3 Mart 2014 Pazartesi

WAHRAN EL BAHİA DERLER BANA*



      Wahran el Bahia” derler bana. Yani “Güzel Oran”. Köklerim M.Ö. 2. yüzyıla kadar gider. Endülüslüler’den Kartacalılar’a, İspanyollar’dan Türkler’e, Fransızlar’a kadar pek çok milletten renkler, izler taşırım. Adım Arapça’da iki aslan anlamına gelen “Wahran” kelimesinden gelir.
        Çoğunuz beni Albert Camus'nün Veba romanından tanıyorsunuz .
        İtiraf etmeli, Oran çirkin bir şehirdir. Durgun bir görünüşü vardır, onu dünyanın her yanındaki öteki ticaret şehirlerinden ayıran tarafı fark edebilmek için bir süre beklemek gereklidir. Örneğin, insan güvercinsiz, ağaçsız, bahçesiz, ne bir kanat şıkırtısı, ne de bir yaprak hışırtısı olan; kısacası, her türlü özellikten yoksun bir şehiri nasıl düşünebilir? Mevsimlerin değişmesi ancak gökyüzünden okunur. İlkbaharın gelişini havanın niteliği ve küçük satıcı çocukların şehrin yakınlarından toplayıp getirdikleri çiçek sepetleri bildirir. Pazarlarda satılığa çıkarılan bir bahardır bu. Yazın güneş o kupkuru evleri yakar, tutuşturur, duvarları gri bir külle örter; insanlar ancak kapalı pancurların gölgelerine sığınarak yaşayabilirler. Sonbahar da tersine tam bir çamur deryasıdır ortalık. Güzel günler ancak kışın görülür.”

       Siz bakmayın Albert'in benim için mevsimsiz demesine. Bahar geldi mi, çiçek kokusu havada her daim asılıdır. Yaz geçerken dalında kurumuş kekiklerin kokusu gelir rüzgârla, hele bir de motosikletin ardına oturmuşsan, sevgilinin beline sıkı sıkı sarılmışsan...

      Albert ticaret ve liman kenti olduğumu bilmezmiş gibi, beni denize sırtını çevirmiş kent diye betimler. Bu doğru değil. Falezler yüzünden denizle arama biraz mesafe girdiği doğru. Kabul ediyorum. Ama kentlilerim El Bahia plajında deniz banyosu yapmaktan her zaman hoşlanmıştır. Sadece El Bahia değil, Mers El-Kebir, Ain El-Turck, Bousfer, Corales, les Andolouses plajlarım da yazları cıvıl cıvıldır.


       Albert'in bana haksızlık ettiğini herkes bilsin istedim. Benim yaşıma geldiğinde insan, karşısındakini daha iyi anlıyor. Hangi ruh hali içerisinde olduğunu tahmin edemez değilim. 1940'lı yıllarda, Avrupa Nazi işgali altındaydı. Toplama kamplarında Yahudiler, çingeneler, sosyalistler, faşizm karşıtları, direnişçiler katlediliyordu. Halkın oyuyla başa gelmiş yani seçilmiş diktatörler (Saramago'nun deyişiyle kör liderler) peşlerine taktıkları insanları bir felakete sürüklüyordu. Bunun adına demokrasi denemeyeceği âşikardı. Milyonlarca yıllık dünya tarihinde, Albert'in 43 yıllık kısacık hayatının Hitler, Mussolini döneminde geçmesinin, kendisi için ne büyük talihsizlik olduğunu düşünüyor olabilirsiniz. Ancak benim kadar uzun yaşayınca, faşizm belasının insanlık tarihi kadar eski olduğu ve kaybolmadığı üzülerek görülüyor.

        Albert bu dehşet karşısında suskun kalamadı. Faşizm yerine vebayı koydu ve faşizmi hicveden Veba romanını yazdı. Çok da başarılı oldu. İsyanım da bu yüzden zaten. Kitap okumak azınlığa hitap eder. Ancak Veba gibi başarılı romanlar onlarca yabancı dile çevrilir. Aradan yıllar geçse de basılmaya ve satmaya devam eder. Kaderinizi yazar çizer. Tek umut okurun kendi görüşüdür. Ancak bazen romancı öylesine keskin çizgilerle belirler ki karakterleri, okuyucuya karar verme hakkı tanımaz. Nasıl yazıldıysa öyle anlaşılır roman. Benim için de maalesef durum bu!

         Albert, romanına ilk önce “Esirler” ismini koymayı düşündüyse de, Veba‘da karar kıldı. Romana, “Esirler” yerine Veba adını koyması o ağır kasvetli havayı dağıttı mı? Elbette hayır! Olaylar adeta bir açık cezaevinde geçiyor. Esir eden ben, esir olanlar ise, benim yaşama sebebim, canımdan çok sevdiğim kentlilerim. Bu bana haksızlık değil de ne, siz söyleyin.
        Veba, karantina altına alınmış, halkıyla beraber esir düşmüş bir kentin hikâyesi, benim hikâyem. Dr. Rieux'den ya da salgın şiddetini azaltırken ölen Tarrou'dan daha değersiz bir roman kişisi olduğumu kim iddia edebilir? Alın size bir haksızlık daha. Salgının en şiddetli döneminde olsa anlayacağız, ama hayır Albert, Tarrou'ya da en az bana olduğu kadar insafsız davranıyor ve anlaşılmaz, beklenmedik bir şekilde onun canını alıyor. Neden Tarrou öldü? Neden beni olduğumdan daha çirkin, renksiz gösterdi? İleride başıma gelecekleri öngörebildiği için mi?
         Veba romanını severim. Çirkin de olsa, haksız da olsa beni anlattığı için değil; umudun, mücadelenin, başkaldırının romanı olduğu için.
         Hatırlıyor musunuz, veba kelimesinin ilk telaffuz edildiği günün gecesinde Dr. Rieux evine gider, pencereyi açar. Yakınlardaki bir atölyeden mekanik bir testerenin kesik ıslığını duyar. Sahi olanın bu olduğunu düşünür: Önemli olan her kişinin işini hakkıyla yapmasıdır! Ve en iyi bildiği ve yapması gerekeni yapmaya başlar. Veba ile mücadele etmeye koyulur. Bu antibiyotiğin olmadığı bir dönemde hiç de kolay bir iş değildir üstelik. Hastaları tecrit eder, istatistik tutar, hıyarcıkları yarar, meslektaşı Dr. Castell'in geliştirdiği serumu hastalara uygular. Her sabah uyandığında nafile bir çabayla, salgın karşısında sayısız kurban verileceğini bildiği halde, aynı şeyleri yineler durur. Tarrou ile sahile inip, yüzdükleri gece hariç. Belki o gece yüzünden, bana eski günlerdeki güzel, mutlu alışkanlıkları hatırlattıkları için, Dr. Rieux'yü ve Tarrou'yu daha çok seviyorum ve Tarrou'nun ölümüne diğerlerinden daha çok üzülüyorum.
       Tarihte her kentin başına afetler gelebilir, ama her afetten sonra o kent terk edilip hayalet bir kasabaya dönmez. Ben de dönmediysem şayet, insanlar unutabildikleri içindir. Unutabilmek, siz insanların en büyük meziyetidir. Hiçbir günahı olmayan masum Phillippe'nin can çekişirken, bedeni küçülürken attığı çığlıkları (ve tabii daha nicelerinin, burada Phillippe'yi hepiniz tanıdığı için, sembol olarak kullandım) unutamamanın ne demek olduğunu bir düşünsenize! Kimileri burun kıvırsa da rutin insanı ayakta tutar, hayata bağlar. Bebeklere ve küçük çocuklara bir bakın. Her gün aynı saatte aynı şeyleri yapmaktan ne kadar da hoşnutturlar.
         Ben kentlilerimle, veba günleri boyunca yine de övündüm. Karantina altında, mahsur kalan tiyatronun hep aynı temsilini izlemeye gidebilmek az şey mi? Bunu küçümsemeyin. Bu umut demektir. Benim güzel kentlilerim bu umutla ayakta kaldılar.    
        Şimdilerde biraz hüzünlüyüm. Renklerimi, seslerimi, dillerimi kaybettim. Fransız mahallelerimin hali harap. Otuzlu yıllardan kalma balkonlu, yüksek pencereli kolonyal evler, bahçe içinde tek tük kalmış villalara içim acıyarak bakıyorum. Kedilerin üzerine küçük küçük kâğıt parçaları atan yaşlı adamı hatırlıyor musunuz? Kediler, her seferinde bu beyaz kelebek yağmurunun çekiciliğine kapılır ve yolun ortasına gelirler, o da kedilere nişan alarak tükürürdü. O ihtiyarın evi de, yıkıldı, yerine şekilsiz, stilsiz bir apartman diktiler. 1708-1831 yılları arasında beni ele geçiren Osmanlı'dan geriye kalan tek yapı eski surlara konmuş bir kitabe: Hicri 1206 Recep ayında taş üstünde taş bırakmayan depremin yaralarını Muzaffer Selim Han'ın saracağı, kenti yeniden imar edeceği yazılı. Yaralarım hâlâ sarılmadı. Çapraşık büyüdüm. Geçmişe dair beni ben yapan binaların çoğunu kaybettim. Yıktılar. Sömürgeydim. Bağımsızlığıma kavuştum. Ancak tek partili baskıcı rejim, insanlarımı özgür kılmadı.İnsanlarım gitti. Avrupalılar, Yahudiler... Cemaatini kaybeden eski İspanyol kiliseleri, Yahudi sinagogları camiye çevrildi. Onların müze olarak kalmasını, ziyaretçilerimin eski görkemli günlerimin anılarını yaşamalarını ne de çok isterdim. Şimdi de gençler gitmek istiyor.
        Gidenler ve dönmeyenler... Bu iki kelimenin uyandırdığı hikâyeler sizin de içinizi acıtmıyor mu? Ne diyebilirim? Albert haklıydı:

Çekip gidene her şey mizah, kalıp bekleyene her şey şiir.”

*Bu yazı 28 Şubat 2014 tarihinde altzine dergisinde yayımlandı.
http://altzine.net/index.php/altyorum/623-wahran-el-bahia-derler-bana


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder