29 Eylül 2019 Pazar

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri 13

Bilmek isteyen yola çıkar. 
Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.
İpuçlarının çevirisi bana ait.

Şefkatli Ebeveyn İpuçları:
Değerlendirme yapmadan gözlem yapmak insan zekasının doruk noktasıdır. Krishnamurti
Değerlendirmelerinizi (çocuğunuz ya da etrafta olup bitenler hakkındaki negatif düşünceleriniz) gözlemlerle karıştırdığınızda çocuğunuza karşı savunmaya geçersiniz ki bu da çoğu zaman çatışmaya varır.
Gözlemlerinizi yargılardan, eleştiriden, yorumlardan kurtarın. Bir durumu nasıl olması gerektiğiyle değil yalnızca duyduğunuz, gördüğünüz gibi tarif edin.

Ben ne düşünüyorum?
Hintli filozof Krishnamurti abartmıyor. Etrafımızla ilişki kurarken yalnızca gördüğümüz, duyduğumuz üzerinden hareket edebilseydik, düşüncelerin köpürttüğü olumsuz duygularla anlık ya da sürece yayılan tepkiler vermeseydik, kendi yazdığımız senaryolarımıza inanmasaydık hayat bayram olurdu.

Deniz'le nasıl paylaşıyorum?
Bir örnek üzerinden gidelim. Okullar açıldı. Deniz'i uyandırma, hazırlama ve okula bırakma işleri benim üzerimde. Kahvaltı sofrasından kalkıp diş fırçalama, forma giyme faslına geçeceği dakikalarda babası uyanıyor. Ve sohbete başlıyorlar. Deniz konuşmayı çok seviyor. Anlatılanı ilgiyle dinliyor. Gerçekten dikkatini veriyor. Sorular soruyor. Merak ediyor. Tüm bunlar şahane! Ama beş dakika içinde evden çıkmamız gerektiği zamanlarda değil. Çünkü konuşma iştahına kendisini kaptıran kızım giyinmeyi unutuyor. Elinde diş fırçası yatağın ucuna oturuyor ve babasıyla muhabbete dalıyor. Benim içimden de bir "Hadi Ama Canavarı" çıkıyor. Beni sürekli dürtüyor. "Baksana! Giyinmek yerine lak lak ediyor. Geç kalacaksınız."
Zamanında hazırlanmak ve evden çıkmak benim için niyeyse çok hayati. Orada esneyemiyorum, rahat davranamıyorum. Hemen hadi'liyorum.
Şiddetsiz iletişime göre ne diyebilirim, bir bakalım.
Deniz babanla sohbet ederken giyinmediğini ve dişlerini fırçalamadığını görüyorum. Beş dakika içinde evden çıkmazsak okula geç kalacağımızı düşünüyorum. Beş dakika içinde hazır olabilecek misin?
Kulağa fena gelmiyor. Bakalım bir dahaki sefere aklımda tutabilecek miyim?

Deniz'in geri bildirimi ne?
Rica yerine bir talepte bulunduğum her defasında Deniz şunu söylüyor: "Anne sen sabır nedir bilmez misin?" Ya da kısaca "hıh"lıyor.
Geç kalacağız düşüncemi, telaşımı, ricamı ona aktaramamış olduğum için benzer sahneler yinelenmeye devam ediyor.

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum?
Deniz'in saatle işi yok. Saati takip eden benim. O yüzden geçen yıl sabah 8.15'e de alarm koymuş, bunu evden çıkmak üzere bir işaret olarak algılamasını sağlamaya çalışmıştım. Bu yıl çok daha hızlı yürüdüğünü görüyorum. 8.15 hazırlanmak için bizi  sıkıştıran ve güncelliğini kaybetmiş bir uyarı gibi duruyor. Rahatlıkla on, hatta on beş dakika erteleyebiliriz.

Kendimi nasıl değerlendiriyorum?
Güne sakin başlama ve sürdürme konusunda kendimi dürüstçe eleştirebildiğim, değişmeye çalıştığım ve akılcı çözüm önerileri bulmaya çalıştığım için kendimi takdir ediyor, aldığım kararları hayata geçirebilmeyi diliyorum.


Eski günlüklere aşağıdaki bağlantılardan ulaşabilirsiniz.





































































Ölecek kadar büyümedik




"Gülümseyebildikçe yitirmiş saymayız kendimizi."
Othello / William Shakespeare

Bu sözleri okuduğum sabahı hatırlıyorum. Bir kış sabahı. Kızımın okuluna yakın bir kafede oturuyorum. Dışarıda yağmur yağıyor. Gözlerimin takılı kaldığı ekranda havai fişekler patlıyor ve aklıma gülümsemesinden kendi elleriyle vazgeçen bir okul arkadaşım geliyor. Yıllar var, getirmemişim aklıma, birdenbire onu düşünüyorum, neden bunca genç yaşta hayatından vazgeçtiğini... 

Arkadaşım dediğime bakmayın. Beni sevmezdi. Okul bahçesinde ilk karşılaştığımız sabah hiç de dostça olmayan bir tonla "Yeni kız bu mu?" diyerek duyurmuştu kendisini. Ses tonu ve yüz ifadesi benimle didişeceğini işaret ediyordu. Kısa zamanda beklenen gerçekleşti. Hoşlandığı oğlan bana ilgi gösteriyordu. Ben de karşılıksız kalmadım. Rekabet etmek ya da gıcıklığına değil, hoşlandığım için. Bana tutumunu çok da kişisel almamaya çalıştığımı hatırlıyorum. Eski günleri bugünkü bilinçle izah etmek doğal olarak epey yanılgı payı içeriyor biliyorum ama lise bahçesinden ona dair olumsuz bir yükle ayrılmadığıma da eminim. ÖSYM bizi farklı illere, fakültelere yolladı ve günün birinde gazete sayfalarında fotoğrafına rastlayıncaya kadar ondan ne haber aldım ne de gördüm. 

Aramızı açan oğlan İstanbul'da yeniydi o günlerde. Birbirimizden hoşlanmıyorduk artık ama arkadaşlığımız da sürüyordu. Onu arayıp haber verdiğimi hatırlıyorum. Üzerinde pek durmadı. Ev yerleştiriyordu. Birkaç eski arkadaşı daha aradım. Lafladık. Ne denli koptuğumuzdan bahsettik, daha sık bir araya gelme arzumuzdan... Ah zamanı bir yettirebilseydik! Yalandı oysa. Telefonu kapatırken daha birbirimizi aramayacağımızı biliyorduk. Çünkü zamanı başkaları için arttırıyorduk, birbirimiz için değil. Başka başka yollar, insanlar çağırıyordu bizi. Teğellemenin yolu yoktu, belli ki gereği de... Aynı sıraları paylaştığımız çok genç bir insanın kaybına üzülüyorduk yalnızca. İşte bunda çok samimiydik. Ölecek kadar büyümemiştik çünkü. 

Kıpır kıpır kalem


Bir kıpır kıpır kalem uçuşuyor defterin sayfalarında. Kasvetli, sıkkın kelimelere boğulmuş defteri rengârenk boyuyor. Aslında yalnızca pembeye. Mürekkebin rengi pembe, ucu ince. Ele güzel oturuyor, akıyor, sayfada hiç takılmadan ilerliyor. Yazan elin bir amacı yok. Sadece sayfalar dolsun istiyor. Elindeki (kötü olduğunu bildiği) taslağı sündürüyor. Yersiz benzetmeler bulup buluşturuyor, gündelik hayattan kesitler katıyor, siyasi dokundurmalar… Kalın, ele avuca gelir bir şey şimdi defter. Sıkıcı, yenilik ihtiva etmeyen sözlerle dolu. Dahası ne üslubu var, ne atmosferi ne de okuru metnin içine davet eden oyunsu bir yanı. Metnin sıkıcılığını mürekkebin şeker pembesi rengiyle telafi ederim diye düşünüyor. Asıl yazılacak kelimelere kat kat kilit vurmuş. Hikâyeler suskun ve küskün, üst üste yığılı yatıyor. Üzerlerine ölü toprağı serpilmiş gibi, çıkmanın yolunu dahi aramıyor. 
Yazan elin sahibi ne yapacağını bilemez halde dolanıyor. Odası, masasının üzeri dağınık. Kitaplar, defterler üst üste... Nereden başlayacağını bilmiyor, kaynağına bakmıyor. Gözleri sımsıkı kapalı. Kordondan ötesi yok. Kentli kadının iç sıkıntılarından, kişisel gelişim vıdı vıdılarından öteye gitmiyor. Gözleri açılıyor, kapanıyor, açılıyor, kapanıyor. Bir taş bebek gibi, yüzünde aynı aptal gülümsemeyle bir güne daha uyanıyor. Yüzünde hep aynı ifade. Çenesinin ucunda bir gamze. Gamzesinden nefret ediyor. Dudakları ne zaman yukarı kıvrılsa, gamzesi açıyor ve ona yerli yersiz gülümsüyor havası veriyor. 
                                      
                                                       

                                                                                                                       

27 Eylül 2019 Cuma

NASIL YAZIYORLAR? (18)*


Yazarların okuma alışkanlıkları okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. 
Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim.
İşte on sekizincisi: Haldun Taner


Yabancı yazarların anket cevaplarına bakıyorum da‚ hepsi kaprisli‚ şımarık. Yazmaya oturabilmek için türlü şartlar ileri sürüyorlar. Yok beyim sükûnet istermiş‚ deniz kenarında bir hafta sonu evi‚ yok şu boyut kağıt bu marka yazı makinesi‚ yok İskoç viskisi‚yok Bach müziği. Bizim haddimize mi düşmüş böyle lüksler.
Benim ek işim hocalık. Derslerim‚ öğrencilerim hayli vaktimi alır. Bunun yanı sıra çeviriler. Bir sürü fahri kültür ödevi almışız. Yazıya az zaman kalıyor. Onun için gümrükten mal kaçırır gibi kahvede‚ vapurda‚dolmuşta‚hatta yürürken durup ayakta yazdığımı bütün dostlarım bilir. Bunca yıllık yazarım‚ inanır mısınız‚ şöyle kendime ait bir yazı masasına‚ ancak üç yıl önce kavuştum. Üç yıl önceye kadar ya ütü masasında‚ ya yemek masasında ya da bağdaş kurup kucağımda yazardım.
İnsanın içinde yaz benisi olan konular olunca ergeç dışarı çıkıyor. Önce parça parça not alıyorum. Sonra kendiliğinden bunların arası doluyor. Bir bütüne varılıyor. İtiraf edeyim ki‚ bunları hep eski harflerle yazarım. Daktilo başına geçmek‚ bunları ilk düzene koymak safhası. O zaman baştan sona bir solukta çalışmayı tercih ederim. İlk müsveddeden sonra artık yazdığımla uğraşmam. Ancak bir süre sonra soğutup‚ yeniden ele alır‚ bazan büyük‚ bazan küçük değiştirmeler‚ düzeltmeler yaparım. Yazdığım tiyatro eserleri ise‚ prova sırasında yeni şeyler bulur‚ bazan da bu çok daha iyi tabiî çok şeyi çıkarır atarım.
İşte hepimiz bir yazış yolu tutturmuş gidiyoruz. Bitirmeden şunu da söyleyeyim : Hayatını yazmaya adamış‚ başka bir uğraşma zorunda olmadan‚ bütün gününü buna göre ayarlamış‚ mutlu insanlara gıpta ediyorum.
* Kaynak: Ahmet Köklügiller – İbrahim Minnetoğlu, Şair ve Yazarlarımız NASIL YAZIYORLAR, 1975, Sayfa 349 / Haldun Taner"
Bu alıntı öykü yazarı Reyhan Yıldırım'ın sosyal medya hesabından alınmıştır. 

18 Eylül 2019 Çarşamba

Nasıl Yazıyorlar? (17)*

Yazarların okuma alışkanlıkları okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. 
Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim.
İşte on yedincisi: Füsun Çetinel
* Bu metin Kurmacabiyografiler için yazılmıştır.




Bazen Şöyle Başlayabilirim Yazmaya…
Pazardan satın aldığım ağacımsı rokanın yapraklarını yolarken, satıcıya “ama bunlar pek kart,” dediğimi, adamın bana ısrarlı bir sırıtışla, “Bak şimdi abla, bunların tipi böyle. Beğenmezsen valla para almam senden,” cevabını ve bir demet rokayı beş liraya satın aldığımı hatırlar, kendime çok kızarım. Kafamda insanların ikiyüzlülüğüne, yalanına, dolanına, çiğliğine dair bir hikâye belirmeye başlar. Fasulyelerin kılçıklarını ayıklarken, “Acele etme,” diye uyarırım kendimi. “Aklına ilk gelen fikirden ilginç bir şeyler çıkmaz.”  Soğanı ince ince doğrarken, gözlerim yaşarır ve sivri sözcükler ardı ardına delmeye başlar beynimi. Sonra telefona bir mesaj gelir. Bu hafta dersimizi ne zaman yapıyoruz, diye sormuştur öğrencilerden biri. Elim telefona uzanmışken elektronik postalarıma bakarım.  Atölye katılımcılarından öyküler dağ gibi yağmıştır kutuma. Onları ne zaman okuyacağımı düşünür ajandama notlar alırım. Yağ cızırdar, kapı çalar, yayınevinden kitap kargosu gelir. Annem arar sonra.  Doktor maceralarını heyecanla sıralarken kafamda şekillenen hikâyenin çok da kötü olmadığı sonuncuna varır ve karakterlerimin özelliklerini zihnimde tek tek listelemeye başlarım. Tıpası atmış gazlı içecek gibi fokurdayınca, yazma dürtümü durduramam artık; elim titrer, sağda solda kâğıt, defter ararım. O sırada bir yanık kokusu gelir burnuma…
Bazen de…
Her günüm yukarıdaki kadar “sakin” geçmez tabii. Toplantılar, eğitimler, yolculuklar, valiz aç valiz kapalar, söyleşiler, dersler, imzalar, fuarlar. Şanslıyım ki her yerde ve her koşulda uyuyabilir, yazabilir, çalışabilir, okuyabilirim.
Her gece rüya görür, sabah uyandığımda her şeyi en ince ayrıntısına kadar gayet net hatırlarım. Rüyalarda kendi kurgularımın çözülmelerini yaşadığım gibi öğrencilerimin hikâyelerinin de aksayan yerlerini bulurum. Uyurken de düşünür, kurgular, yazarım yani. Uyanır uyanmaz da hemen deftere kaleme sarılırım.
Biriktirerek yazarım
Yürümek benim için vazgeçilmez bir şey, bisiklete binmek de öyle. Hareket halindeyken daha aykırı şeyler düşünüp daha aykırı bağlantılar kurabiliyorum. Sesler, kokular, diyaloglar, bir yüz. Veya yerden topladıklarım; yaprak, vesikalık fotoğraf, sünnet davetiyesi, şiirler, kitap sayfaları… Hepsi işime yarayabilir daha sonra. Metroda, otobüste, uçakta, kafede hatta bazen yürürken bile yazabilirim aklıma takılan sözcükleri, cümleleri, duyguları.
Duşta yıkanırken de epey yaratıcı olabilirim. Sanırım başımın tepesinden akan su düşüncelerimi de berraklaştırıyor bir şekilde. J

“Büyük bir evim, çalışma odam olursa eğer…” demedim hiç.
Deseydim yazamazdım zaten. Evim küçük, çalışma masam küçük. Üçgen şeklindeki minik çalışma alanımda- ancak köşe denebilir belki- yine pek minik bir ekran, klavye, solda ve sağda ancak bir defterin sığabileceği boşluk, masanın arka bölümündeki duvar boyunca uzanan raflarda bir sürü oyuncak, kartpostal, hatıralar... Bu tatlı karmaşa beni rahatlatıp, hikâyeler fısıldıyor.
Yerim ve zamanım çok dar olduğu için; küçük adımlarla, yavaş yavaş, bozarak, çizerek, deneyerek, notlar alarak, fotoğraf çekerek, listeler yaparak ilerlerim. Her gün en az iki saatimi farklı türdeki kitaplara ayırırım; çizgi romanlar, mangalar, resimli çocuk kitapları, şiirler, öyküler. Farklı dillerde okurum. Okuma aralarında yazarım. Durur bir kahve içer, bir şeyler atıştırır yeniden yazarım.
Sık acıkıp az yediğim gibi, sık ama az yazarım. Bir tam gün içinde bilgisayarda yazdığım kayda değer şeyler bir A4 sayfasını pek geçmez.

Defterlerim
En çok defterlerime yazarım. Onlarsız sokağa çıkmam. Harika fikirlerin beni nerede bulacağı hiç belli olmaz. Kimileri boş sayfaların yazarları korkuttuğunu iddia etse de, onlar beni yazmaya teşvik eder. Defterlerim farklı kalınlıkta, renklerde, boylardadırlar. Her gittiğim ülkeden yenileriyle dönerim. Arkadaşlarım, öğrencilerim defter hediye ederler bana. Her çalışma için farklı defter kullanırım. Kimi çizgilidir, kimi kareli veya düz. Cep defteri, çiziktirme defteri, siyah sayfalı defter, harita metod defteri, ayraçlı defter, saman defter, pelür defter…
Sayfalar yalnızca sözcüklerle, cümlelerle dolmaz.  Kartpostallar, dergilerden kestiğim fotoğraflar, biletler, müze broşürleri, ölüm ilanları, kuru çiçekler, böcekler, zarflar, alışveriş listeleri, çizimlerim... Her bir defterin ayrı hikâyesi vardır.
Kalem kutusuz asla!
Kalem kutularımı  “ilk yardım çantası”na benzetirim. İçinde mutlaka farklı renklerde ve uçlarda kalemler, ataçlar, post-it, yapıştırıcı, pratik katlanır makas, seloband ve daha bir sürü ıvır zıvır vardır. Yazma eylemi sırasında bir yazarın her şeye ihtiyacı olabilir.
Kurallarım
Birçok arkadaşım, öğrencim şaşırıyor, “Nasıl yetişiyorsun bu kadar etkinliğe, işe? Sende süper bir güç mü var?” diye soruyorlar. Cevap çok basit aslında. Çok okuyup, devamlı yazabilmek, çalışabilmek için kendime bazı kurallar oluşturdum.
Küçük ev, az eşya, az iş, az sorumluluk, kolay yemek, ütüsüz giysiler, çabuk karar mekanizması, pratik bir yaşam.

14 Eylül 2019 Cumartesi

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri 12


Bilmek isteyen yola çıkar. 
Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.
İpuçlarının çevirisi bana ait.

Şefkatli Ebeveyn İpuçları:
Çocuğunuzla aranızdaki kalpten işbirliğini ve bağlantıyı arttırmak için aranızdaki iletişim iki yönlü bir sokak gibi olmalıdır. 
Gelecek hafta, çocuğunuzla aranızdaki iletişimin akışına dikkat edim. Tek yönlü mü, yoksa çift yönlü mü? Konuşmanın çoğunu siz mi yapıyorsunuz? Çocuğunuzun bazen sizi dinlemediğini dahi fark ediyor musunuz? 

Haftanın mindful alıştırması 
İletişiminizi daha iyiye dönüştürecek bir desteğe mi ihtiyacınız var? 
Bazen içinde bulunduğumuz durumdan kurtulmak için daha büyük bir alet çantasına ihtiyaç duyarız. Böylece gün ne getirirse getirsin, duygularımızla, ihtiyaçlarımızla bağlantıda kalmak için daha donanımlı oluruz. Bunun için Sura Hart ve Victoria Kindle Hodson'un kitaplarından faydalanabilirsiniz. 

Ben ne düşünüyorum?
Öncelikle 11. ve 12. haftanın ipucunun aynı olması beni şaşırttı. Hata mı yaptım, iletileri mi karıştırdım diye yeniden e-postalara döndüm, baktım. Bir hata yok. Aynı mesaj iki kere iletilmiş. O halde bu mevzu üzerine yeniden düşünelim. 
İpucunda önerilen ikilinin kitaplarından biri Saygılı Anne Baba Saygılı Çocuk dilimize yeni çevrildi. Okumak, akla yatan, aile pratiğimize uyan tavsiyeleri uygulamaya başlamak mümkün. Edebiyat kitaplarından başımı kaldırabilirsem belki ben de okuyabilirim ama işin doğrusu bu tür self help kitaplarının dilini (çoğu zaman) fazla yüzeysel ve yapay buluyor, edinsem dahi biraz okuyup bir kenara bırakıyorum.

Deniz'le nasıl paylaşıyorum? 
Hadi dürüst olalım. Aramızdaki iletişimin özellikle tek yöne indiği anlar:
Evden çıkmak üzere hazırlanmak (Dış ses: hadi geç kalacağız.)
Uykuya geçmek (İç ses: hadi ama daha yazı yazacağım, uykusuz kalmak istemiyorum.)
Sorularıma geç yanıt almak (Beklemek yerine soruyu tekrarlıyorum. Düşünüyor, seçim yapıyor olduğu ihtimalini göz ardı ederek soruyu yinelemek sayfa açılmadığı için internet explorer ikonunun üzerine defalarca tıklamak gibi görünüyor ama yapıyorum çünkü beklemekten sıkılıyorum çünkü evle ilgili işleri bir an evvel bitirmek ve kendime zaman ayırmaya başlamak istiyorum.)
Sipariş verirken yavaş davranması (Garsonu bekletmekten rahatsız oluyorum, utanıyorum.)
Bu tür durumlar karşısında onu hızlandırmaya çalışmak, seçimini, tercihini belirlemesine saygı göstermemek, sırf kural koyucu ben olduğum için gücü üzerine kullanmak gibi görünüyor. Bunun farkına varıp beni rahatsız eden yavaşlığın  yol açtığı duygusal karmaşayı ve karşılanmayan ihtiyaçlarımı anlattığımda Deniz'den çok olgun dönütler alıyorum. Yine de iletişimi bu yönden ilerletmek bazen beni rahatsız ediyor ve doğal olmayan bir diyaloğun içine düşmüşüz gibi hissediyorum. Şiddetsiz iletişim dili bazen çok yapay geliyor bana, dublaj Türkçesi gibi.

Deniz'in geri bildirimi ne?
Deniz (bilerek ya da yanlışlıkla) eylemlerinin yol açtığı hataları örtbas etmeye, suçu başkasına atmaya çalışmıyor. Eylemlerinin sonuçlarına katlanıyor. Pek çok yetişkin seçimlerinin olağan sonuçlarına katlanmaktan çekinirken, kıvırırken Deniz'in bu dümdüz duruşuyla gurur duyuyorum.
Önyargılı davranır, onu dinlemeden bir varsayımda bulunur, çıkarsama yapar ve ona göre bir tepki verirsem sessiz kalmıyor. Kendini ifade etmeye çalışıyor. Ağlıyor, susuyor, isyan ediyor ama kendini duyuruyor. Her neslin kendi ebeveynleri üzerinde değiştirici, dönüştürücü gücü var. Şimdi dinleme sırası bende.

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum?
Yukarıda yazdığım itiraflar üzerine düşünmek beni rahatsız ediyor, utandırıyor. Kendimi yeterince iyi bir anne gibi görmüyorum. Bunun farkında olmak bile yeterince iyidir belki. Ve bazen kötü anne olmak da gerekebilir. Tırtıl yavrusu kozanın içinden tek başına çıkar. Civciv yumurtanın kabuğunu saatlerce kendi başına kırar. İyi annenin gölgesi her daim çocuğun üzerindeyken nasıl büyüyebilir?

Kendimi nasıl değerlendiriyorum?
Deniz sınıf başkanlığı seçiminde ikinci tura geçecek oyu alamadığı için üzgündü. Dahası sınıfa yeni gelen bir kızın üçüncü tura kadar çıkması karşısında şaşkındı. Oy kullanırken insanların tercihlerini yalnızca sevgiye, popülariteye göre yapmasını tuhaf buluyordu. İyi bir başkan olacağını düşünüyordu çünkü kendisini adil olarak değerlendiriyordu ve gücü elinde bulundurduğunda arkadaşlarını kayırmayacağından, herkese hakkaniyetli yaklaşacağından emindi. Deniz'e bunu sorgulamayı, kıyaslamayı verebildiysek daha ne isterim! 

Eski günlüklere aşağıdaki bağlantılardan ulaşabilirsiniz.













12 Eylül 2019 Perşembe

Küçük Bir Dünya


fotoğraf: Martin Parr

Bir fotoğrafın düşündürdükleri:

Fotoğrafın adı Küçük Bir Dünya çünkü Akropol'ü görmek için binlerce mil uzaktan gelen Uzak doğulular var. Sırtlarına Akropol'ü almışlar bu ânı kaydediyorlar, oradaydım, ben de gördüm diyebilmek için sırtlarını anıta dönüp kendi varlıklarını, onun önünde perçinlemeye çalışıyorlar. Taşların ölümsüzlüğü onlara bulaşacakmış gibi diyar diyar geziyorlar. Oysa taşlar da ölümsüz değil. Dinamitle patlatılıyor, yola gidiyor, baraj suyuna gömülüyor. Burada, taş da olsan, insan da varlığın sessizliğine, dikkat çekmemene bağlı, çıkar üzerinden şu yazılamaları...

Ne diyordum? Bu fotoğrafta turistler var, batılı ve Uzak doğulu turistler... 

Bu turistler, bir yıl boyunca bu ve benzeri birkaç tatil için çalışır. Erken kalkar, düzenli yaşar, her şeyini planlar, burada bir yıl boyunca kendinden esirgeyeceği bir tabak yemek, bir kadeh şarap için asıl rutinlerinde kendilerinden kısar da kısarlar... Sonra da turist rehberine girmiş tüm noktalara el değerler, yalnızca elleri değer, ruhlarına işlemez, bilirler o yüzden fotoğraflara kazımaya çalışırlar. 

Görülmeye değer yerlerin peşine gelmişler. Çünkü insan ölümlü, dünya üzerindeki yaşamı sınırlı. O yüzden telaşla görülmeye değer yerler görür, bu anları birbirine ekler, çoğaltır. Böylece gün gelip bu dünyadan göçeceğini hissettiğinde attığı çentiklerin çokluğuyla ölçer yaşamının değerliliğini. 

Uçakla gelmişler. Hız önemli. Görülecek, işe dönülecek, karanlıkla çıkılacak, karanlıkla dönülecek ve  şanslıysa bir sonraki sene tekrar yeni bir çentik atmak üzere, yeni bir tatile gidilecek. 

Yeni bir yer görme isteği, keşfetme ihtiyacı, boşa geçirilmemiş bir hayat yaşıyorum diyebilme arzusu, yeni tatlar, monoton hayata vurulacak bir tutam canlı renk, döner dönmez solacağını bileceğin iki sıcak sarılma... İşte bu yüzden her yıl bunca insan yollara düşer, gezegeni bir uçtan bir uca kateder. 

Arkadaki bina Acropol. Antik Yunan'ın en önemli eserlerinden birisi. Sembol bir anıt, Eyfel gibi, Özgürlük Anıtı gibi, gitmeyenlerin bile bildiği. Arkada neyin yükseldiğinin bir önemi yok. Birilerinin taktığı etiketlerin peşinde geçen hayatta üzerine takmak istediğin etiketlerin peşine düşmüşler. Bir portfolyonun içinde kartvizit gibi biriktiriyorlar geçen tatil günlerini. 


11 Eylül 2019 Çarşamba

NASIL YAZIYORLAR? (16)*

Yazarların okuma alışkanlıkları okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. 
Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim.
İşte on altıncısı: Onur Çalı
* Bu yazı Kurmacabiyografiler için yazılmıştır.



Nasıl yazıyorsun sorusuna çok kısa, kestirme bir yanıt verilebilir. Bu soru, başka sorularla çoğaltılabilir de: Neyi nasıl yazıyorum? Hangi araçları (bilgisayar, kalem-kağıt, cep telefonu, tablet, harita metot defter) kullanarak yazıyorum?
Burada yazmaktan, “yaratıcı” sınıfına giren metinleri anlamamız gerektiğine varıyorum. Çünkü resmi yazı yazmak, birine bir not bırakmak, dilekçe yazmak, apartman girişine “uyarı” yazmak… bunlar da yazmak!
Ben bilgisayar(l/d)a yazıyorum. Bilgisayarım yanımda yoksa ve yazmam gerekiyorsa (yazmak için güçlü bir dürtü gelip kapıma dayanmamışsa yazmam, ödev gibi her gün yazının başına oturan bir yazar değilim ben) not defterime notlar alırım. Alırım almasına ya, o aldığım notları bilgisayarda temize çekmedikçe de yazmış saymam kendimi.
İlkokul üçüncü sınıftayken bir çocuk dergisinde yayımlanan “şiirimin” üzerinden çeyrek asır geçtiğini düşünürsek (korkmayın, öyle 25. Yıl kutlamalarına filan girişecek değilim) bu süre içerisinde yazdığım dişe dokunur metinler ağırlıklı olarak öykü ve dünlük türünde.
Dolayısıyla soruyu bir kez daha çoğaltacağım: Öykülerimi nasıl yazıyorum? Dünlüklerimi nasıl yazıyorum?
Öncelikle bilmeyenler için tercüme edeyim: Benim dünlük dediğim şey, Salâh Birsel ve Tomris Uyar’ı pirlerim kabul ederek dört sene önce yazmaya başladığım metinler. Aydın havası yapacak olursak, deneme-günlük karışımı metinler diyebiliriz dünlükler için.
Çok yazdığım için olsa gerek dünlükleri yazarken kendimi daha rahat hissediyorum. Gece gündüz demeden, çevremde insan var mıymış yok muymuş bakmadan yazabiliyorum dünlükleri. İş ki birileri benimle zorla sohbet etmeye kalkmasın.
Burada bir parantez açmakta fayda var: Zengin olmayan (çalışmak zorunda olan) ve yazma uğraşına emek vermek konusunda hevesli ve kararlı olanlara eminim tanıdık gelecektir. Yolu, öğle arası, akşam eve dönüşüyle birlikte kabaca 12 saatim (günün yarısı!) ekmek parası için çalışmakla geçiyor (ülke şartları düşünüldüğünde yine de şanslı olduğumu da biliyorum, en azından haftasonları benim). Uykuyu, zorunlu gündelik meşguliyetleri de düştüğünüzde, günün 24 saatinden yazmak için elinizde kalan kuş kadar bir şey, taş çatlasın birkaç saat. Okumayı da bu birkaç saat içinde yapacaksınız tabii. Yani durum bu kadar vahim.
İşte bu ahval ve şerait altında, benim yazmak için “yer, zaman, sessizlik, müzik, bir kadeh şarap, bir bardak çay” gibi şartlar aramam lükse girer. Fırsatını bulduğumda yazarım. Yazmaya başladıktan sonra rahatsız edilmek istemem. Ben hayatımı kimseye faydası olmayan bu zevkim için düzenlemişsem, (bayat bir tartışma gibi görünebilir ama) çocuk sahibi olmamayı seçmişsem, başka geleneksel angaryalara gönül indirmemişsem çevremdekilerin de buna itinayla yaklaşmasını, elbette, beklerim. Arkadaş, akraba düğünleri, sünnet törenleri gibi katılmam beklenen diğer davet ve merasimlere icabet etmediğim olur (garip gelebilir, ama bilhassa “kasaba çocuğuysanız” bu davetler epey bir yekûn tutar). Yazmaya ve okumaya ayırdığım zamanı bir aslanın yattığı yeri koruması gibi korumaya çalışırım. Yazmak ve okumak için işten ve diğer herkes ve her şeyden çaldığım vakitleri hırsızlık olarak görmem. Yeter ki sağlık sorunu olmasın.
Böyle yazınca çok hırslı biri gibi göründüğümün farkındayım. Oysa kazın ayağı öyle değil. Ben sadece okumaktan ve yazmaktan çok zevk alan bir heveskârım. Yazmak bana kalırsa bir zevk ve heves işidir. Nedir, bu hevesi ve zevki ciddiye almamız gerekir. En azından ben, almaya çalışıyorum.
Bütün bunları yazmadan, şöyle de yanıtlayabilirdim en baştaki soruyu: Hevesle yazıyorum!
Onur Çalı