayede başkalarına benzeme ihtiyacını ortadan kaldırmasını, kendiliğini kabullenişini anlatıyor, tek bir sözcüğe ihtiyaç duymadan.

Kitabın sonunda yer alan “Anlatının Gizli Yollarında başlıklı yazıda Walter Foschesato sessiz kitapların bu gücüne şöyle değiniyor:

“Sessiz kitaplar, sözcüklerin koşullandırmalarından ve zorunluluklarından uzak oldukları için doğası gereği değişkendir. Bazen tarif edilemezler ve hatta kendi içlerinde çelişkilidirler. Bize bir hikâye anlatır gibi görünebilirler ama daha sonra büyük bir heyecanla şunu fark ederiz: Sessiz kitaplar, ortada bir fikir olmadan, bazı meseleleri açığa vurarak bize bir şeyler “öğretmek” isterler.

Öte yandan bize sıradan bir şekilde günlük yaşamdan bahsederler. Sonra bizi fantastik olanın topraklarına götürürler ya da gerçeklik ile hayal arasında rahatça hareket ederek büyülü gerçekliğin kapılarını açarlar. Tanımlamaya yönelik her türlü bağlayıcı girişimden çabucak kaçarlar ve konuşulmayan, askıya alınan, belirsiz olanın alanında kalmayı tercih ederler. Sessiz kitaplarla ilgili tek bir kesinlik vardır, o da anlatmanın önceliği ve zevkidir. Sessiz kitaplar son derece büyük zenginliklere sahiptir. Sayfalar arasında yavaşça ilerlerken içlerinde tıpkı bir matruşkadaki gibi birçok başka hikâye barındırdığını keşfederiz.”

Bu keşfe katılın. Hikâyesini kâğıt üzerinde değişmez, sabit kelimelere hapsetmeyen kitabı çocukların önüne koyun ve her birinden yükselen seslere kulak verin. Bizden farklı olan renklerin güzelliğini keşfetmek için ihtiyaç duyduğumuz en önemli unsur dinlemek ne de olsa.



                                                                                                                               

Benim Adım Mavi

Irene Guglielmi

Timaş Çocuk

* Bu yazı ilk kez 5 Aralık 2022 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır. 

3 Aralık 2022 Cumartesi

Aralık, hastalık ve kitaplar

Mevsim diziliminin ilkbahar, yaz, sonbahar yaz şeklinde ilerlemesini tercih ederdim. Anlayacağınız üzere hiç de kış insanı değilim. Saat 7.30'da karanlıkta kalkmanın, kahvaltı hazırlarken lambaları yakmak zorunda kalmanın, ıslanmanın, çamurlanmanın, üşümenin, kat kat giyinmenin sevilesi bir yanı yok. 

Kışın tek güzel yanı, yeni yılı karşılamak üzere süslenen aralık ayı. Çocukluğumdan beri severim yıl başlarını. Kış manzaralı simli kartpostalları, ışıl vitrinleri, parlak paket kâğıtlarına sarılmış hediye kutularını, simleri, karları, kurdeleleri, yeni yıla dair hayaller kurmayı... 

2022 bitmek üzere. Son otuz gün. İlk günü yaşıyoruz işte. Gerisi yokuş aşağı. Kızımın sınıfında yılbaşı çekilişi yapacaklar bugün. Diğer şubeler yapmış. Kim kime çıkmış biliyor, öyle bir heyecan, kıpır kıpır olma hâli. Büyüme heyecanları. Yeni yıla, kutlamalara duyulan coşku... 

Yılın son ayı gelir de yıl sonu bilançoları ortaya saçılmaz mı hiç? Okuduğum kitapların listesini yapmak istiyorum her yıl ama takip edemiyorum. Bu yıl yapabilir miyim, bilmem. Niyetine dahi girmiyorum. Benim yapamadığımı dijital platformlar yapıyor. Youtube yılın dökümünü göndermiş örneğin. Bu yıl 11619 dakika geçirmişim burada. 131 sanatçıdan, 304 parça dinlemişim. En çok Cem Adrian (1101 dk), Jehan Barbur (983 dk), İndila (848 dk) eşlik etmiş bana. Döne döne Derniere Dans, Lost On You ve İnsan İnsan dinlemişiz hastalarımla. 

                                                                                  *

Kızımın okulunda kusma ve ishalle seyreden viral bir hastalık seyrediyor bu aralar. Dün okula göndermedim. Kesintisiz üç gün izolasyon yayılımı azalatır düşüncesiyle. Ben de evde olacaktım hazır. Bir gün aylaklık yapalım, dedik. Kahvaltının ardından saat on sularında dışarı çıktık. İş yerindekilerin yeni yıl hediyelerini aldık. Kızım, sınıf çekilişinde çektiği arkadaşına armağan aldı. Toplamda üç mağaza dolaştık bunun için. Bankaya uğradık. Dardanel'in fast food markası I Love Fish'e gittik, bir şeyler atıştırdık. Yolda karşılaştığım bir arkadaşımla Meydani'ye gidip salep içtik. PTT kargoya gidip bir arkadaşıma kitap yolladık. Markete gittik. Tedi'den yeni yıl manzaralı metal kutular aldık. Eve vardığımızda günü yarılamış, cüzdanı boşaltmıştık. Antredeki dolaba el atmak istiyordum ne zamandır. Orayı düzenledim. Bir çamaşır sepeti ıvır zıvır çalışma odasında sedirin üzerinde şimdi. Hafta sonu onları ortadan kaldırır, çalışma odasındaki şifonyeri de elden geçirirsem daha ne isterim. Belki kendi giysi dolabımı düzenlemek, hemen değil. Sonraki haftaların hedefi. 

                                                                                   *

İnstagramda kitap fotoğrafları paylaşan, on binlerce takipçisi olan hesaplardan zaman zaman onların tanımıyla söylemem gerekirse "işbirliği" mesajları alıyorum. Üstü kapalı konuştukları için tam olarak ne karşılığı bu "hizmeti" sunduklarını bilemiyorum. Kitap gönderimi, ücret belki. Kitapların raflara çıkmasının, haklarında yazılan bir değerlendirme yazıların, söyleşilerin bile etkisi bunca uçucuyken, İnstagram hesap sahiplerinin kendilerine duydukları güven hayli şaşırtıcı. Kitabın fotoğrafının 2-3 bin beğeni almasının yazara ne gibi bir faydası, doyumu olabilir? Neden yazarın buna balıklama dalmak isteyeceği düşünülür? Benim bakış açım belli. Bugün bir hesaba daha yazdığım gibi, ücret ya da kitap gönderimi karşılığı kitaplarımın tanıtılmasını desteklemiyorum. Kendiliğinden paylaşan, hakkında sevdim, çok güzel dışında üç, beş samimi cümle yazan okura rastlamak mutluluk kaynağı elbette. İtirazım yok. Bununla beraber, yazan insanlar için en büyük haz kaynağı, sürdürüyor olmanın sebebi yazmanın kendisine duyulan haz. Yoksa yaşamak varken bunca yalnızlığa niye katlansın insan. 

 




30 Kasım 2022 Çarşamba

Müzmin erteleyicinin yapılacaklar listesi

Zaman zaman müzmin erteleyici olabilirim ama tembel asla!

Bu ayın ortalarından itibaren bloğa yazma sıklığımı güncellemek üzerine düşünceler geçti aklımdan. Sekiz yıl önce verdiğim söz bugün niye beni hâlâ bağlasın, dedim. Ama sonra önemli olanın yazma alışkanlığını yitirmemek olduğu geldi hatırıma. Şu sıralar, yazar tıkanıklığı demeyeyim tam olarak öyle değil ama biraz zamansızlıktan, biraz hevessizlikten yazı masasına pek geçmiyorum. Evdeki laptopta birtakım sıkıntılar olması da cabası. Gece yazmaları da bitince hepten öteledim yazmayı. Hâl böyleyken yeni bir öykü taslağı vs yok elimde. Üzerinde çalıştığım bir dosya da yok. Temizledim oraları kendimce. Attığım taşlara yanıt gelmesini bekliyorum ama işte ekonomik koşullar, ülkede okurdan çok yazar olması vs. vs. duymak istediğim yanıt umduğum hızda gelmiyor. Madalya gibi göğsüme takmaya devam ediyorum ret cevaplarını. Her bir ret yanıtında jüriye değiştir diyorum kendi kendime. Hop başka bir yayınevine. Her şeyin bir zamanı var, derler. Şimdi bekleme, dinlenme, kafa toplama, ertelediklerimi bir bir toparlama zamanı. Evde girişilecek birkaç dolap car örneğin. Bir şifoniyer, bir dolap, yer bulamadıklarımı tıktığım depo gibiler. İçleri derlenecek toplanacak, ayıklanacak. Yeni kitaplar da yığıldı. Okunacak, verilecek. Kayıp olanlar bulunur belki. Sırra kadem basmış bir çocuk kitabı var örneğin. Değişelim mi? İlk öykünün ardından sıra gelemedi diğerlerine. Girdiği delikten çıkar belki de, okurum kalanını. 

                                                                                  *

Bu aralar yalnızca yazmak değil ertelediklerim. İzlemek istediğim filmler de var örneğin, daha sık yürümek, daha sık arkadaşlarımla buluşmak, sahibine iletilmesi gereken kimi emanetler... Bir yerden başlamalı. Yarın belki kargoya giderim. Yarından da yakın belki bir film izlerim. Örneğin Yüzücüler. Savaş nedeniyle Suriye'den kaçıp mülteci kampına yolu düşen iki kardeşin olmipiyatlara uzanan hikâyesi. Etkileyici olduğu kesin.

                                                                                  *

Yarın 1 Aralık. Yılın son ayı. Listeler zamanı, biraz muhasebe, biraz hesaplaşma... Evi yeni yıla hazırlamak gerek. Süsler, müsler... Sani'nin süsleri ve yapma ağacı affetmeyeceği kesin. Kavga kopmasın diye belki iş yerini süslerim bu yıl, ev yerine. Ya da Deniz'in odasına kurarız ağacı. İçeriye giriş Deniz'in iznine tabi ne de olsa... 





Özgünlük dediğimizde

Edebiyatla uğraşan hemen herkes günümüz edebiyatının en büyük eksiğinin, eleştiri kültüründeki noksanlık olduğunu söylüyor. Hak bilir bir eleştiri yerine hâkim olan, ahbapçılık. "Sen beni kolla, ben seni," anlayışı. İnstagramda dolanan herhangi bir gerekçeye dayanmayan "Çok sevdimmmm" şakşakçılığı.

Bu saptamayı bir fırsat gibi gören kimileri de buralar daha dutluktu zamanlarından kaptıkları dijital köşelerinden kendini eleştirmen sayıyor. Arka kapaktan aparttıkları söyleşi sorularıyla ya da tıpkıbasım sorularla pek bir çalışkan görünüme bürünüyor, bir metni beğenmesin hele, üslupsuz, birkaç basmakalıp olumsuz cümle sıralayarak kendini hakyemez eleştirmen sayıyor. 

Bana bu satırları yazdıran bir çocuk kitabının isminin bir başka kült çocuk kitabını andırdığına dair bir ileti ve ortaya atılan taklitçilik iması. Kitabı okumadım. Yazarını tanımam. Üretimini bilmem. Bununla beraber özellikle çocuk edebiyatında özgün konu diye bir şey olmadığı da ortada. Ne yazarsak yazalım Polti'nin 36 dramatik durumundan birine giriyor. Böyle bakınca şimdiye dek yazılmamış, işlenmemiş tema diye bir şey söz konusu olamaz. Bir yazarı diğerinden ayıran şey konu seçimi değil, üslubu. Özgünlük, dediğimiz de tam olarak bu. Yazar, en şaşırtıcı konunun, temanın peşine düşen kişi değildir.  Okuru, daha önce defalarca anlatılmış bir konuyu bir de kendi çerçevesinden, kendi bireysel seçimleriyle var ettiği metni okumaya davet eden kişidir. Dolayısıyla yalnızca kitap ismine, konu seçimine bakarak bir yazarı taklitçilikle, özgün olmamakla suçlamak yersiz. Ayrıca adına metinlerarası dediğimiz koskoca bir alan var. Onu ne yapacağız?

Yine de taklit konusu benim de kafamı kurcalıyor zaman zaman. Epeyce okur kitlesi olan kimi çocuk edebiyatı yazarlarının dünyadaki örneklerini çok andıran kitaplarını gördüğümde, intihal ve benzer temayı kendi üslubunca yazmak arasındaki sınırın çok da kesin olmadığını düşünüyorum. Bu meseleler de yazarın kendisiyle hesaplaşacağı yerler neticede. Bunca dil, bunca kitap varken, hangi metin hangi metnin ya da bir başka sanat yapıtının koynundan doğuyor, kim bilebilir. 

29 Kasım 2022 Salı

Uçuran ve Değiştiren Hayaller

Selen Aydın'ın yazdığı, Sadi Güran'ın resimlediği Sıkıntıdan Patlayan Kasaba bir çırpıda okunuyor. Belirgin bir olay örgüsü, giriş, gelişme sonucu ve aksamadan akıp giden kurgusu olan bir kitap. Çocuklara göre, çocuklar için basitliği in ardına saklanmadan, görsellere güvenmeden derli toplu bir hikâye anlatıyor. Dili temiz, akıcı. Benzetmeler yerli yerinde. Kahramanların isimleri hem orijinal hem de onları canlandırmada pek etkin.

Olimpik anlatıcı Bayan Tepedenbakan'ı anlatarak giriyor hikâyeye. Adı kibrinden gelmiyor. Kasabaya tepeden bakan deniz fenerinde yaşıyor hepsi bu. Herkese, her şeye bakmak ufkunu, göğsünü ferahlatıp fersah fersah açtığından olsa gerek Bayan Tepedenbakan'ı öyle rutinlerle boğulmuş, kısıtlanmış değil, kasabalıların aksine. Kasabanın iyi niyetli, tek tek işini iyi yapan ama hayallerini, meraklarını yitirmiş, haliyle iyiliğin koluna sıkıcıyı sımsıkı takan bireylerinden yavaş yavaş uzaklaşmış. Kasabaya gidişi zaruri ihtiyaçları gider ekle sınırlı. Yine böyle bir ziyarette kasabalıların baam, paat, poof diye bir bir patlayınca teşhisi koyar. Kasabalılar sıkıntıdan, hayallerini ve meraklarını yitirmekten patlıyordur. Çare bellidir. Onların merak duygusunu gıdıklayacak, yeni heyecanlar duymalarını sağlayacaktır. Bu uğurda en büyük müttefiki Bay Sormageç'in tatil için kasabaya gelen torunu Bulut'tur. İki kafadarın planı tıkır tıkır işleyecek, hikâyenin başında bize olağanaltı diye tanımlanan kasaba olağanüstülüğe terfi edecektir.

Sıkıntıdan Patlayan Kasaba gündelik rutinlere, can sıkıntısına, hayal kurmanın, merak duygusunu yitirmenin üzerimizdeki etkilerini hatırlatıyor. Hayat bazen buz tutmaya yüz tutmuş bir göle benzer. Hareket etmezseniz her şey donayazar. Formül belli: hayallerini, heveslerini, merakını paylaşabileceğin dostlar. Kim demişti hatırlamıyorum. Hepimiz çevremizdeki en sık görüştüğümüz altı kişinin ortalamasıymışız. Gayet makul. 

Birlikte değişeceğiniz, gelişeceğiniz dostlarınız eksilmesin. 


Birtakım haberler ve öneriler

Maskesiz ilk kış hepimizi yerden yere vuracak gibi.
Geçen hafta sonunun yoğunluğu ve yorgunluğu pazar akşam saatlerinde boğazıma bir sızı olup yerleşti. Yeterince dinlenenemediğim, uyuyamadığım, mola veremediğim için hâlen öksürüyorum, yutkunurken zorlanıyorum. Boğazıma yapışmış bir şey var sanki söküp atamıyorum. 
Bitki çayları, zencefil bal arkadaşım oldu. 
Gece deliksiz bir uyku umuduyla yatağa gidiyorum. Saat bir gibi öksürerek uyanıyorum. Su iç, bitki çayı iç, gargara yap, yat sağa, dön sola, geçiyor geceler. 

                                                                               *
Kedili hayat güzel gidiyor. Birbirimizin dilini daha iyi anlıyoruz artık. Sessiz meleğim dışarı çıkma isteğini dile getiriyor, susadığını, karnının zil çaldığını, başka yemek istediğini, oynamak istediğini... Masaj vaadiyle çağrıldığında o çok da gelmeye meraklı olmadığı kucağa hop diye yayılıyor. Henüz anlamadığı eve av getiremeyeceği. 
                                                                               *
Hastaların çalma listemi beğeniyor. Yıllar içinde dinlediğim şarkılardan oluşan bir Youtube listesi. Zaman zaman Youtube kendi önerilerini de alıyor içeri. Onlardan biri. Döne döne dinliyorum.



                                                                              *
Dün akşam oda merkezinde Onur Bütün ile "Neden Feminst Okumalar Yapıyoruz?" sorusunun ardına düştük. Sorunun odağında kalamadık. Küçük de bir grup olunca laf lafı açtı. Zihin nereye, biz oraya, samimi bir sohbet oldu. Dün akşamki sohbetten cebimize kalan bir belgesel önerisi. 
Bilimde Cinsiyet Eşitsizliği Netflix'ten erişim mümkün. Henüz izleme fırsatı bulamadım doğal olarak ama ben de önermiş olayım. Elden ele yaymaya devam! 
                                                                             *
Bir film önerisi daha. Yine Netflix'ten erişim mümkün. "Power of Dog"
"Görmediğin şey gerçek değildir." Filmin önemli repliklerinden biri. Görmek, görmezden gelmek, üzerini örtmek, görme ve algılama biçimleri üzerine bir film. Kurmacada hiçbir şey rastgele orada değildir sözünü doğrulayan bir film. Eylemi, lafı çok bol değil. Öykücünün sözcük tutumluluğu gibi. Hiçbir ayrıntı orada öylesine, rastgele konmuş değil. Yönetmenin yol boyu verdiği tüm ayrıntılar izleyiciyi finale hazırlıyor. Gevezeliğe, açıklama yapmaya lüzum görmeden izleyicisine güvenen yönetmenden alacağımız dersler var, biz öykü yazarları için. Final hazırlığı yapma becerilerini arttırmak için izlenebilir, izlensin. Pastoral manzara da cabası. 




28 Kasım 2022 Pazartesi

Ortaya karışık

Bu aralar ne okuduğumun farkındayım, ne de yazdığımın. Hiçbir şey okumuyormuşum gibi geliyor. Pek az yazıyorum ondan eminim. Neredeyse. 

Dişlerimi sıkıyorum, hâlâ. Yakında kıracağım, korkarım. (Yaşasın kötü dublaj Türkçesi)

Elimde üç bitmiş dosya var. Üç yayımlanmış kitaptan sonra hâlâ hangi yayıncıya göndersem, acaba basılır mı kaygısı taşımak, sürecin çok yavaş ilerlemesi yazma motivasyonunu düşürüyor. Kesin bilgi. 

Lizbon'da bir akşam yemeği dönüşünde bindiğimiz taksi şoförünün bize aşırı ilgi göstermesi, biz Portekizce o İngilizce bilmediği halde diyaloğa girme çabasını kaygıyla izledim. Yazar olan benim, hayatı gözlemlemesi, her kesimden insanla iletişime geçmesi gereken belki de ama benim olayım daha çok izlemek. Şoför yanı kişisi ağzını doldura doldura sohbet etti. Yarı İspanyolca yarı beden dili anlaştı. Şoför otel önünde tarifeyi gece tarifesine çevirip para üstüne şarap almak için el koymaya çalışınca sinir oldu. Ben de tüm bu sempatik olma çabasının sebebini anlayabildim. Taksi ve döviz bozdurmak yurt dışında en kolay çarpan iki alan. 

Züleyha Ersingün'ün yazdığı, Müjde Başkale'nin resimlediği Kırmızıkedi Çocuk 'tan yayımlanan Lori'nin Masalı'nı çok sevdim. İşte sebepleri:

İnsana kendisini iyi hissettiren, yatıştıran, sarıp sarmalayan bir yanı var. 

Büyük meseleler hakkında usul usul konuşuyor. Okula başlamanın zorlukları gibi, ana dilde eğitim gibi, hastalık ve ölüm gibi.

Kadim kent Mardin'de geçiyor. Yerel bir hikâye, yerel ayrıntılarla dolu ama konusu bir o kadar da evrensel. Her yaştan, her kültüre uygun. 

Nesillerarası iletişim ön planda. 

Böyle maddeleyince epey eksik kalmış duygularımı, düşüncelerimi aktarmak, farkındayım ama kitabı özetlemek de istemiyorum. Son zamanlarda okuduğum en güzel Türkçe resimli kitap diyeyim siz anlayın ya da meraklanıp okuyun.

Büyük Dostum Anıl Basalı'nın yazdığı bir kitap. Timaş Yayınları tarafından yayımlanmış.

İlk baskı 40 bin. İmrendim doğrusu. Kitap Büyükada sokaklarında geçiyor. Kitabın kahramanı Atlas on yaşında. Aynı bahçeyi paylaştıkları Pasaknaz Teyze'yle yakınlaşmanın onu bir kitapsever yapmaya, komşularla didişen aksi bir ihtiyar  yerine dost olmaya teşvik etmeye çalışıyor. Kendisine yedi günlük bir süre tanıyor. Her gün hem Pasaknaz Teyze'ye karşı bir hamle yapıyor hem de ona bir mektup yazıyor. Yedi günün sonunda Pasaknaz Teyze'nin kalbini yumuşatmayı başardığı gibi onun kitaplara olan düşmanlığının sebebini de öğreniyor. Kitap burada bitmiyor. O yaz Atlas'ın ailesiyle adadan taşındığını, mektupları verecek zaman bulamadığını öğreniyoruz. On beş yıl sonraki büyük kavuşmada Atlas mektupları sahibine teslim ediyor. Kitabın bana göre durağan yapısı da burada bir kırılma yaşıyor ve duygu yüklü bir finalle bitiyor. Kitabın sonunda hikâyenin yazarın kısmen gerçeklikten doğduğunu öğreniyoruz. Pasaknaz Teyze zıpçıktı bir kahraman. Yaptığı sulu şakalar ve aksiyonu bol olmasına karşın Atlas'ın onu kitapsever yapma arzusu bana çok gerçekçi gelmedi. Kimi kelime seçimleri de kulağımı tırmaladı. Anlık, anlık seçim, bir anlık... "Birdenbire, ansızın, kendiliğinden," gibi pek çok seçenek varken "anlık" kelimesine fazlaca tutunmasaymış keşke diye düşündüm. 

Bir anlam bütünlüğü olmasa da, konular dağınık ve alakasız da olsa bir ileti boyutunda buradaki sessizliğimi bozmayı, iki çocuk kitabı hakkında konuşmayı başarabildim. 




 

 

 


26 Kasım 2022 Cumartesi

İnsana bakma sanatı

Toplumsal, yakıcı meseleler yazar için ateşten gömlek. 

Çoğu zaman aradaki nesnel mesafeyi koruyamadıklarını, metnin için gazete kupürlerine yaraşır türden bilgiler yerleştirdiklerini, dilin olgunluğuna (aksi durumlarda çok elbette) rağmen anlatımcı tutumdan kurtulamadıklarını görüyorum. 

Yaşananlara itiraz edeceğiz elbette, göreceğiz, isyan da edeceğiz ama açıklayıcı notlar yazarak değil. Bizi son etkileyen toplumsal olayın acısının gölgesinde yazarak değil. 

Bu tür metinlerin belli bir yaşın üstündeki solcu teyze ve amcalar tarafından beğenileceği, alkışlanacağı kesin. Ama siyasi ve toplumsal yaraları birbirimize şikâyet edip türbine el sallamadan edebiyat yapmak mümkün. İnsana çok daha evrensel bir yerden bakmak mümkün. 

                                                                             *

Bugün okuldaki "Yaratıcı Yazarlık Kulübü"ne giremeyen, öğretmeni tarafından hevesi kaçırılmış, annesinden kendisine yaratıcı yazarlık atölyesi bulmasını isteyen bir çocukla tanışacağım. Hayatın hayalini kurduklarımızı kendiliğinden önümüze çıkarmasında umutlu bir yan var. Heyecanlı ve meraktayım. Kafamda kimi fikirler olsa da doğaçlama gelişecek çoğunlukla. Çocukları (çünkü bir de arkadaş buldu yanına) gözlemleyip gereğinde sönümlenen ilgilerini de gözeterek yürütmem gerektiğinin farkındayım. Temennim, keyifli bir deneyim olmasından yana. Yoksa onlara yazma tekniği öğretecek değilim. Olsa olsa heves bulaştırmak, iyi kitaplardan zevk almalarını sağlamak... Biraz da elimize kalem alıp çalakalem yazmak, bir teknik olmaksızın  yazmak, yazarak saçmalamak.... Yazmaya cüret etmek beraberce. Başka gözeteceğimiz şeyler de olacak elbette. Örneğin başkalarının metinlerini olgunca dinleme, içindeki iyi şeyleri bulma, gösterme, daha iyiye birlikte varma nezaketini gösterme kültürü oluşturmak. Duygular hakkında, metnin duyurduğu duygular, sezgiler, düşünceler hakkında konuşmak. Ne de olsa edebiyat, insana, onun duygularına, düşüncelerine, hayatı kavrayışına bakma sanatı. 

 

                                     



16 Kasım 2022 Çarşamba

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 41

Bilmek isteyen yola çıkar. 

Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.
İpuçlarının çevirisi bana ait.

Şefkatli Ebeveyn İpuçları
Karşı tarafa bir şey/ler verdikten sonra alıngan hissettiğinizi fark ediyorsanız verme eylemini koşula bağlayıp bağlamadığınıza bakın. Koşullu vermek, sonunda herkesin acı çekmesine yol açacak bir döngüdür.  
Koşullu vermeye bağlı alınganlık hissinden kurtulmak için neyin sizi mutlu edeceğini keşfedin.

Ben  ne düşünüyorum? Ne yapacağım?

Alınganlığın altında çok şey yatıyor. Hayal kırıklığı, kıymetinin bilinmediğinin düşüncesi, takdir edilmeye duyulan özlem... Evde ya da dışarıda ürettiğimiz her işin ardında bolca emek, zaman var. İşlerimizi sürdürürken çoğunlukla takdir ediliyoruz. En azından bu emeğe maddi bir bedel biçildiği için çekilen yorgunlukların, dökülen alın terinin bir karşılığı var. İşinize bağlı olarak bunu sözlü işitmeniz de mümkün. Ben örneğin, hekim olduğum için hastalarım minnetini, teşekkürünü sıklıkla sözlü olarak ifade ediyor. Maddi olarak emeğimin karşılığını almamın yanı sıra manevi olarak da doyuma ulaşıyorum. 

Ev öyle bir alan değil. Ev içi emeğin maddi bir karşılığı yok. Varlığıyla göz doldurmayan, dile dökülmeyenler ancak yokluğunda fark ediliyor. Bunun eksikliğine dair dile getirilenleri işitmek, kadın için her zaman kolay değil. Ardından yükselenin serzeniş, ayıplama, kınama ya da kusur olduğuna dair olduğuna dair bir dizi düşünce gelip yakamıza yapışıyor zira. Bu da hem suçluluk uyandırıyor -bir nevi sorumluluğunu yerine getiremememişsin gibi bir hâl- hem de bizi bu suçluluk, rahatsızlık hissiyle karşılaştıranlara karşı nahoş duygular, tepkiler gelişmesine zemin hazırlıyor. Burası çok otomatik pilotta giden bir yer bence. 

Kırmızı kazağım nerede? Temiz çorabım yok. Aç değilim ( o esnada çatalla oynanıp göz süzülüyordur). Bu yemek güzel değil. Başka ne var? Evde yemek var mı? ... vs. vs. Cinsiyetimizden dolayı üzerimize yapışan bin bir türlü işe dair günlük deyişler...  Bu aralar alıngan hissettiğimi fark ettiğimde bunu içime atmak ya da beden dilimle ima etmek yerine sesli dile getiriyorum. Bunu söylemen, bunu yapman veyahut bu konuda sessiz kalman beni üzdü. Alındım. Çünkü bu konuda şöyle bir emek verdim. Böyle bir konuşma yapmak, içinde bulunduğum durumu belirginleştiriyor bana kalırsa. Verdiğim emek karşısında takdir edilme, emeğimin görülme arzusu içinde olduğumu gösteriyor. Alınganlığın üstesinden gelmek için beni mutlu edecek şey; alınganlığın bireyleri birbirinden uzaklaştıran sularında yüzmek yerine duygularımı fark etmek, dile getirmek ve içimde olanı biteni görünür kılmak. Başkalarının düşünceleri, eylemleri, sözleri üzerinde bir gücüm yok ama içinde sürükleneceğim bir anaforun içine atlamak yerine duygu ve düşüncelerimi izlemek, sakince zihnimde olup biteni dile getirebilirim. Çünkü alınganlık, iki aynı kutbun birbirini itmesi gibi iş görüyor.  Karşı tarafa da kendisini suçlu hissettiriyor. Bununla karşılaşmaktan kaçınmak, kimi ilişkilerin sessiz sedasız bitmesine dahi yol açabiliyor. 

8 Kasım 2022 Salı

Kendine Zaman Ver

Juno Astrology'yi bilen biliyor. Yazılarını severek, keyifle takip ediyorum. Astrolojiye, gökyüzü olaylarının üzerimizdeki etkilerine çok inandığımdan değil. Her yazı, bir insanlık halini ele aldığı, satırlardan yatıştırıcı, sakinleştirici bir üslup yayıldığı için, ne zaman önüme düşse okuyorum. Her defasında da kalbime, zihnime dokunuyor. Bugünkü yazı da öyleydi. Tarif ettiği belirsizlik ortamını, kimi insanların sis yaratma konusundaki üstün becerisini biliyorum. Hepimizin çevresinde vardır elbette bu insanlar, ortamlar... Aşina olduğunuzu tahmin ediyorum. Sırf şeffaf olmama hâlinden yayılan belirsizliği, tedirginliği kastediyorum tam olarak. Yaşam belirsizliklerle dolu. İnsan bir sonraki anda ne olacağını bilemez tam anlamıyla. Gelecek sayfalarda ne yazılı olduğunu, ne yaşanacağını kim bilebilir ama istikrar, alışkanlık, rutin dediğimiz bir şey de var, bunun rahatlatıcı yanı. 

İşte bu bozulup da birisi sürekli bir blenderın düğmesine bastığında, içerideki çalkantının durmasına, nesnelerin yerli yerine yerleşmesine, suların berraklaşmasına izin vermediğinde ve bunun adını içten içe güçle, iktidarla, otoriteyle eşleştirdiğinde kendimize güvenimiz azalıyor. Kontrolün elimizde olmadığını hissediyoruz. Buna iş dünyasında mobbing deniyor. Ama iş dünyasıyla da sınırlı değil elbette. Eşitler arasında, sosyal ilişkilerde, hatta gönüllülük esasıyla yürüyen işlerde dahi görmek mümkün. Öyle bir yerdeyken sisin içinde, sana yaklaşmakta olanın iyi mi kötü mü olduğunu sezemiyorsun haliyle.  Yaklaşan çıtırtılar tedirginlik veriyor. Ardından ne geleceğini bilmiyorsun. Juno'nun bugünkü yazısı, bu hâl içindeki bana iyi geldi. 

Kimi önemli şeyleri hatırladım. Zevk aldığın, inandığın şeyleri yapmak, değişime karşı koymamak, gelene gidene açık olmak... Bu tepkilerin büyük ölçüde sempatik ve parasempatik sistemle ilgisi olduğunu söylüyor yogayla, meditasyonla ilgilenen uzmanlar. İçlerinde tıp kökenli uzman doktorlar dahi var. Safsata demeyesiniz diye, ekledim. Kolay tetiklenen biriysek, yani sempatik sinir sistemimiz aktifse, hemen her şeyi kendimiz için tehlike olarak görüyorsak, o zaman tepkilerimiz, davranışlarımız, eylemlerimiz bize korktuğumuzu getiriyor. Yani dirayetli olmaya, sakin kalmaya, her şeyi kişisel ve kendine karşı gibi algılamamaya devam dostlar. Derin nefes almaya, doğada zaman geçirmeye, çocuklarla ve hayvanlarla bir arada olmaya, esnek ve şefkatli kalmaya, önerilere açık olmaya, daha sık "evet" demeye çalışalım. Parasempatik böyle böyle gelişsin diye. Konuya inancınız, merakınız varsa Dr. Stephen Borges tarafından ortaya atılan Polivagal teoriye ve Vagus alıştırmalarına da bir bakın, derim. Değişim bir anda gelmiyor. Kendine zaman vermek gerek. 



31 Ekim 2022 Pazartesi

Kıssadan hisse


 

İyi Edebiyatta Daima Gizem Vardır Dediğimizde...

Beyaz Fillere Benzeyen Tepeler, Ernest Hemingway'in 1920li yıllarda yayımlanmış kısa bir öyküsüdür. Hikaye kısa bir zaman aralığında geçer. Bir oturuşta okuyabileceğiniz kısalıktadır. Hikayede bir adam (Amerikalı) ve genç bir kız tren istasyonunda oturmuş, Barselona'dan gelecek Madrid trenini beklemektedir. Bira ve yerel bir likör içerler. Öykünün neredeyse tamamı diyaloğa dayalıdır. İlk bakışta fazlaca bir şey olmayan öykü, Hemingway'in ünlü buzdağı teorisine örnek gösterilebilecek niteliktedir. Hemingway, metnin okura sunulan kısmını buz dağının tepesine, görülen kısmına benzetir. Yazarın bildiği ancak metne almadığı kısımlar buz dağının altında kalan çok daha büyük yer teşkil eder. Bu sayede öykünün doğası gereği eksiltili yapısı içinde, okura bırakılan boşluklar bir sezme, üzerine düşünülme alanı olarak bırakılır. Eksiltmek, yok etmek, kafa karıştırmak anlam karmaşası yaratmak değildir. Görünenden çok daha fazlası olduğunu ima etmek, görülmeyenin de ağırlığını metne sindirmek ve gerilimi arttırmak, okura keşif yapabileceği alanlar bırakmaktır.
Kürtaj kelimesi bir kez bile telaffuz edilmez ancak okur öykünün kürtaj hakkında olduğunu yavaş yavaş sezer. Adam istenmeyen bebekten bir an evvel kurtulmak isterken, genç kadının kafası karışıktır. Çünkü o yıllarda İspanya'da kürtaj yasal olarak yasaktır ve işlem kim bilir hangi koşullarda yapılacaktır. İkili treni beklerken sürekli konuşmalarına rağmen birbirlerini gerçek anlamda dinlemekten, anlamaktan, iletişim kurmaktan da uzaktır. 

29 Ekim 2022 Cumartesi

Saramago'nun izinde

Lizbon gezimiz devam ediyor. Dün öğleden sonrayı kızımla baş başa geçirdik. 24 saatlik bir toplu ulaşım kartı aldık. İlk hedefimiz Casa dos  Bicos oldu. 

Casa dos Bicos, dış cephesi bal peteği görünümünde gri kabartmalarla kaplı eski bir yapı. Dört katlı yapının zemin katında Romalıların döneminden kalma taş duvarlar, kırık amforalar sergileniyor. Arkeologların buluntular üzerine yaptığı incelemeler burada binlerce yıl önce tuzlanmış sardalya  üretimi yapıldığı yönünde. Denize yakın üretimhanelerde tuzlanan balıklar amforalar doldurulup teknelerle Karadeniz'e kadar ulaştırılıyormuş. Binanın geçmişine dair kısa, genel bilgi veren ücretsiz sergi alanını gezdikten sonra üst katlara çıkmak için kişi başı 3 Euro veriyorsunuz. 12 yaş altı ücretsiz. Asıl hikâye üst katlarda başlıyor. 

Birinci kat Saramago'nun fotoğraflarının, çalışmalarının, çalışma Odasının sergilendiği alan. 

İkinci kat Saramago Vakfı'nın ofisi. Üçüncü kat kitapçı. Saramago'nun çevrildiği diller de dahil olmak üzere kitapları satılıyor. Dördüncü kat ise kütüphane. Saramago'nun doğumunun 100. yılında muhtemelen kimi etkinliklere de ev sahipliği yapıyordur. 

Casa dos bicos küçük bir yapı. Ama kimi yerlere biraz da buradaydım diyebilmek için gidiyoruz aslında. Lizbon'a gelmeden önce okumadıklarım arasından bir Saramago kitabı seçeyim, dedim. Yeniden onun kendine has diline dahil olmak kolay olmadı. Noktası, virgülsüz, konuşanın kim olduğunu anlamanın çaba gerektirdiği üslubuna yaklaşamadım bu kez. Kenara koydum şimdilik. Ne diyebilirim. Doğru zaman değilmiş. 

Gelmeden önce binanın karşısındaki zeytin ağacını da ziyaret etmem gerektiğini okumuştum ama yeni istikametimizi belirlemek üzere şehir haritasını açıp da parke taşlara yazılı Jose Saramago yazısını okuyunca anımsayabildim. Ancak o zaman yanına vardım avuçlarını göğe açmış ağacın. Dallarını okşadı. Bedenindeki derin yarıklara baktım. Ardına geçtim ve gülümsedim. Saramago'nun küllerinin serpildiği ağaç olduğunu bilerek. Bir ağacı, diğer tüm ağaçlardan ayıran ona biçtiğimiz hikâye nihayetinde. Hayatı, gezilerimizi anlamlı kılabilmek için hikâyelere ihtiyacımız var. O yüzden bu türden işaretlerin, izlerin peşine düşüyoruz gezilerimizde. Nihayetinde bazı yerler biraz da "buradaydım" demek için gezilir. 



28 Ekim 2022 Cuma

Başka şehirlerin sundukları



Lizbon'dayım. Bir otel odasında, elimde telefon. Klavyenin tuşlarında rahatça akan parmaklar yerine sol işaret parmağımın ucu dokunuyor harflere, tek tek. Yazma şekli değişince ritmi de değişiyor haliyle. Öyledir muhakkak herkes için. Yazmaya on dakika önce başlamakla şimdi başlamak arasında fark vardır. Kim bilebilir zihnin bu kez ne doğurabileceğini.

Lizbon kalabalık. Hava nispeten iyi. İlk gün sıcak ve açıktı. Dün kapalı ve yer yer yağışlı. Lizbon kaşifler şehri. Şaşıracak bir şey yok. Osmanlı nedeniyle zor ulaşılan, pahalıya gelen baharatlar başka yoldan ulaşma çabasından ileri geliyor kaşiflik. Cebelitarık'ın dışında, Atlas Okyanusu'nun hemen kıyısında olmanın avantajıyla açılıyor yelkenliler. Açık denizlerde her rüzgârla gidebilmek için üçgen parçalar halinde tasarlanan yelkenler her rüzgarda yol almayı sağlıyor ama ilerleyiş düz değil, slalom yapar gibi yalpalar gibi. O yüzden çok sıkı matematikçiler de alınıyor donanmaya. Gerisi onlar için mutluluk Afrika ve Brezilya kıyıları içinse yağma. 

İlk kez Avrupa kıtasının sonuna geldim, en batı ucuna. Atlantik Okyanusu'nun kıyısına. İnsanın yurdundan çıkıp turist olarak sokaklarda dolanması güzel şey. Amaca, hedefe yönelik bildik adımları atmak yerine gelen rahatlık, rastgelelik hoşumuza giden. Sokaklarda karşılaştığımız ayrıntılar, heykeller, sokakta performans yapan sanatçılar... Ancak olağanın dışına çıktığımızda görmeye açık olduğumuz şeyler kısaca. Bir şehri bir süreliğine bırakıp gitmr ihtiyacımız da tam olarak bu değil mi? 




25 Ekim 2022 Salı

Pelin ve Küçük Dostu TDB Dergi 195. sayıda

"Öğretici olmaktan çok sahici olmasını yeğlerim"

Marmara Üniversitesi Dişhekimliği Fakültesi mezunu meslektaşımız Tuğba Gürbüz’ün çocuk öykü kitabı Pelin ve Küçük Dostu Karamel de geçtiğimiz yıl yayımlandı. Pelin ve Küçük Dostu Karamel Gürbüz’ün ilk çocuk kitabı olsa da meslektaşımızın tek başına ve birlikte olarak birçok eseri çeşitli basılı ve dijital yayın organlarında yayımlandı. “Ütopya: Benim de Bir Hayalim Var” ve “Gurbet, Hasret, Fedakarlık, Aşk” öykü seçkilerinde öyküleriyle yer alan Gürbüz’ün Lodos Çarpması (2015) ve Kendisiymiş Gibi (2020) adlı öykü kitapları NotaBene Yayınları’ndan çıktı. Çanakkale Dişhekimleri Odası Genel Sekreterliği görevini de sürdüren meslektaşımızın Pelin ve Küçük Dostu Karamel kitabı Sia Çocuk tarafından yayımlandı. Tuğba Gürbüz, kendi ifadesiyle “en çok kızı Deniz’i ve içinde yüzülen denizi” seviyor. Sevdiği diğer şeyler: deniz kenarında yürümek, renkli taşlar ve midye kabukları toplamak, papatyalar, zeytin ağaçları, bulutlar, kediler, kitaplar, defterler ve hamakta sallanmak... Gürbüz, Pelin ve Küçük Dostu Karamel için şu ifadeleri kullanıyor: “Dişhekimi olduğum için sık sık ağız diş sağlığıyla ilgili öyküler yazmam bekleniyor. Doğrudan ağız diş sağlığı eğitimi veren, okuru bu yönde bilgilendirmeye çalışan öyküler yazmayı hiçbir zaman düşünmedim. Çocukların etrafı ona bilgi vermeye hevesli yetişkinlerle dolu. Hiç olmazsa okudukları kitapların içinde özgür olmalarını isterim. Yazdığım öykülerin öğretici olmasından çok sahici olmasını, dilinin temiz ve akıcı olmasını yeğlerim. Yine de ilgi alanlarımız, hayatla ilgili temel meselelerimiz elbette yazdığımız metinlerin içine sızıyor. Ben de 22 yıllık dişhekimi olarak toplumda çok yaygın olan diş hekimi korkusuna kayıtsız kalamadım örneğin. “Ağaçkakan Oyuk Açan” adlı öyküde Pelin ve annesini bir diş kliniğinde görüyoruz. Pelin başta çok gönülsüz gitse, kaçmaya yeltense de korkularıyla yüzleşiyor ve dolgusunu yaptırıyor. Öyküdeki ayrıntılar hem bir dişhekimi ziyaretinin, yapılacak işlemlerin neye benzediğini gösteriyor hem de çocuklarla felsefe oturumlarında tartışılabilecek “Cesaret nedir? Cesur kişi kimdir? Cesur olmak hiçbir şeyden korkmamak mıdır?” gibi kimi soruları da ortaya koyuyor.”

Pelin ve Küçük Dostu Karamel'e dair tanıtım haberi  TDB Dergi 195. sayıda yer aldı.


24 Ekim 2022 Pazartesi

Hatırlatmak İçin Hatırlamak



1-31 Ekim Meme Kanseri Farkındalık Ayı sebebiyle oda merkezinde bir etkinlik yapalım, dedik. Bir genel cerrah çağırıp meme kanseri belirtilerini, kendi kendini muayeneyi, meme ultrasonu ve mamografinin önemini anlatsın istemedik. Malum bilgiye ulaşmak hiç olmadığı kadar kolay. Zor olan o bilgiyi tutmak, içselleştirmek ve hayatına sokacak şekle çevirmek. İnsanları evinden dışarıya çıkmaya çağıracak şeyin, bilgi değil gerçek tanıklıklar olduğuna inandık. 
Hepimiz meme kanserinin tanığıyız diyerek seslendik. Meme kanseri hastası, meme kanserli hastaya bakan hekim ya da hasta yakını olduğumuzu vurguladık. Çünkü bilim bize her sekiz kadından birinin hayatının bir evresinde meme kanserine yakalanacağını söylüyor. Dolayısıyla tanık olduk ya da olacağız. O halde tanık olanlar konuşsun, tanık olacaklara kendi hikâyelerini anlatsın istedik. Konuşacağımız alanı Pembe Kürsü diye tanımladık. Hatırlatmak için hatırlama cesaretine sahip tüm kadınları Meme Kanseri Farkındalık Ayı olan pembelere bürünmeye, anlatmaya ve dinlemeye davet ettik. Çünkü kullanılmayan bilgi işe yaramaz. İnsanların kalbine işleyen, onları harekete geçiren hikâyelerdir. 
Tam da umduğumuz gibi geçti sohbet. Kahkahalı, yemeli içmeli. Kadın elinin değdiği her yerde olduğu gibi, imece usulü ve de süslü. 
Belki şimdi bu satırları okuyan biri geçtiğimiz ay eline gelen bir kitleyi hâlâ doktora göstermediğini anımsar ya da içeri çöken meme ucunun altında kötü haber yatıyordur diye doktora gitmeye cesaret edemediğini kendine itiraf eder ve adım atar diye yazıyorum. Ne de olsa hâlâ 1-31 Ekim tarihleri arasındayız. Eh, madem yazı kamu spotuna döndü, sloganı da yapıştırayım. 
Erken teşhis hayat kurtarır



22 Ekim 2022 Cumartesi

Füsun Çetinel ile Söyleşi*

 


“Eşyaların hikâyelerini yazarken kendimi bir kurtarıcı gibi hissediyorum”

Çocuktan ilkgençliğe pek çok seviyede okur için yazıyorsun. Bu kez metnin daha çok görselle desteklendiği, ilk okuma grubu çocuklara seslendiğin yepyeni bir kitapla karşımızdasın. Öncelikle tebrik ediyorum. Kraliçe'nin yolculuğu nasıl başladı, olgunlaştı?

Pandemi dönemiydi; ev hapsi, belirsizlik, söylentiler, korkular, hepsi peş peşe girmişti yaşamımıza…  Öğrencilerim yazamamaktan, okuyamamaktan, bir konuya odaklanamamaktan şikâyet ediyorlardı. Onlara cesaret vermek, örnek olmak için oturup yazmam gerekiyordu. O sıralarda İtalyan sanatçı Maurizio Cattelan’ın “Duvara Bantlanmış Muz” eserine dair bir haber okudum internette. Çok ilgimi çekti. Sanat nedir, nasıl olmalıdır gibi sorular dolaşmaya başladı kafamda. İlk hikâye işte böyle karmaşık bir ruh hali içinde çıktı ortaya.

İkinci öyküye adını veren yün bebeği pandemiden çok önce bir su birikintisinin içinde bulup oyuncak koleksiyonuma katmıştım. Bana çağrıştırdığı hikâyesini yazmayı ilk günden beri istiyordum. Suriye savaşı, denizde yaşamını yitiren mülteciler, yabancılara karşı olan önyargılarımız… Pandemi döneminde yeni sorunlar eklendi yaşamımıza; hijyen, bulaşıcı hastalık, endişe, korku, şüphe. Hepsi yoğrulup, olgunlaştı ve beni Yün Bebek hikâyesine götürdü.

Üçüncü hikâye vazife bilincimden doğdu. Mutsuzduk, yalnızdık, korkuyorduk. Hepimize umut ve mutlu bir son gerekiyordu. Oturup Dilek Vadisi’ni yazdım.

Her şeyin, herkesin kusursuz, mükemmel görünüme sahip olması gereğinin empoze edildiği sosyal medya çağında çilli, kırmızı saçlı, doğayla, insanla, kendiyle barışık bu kadın liderle çıktın okurun karşısına. Performans sanatından kendin olabilmenin biricikliğine, insanın doğayla kurduğu ilişkiden eşini kaybetmiş, çocuğunu yalnız büyüten ebeveynlere, onların duygu dünyalarına dair pek çok konuya değiniyor, okura tüm bunlar hakkında sohbet etme ve düşünme alanı açıyorsun. Yazar, olağanın dışına çıkma, farklı olanı gösterme iddiasındaki kişi midir? Ne dersin?

Yazar, olağanın dışına çıkma, farklı olanı gösterme iddiasındaki kişi değildir ama daha önce defalarca anlatılmış bir hikâyeyi diğerlerinden farklı anlatabilen ve pek çok kişiye dokunabilen kişidir. Burada tabii ki yazarın neyi nasıl gördüğü, nasıl anlatmak istediği girer devreye. Senin de kendi deneyimlerinden bilebileceğin gibi yazar kendi meseleleri doğrultusunda kurar hikâyeyi. Ancak bir yazar, “Ben insanlara şunu göstermek, şunları düşündürtmek istiyorum,” noktasından hikâye yazmaya girişirse pek de başarılı ve samimimi olamaz bana göre. Bir olayın, diyaloğun veya karakterin gerçekten yüreğine dokunması, içini cız ettirmesi gerekir ki oturup başkalarının da içine dokunabilen bir hikâye yazabilsin.



Kitabın açılış öyküsü olan Kırılan Vazo’nun gerilimi öykü boyunca sürdüren bir yapısı var. Öyküyü tabiri caizse yüreğimiz ağzımızda okuyoruz. Kaza sandığımız şeyin bilinçli bir eylem olduğunu kavradığımız anda bambaşka bir kavramla, kintsugi ile tanışıyoruz. Kusurları, çatlakları çöpe atmak yerine tamir eden, dönüştüren, daha kıymetli hâle getiren bu Japon sanatı, yalnızca ilk hikâyenin nesnesi olmaktan çıkıyor kitabın tamamına yayılan, okurla paylaşılan kuvvetli bir metafora dönüyor. Bu sembolün doğuş hikâyesini bizimle paylaşabilir misin?

Kintsugi kavramı yalnızca bu kitaba değil birçok yönden benim kendi hayatıma da yayılan bir metafor. Geri dönüşüm, ileri dönüşüm, sürdürülebilirlik, koleksiyon, takas, bitpazarları, atık malzemelerin sanata dönüştürülmesi, ikinci el kullanım, mektup, günlük, fotoğraf ve kartpostal yazılarından başka metinlere varmak, doğal yaşlanma önem verdiğim, sıkça içinde bulunduğum çalışmalardan.

Kintsugi kırılan bir objeyi altın tozuyla onarma sanatından çok daha fazlasıdır bana göre. İnsanın; yaptığını, yapamadığını, hatasını, kilosunu, yaşını, kırışıklığını, eksiğini gediğini kabullenerek, hepsiyle birlikte huzur içinde yaşamasıdır. Kintsugi insanları sağaltma sanatıdır. Uygulayabilirsek tabii…

Kopenhag Tıp Müzesi’ndeki, “Tıp ve Teknolojinin Onardığı Organlar ve Uzuvlar” sergisinde şöyle bir yazı gördüm geçen ay yaptığım ziyarette:

“Yaşam bizde izler bırakır. Yanıklar, morluklar, çatlaklar, sivilceler… Bazen kaza geçirir, yaralanırız. Hastanede iyileşir, ameliyat izlerimizle tekrar yaşama döneriz. Bu izler yaşadığımızın kanıtıdır ve bizi eski halimizden çok daha kuvvetli kılar. Bu sergi Japon Kuntsugi sanatından esinlenmiştir.”

Ben bu yazıyı okuduğumda, “Kraliçe’nin Maceraları”nı yazalı neredeyse iki yıl olmuştu. Dünyanın iki farklı yerinde iki farklı insan (kim bilir bilmediğim daha kimler, neler var) Kintsugi sanatından etkilenip bir şeyler üretmişiz…

Uzun yıllardır farklı seviyelerde yazar adaylarıyla, yazarlarla çalışıyorsun. Bu atölye ve birebir çalışmalar elbette kendi metinlerine yaklaşımını da değiştiriyordur. Kurgu öğretmek ve kendi kurmaca dünyalarını yaratmak… Bu iki uğraş birbirini nasıl besliyor, birbiriyle nasıl çelişiyor?

Çok farklı metinler üzerinde çalışmak kendi yazdıklarıma yabancılaşarak uzaktan bakmamı kolaylaştırıyor. Başkaları neler yazıyor, ben ne yazıyorum, neleri iyi yapıyorum veya nelerde eksiğim var? Bunları düşünmemi ve cevaplamamı kolaylaştırıyor başka yazarlarla çalışmak. Yeni kurgular yapmak, yeni problemler çözmek, metni toparlamak benim için yazı alıştırması yapmak gibi bir şey. Çabuk düşünmemi, çözüm odaklı ve analitik olmamı sağlıyor. Çok okuyorum, çok çalışıyorum, bunun sonucu olarak çok da yazmış oluyorum galiba...  

Sokaktan, yaşamdan çok beslenen bir yazarsın. Koleksiyoner bir yanın da var. Sokaktan, bit pazarlarından, el arabalarından pek çok nesne, oyuncak bebek, defter kurtarmışlığın olduğunu biliyorum. Bu nesneler ve ayrıntılar ile kurduğun ilişkiden, yazın dünyana etkilerinden bahsedebilir misin?

Yün Bebek” öyküsünü tam da yukarıda bahsettiğin şekilde yazdım. Yağmurlu ve soğuk bir günde metro durağına yürürken okul çıkışının önündeki su birikintisinde buldum bebeği. Boynunu tek tarafa yatırmış, üzgün gözlerle bana bakıyordu, “Beni buradan kurtar” der gibi. Hemen alıp çantamdaki poşete koydum. Yıkadım, kuruttum. Çok farklıydı diğer bebeklerden. Erkekti, kahverengi giysisi ve kasketi vardı. Boynu yamuktu, üzgün ve çaresiz bakıyordu. Yazı atölyelerinde karakter yaratma derslerinde epey bir çalıştık bebek üzerinden. Su birikintisi, kurtarılmayı beklemek, unutulmak, istenmemek, koyu renk giysiler, yabancı olmak, mültecilik, savaş… Bir sürü duygu, düşünce çağrıştırdı hepimize.

Eşyaların, oyuncakların sahipleriyle geçirdikleri zamanla ilintili karakterleri, ruhları olduğuna inanıyorum. Oraya buraya atılmış oyuncaklar, eşyalar üzüyor beni hemen korumaya, eve almak istiyorum. Veya onlara başka yuvalar buluyorum.

Mektuplar, günlükler, fotoğraflar, kartpostallar yazı çalışması yaparken kullandığım malzemelerden. Ne hikâyeler, ne üzüntüler ne sevinçler çıkıyor içlerinden… Yaşam taşıyor her bir cümleden. Kendimi bir kurtarıcı gibi hissediyorum eşyaların hikâyesini yazıp, onları satırlarda yaşatırken.

* Bu söyleşi ilk kez 22/10/2022 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır. 

 

10 Ekim 2022 Pazartesi

Denemeye değer

Pelin ve Küçük Dostu Karamel'in devamı niteliğinde yazdığım öykü dosyasını aylar sonra yeniden okuyorum. Çehov'un kulakları çınlasın. Okur demez mi "Be kadın madem o tüfeği duvara astın o halde neden patlamadı?" Öykünün başında beliren konuk çocukların bir daha belirmemesini bir sorun olarak görmem için editörün okuması ve uyarması şart mı? Olmamalıydı elbette. Efendimiz acemilik! 
Üç kardeşten biri sürece dahil oldu. Diğerleri henüz giremedi. Bir yol bulacağım elbette. Hazır yeniden okurken gereksiz kelime atma, yakın yerlerde kullanılan aynı fiiller yerine yenilerini seçme... Bitmeyecek gibi duran bir iş. Bazen bunun bir sonu var mı diye düşünmeden edemiyor insan. Her defasında silmek, eklemek mümkün galiba. Sözlü edebiyatın zenginliğinin aksine sonsuza kadar aynı kelimelerle kısıtlamak metni, arzu ettiğin kusursuzluğa ulaştıramadan. 
Kusursuzluk, ufuk çizgisi gibi bir şey aslına bakarsak. İnsana bir hedef gösteriyor ama ipin ucu kaçtı mı, fena şey. Fibromijaljilerin, mide ağrılarının, yanmalarının, yüksek tansiyonun, kanserin daha pek çok hastalığın da davetçisi. Çünkü kusursuzluk belli bir ortalamanın üstünde iş çıkarmaktan ibaret değil. Dile gelmek istediği gibi çıkamayan kelimeler, davranışlar, reaksiyonlar, görünümün, sahip oldukların, olmadıkların, hepsini içine alan kocaman bir beklenti balonu, şiştikçe şişen. 
Geçenlerde bir arkadaşımla oturmuş çay içerken, şiddetsiz iletişim üzerine sohbet ederken, hatalarına karşı suçluluk, pişmanlık, kızgınlık duymadan bakabilmeye dair de konuştuk. Bazen farklı türde iletişim kurmanın mümkün olduğu bilgisine sahip olmanın da içimizden çıkmak isteyen kızgınlıkları, hayal kırıklıklarını bastırdığını, bunun da doğal olmadığını konuştuk. İlişkilerde yap hep ya hiç diye bir şey olmadığını, bazen bir çuval inciri berbat etsek de, yeniden başlanabileceğini kabule çalıştık. Sırtımızda yük etmeden, onu yaşandığı anda bırakarak, belki karşılanmayan ihtiyaçlarımızın trajik bir ifadesi olarak kabul ederek, utancın, kendimize duyduğumuz kızgınlığın ya da pişmanlığın orada duyulmayı bekleyen duygu ve ihtiyacı örtbas etmesine izin vermemekten bahsettik. Arkadaşımın heybesinde neler kaldı o sabahtan bilmiyorum ama beni rahatlattığı kesin. Ancak etkisi uzun sürmüyor. 
Bazen yalnızca sessizliğe ihtiyaç duyduğum anlarda etrafında gelişen olayların, kontrolüm dışında ivmelenmesi, anafora dönmesi ve beni de içine çekip yutması kendimi Sisifos gibi hissettiriyor. Hadi bugünü de, bu ânı da kurtardım derken hop en aşağıdayım. Her şey yeniden başlıyor. 
Yeniden başlamak her zaman kolay değil. Bazen insanı kolayca bıkkınlığa sürükleyebiliyor. Anahtar düşünce "elimden geleni yaptım" anlayışı galiba. Sürekli neyi başka türlü yapabileceğinin yollarını aramak bazen insanüstü bir çaba gibi duruyor. Kastettiğim elimden geleni yapıyorum kolaycılığı değil. Buna kapılmadan elimden geleni yapıyorum kabulüne, anlayışına, şefkatine sahip olabilmek. Denemeye değer.