31 Ekim 2020 Cumartesi

Kelimelerle Oyun:2

 

Anahtar kelimeler: mavi çizgi dalga neşe yıldız gri kare gök gürültüsü korku şimşek 

Küçük bir kız... Mavi bir yıldız çizdi kağıdın ortasına bulut niyetine. Ve annesine baktı neşeyle. Eğildi kadın. Öptü kızı geniş alnından. İçi dalgalandı küçük kızın ve kaydı uykunun hafif dalgalı kollarına. Uyku karabasan gibi çökerken odaya, gökyüzü grileşti, gümbürdedi, şimşek aydınlattı içerisini. Küçük kalbi gümbür gümbür çarptı korkuyla ve saklandı masanın altına. Bazı günler gökyüzü erken kararır. Buz erken biter, sofra kurmak uzun sürer ve şangırdar camlar, dağılır parçacıklar. Ağlar çocuklar ve kadınlar. Sarsılır duvarlar. Kömür karası yürekler yumuşamaz. Yumruklar açılmaz. Pişmanlık yuvalanmaz ve öfke yerin dibine girmez. Utançta yarılır tüm tanıklar, koltuklar ve de duvarlar, halılar, sofalar ama kare bir duvar , üçgen bir saat, yuvarlak bir saat... Yarım kalan yazılar...

30 Ekim 2020 Cuma

Evden Uzakta... Bir Ormanın Kıyısında...

Aylar sonra ilk kez bir oteldeyim. Asansörden odaya doğru ilerlerken sırtımızı denize döndüğümüzü fark edince biraz hayal kırıklığına uğruyorum. Kasabaya bakmak yerine denize bakmayı tercih ediyorum ancak bina, her odaya deniz manzarası verecek şekilde konumlanmış. Dolayısıyla bizim de payımıza havuz ve deniz manzarası düşüyor ve de dalga sesleri... Suyu görmenin üzerimde rahatlatıcı, keyif veren bir etkisi var. Yakında deniz gören bir balkondan çıkıp ovaya bakacağıma inanamıyorum. Öyleyse bu satırları yazarken yerleştiğim koltukta, sık sık başımı kaldırmalı ve Karadeniz'in ona biçilen hırçın sıfatına inat, çarşaf gibi sularına bakmalıyım. Gözlerimi açtığım ve ilk yedi yılımı geçirdiğim Karadeniz kenti dışında çoğunlukla (üç yıl hariç) boğaz kıyılarında yaşadım. Dolayısıyla gözüm şu anda önümde uzanan engin, açık deniz manzarası yerine yıllarca ama yıllarca karşı kıyıyı gördü. Bu kadar uzun süre ama karşı kıyının, ama bir ada parçasının suların içinden dikilerek denizin enginliğini kesmesi insana o insan olmaya has, ne yapsa üzerinden atamayacağı kısıtlılığını hatırlatıyor galiba. 

                                                                                     *

Bugün öğle saatlerinde longoz ormanının derinliklerine doğru kürek çekerken aniden bastıran sağanak da bu kısıtlılığı fark etmeme yol açıyor. Kendi yarattığımız medeniyetin uzağına çıktığımız anda, doğanın içinde ne kadar zayıf olduğumuzu ve kontrol gücümüzün ne denli az olduğunu... Henüz kürek çekme ritmini tutturmaya, kanonun yönünü ayarlamaya çalışırken başlayan ve giderek hızlanan yağış karşısında artık dönülmez noktadayız. Geri dönemeyecek kadar uzağız kıyıdan ve ilerlemek dışında bir seçeneğimiz yok. Orada su longoz ormanının içine doğru akıyor, durgun ve dalgasız... Yüzeye düşen yağmur damlaları yukarı doğru zıplıyor ve olduğu yere geri düşüyor. Yere düştüğü noktada su uzuyor, kısalıyor ve birbiri içine geçmiş daireler merkezden uzaklaşıyor, tüm yüzey aynı hareketi kusursuz bir benzerlikle tekrarlıyor. Nedenini, nasılını bilmiyorum ama bu tekrarın insanı büyüleyen bir yanı var. Hızla aşağı, hop bir adım yukarı... Bir damla, iki damla, on damla, yüz, bin, on bin... Yalnızca bu da değil. Şimdi bu saatte bile gözlerimin önünde aksi suya düşen bulutlar ve de ağaçlar... Yaşamak için her ne kadar medeniyete ihtiyaç duysak da, kendimizi en huzurlu saydığımız anların doğanın içinde olması hiç de boşuna değil.

Kelimelerle Oyun:1

 

Anahtar kelimeler: Kırmızı alev çıtırtı öfke deniz feneri mavi çizgi dalga neşe yıldız 

Kırmızı bir alevdi öfkesi 

Teninin altında çıtırdayan 

Deniz mavi ve çizgili 

Uzak bir deniz feneri 

Onu neşeye çağıran bir yıldız 

Dalgalarla uzaklaşmakta 

Şiir ne zor, safi simge. Üzerinde oynanmalı, düşünülmeli. Yapamam ben, diyor içimde bir ses. Sen kim şiir yazmak kim diyor. Afili kelimeleri bir araya getirdin de şiir mi oldu, diyor. Diyor oğlu diyor, diyor kızı diyor. Hep bir yetersizlik içimdeki. Nereden başladığı ve neden bitmediği belli olmayan. Yoksunluk tenimi, zihnimi yakan kan kırmızı bir öfke. Uzakta ve dalgalanmakta. Oysa neşe topları gibi atılmıştık hayata meraklı, oyuncu ve hevesli. Denizin mavisi, güneşin sarısı, portakalın turuncusu, can eriğin yeşili hepsinin içinde sarmalanmakta. Nerede bütün renkler? Nerede sarı, turuncu, mavi, yeşil? Neden yalnızca kırmızı yaklaşmakta bana? Sıcak ve boğucu. Yıldızsız bir gecede neşesini kaybetmiş çocuklar gibiyiz. Günün aydınlanmasını ve renklerin bir bir belirmesini bekliyoruz. Dalgaların sesi ayağa kaldırıyor her birimizi. Kumların üzerinde yol alıyoruz. Çakıl taşları paralıyor ayak tabanlarımızı ki onları oluşturan mineraller parlamakta. Yıldız yıldız olup tuzlu suya akmak istiyor bedenim çakılların üzerinde yuvarlanıyorum, suya, rüzgara ve sıcaklığa bırakıyorum kendimi tel tel parçalanmaya, un ufak olmaya ve çoğalmaya. 



28 Ekim 2020 Çarşamba

Ekimden kalanlar...

Pandemi üzerine

Pandemide yedi ayı geride bıraktık. Uzunca bir süre hep uzaklarda, fiziki mesafesini korumayan, önlem almayan kimselere bulaşacağını düşündüğümüz, inandığımız virüs giderek yaklaşıyor. Bizzat tanıdığım iki kişi ve bir arkadaşımın annesi babası virüse yakalandı. Artık çember daralıyor diye düşündüğüm, mevsimsel grip vakalarının artışa geçeceği günlerde yeniden eve kapanmayı, önlemleri arttırmayı düşünürken (yaklaşık bir ay kadar önce) Sağlık Müdürlüğü'nden arandım. Bir hafta önce temas ettiğim bir kişi pozitifti ve kendimi ev karantinasına almam söyleniyordu. 

Birkaç telefon görüşmesinin ardından sağlık personeli olduğum için temasın üzerinden yedi gün geçtiğinde pcr testi yaptırabileceğimi, sonuç negatif ise ev karantinasına gerek olmadığını, çalışabileceğimi öğrendim. Kişisel korunma ekipmanlarını ihmal etmediğim için virüsün bulaşmış olduğuna pek ihtimal vermesem de pandemi hastanesinin yolunu tuttum. PCR testi için örnek vermek katlanılabilir ancak biraz nahoş bir deneyim. Örneği verdikten sonra bekleyiş süresi başladı. Bu süreyi evdekilerden uzak durarak, maske takarak, masanın bir ucuna, uzağa ilişerek geçirdim. Kendimi bir haftalık ev karantinasına hazırlamışken gece test sonucumun negatif çıkmasıyla ertesi gün yeniden işbaşı yaptım.

Şimdi okullarda yüz yüze eğitimin başlaması, vaka sayılarının geçen yılı aratması üzerine tedirginliğim yeniden yükselişte. Hadi hayırlısı... 

Biten yaz mevsimi üzerine

Yaz mevsimini arkamızda bırakıp güzü karşıladığımız günlerin içinden geçiyoruz. Hava henüz çok da soğumadı. Giysi seçimleri değişti. İnce bir hırka, şort yerine pantolon, sandalet yerine kapalı bir ayakkabı... Sabah serinliğinde evden çıkıp akşam dönenler için güz başladı. Öğle saatlerinde dışarı çıktığımızda ise yazın geride kaldığını kolaylıkla unutuyoruz. Öylesi günler işte. 

Geride bıraktığımız yazın yorgunluğu var üzerimde. Yeni bir mevsimi karşılamanın ağırlığı, başımı koyup uzun uzun uyuma isteği. Dinlenme ihtiyacımı tam anlamıyla gideremezken yeni, hibrit okul programına adapte olmaya çalışıyorum. Haftada beş gün online derslerle başlayan öğrenim yılı, iki gün yüz yüze, bir gün online olmak üzere sürüyor. Online derslerin olduğu günler çocukların hâli evlere şenlik. Tenefüslerde, öğle tatillerinde sanki bahçedeymiş gibi online platformda sohbete devam ediyor, tabaklarını ekranın karşısına koyuyor beraber yemek yiyorlar. Çocukların uyum yeteneği belki bizimkinden yüksektir bilemiyorum çünkü ben zamanı yakalayamadığımı, ipin ucunu kaçırdığımı düşünüyorum. 

Hareket etmemek üzerine

Sabahları erken uyanmak, güne yogayla başlamak eski bir rüya sanki. Zahmet isteyen alışkanlıkları oturtmak ne zor. Yalnızca bir gün yapmadığında onca emek hop diye uçuveriyor havaya. Oysa Süper Yaşlı kitabını okurken kendime yeni sürdürülebilir beslenme ve hareket etme alışkanlıkları oturtmaya çalışırken ne kadar da motive hissediyordum. Şimdi eve gitmek, perdemi çekmek, loş odada uyumak ve uyumak istiyorum. Bir kış uykusuna yatar gibi uyumak, sermek önüme kelimelerimi ve onlardan yeni hikâyeler örmek istiyorum. Geçen ay sonunda ilk kez bir grup okurla buluştuk zoom üzerinde. Öykü yazarı Tunç Kurt'un beşinci yıla varan okuma grubuyla Kendisiymiş Gibi'yi konuştuk. Her bir üyenin kalbine dokunan yerleri dinledim. Pandemi nedeniyle fiziksel olarak okurla buluşma imkânı ortadan kalktığı için bu buluşma benim için ilkti. Bir saatlik sohbetin tadı damağımda kaldı, anısı hoş bir seda şimdi. 


24 Ekim 2020 Cumartesi

Sibop Üzerine Okuma Notlarım

Bu aralar öykü yazamadığımdan mütevellit okuduğum kitaplar üzerine daha çok söz söylemek istiyorum ama aynı yazmanın yazmayı çağırması gibi yazmamak da yazmamayı çağırıyor.  O halde umduğum gibi yazamayacağım koşuluyla başlayayım ve maddeler halinde ilerleyeyim. 




0
Bu ara aynı anda pek çok kitabı okuyorum. Kimisi sevdiğim halde yarım kalıyor, kimisi yavaşlayarak da olsa bitiyor. Bu sürüncemeden kendini sıyıran bir roman oldu Sibop. Başar Başarır'ın öykü kitaplarının ardından gelen ilk romanı Sibop, benim de okur olarak Başar Başarır'la tanışma kitabım. 
1
Sibop 2017 Yunus Nadi Roman ödülünü almış bir yapıt. Başarır bir önceki öykü kitabı Teklifinizle İlgilenmiyorum ile 2014 Yunus Nadi Öykü ödülünü almış. Üst üste ülkenin en saygın edebiyat ödüllerini alan yazar, bir söyleşisinde (nerede denk geldiğimi şu an anımsamıyorum) ona yöneltilen (mealen yapıtlarıyla yeterince ilgilenip irdelendiğini düşünüp düşünmediğine dair) soruya bunun kendisi için geçerli olmadığını, çoğunlukla pek çok yazar için de durumun benzer olduğunu söylüyordu. Yirmi beş yılını yazarak geçiren, ödüllü bir yazarın dahi bunu hissetmesi ve dillendirmesi epeyce hayal kırıklığı yaratıyor. Yazan insan, edebiyat denilen kuyuya bir taş atar ve bekler ki çınlasın. O beklediği ses çoğu zaman gelmez, gelenler ise çoğu zaman arka kapaktan devşirilmedir ya da yazan kişinin okurluk beklentisine uyup uymamasıyla inşa edilen bir güzelleme ya da karalamadır ancak çoğu zaman yapıtın sahibinin içinden işe yarar bir şey çıkarması mümkün değildir. Kitaptan alıntılanan bir cümle, afili bir poz, kitabın kendisinden çok daha fazla beğeni ve yorum alırken insanın aklının tutulmaması pek mümkün değil. Bildik sosyal medya yorgunluğu diyelim ve geçiştirelim. 
2
Gelelim Sibop ile karşılaşmamıza. Parşömen Sanal Fanzin'de Aysun Kara'nın yazdığı değerlendirme yazısı, Yunus Nadi Roman Ödülü derken dikkatimi çekmiş, hiç okumadığımı fark etmiştim ama ne derler bilirsiniz: Okumak istediklerimiz daima okuyabileceklerimizin fersah fersah ötesinde. Bu, ötelenen karşılaşma Nilüfer Belediyesi'ne ait Nilüfer Kütüphaneler bünyesinde çevrimiçi gerçekleşen Edebi Kazılar etkinliğiyle gerçekleşti. İlk kez orada dinleme fırsatı bulduğum Başarır, "Kalemin başını bazen kafiye çeker," diyerek kelimelerle, dille derdi olduğunu, dile meftun olduğunu ima ediyordu. Roman da tam olarak bunu doğruluyor. Argodan, ironiden, sözcük çeşitliliğinden yana gerçekten zengin bir anlatı Sibop. Buna kahramanları, olay örgüsüne dahil olan durumların çeşitliliğini de ilave etmeliyiz. 
3
Romanlarda pek sık rastlamadığımız içindekiler bölümünün hikâyesi ise şu
Başar Başarır bir önceki öykü kitabı Teklifinizle İlgilenmiyorum'un yayımlanmasından sonra üzerinde çalıştığı bir metin, öykü formuna sığmaz ve hacmi artar. İçindekiler tablosu öykünün yazım aşamasında kendisi için elinin altında tuttuğu, yazım sürecini kolaylaştırmak için hazırladığı zaman ve kişiler çizelgesi iken anlatı uzadıkça uzar, bu çizelge de romana dahil olur.  
4
Sibop üç koldan ilerleyen bir anlatı. Bir yanda romana adını veren Sibop Orhan'ın Facebook üzerinden Aslı ile tanışması ve onların yıldırım aşkıyla birbirlerine tutulup evlenmeleri, bir yanda Aslı'ya kalan bir miras meselesi yüzünden etik dışı davranmayı da göze alarak onu ikna etmeye, korkutmaya çalışan bir avukat ve buradan açılan polisiye, merak unsuru zengin, sürükleyici bir hikâye ve günümüzde bu olayın patlak vermesine yol açan Aslı'nın ölmüş babası Kerim'in hikâyesi. Tüm bunlar birbirine bağlana, ulana romanı ilerletiyor ve toplumsal bellekte yer bırakan yapı taşlarının kentsel dönüşüm kisvesi altında yok edilmesinden, estetik ve hikâyesi olanların yıkılıp yerlerine bir örnek beton ucubeler dikilmesine, yolu kısaltmak için eski mezarlıkların üzerine asfalt dökülmesinden, köprü inşaatı için ormanların kesilmesine vicdanımızı, gözümüzü, aklımızı rahatsız eden ne varsa bir bir gözler önüne seriyor. 
4
Olaylar kronolojik sırada ilerlemiyor. Günümüzde geçen bölümlerin anlatıcısı Sibop Orhan. Bu bölümlerde kullanılan dil daha çok argoya, gündelik dile yaslanıyor, kahramanın iç sesi de hayli baskın. Başar Başarır'ın söyleşide dediğine göre, genç okur öyle konuştuğu halde romanın bu bölümlerini yadırgamış. Bana samimi ve içten geldi. Başar Başarır, argoyu, sokak dilini kullanırken oldukça rahat. Dilin kurallarını bozmaktan çekinmiyor, keyifle kendisini okutuyor. 
 
5
Kerim Uluğ'un hikâyesinin anlatıldığı, 1960lı yılların sonunda başlayan bölümlerde ise Tanrı yazar anlatıcı tercih edilmiş. Aslı'nın babası Kerim Uluğ ölmüş olsa da romanın omurgasını oluşturuyor. Şiir de yazan, tiyatro meraklısı bir genç olan Kerim Uluğ Yüksek Ticaret'ten ayrılır ve kendisi gibi oyunculuğa meraklı bir arkadaşıyla özel bir tiyatroda iş bulur. Kerim Uluğ, dava adamıdır, prensip sahibidir, daha adil bir dünya özlemi içerisindedir. Birlikte çalıştıkları tiyatro içerisinde herkesin emeğiyle orantılı hisse sahibi olmasını arzu etmektedir. Çalışanları örgütlemeye çalışsa da ilk girişimi boşa çıkar, kendisini kapının önünde bulur. Birtakım tesadüfler sonucunda Yeşilçam'da tutunur, evlenir ve bir kızı olur. Yıllar evvel birlikte çalıştıkları ekibin daveti üzerine tiyatroya döner ve bu defa şartlarını kabul ettirir. Yıllar sonra Aslı'nın peşine takılan adamlar da tiyatro binasını yıkıp yerine AVM yapmak isteyen bir inşaat grubudur. Firma küçük hissedarları ama tehditle ama parayla ikna edip bir an evvel binayı yıkmak ve işe koyulmak ister zira büyük hissedarın kızı çantada kekliktir. 
Kerim Uluğ yaşamasa da, geçmişte yaşadıkları romanın nedensellik bağı açısından önemlidir ve anlatıda epey yer tutar. 
5
Sibop, Orhan'ın lakabıdır. Ortadan kaybolan karısı Aslı'yı ararken bir başka roman kahramanı tarafından takılır, o da üzerine dikilmiş kıyafet gibi alır giyer. Orhan, ablasının gölgesinde kalmış, Hukuk Fakültesi'ni bitirip avukatlık stajı yapsa da mesleğini hiç yapmamış birisidir. Sık sık ölmüş anne babasının seslerini duyar zihninde. Yokluklarında bile Orhan'ı hizaya sokar, ona sık sık Osman değil, Orhan olduklarını duyurmayı başarırlar. Osman Bey, Osmanlı Devleti'ni kurarken, Orhan sadece Orhan Bey olarak kalmıştır. Bizim Sibop Orhan ise Aslı sayesinde, Osman'lık mertebesine geçemeyecekse de daha iyi bir insan olma çabasını sürdürecektir. Bu büyüme hikâyesine eşlik etmekten, Başar Başarır'ın dilbazlığına tanık olmaktan bence hoşlanacaksınız. 



19 Ekim 2020 Pazartesi

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 30

 Bilmek isteyen yola çıkar. 

Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.
İpuçlarının çevirisi bana ait.

Şefkatli ebeveyn ipuçları
İhtiyaçlarınızı ifade etmek, yapılabilir bir şey için ricada bulunmak, çocuğunuzun ihtiyacınızı karşılamak için yardım etme olasılığını arttıracaktır. 
İsteğinizi belirginleştirebilir misiniz? İstediğiniz yardımı alamıyorsanız kesin ve yapılabilir bir şey istediğinizden emin olun ve kontrol edin. 

Haftanın mindful alıştırması 
"Evin içinde daha çok yardım istiyorum" gibi bir ihtiyacı dile getirmek yerine somut ve belirgin bir şey isteyin. Örneğin: "Benimle şimdi yirmi dakika mutfağı temizlemek ve birlikte nasıl yaptığımızı görmek ister misin?"

Ben ne düşünüyorum?
Çocukların dilsel becerileri her geçen gün artsa da bize göre daha sınırlı. Özellikle kapalı anlatım onlara çok da bir şey ima etmiyor. Zihnimizin içinden geçenleri tahmin etme imkânları da olmadığına göre dile gelen kelimelerin ötesini kavramaları ve davranışlarını buna göre belirlemeleri mümkün değil. Öyleyse Haldun Taner'in yazın konusundaki "açık seçiklik, sadelik yazarın birinci nezaket borcudur" tavsiyesini ebeveynliğe de uyarlayalım ve çocuklarımızın karşısına açık seçik, sade, net bir dille çıkalım. 

Deniz'le nasıl paylaşıyorum?
Elimden geldiğince belirgin ricalarda bulunmaya çalışıyorum. "Halının üzerindeki çoraplarını kirli sepetine atar mısın? Kirli olmayan, yeniden giyeceğin kıyafetler dolabına asar mısın? Bunu yapmaya üşeniyorsan sandalyenin arkasına düzgünce koyarsan ben senin için asabilirim." net isteklerle ev işlerine katılımını beklediğimi gösteriyorum. 

Deniz'in geri bildirimi ne? 
"Odan çok dağınık,", "Çok yorgunum" sözleri kolaylıkla onu aşıp geçiyor, duvara tosluyor. Buna karşın "Sofranın kurulmasına yardım eder misin?" ya da "Üzerindekileri çıkardığında kirli sepetine atar mısın?" gibi belirgin ricalara çok nadiren "Hayır" yanıtı geliyor. En azından yapamayacağını belirtiyor ve gerekçesini söylüyor. 

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum?
Deniz'in ev içi işlere katılımı, yardımlaşma konusunda gösterdiği gayret benim için yeterli. El becerisi arttıkça, yaşı büyüdükçe sorumluluklarının sınırları da yavaş yavaş genişliyor. Özbakım ihtiyaçlarını karşılayabilen, kendine yeten bir birey olmak da buralardan başlıyor ve ilerliyor. 

Kendimi nasıl değerlendiriyorum?
Pandemi dönemi hepimizin hayatını, gündelik alışkanlıklarını havalandırdı, ters yüz etti. Yazma alışkanlıklarıma ve sıklığına da yansıdı bu durum. Bununla beraber kendimi yeniden bu günlükleri yazmaya davet etmek, üzerinde düşünmek, bakmak, bana kendimi iyimser hissettiriyor. 

Eski günlüklere buradan ulaşabilirsiniz

 







10 Ekim 2020 Cumartesi

Hali pürmelalim


Kızım, ilkokul dördüncü sınıfta. Mart ortasında okullar kapandığından beri yalnızca bir kez, bir sınıf arkadaşıyla yüz yüze buluştu, birlikte oyun oynadı. Salgının kontrol altına alınması ve ilkokulun bu son yılında yaz tatilinden önce en azından birkaç ay okula giderek yeniden bir arada olmalarını, vedalaşmaya zaman bulmalarını, fiziksel olarak okul ruhunu, sınıf ruhunu yeniden, daha güçlü içlerinde taşıyarak mezun olmalarını her şeyden çok istiyordum. Bununla beraber okulların bahar aylarına kadar açılmasını hiç ama hiç beklemiyordum. Pazartesi okulların açılacağının duyurulması, detayların son dakikaya kadar belli olmaması, zihnen buna hazırlanmadan kızımı okula göndermek zorunda kalmam beni tedirgin ve huzursuz ediyor.  

Yüz yüze eğitim mecburi değil. Bununla beraber yüz yüze eğitimin dışında bırakılan, online olarak devam ettirilecek derslerin içeriği ve süresi son derece kısıtlı. Hadi açık açık söyleyelim. Temel dersleri online alma imkânı yok. Yoklama alınmayacak ama müfredattan sorumlu kılınacaklar ifadesiyle veli kaderine bırakılıyor. Ya salgın korkusuyla çocuğu evde tutacak, okula göndermeyeceksiniz, derslerin üzerinden birlikte geçecek, özel öğretmen tutacaksınız ya da paşa paşa çocuğu haftada iki gün okula yollayacaksınız. Kalan beş gün ne olacak, meçhul. Çocuğu salgının ilk günlerinde baş tacı edilen, korumamız icap eden aile büyüklerine mi bırakırsınız, iş saatlerinizi, çalışma düzeninizi ayarlayamayıp işinizden mi ayrılırsınız o da sizin bileceğiniz iş. Her konuda olduğu gibi bu durumun faturası da en çok kadınlara ve çocuklara kesiliyor. 

Zihnim bu konuyu öğütüp duruyor, beni uykumdan ediyor. Hiçbir şey yapamazsam kalkıp hali pürmelalimi yazarım diyorum çıkıyorum yataktan. Zira yatağın içinde huzursuzca bir sağa, bir sola dönmek, gözlerim cin gibi açılmışken nafile çabayla yeniden uykuya dalmayı beklemek işe yaramayacak. Yazıyorum, canımı sıkan, adil bulmadığım meseleleri içimden sayfaya akıtırken, kızımın heyecanına ortak olmaya çalışıyorum. 

Evet kızım mutlu ve heyecanlı. Henüz haberi yok ama öğretmen sınıfı öyle zarif ve düşünceli bir şekilde ikiye ayırmış ki görünce, duyunca havalara uçacak. Bilgiye ulaşmanın bu devirde pek de mühim bir mesele olmadığını, en fazla haftada üç, dört saat ayırarak müfredatı takip etmenin mümkün olduğunu, okulların kapanmasıyla beraber asıl yitirilen şeyin sosyalleşmek, ait olduğun ortamı kaybetmek olduğunun, çocukların aylardır bir çeşit kayıp, yas içerisinde bulunduğunun farkındayım. Pazartesi sabahı kavuşmalarını görmek mümkün olmayacak ama  her birinin içinde havai fişeklerin patlayacağına da eminim. O zaman çocukların neşesi ve heyecanı biz yetişkinlere de bulaşsın ve bu yeni döneme hızla, umutla uyumlanalım, bu vartayı da sağlıkla atlatalım. 

Zor olsa da içimdeki isyanı, incinmişliği, kafa karışıklığını bir kenara bırakıp çocukların neşesine, heyecanına ortak olmayı, okul çıkışı gözlerindeki parlamayı görmeyi tercih etmenin sağlıklı bir seçim olacağına, onları korkularımızla zehirlemek yerine sakinleştirici otorite rolüne sahip çıkmayı, sürecin belirsizliğini, yeniden kapanma olasılığını, zaman zaman içlerinden kimi ailelerin virüse yakalanabileceğini, ev karantinalarının, geçici süreyle okula gidememelerin de bu yeni sürecin bir parçası olacağını, bazen karanlıkta yolu aydınlatanın iki küçük far olduğunu hatırlamayı, bu şekilde de emniyetle sürüşün mümkün olduğu bilgisine gönlümü açık tutmayı canı gönülden istiyorum. Her sıkıştığımda nereye döneceğimi bilmek için de bu yazıyı buraya yerleştiriyorum. 

Bu yazıyı,  bizim için anısı olan, Nil Karaibrahimgil'in bestesinin standart hâle gelmesinden önce kızımın okulunda öğrenci zili olarak çalan şarkıyla bitirmek uygun düşer kanımca. 





3 Ekim 2020 Cumartesi

Kendisiymiş Gibi Cumhuriyet Kitap'ta

 Eylem Ata Güleç'in Cumhuriyet Kitap'ta yayımlanan yazısı:

     Renkli bir yelpaze

Tuğba Gürbüz’ün ikinci öykü kitabı Kendisiymiş Gibi “karakter yaratma” çalışması olarak okunabilir. Yazar ölesiye yorgun kadınlarıyla, gençlik yıllarında anneden kaçan ileri yaşlarda anneye dönüş özlemi çeken karakterleriyle, içe işleyen kısacık yalnızlık öyküleriyle, kurgusunda erkek bulunmayan, hayatı erkeğin konumuna göre şekillendirmemeyi seçen anlatıcılarıyla geniş bir karakter yelpazesi açıyor önümüze.

‘KENDİSİYMİŞ GİBİ’

Tuğba Gürbüz’ün ikinci öykü kitabı Kendisiymiş Gibi “karakter yaratma” çalışması olarak okunabilir. Kitapta yer alan on sekiz öykü metinlerin kısalığına rağmen karakterin bilinç yapısı, iç dünyası, geçmişi ve bugünkü durumu hakkında anlatının ihtiyacını karşılayacak kadar fikir veriyor. Okurun karakteri anlaması, benimsemesi, ona hak vermesi hatta karakterle empati kurması anlatıcının zihninden aktarılan kısa ve parçalı üslupla sağlanıyor.

Yazar ölesiye yorgun kadınlarıyla, gençlik yıllarında anneden kaçan ileri yaşlarda anneye dönüş özlemi çeken karakterleriyle, içe işleyen kısacık yalnızlık öyküleriyle, kurgusunda erkek bulunmayan, hayatı erkeğin konumuna göre şekillendirmemeyi seçen anlatıcılarıyla geniş bir karakter yelpazesi açıyor önümüze.

Geçmişten kopup gelen parçaların anlatıcının bulanık zihninde nasıl yer ettiğine bakılarak Gürbüz’ün öykü kurma anlayışını kavramak mümkün. Karakterlerin geçmişlerinde olan biten, iz bırakan, belleğin derinliklerine, içeriye, en uzak noktaya itilenler hatta yok sayılmaya çalışılanlar, günlük yaşamın sıradan bir anında, tıkalı bir lavabonun açılırken yukarıya fırlattığı atıklar gibi yüzeye çıkıyor.

GEÇMİŞİ YAZARAK YENİDEN KURMAK

Kitabın ilk öyküsü Rengi Bulanık yazarın karakteri oldukça yoğun işlediği öykülerden. Kitabı çok satan bir yazarın bahçesindeki çay partisine katılan kadın karakter orada ailesinden söz ettiği, özellikle de annesinin intiharından bahsettiği için pişmanlık duyuyor. Yazarın duyduklarını hikâyelerinde kullanmasından endişe ediyor.

Aldığı ilaçların da etkisiyle düşünce akışı bozulan kadın düşüncelerini yataktaki kızına ve kocasına yöneltmeye çalışsa da olmuyor. Onca endişe yaşamasına rağmen yeniden yazarın evinin yolunu tutuyor. Lavabodan fırlayarak su yüzeyine çıkan sözcüklerini onun arka bahçesine boşaltıyor.

Bu öyküde kendisi de yazma uğraşı veren bir kadının geçmişini yazma ve yazarak yeniden kurma ihtiyacına tanık oluyoruz. Bu ihtiyaca kendisinin yazamadığını çok satan bir yazara malzeme olarak sunmasının yarattığı kriz eşlik ediyor.

Gürbüz’ün öykü kişilerinde alttan yürüyen aksi bir yan olduğu söylenebilir. Aksilikten kastım karakterin beklenen davranış kalıplarının tersine hareket etme eğiliminde olmaları. Örneğin “Zarif Bir Duruş” adlı öyküde, kadın giyim kuşam ve kişilik özellikleri bakımından kendisine hiç benzemeyen bir başka kadınla tanışmak, arkadaşlık etmek istiyor. “Lügatimiz bile ayrı” diyerek aralarındaki varoluşsal farka dikkatimizi çekiyor.

BASTIRILAN FEMİNEN YAN!

İnsanların değerler, ilkeler ve yaşam anlayışı bakımından kendilerine benzeyenlerle bir arada bulunma isteğinin aksine bu öyküde kendine uzak olanı yakın eylemeye çalışan bir karakter var. Bulmak ve yakından tanımak istediği öteki kadın belki de hayat gailesi içinde bastırdığı kendi feminen yanıdır.

Kitapta kurgusunu biraz sorunlu bulduğum Malûlen adlı öykü meslekten ihraç edildiğini öğrendiğinde felç geçiren bir polisi anlatıyor. Karısının terk ettiği yatalak polisin bakımını erkek kardeşi üstlense de bir süre sonra kardeşte yorgunluk, bezginlik ve kızgınlık baş gösteriyor.

Kendisiymiş Gibi’deki öykülere toplu bakış atıldığında yazarın kendine sansür uyguladığı, anlatacaklarının çoğunu (mecburen) yuttuğu, metni geriye kalan kelimelerle ördüğü hissediliyor. Öykülerdeki anlatı dili okurun metnin içine girmesini, fiziksel atmosferi gözünde canlandırmasını zorlaştırıyor. Yaratılmış bunca farklı karakter daha yakın çekim bir kamerayla, anlatmaktansa gösterilerek önümüze konulsaydı daha doyurucu bir okuma deneyimi sunulurdu sanırım.

           

Kendisiymiş Gibi / Tuğba Gürbüz / NotaBene Yay. / 80 s. / 2020.