“Wahran
el Bahia” derler bana. Yani “Güzel Oran”. Köklerim M.Ö. 2.
yüzyıla kadar gider. Endülüslüler’den Kartacalılar’a,
İspanyollar’dan Türkler’e, Fransızlar’a kadar pek çok
milletten renkler, izler taşırım. Adım Arapça’da iki aslan
anlamına gelen “Wahran” kelimesinden gelir.
Çoğunuz
beni Albert Camus'nün Veba romanından tanıyorsunuz .
“İtiraf
etmeli, Oran çirkin bir şehirdir. Durgun bir görünüşü vardır,
onu dünyanın her yanındaki öteki ticaret şehirlerinden ayıran
tarafı fark edebilmek için bir süre beklemek gereklidir. Örneğin,
insan güvercinsiz, ağaçsız, bahçesiz, ne bir kanat şıkırtısı,
ne de bir yaprak hışırtısı olan; kısacası, her türlü
özellikten yoksun bir şehiri nasıl düşünebilir? Mevsimlerin
değişmesi ancak gökyüzünden okunur. İlkbaharın gelişini
havanın niteliği ve küçük satıcı çocukların şehrin
yakınlarından toplayıp getirdikleri çiçek sepetleri bildirir.
Pazarlarda satılığa çıkarılan bir bahardır bu. Yazın güneş
o kupkuru evleri yakar, tutuşturur, duvarları gri bir külle örter;
insanlar ancak kapalı pancurların gölgelerine sığınarak yaşayabilirler. Sonbahar da tersine tam bir çamur deryasıdır ortalık. Güzel günler ancak kışın görülür.”
Siz
bakmayın Albert'in benim için mevsimsiz demesine. Bahar geldi mi,
çiçek kokusu havada her daim asılıdır. Yaz geçerken dalında
kurumuş kekiklerin kokusu gelir rüzgârla, hele bir de motosikletin
ardına oturmuşsan, sevgilinin beline sıkı sıkı sarılmışsan...
Albert
ticaret ve liman kenti olduğumu bilmezmiş gibi, beni denize sırtını
çevirmiş kent diye betimler. Bu doğru değil. Falezler yüzünden
denizle arama biraz mesafe girdiği doğru. Kabul ediyorum. Ama
kentlilerim El Bahia plajında deniz banyosu yapmaktan her zaman
hoşlanmıştır. Sadece El Bahia değil, Mers El-Kebir, Ain
El-Turck, Bousfer, Corales, les Andolouses plajlarım da yazları
cıvıl cıvıldır.
Albert'in
bana haksızlık ettiğini herkes bilsin istedim. Benim yaşıma
geldiğinde insan, karşısındakini daha iyi anlıyor. Hangi ruh
hali içerisinde olduğunu tahmin edemez değilim. 1940'lı yıllarda,
Avrupa Nazi işgali altındaydı. Toplama kamplarında Yahudiler,
çingeneler, sosyalistler, faşizm karşıtları, direnişçiler
katlediliyordu. Halkın oyuyla başa gelmiş yani seçilmiş
diktatörler (Saramago'nun deyişiyle kör liderler) peşlerine
taktıkları insanları bir felakete sürüklüyordu. Bunun adına
demokrasi denemeyeceği âşikardı. Milyonlarca yıllık dünya
tarihinde, Albert'in 43 yıllık kısacık hayatının Hitler,
Mussolini döneminde geçmesinin, kendisi için ne büyük
talihsizlik olduğunu düşünüyor olabilirsiniz. Ancak benim kadar
uzun yaşayınca, faşizm belasının insanlık tarihi kadar eski
olduğu ve kaybolmadığı üzülerek görülüyor.
Albert
bu dehşet karşısında suskun kalamadı. Faşizm yerine vebayı
koydu ve faşizmi hicveden Veba romanını yazdı. Çok da
başarılı oldu. İsyanım da bu yüzden zaten. Kitap okumak
azınlığa hitap eder. Ancak Veba gibi başarılı romanlar
onlarca yabancı dile çevrilir. Aradan yıllar geçse de basılmaya
ve satmaya devam eder. Kaderinizi yazar çizer. Tek umut okurun kendi
görüşüdür. Ancak bazen romancı öylesine keskin çizgilerle
belirler ki karakterleri, okuyucuya karar verme hakkı tanımaz.
Nasıl yazıldıysa öyle anlaşılır roman. Benim için de maalesef
durum bu!
Albert,
romanına ilk önce “Esirler” ismini koymayı düşündüyse de,
Veba‘da karar kıldı. Romana, “Esirler” yerine Veba
adını koyması o ağır kasvetli havayı dağıttı mı? Elbette
hayır! Olaylar adeta bir açık cezaevinde geçiyor. Esir eden ben,
esir olanlar ise, benim yaşama sebebim, canımdan çok sevdiğim
kentlilerim. Bu bana haksızlık değil de ne, siz söyleyin.
Veba,
karantina altına alınmış, halkıyla beraber esir düşmüş bir
kentin hikâyesi, benim hikâyem. Dr. Rieux'den ya da salgın
şiddetini azaltırken ölen Tarrou'dan daha değersiz bir roman
kişisi olduğumu kim iddia edebilir? Alın size bir haksızlık
daha. Salgının en şiddetli döneminde olsa anlayacağız, ama
hayır Albert, Tarrou'ya da en az bana olduğu kadar insafsız
davranıyor ve anlaşılmaz, beklenmedik bir şekilde onun canını
alıyor. Neden Tarrou öldü? Neden beni olduğumdan daha çirkin,
renksiz gösterdi? İleride başıma gelecekleri öngörebildiği
için mi?
Veba
romanını severim. Çirkin de olsa, haksız da
olsa beni anlattığı için değil; umudun, mücadelenin,
başkaldırının romanı olduğu için.
Hatırlıyor
musunuz, veba kelimesinin ilk telaffuz edildiği günün gecesinde
Dr. Rieux evine gider, pencereyi açar. Yakınlardaki bir atölyeden
mekanik bir testerenin kesik ıslığını duyar. Sahi olanın bu
olduğunu düşünür: Önemli olan her kişinin işini hakkıyla
yapmasıdır! Ve en iyi bildiği ve yapması gerekeni yapmaya başlar.
Veba ile mücadele etmeye koyulur. Bu antibiyotiğin olmadığı bir
dönemde hiç de kolay bir iş değildir üstelik. Hastaları tecrit
eder, istatistik tutar, hıyarcıkları yarar, meslektaşı Dr.
Castell'in geliştirdiği serumu hastalara uygular. Her sabah
uyandığında nafile bir çabayla, salgın karşısında sayısız
kurban verileceğini bildiği halde, aynı şeyleri yineler durur.
Tarrou ile sahile inip, yüzdükleri gece hariç. Belki o gece
yüzünden, bana eski günlerdeki güzel, mutlu alışkanlıkları
hatırlattıkları için, Dr. Rieux'yü ve Tarrou'yu daha çok
seviyorum ve Tarrou'nun ölümüne diğerlerinden daha çok
üzülüyorum.
Tarihte
her kentin başına afetler gelebilir, ama her afetten sonra o kent
terk edilip hayalet bir kasabaya dönmez. Ben de dönmediysem şayet,
insanlar unutabildikleri içindir. Unutabilmek, siz insanların en
büyük meziyetidir. Hiçbir günahı olmayan masum Phillippe'nin can
çekişirken, bedeni küçülürken attığı çığlıkları (ve
tabii daha nicelerinin, burada Phillippe'yi hepiniz tanıdığı
için, sembol olarak kullandım) unutamamanın ne demek olduğunu bir
düşünsenize! Kimileri burun kıvırsa da rutin insanı ayakta
tutar, hayata bağlar. Bebeklere ve küçük çocuklara bir bakın.
Her gün aynı saatte aynı şeyleri yapmaktan ne kadar da
hoşnutturlar.
Ben kentlilerimle, veba günleri
boyunca yine de övündüm. Karantina altında, mahsur kalan
tiyatronun hep aynı temsilini izlemeye gidebilmek az şey mi? Bunu
küçümsemeyin. Bu umut demektir. Benim güzel kentlilerim bu umutla
ayakta kaldılar.
Şimdilerde
biraz hüzünlüyüm. Renklerimi, seslerimi, dillerimi kaybettim.
Fransız mahallelerimin hali harap. Otuzlu yıllardan kalma balkonlu,
yüksek pencereli kolonyal evler, bahçe içinde tek tük kalmış
villalara içim acıyarak bakıyorum. Kedilerin üzerine küçük
küçük kâğıt parçaları atan yaşlı adamı hatırlıyor
musunuz? Kediler, her seferinde bu beyaz kelebek yağmurunun
çekiciliğine kapılır ve yolun ortasına gelirler, o da kedilere
nişan alarak tükürürdü. O ihtiyarın evi de, yıkıldı, yerine
şekilsiz, stilsiz bir apartman diktiler. 1708-1831 yılları
arasında beni ele geçiren Osmanlı'dan geriye kalan tek yapı eski
surlara konmuş bir kitabe: Hicri 1206 Recep ayında taş üstünde
taş bırakmayan depremin yaralarını Muzaffer Selim Han'ın
saracağı, kenti yeniden imar edeceği yazılı. Yaralarım hâlâ
sarılmadı. Çapraşık büyüdüm. Geçmişe dair beni ben yapan
binaların çoğunu kaybettim. Yıktılar. Sömürgeydim.
Bağımsızlığıma kavuştum. Ancak tek partili baskıcı rejim,
insanlarımı özgür kılmadı.İnsanlarım gitti. Avrupalılar,
Yahudiler... Cemaatini kaybeden eski İspanyol kiliseleri, Yahudi
sinagogları camiye çevrildi. Onların müze olarak kalmasını,
ziyaretçilerimin eski görkemli günlerimin anılarını
yaşamalarını ne de çok isterdim. Şimdi de gençler gitmek
istiyor.
Gidenler ve dönmeyenler... Bu iki
kelimenin uyandırdığı hikâyeler sizin de içinizi acıtmıyor
mu? Ne diyebilirim? Albert haklıydı:
Çekip
gidene her şey mizah, kalıp bekleyene her şey şiir.”
*Bu yazı 28 Şubat 2014 tarihinde altzine dergisinde yayımlandı.
http://altzine.net/index.php/altyorum/623-wahran-el-bahia-derler-bana
*Bu yazı 28 Şubat 2014 tarihinde altzine dergisinde yayımlandı.
http://altzine.net/index.php/altyorum/623-wahran-el-bahia-derler-bana
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder